12 Ağustos 2024 Pazartesi

Birgün "KÖŞEBAŞI"+"GÜNDEM" -12 Ağustos 2024-

 

Kısa Dokunuşlar -Atilla Aşut-

“Dil yanlışları yazmakla bitmez!” diyor bir dostumuz. Gerçekten de öyle. Altmış yıldır bu   konuları yazıyorum. Ama medyada durum daha da kötüye gidiyor…

Dosyamdaki dil notları birikti. Hepsini ayrıntılı yazı konusu yapmaya kalksam sayfalar yetmez! O nedenle bu hafta birkaç konuya kısaca değinmek istiyorum.

∗∗∗

SORUNLU ANLATIMLAR

Gazete haberleri çok özensiz yazılıyor. Editörler de çoğu zaman gerekli düzeltmeleri yapmadan bu bozuk haberleri olduğu gibi kullandıklarından ortaya kötü metinler çıkıyor. BirGün’den böyle bir haberi örnekleyerek somutlayalım yargımızı.

“Dersim merkezde bulunan ve 10 adet özel odası bulunan Vecihi Timuroğlu Kütüphanesi’nde tümüyle orijinal fotoğrafmektup, belge ve tablolar bulunuyor.” (Kayhan Ayhan, “Müze Gibi Kütüphane”, BirGün, 25 Temmuz 2024)

Haberin girişi şahane! Bir tümcede üç kez “bulunan” sözcüğü kullanılmış! Kimseyi rahatsız etmiyor mu böylesi fazlalıklar?

Okumayı sürdürelim:

“(Mesut) Özcan, kütüphane içinde bazı şairlerin, yazarların da içinde bulunduğu kişilere ait yaklaşık 4-5 bin orijinal mektubun ve birçok orijinal fotoğrafın bulunduğunu söyledi.”   

Bu tümcede de “içinde”“orijinal” ve “bulunduğu” sözcükleri ikişer kez yinelenmiş!

Haberin bitiş tümcesindeki yapısal bozukluk ise çok belirgin. Bu sözcük yığınının içinden nasıl çıkar insan:

“Bu çalışmaları yürütebilmek ve daha da büyütebilmek için özellikle belediyeler ve diğer sivil toplum örgütleri ile birlikte her türlü işbirliğine açık olduklarını kaydeden Özcan, ‘Birlikte yeni kütüphaneler, müze-kütüphaneler kurmak istediklerini, bu projelerini hayata geçirebilmek için sivil toplum örgütlerinden, iş insanlarımızdan, aydınlarımızdan, sanatçılarımızdan, SETKAV’a destek olmalarını bekliyoruz’ dedi.”

Gazetemde böylesine çalakalem yazılmış haberler olmamalı diye düşünüyorum.

∗∗∗

“NAHİF” DEĞİL “NAİF” RESSAM!

“Bu yıl nahif sanatın öncüsü Henri Rousseau’nun 180. doğum yıldönümü. İstanbullu dört değerli ve deneyimli nahif sanatçı (…) eserleriyle büyük ustayı anmış olacaklar.” (BirGün Kültür-Sanat sayfası, 20 Temmuz 2024)

Arapça “nahif” sözcüğünün anlamı “zayıf, cılız, çelimsiz”dir. Bu sözcük, “zayıf nahif” deyiminde de geçer. Bir de sesçe benzerlik taşıyan ama anlamı başka olan “naif” sözcüğü vardır ki “çocuksu, saf” demektir. Resim sanatı için kullanılan sözcük, “nahif” değil “naif”tir. Nitekim klasik resim eğitimi almadan kendi kendini yetiştirmiş ressamlara “naif ressam” denir. O yüzden BirGün’ün Kültür-Sanat sayfasında adı geçen Henri Rousseau“nahif” değil “naif” ressamdır.

∗∗∗

“ELEBAŞI / ELEBAŞISI”

“Elebaşı” sözcüğü tamlama durumunda iyelik eki alır ve “elebaşısı” olur. Rıfat Ilgaz’dan örnek bir tümce:

“Bütün bu işlerin elebaşısı ondan başkası olamazdı.”

Bu konuya birkaç kez değinmiş olsak da yanlış yazım biçimi gazetelerde sürdürülüyor. Sözgelimi 16 Mart 2024 tarihli cumhuriyet.com.tr’nin jeneriklerinden biri şöyleydi: “Organize suç örgütü elebaşı yakalandı!”

(Cumhuriyet.com.tr / 16 Mart 2024)

Bu başlıkta hem “organize suç örgütü” ifadesi hem “elebaşı” kullanımı yanlıştı! Doğru kullanım“Suç örgütü elebaşısı yakalandı” biçiminde olmalıydı.

Ama Cumhuriyetteki yanlış bu başlıkla sınırlı kalmadı. Sonraki günlerde Mustafa Balbay’ın da bir yazısında “Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) elebaşı...” diyerek “elebaşı” sözcüğünü tümce içinde doğru kullanmadığını gördüm. Balbay, kendisine özelden yazdığım iletiye şu yanıtı verdi:

Sevgili Aşut, iki kez okuyunca senin değerlendirmen daha doğru geldi… Haklısın… Teşekkür ediyorum…”

ÖyleyseCumhuriyet gazetesinden artık sözcükleri doğru kullanmasını bekliyoruz...

HAFTANIN NOTU

Can Atalay’ın Yeri Meclis’tir!

Anayasa Mahkemesi’nin çeşitli kararlarında belirtildiği üzere, “seçilme ve siyasal etkinlikte bulunma hakkı” hukuksuz biçimde elinden alınan Hatay Milletvekili Av. Can Atalay, anayasa çiğnenerek 14 aydır Silivri zindanında tutuluyor! Vicdan sahibi insanlar olarak bu zulme isyan ediyoruz! Oysa Anayasa Mahkemesi son kararında bir kez daha Can Atalay’ın bireysel başvuru hakkının ihlal edildiğine karar vererek hakkındaki mahkûmiyet hükmünün infazının durdurulmasını ve salıverilmesini istemişti. Anayasa Mahkemesi, uyulması mutlak zorunluluk olan bu kararlara karşın Can Atalay’ın milletvekilliğinin Millet Meclisi’nde oldubittiye getirilerek düşürülmesini ise “yok hükmünde” saymıştı.

Sokaktaki sıradan insanların bile kolayca anlayabileceği bu kararları siyasal iktidar sözcülerinin zorlama hukuk yorumlarıyla geçersiz kılmaya çalışmaları artık tahammül sınırlarını aşmış bulunuyor.

Can Atalay’ın, Meclis Başkanı’na yazdığı son mektubunda belirttiği gibi, “TBMM’nin itibarının ve hukukun daha fazla zarar görmemesi için” Anayasa Mahkemesi’nin bağlayıcı kararları hemen yaşama geçirilmeli ve seçilmiş Hatay Milletvekili, özlük hakları geri verilerek Meclis’teki yerini almalıdır.

                                                                    /././

Arjantin’de enflasyonu çarpıtma cezası: TÜİK ibret almalı! -Aziz Çelik-

Eski Arjantin’in Ticaret Bakanı enflasyon verilerini tahrip edip düşük göstermekten suçlu bulunarak üç yıl hapis cezasına çarptırıldı. TÜİK yönetimi ise kesinleşmiş yargı kararını çiğnemekte ısrar ediyor.
                                         Eski Arjantin Ticaret Bakanı - Guillermo Moreno

Resmi makamların resmi istatistikleri çarpıtması, manipüle etmesi oldukça yaygın bir yolsuzluk türü. İngiliz politikacı Benjamin Disraeli’ye göre üç tür yalan vardı: “Yalan, kuyruklu yalan ve istatistik” Winston Churchill’in de “Ben sadece kendi kurguladığım istatistiklere inanırım” dediği söylenir.

Darrrel Huff tarafından 1954’te kaleme alınan ve Işıtan Gündüz tarafından Türkçeye çevrilen “İstatistiklerle Nasıl Yalan Söylenir” adlı kitap, örnekleri eski olsa da istatistiki verilerin nasıl çarpıtıldığına dair hâlâ güncelliğini koruyan bir çalışmadır.

Pek çok hükümetin çeşitli amaçlarla sistematik olarak resmi istatistikleri tahrif ettiği biliniyor. Medyada resmi istatistiklerde tahrifat yapıldığına dair çok sayıda haber ve iddia yer alıyor. Geçmişte Yunanistan ve İtalya gibi Avrupa ülkeleri, Euro sistemine girmek için bütçe açığı ve devlet borçlarının büyüklüğünü tahrif etmekle suçlandı. 2004 yılında Eurostat, Yunanistan’ın Euro sistemine girebilmek için 1997’den itibaren resmi verilerle oynadığını ortaya koymuştu. Günümüzde Arjantin, Türkiye ve Çin gibi diğer ülkelerin de birçok resmi istatistiği manipüle ettiğine yönelik yaygın iddialar var.

Resmi verilerle oynanması ve resmi verilerin çarpıtılması ciddi bir yolsuzluk türü olarak değerlendirilebilir. Bunun adı resmi evrakta sahtecilik. Özellikle tüketici fiyat istatistikleriyle oynanması çalışanların büyük gelir kaybına yol açıyor. Enflasyon düşük gösterilerek çalışan sınıfların gelirleri reel olarak düşürülüyor ve yoksullaşmaları sağlanıyor. Bu ciddi bir suç ve yolsuzluk türü.

Ancak bu ciddi yolsuzluk türünün soruşturulması ve sorumluların cezalandırılması çok zor olabiliyor, zaman alabiliyor ve bazen de mümkün olmuyor. Yapanın yanına kâr kalıyor. Bilindiği gibi Türkiye’de de enflasyonun yeniden tırmanışa geçtiği son yıllarda resmi enflasyon verileri üzerine büyük tartışma var. Türkiye’de TÜİK enflasyon verilerini çarpıtmakla suçlanırken ve bu konuda yoğun tartışmalar sürerken 7 Ağustos 2024’te Arjantin’den çok ilginç bir haber geldi: Resmi istatistik kurumunun bağlı olduğu Arjantin eski İç Ticaret Bakanı Guillermo Moreno, enflasyon verilerinde tahrifat yapmaktan ve verileri düşük göstermekten suçlu bulundu. Bu davanın ayrıntılarına Buenos Aires Times haberinden göz atalım:

ENFLASYONU DÜŞÜK GÖSTERME CEZASI

Eski Ticaret Bakanı Guillermo Moreno hakkındaki soruşturma 2007 yılında Sosyal Haklar Meclisi (Asamblea por los Derechos Sociales) adlı hak örgütünün avukatı tarafından yapılan bir şikâyetle başladı. Tüketici fiyat endeksi (TÜFE, CPI) eski direktörü Graciela Bevacqua’nın görevden alınmasındaki usulsüzlükler davada konu olmuştu.

Suçlamalara göre Moreno, dönemin CPI başkanının kendisine istediği türde bilgi vermeyi reddetmesi üzerine Bevacqua’nın yerine Paglieri’yi getirmiş, Paglieri de mağaza fiyatlarının yerine geçmek üzere hükümetin fiyat tavsiyelerini uygulamıştı. Ayrıca, şikayette bulunan hak örgütü, Ocak 2007'den itibaren Arjantin’in TÜİK’i olan Ulusal İstatistik ve Nüfus Bürosunun (INDEC) enflasyon verileriyle oynandığı konusunda da uyarıda bulunmuştu.

Federal savcılar Moreno’nun görevi kötüye kullanma, gizliliği ihlal, kayıt ile belgeleri yok etme ve gerçekleri yanıltıcı şekilde beyan etme suçlarından yedi ayrı suçlamayla yargılandığı davada dört yıl hapis ve 10 yıl meslekten men cezası istemişti. Yargıçlar, Moreno döneminde INDEC’in Tüketici Fiyat Endeksi (CPI) direktörü olan eş sanık Beatriz Paglieri’ye de aynı cezayı verdi.

Davanın savcısı Luciani mütalaasında sanıkların enflasyon oranlarını düşürdüklerini ve sahte veriler sayesinde enflasyonu tek haneli rakamlarda tuttuklarını savundu. Luciani, ayrıca, eski Ekonomi Bakanı Felisa Miceli’nin de aynı davada soruşturulmasını talep etti.

Buenos Aires 2 No’lu Federal Ceza Mahkemesi, 7 Ağustos 2024’te Arjantin’in önde gelen politikacılarından eski İç Ticaret Bakanı Guillermo Moreno’yu ulusal istatistik bürosunun (INDEC) aylık enflasyon rakamlarını ve diğer verilerini tahrif etmekten suçlu bularak üç yıl hapis cezasına ve altı yıl kamu görevinden men cezasına çarptırdı. Moreno, Néstor Kirchner ve Cristina Fernández de Kirchner hükümetlerinde 2003-2006 yılları arasında İletişim Bakanı ve 2006-2013 yılları arasında İç Ticaret Bakanı olarak görev yapmıştı.

Arjantin’de eski ve tanınmış bir bakan ile resmi istatistik kurumu yetkilisinin hapis ve kamu hizmetinden men cezası alması son derece önemlidir. Birincisi, mahkeme sadece bürokratlara değil, siyasilere de ceza vermiştir. İstatistik kurumunun bağlı olduğu banak ceza almıştır. İkincisi, tüketici fiyatlarından sorumlu istatistik kurumu başkanı da cezayı almıştır. Daha da önemlisi ceza yaklaşık 17 yıl sonra gelmiştir. 2007’deki enflasyon oranlarına ilişkin tahrifata ilişkin ceza uzun yıllar sonra geldi. Bir diğer dikkat çeken nokta konunun bir toplumsal örgüt olan Sosyal Haklar Meclisi tarafından gündeme getirilmesi ve takip edilmesidir.

LAFAZANLIK DEĞİL HUKUK!

Arjantin’deki enflasyonu düşük gösterme davası Türkiye için de çok şey söylüyor. Her şeyden önce adaletin tecelli etmesinin zaman alabileceği ancak er ya da geç tecelli edeceği unutulmamalıdır. Arjantin’de enflasyon verileriyle oynanması 17 yıl sonra dava konusu oldu ve sorumlular ceza aldı. Yargı hem siyasilere hem bürokratlara ceza verdi. Buradan Türkiye ve TÜİK açısından çıkarılması gereken çok ders var. Umarız TÜİK yönetimi ve ilgili bakanlık Moreno davasından gerekli dersleri çıkarır ve gereğini yapar.

Ancak maalesef işaretler o yönde değil. Moreno’nun Arjantin’de enflasyon yolsuzluğundan ceza aldığı gün TÜİK yönetimi yargı kararlarını uygulamak yerine gayri ciddi açıklamalarla işlediği suçların üzerini örtmeye çalışıyordu. TÜİK yönetimi 7 Ağustos 2024'te yaptığı uzun açıklamayla 2022 Haziran ayından bu yana sakladıkları madde fiyat listesi üzerinden yapılan eleştirilere yanıt vermeye çalıştı. Ancak TÜİK yönetimi her zamanki gibi lafazanlık ve çarpıtmayı tercih etti.

TÜİK yönetimi lafazanlığı bırakıp enflasyon verileri konusunda emredici yargı kararlarının gereğini yapmalıdır. TÜİK yöneticileri Eurostat’ın değil Türkiye Cumhuriyetinin memurlarıdır. Görevleri Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinin kararlarını uygulamaktır. Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinin kesinleşmiş, emredici ve bağlayıcı kararlarına rağmen madde fiyat listesini açıklamayan ve yargı kararlarını uygulamayarak anayasal suç işleyen, madde fiyat listesini açıklamak yerine demagoji yapan TÜİK’in açıklamasını ciddiye almak mümkün değil.

TÜİK kendine güveniyorsa yargı kararları gereği madde fiyat listesini açıklar. Eski madde fiyat listesi üzerinden yapılan tartışmaların hatalı olduğunu düşünüyorsa ve tartışmayı bitirmek istiyorsa yapacağı şey lafazanlık değil, şeffaflıktır. TÜİK’e sorulması gereken soru kesinleşmiş Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri kararlarını nasıl ve ne cüretle çiğneyebildikleridir.

İşte TÜİK yönetimin uygulamadığı ve çiğnediği kesinleşmiş yargı kararları:

• Ankara 6. İdare Mahkemesinin 31 Mart 2023 tarihli, 2022/2383 Esas ve 2023/700 numaralı Kararı

• TÜİK’in Ankara 6. İdare Mahkemesi kararını istinaf etmesinin ardından Ankara Bölge İdare Mahkemesinin verdiği 15 Eylül 2023 tarihli, 2023/1058 Esas ve 2023/1341 numaralı Kararı

• TÜİK’in “kanun yararına bozma” başvurusu üzerine Danıştay Başsavcılığınca verilen 15 Mart 2024 tarihli, 2024/201 Esas No’lu Karar

Her şey açık ve net. Tartışılacak bir yanı yok. Normal şartlar altında hiçbir idari kurumun yöneticileri yargı kararlarının yerine getirilmesinden kaçınamaz. İdarenin avukatları idari yargı kararlarının derhal işleme konması gerekliğini bilir. Hiçbir idare avukatı yargı kararını çiğnemeye cüret edemez ve yönetime bu yönde telkinde bulunmaz. Anlaşılan o ki TÜİK yönetimi kendi hukukçularını değil, yüksek kademelerden gelen telkin ve tavsiyelere uyarak yargı kararlarına meydan okuyor.

TÜİK YÖNETİMİ DERS ÇIKARMALI

Bir grup devlet memuru nasıl olur da kesinleşmiş yargı kararına meydan okur? Meselenin özü budur. TÜİK’in yapmaya çalıştığı teknik tartışma işin özünü saklama gayretidir. TÜİK yöneticileri boşuna çeşitli uluslararası istatistik kurumu örnekleri vermeye kalkmasınlar! Hakkında yargı kararı olan, bu yargı kararını uygulamayan ve başına buyruk davranan bir istatistik kurumu örneği dünyada var mıdır? Mesele teknik değil, anayasal ve yargısal bir meseledir. TÜİK yöneticileri şu an alenen suç işlemektedir ve suç işlemelerine rağmen korunmaktadırlar. Gerisi lafügüzaftır.

Ancak TÜİK başkanı ve yöneticilerine tekrar hatırlatmak isterim ki mesele sadece enflasyon verilerinin manipüle edilip edilmediği meselesinden çok daha vahimdir. Bu iddia da ciddidir. Ancak siz daha vahim bir suç işleme ısrarındasınız. Kesinleşmiş ve yerine getirmeniz zorunlu olan yargı kararlarını ısrarla ve ısrarla çiğniyorsunuz. Bir devlet memurunun idari yargının kesinleşmiş kararlarını uygulamamasının vahim sonuçlarının farkında değilsiniz sanırım. Size tavsiyem, kesinleşmiş yargı kararlarının uygulanmamasının ileride başınızı nasıl ağrıtacağı konusunda bağımsız hukukçulardan tavsiye almanızdır.

Unutmayın, mevkisi ve kademesi ne olursa olsun bütün kamu görevlileri Anayasaya ve anayasal düzenle bağlılıkla yükümlüdür. Bu kamu hukukunun, idare hukukunun temelidir. Kim tarafından atanırsanız atanın hukukla ve yasalarla bağlısınız. Siz, sizi atayanların değil, devletin memurusunuz. Mevkisi, unvanı, kademesi ne olursa olsun hiçbir kamu görevlisi “layüs’el” değildir. Anayasanın 138’inci maddesinin açık hükmüne başkaldırmak hiçbir kamu görevlisinin haddine değildir. Yol yakınken hukuk yoluna gelin. Hukuk bir gün herkese lazım olur. Bakın Arjantinli bakan ve istatistik kurumu başkanı 17 yıl sonra suçlu bulundu. Akif’in kıssadan hissesine kulak vermek lazım: “Tarih’i "tekerrür” diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”

                                                                 /././

Bir Türkiye ‘story’si -Berkant Gültekin-

Sosyal medya platformu Instagram, 2 Ağustos’tan bu yana Türkiye’de kapalı. Farklı amaçlarla Instagram’ı kullanan, bir kısmı geçimini buradan sağlayan on milyonlarca insan, bir haftayı aşkın süredir normal yollardan Instagram’a giremiyor. Instagram yasağını konuşurken bir de üstüne benim gibi pek çok insanın ismini yasaklanınca öğrendiği oyun platformu Roblox’a erişim engellendi.

Toplumun suskunluğa gömüldüğü ve siyasetin profesyonellerin eline bırakıldığı bir yasaklar ülkesinde, muhalefet yerel seçimde ne kadar büyük başarı elde edip iktidarı geriletmiş olursa etmiş olsun, şalteri indirmek bu kadar kolaydır işte. Bir sabah uyanıyorsunuz en çok kullandığınız sosyal medya uygulamalarından birinin kapısına kilit vurulduğunu görüyorsunuz. Halkın örgütsüzce sandığı bekleyip demokrasinin oy verme pratiğine hapsolduğu bir düzende, hele hele yargı da yürütmenin ceza/ödül dağıtıcısına dönüşmüşse, emin olun başınıza bunların gelmesi değil, gelmemesi sürprizdir.

Peki Türkiye’de Instagram neden kapatılmış olabilir? Normal bir ülkede olsak, yasak kararına ilişkin resmi açıklamaya bakıp cevabı bulabilirdik. Fakat biz oraları geçeli çok oldu. BTK yasağın resmi gerekçesinde, Instagram’ın çocuğa karşı cinsel istismar, intihara sevk etme, Atatürk’e hakaret gibi “katalog suçlar” nedeniyle kapatıldığını söylüyor.

Ne var ki gerçek kapatılma gerekçesinin bu olmadığını herkes biliyor. Nitekim Erdoğan da Instagram yasağının ardından yaptığı konuşmada Hamas lideri Haniye’nin öldürülmesine yönelik paylaşımların kaldırılmasını eleştirip bu durumu “dijital faşizm” şeklinde tanımlayarak yasağın altındaki siyasi motivasyonu göstermiş oldu. İktidarı harekete geçiren temel itki de katalog suçlardan çok bu motivasyondu elbette.

Instagram ve diğer küresel sosyal medya devlerinin Filistin-İsrail meselesinde ikiyüzlü bir tutum izlediğine şüphe yok. İsrail devletinin şiddeti ve katliamları meşru görülürken, zulme uğrayan Filistin halkının çığlığı kısılmaya, insanlık suçları karartılmaya çalışılıyor. O nedenle Instagram yasağına karşı mücadele, bu platformları “vaftiz” ederek verilmez. Ortada vicdanların kabul etmeyeceği ve hiçbir hukuki kaideyle açıklanamayacak kadar sorunlu bir içerik politikası gerçeği var. Zaten Türkiye solu da bunu çok uzun zamandır dile getiriyor.

Ancak sosyal medya platformlarının bu kara sicili, onları topyekûn olarak yasaklamayı meşru mu kılıyor? Bu tarz bir yasak, bu mecraların hatalarını mı deşifre ediyor, yoksa insan haklarının ihlaline mi neden olup başka mağduriyetler mi yaratıyor? Bir halkın hakkı, başka bir halkı sansürle cezalandırarak savunulabilir mi? Üstelik tüm negatif yönlerine rağmen Instagram hala Filistin’deki vahşete dikkat çekmek için efektif bir zemin sunuyorken…

Öncelikle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; eğer Türkiye’de geniş çaplı bir yasak kararı alınıyorsa, bu karar, hukuki gereklilikten ya da zorunluluktan çok, iktidarın siyasi ajandasına uygun olduğu için alınmıştır. Hukuk sadece burada bir kılıf olabilir ki artık çoğu kez bu kılıfın dahi doğru düzgün dikilemediğine şahitlik ediyoruz.

Erdoğan’ın 22 yıllık iktidarında en iyi yaptığı şey, kitlesel algıyı ve temel tartışma aksanı, kendisine fayda üretecek şekilde dizayn edebilmesi. Hayat pahalılığının ülkenin yüzde 90’ının üzerinden silindir gibi geçtiği, temel yaşamsal ürünlerin bile lüks haline geldiği, milyonlarca emekçinin sefalet ücretine mahkûm edildiği, geri kalanların bu ücrete komşu ücretlerle yaşam savaşı verdiği, emeklilere açıkça “sürünün” dendiği, kredi kartı borçlarının patladığı, vergi ve faiz politikasının ekonomik eşitsizliği zirveye çıkardığı mevcut koşullarda dahi, popüler bir sosyal medya mecrasını engelleme kapasitesine sahip olmak ve ülkenin gerçekliğini perdeleyip herkese Instagram’ı konuşturabilmek, kabul edelim ki önemli bir başarıdır.

İktidar ayrıca, Filistin konusundaki yanlışlarını Instagram yasağı üzerinden temize çekme gayretinde. Hamas’ın 7 Ekim saldırısının ardından İsrail’in başlattığı vahşete rağmen, Türkiye’nin İsrail ile ticari ilişkileri kesmemesi, Erdoğan’ın bu konudaki karizmasını, bilhassa mütedeyyin kesimler nezdinde, hayli çizmişti. Yeniden Refah’ın bu yöndeki eleştirileri, muhafazakâr kamuoyunda az etki yaratmadı. Şimdi Instagram’a Filistin üzerinden getirilen bu yasak ise saldırıların başladığı dönemdeki prestij kaybını onarmayı hedefliyor. “AKP, İsrail ile iş tuttu” algısının yerine, “AKP, Filistin’i savunmak için Instagram’ı yola getiriyor” algısı geçirilmeye çalışılıyor.

Özgürlüklere yönelik bu türden saldırılar, sadece bugünün ihtiyaçları için yapılmıyor. İktidar aynı zamanda yarına dönük de bir süreç geliştiriyor. Instagram yasağı, ileride dipten gelişilebilecek itirazlara, olası toplumsal tepkilere karşı, sokağın sanal mecralardan alacağı gücü kaynağında kurutmanın da bir alıştırması. Gezi Direnişi bunun ne kadar önemli bir mesele olduğunu göstermişti.

Tüm bunlar demokratik sokak hareketlerinin bastırılması, toplumsal muhalefetin politik alandan uzaklaştırılması, resmi muhalefetin de çizilen sınırı aşamaması sayesinde yapılabiliyor. Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri, ülkenin gerçek sorunları ile siyasetteki görünümün birbiriyle uyumlu olmaması. Saray’ın siyaset stratejisi de buna dayanıyor.

Gerçekte Türkiye’de açlık ve sefalet büyürken siyasette aynı Türkiye AKP yönetiminde dünyaya meydan okuyor, tüm hesapları bozuyor, zalimleri dize getiriyor! Bu durum insanların Instagram story’lerinin hayatın tatsız gerçeklerini gölgede bırakmasına benziyor. Belki de bu yüzden çoğu kez, kendimizi, tasarımını AKP’nin yaptığı bir Instagram story’sinin içinde buluyoruz.

                                                                  /././

Yasağa bahane ararken duvara toslamak -Gözde Bedeloğlu-

Bir sabah uyanıp da Instagram’ın kapatılmış olduğunu öğrenmemizin üzerinden 10 gün geçti. Nedenine ilişkin ağızda yuvarlanan sözlerden başka bir şey duymadık. Ülkede 57 milyon kullanıcısı olan bir sosyal platformun fişi, toplumsal hassasiyetlerimizle uyuşmadığı gerekçesiyle çekildi. TBMM Dijital Mecralar Komisyonu Başkanı ve AKP Hatay Milletvekili Hüseyin Yayman, “Biz hükümet olarak sansüre ve yasaklamaya karşıyız” dedi. Google’a ‘AKP döneminde sansür, yasak ve baskı’ yazdığınızda karşınıza çıkacak olan pek çok örnek bunun gerçeği yansıtmadığını gösterecektir. Çünkü bilgiye erişim işte bu kadar kolay. Elbette bunların içinde doğrusu olduğu kadar yanlışı da var. Dolayısıyla asıl yapılması geren, VPN gibi araçlar sayesinde halen ulaşılabilen platform ya da internet siteleriyle uğraşmak değil, insanların bu bilgi okyanusunda doğrusuna ulaşımını sağlamak, internet okur yazarlığını artırmak.

∗∗∗

Yayman’ın söylediğine göre Instagram’ın sahibi olan Meta ile ‘dijital diplomasi’ yürütülüyor. Tam bu noktada AKP’nin, Türkiye’yi ‘değerli yalnızlık’ içinde bırakan ‘analog diplomasi’ başarısızlıklarından bahsetmek yerinde olurdu ama şimdilik konuyu dağıtmayalım. Meta yetkilileri ve hükümet arasında nasıl bir pazarlık yürütüldüğünü bilmiyoruz çünkü meğer bu ‘dijital diplomasi’ tabiatı gereği biraz daha sonuç odaklı olmayı ve ekranlardan uzak bir biçimde konunun ele alınmasını gerektiriyormuş. Yani, 57 milyon Instagram kullanıcısına, kapatma kararının nedeni somut şekilde açıklanmadığı gibi, platformun yeniden açılabilmesi için iktidarın şirketten neler talep ettiği de söylenmiyor. Şeffaf yürütülmeyen her süreçte sorular ve şüpheler havada uçuşurken, AKP’li Yayman, diğer bir sosyal medya platformu TikTok’un da Türkiye için bir ulusal güvenlik meselesi olduğunu söyledi.

∗∗∗

Sebep, yapılan paylaşımların gerçeklikten kopuk olmasıymış ve millet Yayman’dan TikTok’un kapatılmasını istiyormuş. Diyorlarmış ki kendisine “TikTok’u kapatırsan, cennetin kapısını aralarsın.” Yayman’ın sözünü ettiği o millet kaç kişiden oluşuyor bilemiyoruz tabi, ama basit bir hesapla, Türkiye’deki 40 milyona yakın TikTok kullanıcısını dışarıda tutabiliriz. Dahası, Yayman, TikTok’u yerli ve milli değerlerden uzaklaşmış bir yer olarak görüyormuş. Demek ki Türkiye’de, ülkenin moral değerlerine başkaldırmış ya da uymayan en az 40 milyona yakın insan var. Üstelik cennetin kapısını aralamakla da ilgilenmiyorlar. Sayılarla konuşunca durumun absürdlüğü nasıl da kulak tırmalıyor değil mi?

∗∗∗

Instagram’dan sonra sırada TikTok mu var derken, dünyanın en büyük online oyun oynama ve oyun geliştirme platformu Roblox’a da erişim engeli getirildi. Çocukların istismarına neden olacak içerikler barındırdığı gerekçesiyle Adana 6. Sulh Ceza Hakimliği kararıyla kapatılan Roblox’un son verilerine göre 13 yaşından küçük 32 milyon, 13 yaşından büyük 46 milyon günlük aktif kullanıcısı var. BBC ve Bloomberg yaptıkları haberlerle, İngiltere ve ABD’de platform üzerinden çocukların cinsel istismara maruz kaldığını ortaya koymuştu. Hükümetler platformu kapatmak yerine aileleri ve güvenlik birimlerini bu tarz tehlikelere karşı uyaran eğitici çalışmalar yürütme yolunu tercih ediyor çünkü denetim yasaklamadan daha etkili bir çözüm.

∗∗∗

BBC Türkçe’den Fundanur Öztürk ve Özge Özdemir’e konuşan, UNICEF ile çocukları dijital tehlikelerden korumak için “Noktaları Birleştir” projesini yürüten Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü, “Sistemi yasaklayarak sistemde var olabilecek bir suçu giderebilmiş bir ülke yok” diyor ve soruyor “İstismarı dijital dünyadan azade düşünelim, Kuran kurslarında istismara uğramış çocuklar olduğu için bu kursları kapattık mı? Hayır, hukuka yönlendirdik.” Hatırlayalım, BirGün Muhabiri Serbay Mansuroğlu, Ensar Vakfı ve KAİMDER’e ait evlerde kalan 9-10 yaşlarındaki 45 çocuğun 2012-2015 yılları arasında tecavüze uğradığını ortaya çıkarmış ve haber ülke gündemine bomba gibi düşmüştü. Ensar Vakfı'na gösterilen tepkiler üzerine dönemin Aile bakanı Sema Ramazanoğlu, “Bir kere olması karalamak için gerekçe olamaz” diyerek vakfı korumuştu. Mecliste, çocuk istismarının önlenmesi için komisyon kurulması önerisi de AKP’li vekillerin oylarıyla reddedilmişti.

∗∗∗

Tarihin sayfalarını karıştırmaya devam ettiğimizde, çocukları tacizden korumak adına Roblox’un kapatıldığını söyleyen AKP’lilerin, çocuk evliliklerinin önünü açan yasaları meclisten geçirmek için nasıl canhıraş çalışmış olduklarını görebiliriz. Bunun yanında MESEM programı ile çocukların güvenliksiz ortamlarda çalıştırılarak canlarının nasıl tehlikeye atıldığını, emeklerinin nasıl sömürüldüğünü, bir öğün okul yemeğinden mahrum bırakılarak nasıl aç karnına derslerini takip etmek zorunda kaldıklarını da görebiliriz. Yasakçılığa bahane arayan AKP’nin maalesef toslayacağı çok duvar var.

                                                              /././

MB’nin Enflasyon Raporu’nun anlamı -Hayri Kozanoğlu-

MB’nin açıkladığı ikinci enflasyon raporundan yine gerçekçi hedefler çıkmadı. Rapordaki program ne tam anlamıyla uygulanabilir ne de hedeflere ulaşılabilir. Rapordan çıkan sonuç yoksullaşmanın daha da artacağı.
MB’nin ihtiyari ve zorunlu harcamalar ayrımı gıda, sağlık, yakıt ve yemek sektörlerine yapılan harcamaları zorunlu sınıfına sokuyor. (Fotoğraf: DHA)

Merkez Bankası 2.Enflasyon Raporu Başkan Hakan Karahan’ın sunumuyla tanıtıldı. Karahan önceki başkana göre sakin, teknik ayrıntılara hâkim, donanımlı bir teknokrat izlenimi verdi. Zaten genelde bugün Türkiye’de uygulanan kemer sıkma programı tarzı can acıtıcı politikalar Karahan tarzı figürlerle yaşama geçirilir. Neoliberalizm ekonomiyi teknik, alternatifsiz, sade yurttaşın ihtiyaç ve taleplerinden bağımsız bir disiplin olarak sunar. Siyaset ve ekonomi ayrılır, varılması amaçlanan hedefler doğrultusunda teknokratlar gereken adımları atar. Karahan da enflasyonu düşürmeye kilitlenmiş, kendine verilen görev doğrultusunda amaca ulaşmak yolunda karşılaşılacak sosyal ve insani sorunlara duyarsız bir teknisyen tavrı sergiledi. Örneğin asgari ücretin Temmuz ayında sabit tutulması konusundaki soruyu teğet geçti.

DEZENFLASYON PROGRAMININ 3 AYAĞI

Merkez Bankası dezenflasyon programı üç ayak üzerinde yükseliyor. Talepte zayıflama, TL’nin reel değerlenmesi ve enflasyon beklentileri. Her üç ayakta da sorun bulunuyor. Birincisi, büyümeden pay vermek bir yana, “reel birim ücretlerin dezenflasyon sürecine katkı vermesi” ifadesiyle reel ücretlerin düşeceği, yani halkın yoksullaşacağı. Böylelikle talebin zayıflamasından medet umulduğu açıkça dile getiriliyor. Zaten gelir dağılımının iyice bozuk olduğu bir ekonomide bu kabul edilemez.

İkincisi, “TL’nin reel değerlenmesini” Merkez Bankası’nın telaffuz etmesi doğru değildir. Bu ekonomideki tüm aktörlerin bu varsayıma göre pozisyon alması, yeni çarpıklıkların ortaya çıkması anlamına gelir. Nitekim reel sektör sırf Mayıs ayında döviz varlıklarını 4 milyar dolar azaltıp, yükümlülüklerini 10.5 milyar dolar artırarak 14.5 milyar dolarlık açık pozisyon yarattı. Olası bir devalüasyon karşısında kırılgan hale geldi. Yabancılar da bu “güvence” hatırına duruyor. Yarın koşulların değişmesi halinde ani bir çıkış sonucu ekonominin tepetaklak olmasının tohumları atılıyor.

Üçüncüsü, sade yurttaşların enflasyon beklentisinin yüzde 70 civarı seyrettiği biliniyor. Halk geçmişte enflasyon hedefleri tutmadığı, bu durumdan canı yandığı için haliyle sürece karamsar bakıyor. Enflasyonda hedefin yine şaşması durumunda faturanın yurttaşa çıkarılacağı, “yanlış” beklentilerin bir çuval inciri berbat ettiği demagojisinin yapılacağı anlaşılıyor.

HEDEFLER GERÇEKÇİ DEĞİL

2024 yılı için %38 enflasyonu hedefi değiştirilmedi. Yılın ilk 7 ayında %28.76’lık bir enflasyon yaşandı. Demek ki yılın son 5 ayı için %7.18’lik bir pay kalmış. Öngörülen 3. Çeyrekte aylık yüzde 2.5, son çeyrekte yüzde 1.5 enflasyon tahminleri de içerilirse yıl sonu enflasyon %41.5’e geliyor, üst sınır %42’ye dayanıyor.

Ama asıl dikkat çeken gıda enflasyonunun %35.5 tahmin edilmesi. Yılın ilk 7 ayında %28.76’lık bir gıda enflasyonu ortaya çıktı. Kış aylarına girilirken, sebze-meyve fiyatlarının mevsimsel olarak düştüğü yaz aylarında bile gıda enflasyonu durdurulamamışken yılın son 5 ayında sadece %5.23’lük bir artış hiç de gerçekçi görünmüyor. Metinde, “Tarımsal emtia fiyatları rapor döneminde belirgin şekilde gerilemiştir” deniliyor. TL de reel değerlendiğine göre gıda fiyatlarının neden keskince yükseldiği ve niye son 5 ayda bu trendin kırılıp yavaş artacağı açıklama gerektiriyor.

METİNDE PERAKENDE SATIŞ

hacim endeksinin yatay seyrettiği, ticaret satış hacim endeksinin düştüğü, hizmet endeksinin ikinci çeyrekte daraldığı, sanayi üretiminin zayıfladığı, siparişlerde gerileme görüldüğü gibi bilgiler adeta “iftiharla” sunuluyor. Bir merkez bankasının büyüme ve istihdamın zayıflamasından zevk alması bir sorun, üretimin yani arzın daralmasıyla enflasyonda nasıl kalıcı bir düşüş sağlanacağı ayrı bir sorun.

YOKSULLAŞMA BELİRTİLERİ

Merkez Bankası ihtiyari ve zorunlu harcamalar diye bir ayrıma gidiyor. Gıda, sağlık, yakıt ve yemek sektörlerine yapılan harcamaları zorunlu sınıfına sokuyor. Harcamaların buralarda yoğunlaştığına dikkat çekiyor. Bu aslında tipik bir yoksullaşma belirtisidir. Halk zorunlu harcamalara çekiliyor, kültür, eğitim, turizm vb. alanlardan geri çekiliyor. Dolayısıyla yaşam standartları düşüyor.

Enflasyon Raporu’nda “yönetilen ve yönlendirilen fiyatlar” denilen kamu tarafından belirlenen fiyatların enflasyona yukarı yönlü etki yaptığı ifade ediliyor. Diğer yandan yıl sonuna ilişkin %38 tahmininde, güncellemenin kaynaklarında enflasyon beklentilerinin ve çıktı açığının son dönemde enflasyonu 0.2 puan yukarı, yönetilen/yönlendirilen fiyatların 0.3 ve ithalat fiyatlarının 0.1 aşağı çektiği belirtiliyor. Burada hem yüksek artıştan şikayet hem de tahminlerin altında kalmasında bir çelişki seziliyor.

Belki de en önemli nokta, 2025 yılı enflasyon beklentisinin %14’te tutulması. Eğer bu oranın gerçekleşeceğini düşünürsek, ekonominin çok keskin bir fren yapma riski çok yüksek. Çünkü ihtiyaç kredisi faizleri %70, ticaret kredi faizleri %60 civarında. Yılın son 5 ayında %7.18, 2025 için ayda ortalama %1.2 enflasyon beklentisini birleştirirsek, Merkez Bankası’nın önümüzdeki 12 ay için enflasyonu %16-17 tahmin ettiğini çıkarabiliriz. Bu durumda %40-45 puan reel faiz işletmeleri de, bireysel borçluları da perişan eder. Tahsil edilemeyen alacaklar kısa sürede çift haneli rakamlara tırmanır. Bu verilerle elektrik ve doğalgaza neden %38 zam yaptınız, madem önümüzdeki 12 ay enflasyonu %16-17 bekliyorsunuz sorusunu sorma hakkımız da doğar.

2025 %14 enflasyon tahmininin korunmasının en büyük sakıncası, yılbaşında asgari ücrete ve kamu çalışanı/emekli maaşlarına bu oran üzerinden zam yapılacağı kuşkusunu uyandırması. Zaten kamu çalışanlarına 2025 için toplu sözleşmede %6 ve %5 altı aylık maaş artışları öngörülmüştü. Açıkçası tutturulması olanaksız hedefler konulmasının, emek kesimini iyice yoksullaştırma riski taşıması nedeniyle kasıtlı olarak böyle belirlendiğini düşünmeden edemiyoruz.

                                                                   /././

Meselelerin kökenine inebilmek -Oğuz Oyan-

Tarımsal üreticilerin tepkilerinin çoğaldığı görülüyor. Bu, özellikle son çeyrek yüzyılda başlatılan IMF/DB politikalarının AKP tarafından sadakatle sürdürülmesinin... üreticinin desteksiz bırakılmasının kaçınılmaz sonuçları.

Enflasyona karşı mücadelenin başarısı üzerine güzellemeler yapılması beklenen aylara geldik. Programın yürütücüleri, sermaye ve finans çevreleri ve onların uzmanları ve elbette eleştirel konumda olanlar bunun farkındaydılar. Olay basit bir matematik gereğiydi. Geçen yılın yüksek enflasyon yaşanan Temmuz-Ağustos ayları olumlu baz etkisi rolünü oynayarak iktidarın bu yılki kurtarıcısı olacaktı. Şimdi bunu kendi başarıları olarak pazarlama seferberliğindeler.

İKTİDARIN AÇMAZLARI

Enflasyon aylık artışlar düzleminde doludizgin yol alır ve geniş kitlelerin reel gelirlerini kemirmeye devam ederken, onları “yıllık enflasyonda düşüş var” üzerinden aldatmaya çalışmanın da sınırları var elbette. İnsanlar maruz kaldıkları enflasyonu ve gelir erozyonunu, kurumsal yanıltmalara bakarak önemsemeyecek durumda değiller. Özellikle de asgari ücret Ocak 2024’e kıyasla reel olarak 13 bin TL’ye gerilemiş ve cari açlık sınırı 20 bin TL’ye ulaşmışken. Yıl sonu itibariyle aradaki açıklık daha da büyüyecek.

TÜİK’in TÜFE’sinin baskılanmasının da sınırları var kuşkusuz. Nitekim Mart, Nisan ve Mayıs 2024’te aylık yüzde 3’ün üzerinde ilerleyen enflasyonu Haziran 2024’te yüzde 1,64’e geriletebilmek için istatistiği kuyruklu yalan formunda kullanabilme hüneri de gerekiyordu. İlk altı ayın enflasyon farklarına yansımasın diye yapılan cambazlıklar (kamunun denetimindeki ürünlerin fiyat artışlarını Haziran sonuna bırakmak gibi) sonuçta Temmuzda yeniden aylık yüzde 3’ler platosuna kaçınılmaz bir dönüşü engelleyemedi. Gene de yıllardır İTO endeksi ile paralel giden TÜFE, aylıkta 1, yıllıkta 11 puan İTO’nun gerisinde kalabildi! Açıklamasını TÜİK yönetiminin “görünmez elinin” müdahalesinde aramalı…

İktidarın bir açmazı da şurada: Bir yandan kamunun denetimindeki ürünlere mali amaç ve “sıkı maliye politikası” doğrultusunda sürekli zam yapmak öbür yandan da enflasyonu dizginlemek istiyor! Birincisi kitlelerin talebini kısmayı da hedeflediği için “dezenflasyon” politikasıyla uyumlu gibi gözüküyor, ancak ilk etkiler aylık enflasyonları sıçratmak oluyor. Ürün zamlarını her ay sürdürmek zorunda kaldıklarında da enflasyonist etkilerle baş edilemiyor. Kaldı ki, özel sektörün enflasyon ortamını da fırsat bilerek sürdürdüğü “tekelci fiyatlama” ile baş etmek için kılını kıpırdatmayan bir sermaye iktidarı işbaşında.

Benzer bir etki de vergi artışları üzerinden görülmekte. 13 ay önceki KDV ve ÖTV artışları dolaylı vergilerin enflasyona etkisini göstermişti. Hiç kimse bunlar “sıkı maliye politikası” uygulaması olarak aslında uzun erimde dezenflasyonisttir demesin. Bu vergilerin tahakkuk-tahsilat oranları arasındaki farkın açılmasına bakmak aksini düşünmek için yeterlidir. Bu vergileri artırmanın da sınırları vardır, bunu aşarsanız ya belgesiz alışverişleri ya da merdiven altı üretimleri teşvik edersiniz.

Dolaylı vergilerin bir de dış ticareti ilgilendirenleri var. Çin mahreçli otomobillere yüzde 40 ek gümrük vergisi getirmeniz veya dış âlemle yapılan e-ticarette vergiyi yüzde 30’dan yüzde 60 çıkarmanız veya yolcu beraberinde getirilen cep telefonlarına uyguladığınız kayıt/tescil ücretini 50 bin liraya dayandırmanız, salt Hazine’ye gelir sağlama (mali amaç) üzerinden okunamaz. Dış ticaret açığı ve cari açığın azaltılması, döviz tasarruf edilmesi gibi hedefler esastır (Yurtdışından yapılan alışverişlerde vergi muafiyetinin 30 Avro’ya indirilmesi de bu amaçladır). Bunların enflasyon üzerindeki olumlu/olumsuz etkileri talidir.

Stagflasyon riskinin büyümesi de ciddi bir açmaz. Mevcut nominal faiz düzeyleri, beklenen enflasyon bakımından ciddi bir pozitif reel faiz anlamına gelmeye başladı. Bu da sadece yatırımları değil, işletmelerin ayakta kalmalarını (borçlarını sürdürebilmelerini, vs) da olumsuz etkileyecek duruma geldi. Takipteki borçların, karşılıksız çeklerin, konkordato/iflasların artışı bunun işaretleri. Hanehalkının yüksek faizlere rağmen kredi kartlarına, ihtiyaç kredilerine, kredili mevduat hesaplarına ilgisinin kesilmemesi, ancak burada da geri ödeme zorluklarının yaygınlaşması bir başka büyüyen sorun alanı. Tüm bunlar, talebin beklenenin üzerinde kısılacağını ve yılın son çeyreğinde stagflasyonist bir konjonktüre girilebileceğini göstermekte. Nitekim Haziran 2024 itibariyle sanayi üretiminin yıllık bazda yüzde 4,7 ve imalat sanayi üretimin yüzde 6,9 oranında gerilemesi güçlü öncü işaretler…

GIDA FİYATLARINDA ARTIŞ KİMLERİ VURUYOR?

Gıda fiyatları artışı Temmuzda aylık yüzde 1,83 ve yıllık yüzde 58,91 ile genel fiyat artışının altında kalmış gözüküyor. Öyle olsa bile çok yüksek. Kaldı ki DİSK’in TÜİK verilerinden yaptığı hesaplamaya göre, en düşük gelirli yüzde 20’lik nüfus diliminde gıda enflasyonu yüzde 106,4’ü, bir sonraki dilimde yüzde 83,7’yi, emeklilerde yüzde 82,6’yı buluyor. En üst gelirli yüzde 20’lik nüfus diliminde ise gıda enflasyonu yüzde 42,1’lik düzeye iniyor! Demek ki enflasyon en ağır vergileme olmakla kalmıyor, en sınıfsal ve eşitsiz vergi olarak da çalışıyor. Sistem, yüksek gelirlileri hem dolaysız vergilerden koruyor hem de tasarrufa yöneldikleri ölçüde dolaylı vergilerden (ve enflasyonun etkilerinden) kaçınmalarına fırsat sunuyor.

Son zamanlarda tarımsal üreticilerin tepkilerinin çoğaldığı görülüyor. Bu, özellikle son çeyrek yüzyılda başlatılan IMF/DB politikalarının AKP tarafından sadakatle sürdürülmesinin; tarımsal üreticinin piyasaya ve uluslararası tekellerin insafına terk edilmesinin, tarımsal girdiler başta olmak üzere ülke tarımının tamamen dışarıya bağımlı kılınmasının, üreticinin desteksiz bırakılmasının kaçınılmaz sonuçları. Elbette kuraklık, iklim değişikliği gibi çevresel etkenler de var; ama bunlara karşı önlem alınmasını planlayacak bir aklın/iradenin ve destek bütçesinin ortada olmaması gene başa yazılmalı.

Bugün tarıma verilen destek GSYH’nin binde 10’u olması gerekirken binde 2,2’si düzeyinde. Yani 2024’te 91,5 milyar TL ayrılan tarımsal destek bütçesi aslında 412 milyar TL olmalıydı. Eğer GSYH’nin yüzde 6’sı boyutunda olan tarımsal katma değerin üçte biri oranında destek öngörülseydi (ki bu bizi gelişmiş kapitalist ülkelerin destekleme anlayışına yaklaştırırdı), bunun iki katı kadar yani 824 milyar TL’lik bir destekleme bütçenizin olması gerekirdi. Öyle olabilseydi, çiftçinin kullandığı girdiler üzerindeki KDV ve ÖTV oranları sıfırlanabilir (veya yüzde 1 oranına geriletilebilir); Ziraat Bankası’nın yüzü çiftçiye döndürülebilir; birkaç yıllık bir programla sulama yatırımları tamamlanabilir; gübre, ilaç, tohum ve yem üretiminde yeniden kamu iktisadi teşebbüsleri kurulabilirdi.

Kuşkusuz uluslararası gıda/girdi tekelleri ve onların yerli taşeronları bundan memnun kalmazdı. Peki, dış ve iç sermaye çevrelerinin çıkarlarını öncelikle kollayan iktidar bu adımları hiç atar mı?

İKTİDARIN GÜCÜ YETECEK Mİ?

24 Ocak Kararlarının 12 Eylül askerî darbesinin desteği olmadan uygulamaya kalkıldığını düşünün. Başarılamazdı. Peki şimdi benzer bir halk karşıtı ekonomik-sosyal programı uygulamaya kalkan iktidar neye güveniyor? Sendikaların, Ziraat Odalarının, TSK’nın iktidarın dümen suyuna alınmış olmasına, hak arama mücadelelerini 12 Eylül döneminden daha ağır baskılayacak bağımlı bir yargı ve kolluk sistemine güveniyor. Anamuhalefet partisinin de bölük pörçük itirazları dışında uygulamaların özüne temel bir itirazının olmaması, iktidara bir meşruiyet (“normalleşme”) zemini açıyor.

Peki, bunlar yeterli olacak mı? Bunu öngörmek kolay değil. Bıçak kemiğe dayandığında halk kitlelerinin ne denli sert tepkiler verebileceğinin örnekleri geçmişte yaşanmadı değil. Tarım üreticilerinin yaygınlaşan tepkileri de bunun güncel örneklerini oluşturuyor. İktidarın seçmen tabanı daralıp toplumsal hoşnutsuzluklar arttıkça kitlesel eylemler ve erken seçim talepleri de yükselecek görünüyor.

                                                                    /././

Güce karşı hınç -Selçuk Candansayar-

Karşıtıyla uzlaşarak bir arada yaşama olanaklarını aramaktansa, varkalımını karşıtının yok olmasına bağlayanların sayısı artıyor. Göçmenler ölsün, Yahudiler ölsün, Gazze’de taş üstünde taş kalmasın, köpeklere ölüm, “itperestlere” “it” muamelesi yapalım, köpek karşıtları yok olsun!!! Sağ kalmanın tek yolunun öldürmekten geçtiğine olan inanç, politik alandan gündelik hayatın sıradan sorunlarına kadar yaygınlaşıyor. Sosyal medyanın algoritmaları az sayıda şiddet olayını çokmuş gibi mi gösteriyor? Yoksa sosyal medya olan bitenin yansıması mı? Kısaca ikisi de denilebilir. Gün geçmiyor ki alacak verecek meselesinden, ‘yan baktın’ tartışmasına, ‘mekana neden almadınız’dan, ‘sipariş ettiğim çiçeği neden göndermedin’e kadar hemen her sorun en az bir tarafın silaha sarılmasıyla çözülüyor!

POLİTİK OLAN KİŞİSELDİR

Devlet, elinde bulundurduğu şiddet tekelini kuralsız, sorumsuz ve cezasızlıkla kullandıkça, o devletin bireyleri de kendilerinde aynı hakkı buluyorlar. Haksızlığa uğradığını düşünenler de varolan hukuk sistemine güvenmediklerinden şiddete başvuruyorlar. Kibarcası “at sahibine göre kişner”, özellikle bizim ülkemiz için imam-cemaat özdeşleşimi daha iyi açıklıyor bu hali. Politik olan kişiseldir.

Devletin kuralsız, ilkesiz şiddeti maruz kalanları ezerken, tanık olanları da derinden etkiliyor. Hakkında tek bir hukuki kanıt olmayan insanlar muktedirin “suçludur kanaatine” uyan hakimlerce on yıllarca mahpusluğa mahkum ediliyorlar. Osman Kavala ve Can Atalay ile ilgili sürece bakın; hukuki bir suçları olup olmadığına dair bir tartışma yok, dahası Anayasa Mahkemesi serbest bırakılmalılar diye hüküm bildiriyor. İktidarı paylaşan iki partinin arasında geçen güç savaşı ve pazarlığının rehineleri olarak cezaevindeler. Selahattin Demirtaş’la artık DEM Parti bile ilgilenmiyor. Siyasal alandan oldukları için adlarını bildiklerimizin ötesinde kim olduklarından, ne yaptıklarından, yapıp ettiklerinin suç olup olmadığından haberimiz olmayan kim bilir kaç kişi ya cezaevinde ya da başka türden bir yaptırımla eziliyor. Bir yandan da cinayetten serbest kalabilme tarifesi diye listeler dolaşıyor ortalıkta. Her gün inanılmaz tahliye, beraat davalarının haberleri yapılıyor. Herkes için bağlayıcı ve herkesin kendisini uymakla yükümlü hissettiği ortak ilke olmadığında herkes herkesin düşmanı olur, sözü doğrulanıyor. Bu hal, güç (şiddet) dışında hiç bir çözme biçiminin başarılı olamayacağına olan inancın yerleşmesini sağlıyor.

İnsanda dehşet hissi uyandıran eylemlere terör diyoruz. Türkçede “terörize etmek” olarak kullanılan eylem dehşet uyandırmayı tanımlıyor. Dehşete kapılmak şiddete maruz kalanın yanı sıra şiddete tanık olanlarda daha büyük yıkıma neden olur. IŞİD’in kafa kesme görüntülerini yayarken amacı, kafasını kestiği kişiyi cezalandırmak değil görüntüyü izleyenlerin dehşete kapılmasını sağlamaktı. Dehşet hissi bireylerde çok sayıda olumsuz etkiye neden olur, en çok da “akıl tutulması”na. Olağan koşullarda işleyen gerçeği değerlendirme, olup bitenlere nesnel bakabilme gibi zihinsel işlevler felç olur. Şiddete tanık olup dehşete kapılanlar daha büyük bir güç altında toplanarak korunmaya çalışırlar. Hamas’ın 7 Ekim katliamının İsrail toplumunu kenetlemesi ile İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü katliamların Yahudi karşıtlığını yaygınlaştırması benzerdir. Her iki tarafın temel politik amaçlarından değil, sokaktaki sıradan insanlarda yarattıkları etkiden söz ediyorum.

HINÇ BİRİKMESİ

Güç çadırı altına sığınarak, en güçlü olanın boyunduruğuna girme eğiliminin güç sahibine yarar sağlamasının bir koşulu var. O da çadırın altına girenlerin bir ayrıcalık kazanarak “hak ve özgürlüklerinin” korunacağına inanmaları. Basitçe söylersem, RTE’ye oy verip onu iktidarda tutarsam kazanacağım en az üç şey var: İlkin dehşete kapılmama gerek yok, korkudan kurtulurum. İkincileyin beni düşmanlarımdan (kemalistler, laikler, elitler, batı hayranları, solcular vs vs.) korur, politik hak ve özgürlüğümü kullanabilirim. En önemlisi de “gündelik hayatımda” da haklarım korunur ve daha iyi bir hayatım olur. Türkiye özelinde bu inanç yaklaşık 2013 yılına kadar sağlamdı. 2013- 2016 arası sarsıldı. 2018 sonrası ise silinmeye başladı. Güç çadırının altına giremeyen, girme umudu kalmayan insanların sayısı her geçen gün arttıkça, güç sahibinin şiddeti kanıksanır oldu. Bu kanıksanma ‘artık korkmuyorum’dan öte ben de şiddet uygulayabilirim inancını geliştirdi. Aynı zamanda da “daha güçlü olana” içten içe bir hınç biriktirilmesi sağlamaya başladı. Sosyal medyada oldukça sık ekrana düşen bir diğer şiddet tipi daha var. Şu ya da bu nedenle zorbalık eden birinin hiç ummadığı bir karşı şiddete maruz kalması. Zorbayı cezalandıran bazen şiddet uygulamak istediği kişi oluyor, bazen de o sırada oradan geçen herhangi biri. Zorba, hınçla cezalandırılıyor.

Köpek katliamları toplumu sindirmek bir yana en güçlü görünene ve onun avanesine hınç biriktiriyor. Hem de yanına çekmek istediklerinde…

                                                                  /././

İki sanatçıdan sessiz realizm -Tuğçe Madayanti Şen-

‘Paterson’ filmi küçük şeyleri takdir etmek ve hayatın küçük detaylarına değer vermeye odaklı. Ve en önemlisi de sanatsal üretim ve arayışta hayatın anlamının ancak kişisel ilişkiler aracılığı ile elde edilebileceği ile ilgili.

‘Paterson’ (2016) filmi yaratıcılık süreci hakkında bir film. Hayatı, kendi normal hızında seyreden hikâyesi ile inşa eden film, kişinin doğal günlük rutinini hissettirip alelade konuşmaları bize dinlettirirken bu alanlarda son derece anlam yüklü. Bu sebeple bu filmle iki önemli sanatçıdan, Jim Jarmusch ve Adam Driver’dan, sessiz bir realizm dersi alıyoruz adeta.

BAĞIMSIZ SİNEMA USTALARI

Jim Jarmusch 1989’da verdiği bir röportajında ‘Köpeğini dolaştıran bir adamla ilgili bir film yapmayı Çin imparatoru ile ilgili film yapmaya yeğlerim’ demişti. ‘Paterson’u izlerken her gece köpeğini dolaştıran adamı gördüğümde bu röportaj aklıma geldi. Demek ki yönetmen bunca sene aklında bu karakteri aklında taşımış ve sonunda bu filmde ele almıştı.

Jim Jarmusch çok farklı çok özgün bir insan, bir yönetmen. Kendisi detayları zenginleştiren bir hikâye anlatıcısı, bu ister vampir âşıklarla ilgili olsun, ister Budapeşte’den ziyarete gelen bir kuzen ile, isterse hapisten kaçan mahkûmlarla ilgili olsun kendine özgü mizahı, kalitesi ve nüktedanlığı ile Amerikan sinemasının her daim en orijinal filmlerinin yönetmeni olarak anılacak.

Jim Jarmusch’un neden ve nasıl bu kadar eşsiz bir yönetmen olduğunu onun gençliğine ve kökenlerine inerek anlamak mümkün. 80 ve 90’ların dijital teknoloji çılgınlığından hemen önce terkedilmiş hayalet bir kasaba görünümünde olan New York’ta her şeylerini paylaşan şehrin sanatçılarından biriydi kendisi. O dönemde aynı zamanda No Wave gruplarından birinde klavye çalan bu ünlü bağımsız sinemacının ilk filmlerinden olan ‘Permanent Vacation’ ve ‘Stranger than Paradise’ o dönemin arkadaş dayanışması ile çekilmiş ve şehrin tüm sosyopolitik durumunu belgeler nitelikteki yapımlardı. Jarmusch, Paterson’dan bir önceki filmi ‘Only Lovers Left Alive’da gene yok olmaya yüz tutmuş bir Amerikan şehrinde dünyevi olan üzerine söz söyleyerek bıkkın ve baygın sanatçıların hayatlarını, etraflarını sarmalayan onlarca büyük sanat eseri arasında işlemişti. ‘Paterson’da ise büyük umutlarla bir endüstri şehri olarak inşa edilmiş fakat günümüzde terk edilmişe yakın bir şehir durumunda olan New Jersey Paterson’da şiir antolojisi ile çevrili küçük çalışma odasında şiirler yazan Paterson isimli bir otobüs şoförünün bir haftasını anlatmıştı.

Adam Driver’ın oyunculuk stili, yoğunluğu ve karakterlerine getirdiği derinlikler çok dikkat çekici. Özellikle ‘Marriage Story’ filminde Scarlett Johansson ile birlikte sergilediği ve ona Akademi Ödülü adaylığı kazandıran performansını unutamayız. Star Wars serisindeki Kylo Ren karakteri gibi popüler kültüre ait filmlerden bağımsız filmlere kadar geniş bir yelpazede roller üstlenebilen, hem dramatik hem de komedi türlerinde başarılı olan, derin ve çok yönlü bir oyuncu. Ancak oyuncunun en iyi potansiyeline Jim Jarmusch’un ‘Paterson’ isimli sessiz, minimalist ve bağımsız filmde ulaştığını düşünüyorum. Bu filmde canlandırdığı şair bir otobüs şoförü karakterini, içsel dünyasını dışa vurmadan içe dönük bir şekilde, incelikli ve nüanslı şekilde yansıttığını görüyoruz.

KIVILCIMI ONURLANDIR

Paterson rutini seven birisi. Her sabah alarmını kurmadan kalkan, fincanında Cheerios yiyen, karısı Laura’ya hoşçakal öpücüğü vererek iş yeri olan otobüs ana merkezine yürüyen biri. Otobüsünü çalıştıran ve her gün aynı güzergâhta şoförlük yaparak iş gününü tamamlayan biri. Ama Paterson aynı zamanda bir şair her sabah otobüsün motorunu çalıştırmadan not defterine şiir yazmaya başlayan ve öğle molalarında şelalenin orada oturup şiirini devam ettiren biri. İşçi sınıfından bir şair. Halinden memnun, optimist ve tüm streslere karşı soğukkanlı biri. Adeta Zen bakış açısının vücut bulmuş hali.

Paterson kibrit kutusu gibi en küçük şeylerde bile ilham bulabilen, barda kulağına çalınan bir diyalogdan esinlenen bir kişi. Eşi Laura’nın Paterson’un şiirlerini dünya ile paylaşması ısrarı ve Paterson için bunun önemsiz olması ile seyirci onun şiirlerini yazma sebebinin bu olmadığını iyi anlıyor.

Bu bir şairin başarılarıyla ilgili bir film değil tam aksine tarifini bir türlü yapamadığımız o kıvılcım ile ilgili hatta o kıvılcımı onurlandıran bir film.

Yavaş ve konusu olmayan filmlerin yönetmeni olarak senelerce eleştirilen Jarmusch, fazla dramatik olmayan filmleri ile abartılı olan her şeye karşı antidot olmaya ve estetik olarak minimalizmi konuşturmaya devam etmiş diyebiliriz. Hayatta olan her şey nasıl illaki bir drama dönüşmüyorsa bu Jarmusch’un filmleri içinde geçerli. Mesela eşinin, ikizleri olduğunu gördüğü rüyasını Paterson’a anlattıktan sonra Paterson’un sıklıkla ikizlere rastlaması ama filmin sonunda ikizlerinin olmaması, veya Paterson her akşam yaptığı gibi köpek gezdirirken gençlerin yolda arabalarını durdurmaları ve ‘bu köpekler çok para eder, dikkat et çalabilirler’ demelerinden sonra köpeğin başına hiçbir şey gelmemesi.

Jarmusch’un filmlerini şöyle düşünün, normalde çoğu yönetmenin atacağı, filmlerine asla koymayacağı sahnelerden film yapan bir yönetmen kendisi. Yinelemeler ve varyasyonlar, şeylerin eşleşmesi yönetmenin diğer filmlerinden aşina olduğumuz yapılar. Ayrıca ikizler ve filmin sonuna dahil olan Japon turist gariplik olsun diye orada değiller, bunlar hayattaki büyülü küçük anlardan ibaret rüya benzeri yansımalar. Köpeği barın önüne bağlaması ve şiirlerinin kopyasının olmaması ile filmde yaratılan garip gerilim adeta eşsiz.

Jarmusch seyirciyi karakterin bakış açısına oturtabilen, onun gözleriyle görmesini, onun kulaklarıyla işitmesini sağlayabilen ender yönetmenlerden biri. Paterson filmi küçük şeyleri takdir etmek ve hayatın küçük detaylarına değer vermek ile ilgili. Ve en önemlisi de sanatsal üretim ve arayışta hayatın anlamının ancak kişisel ilişkiler aracılığı ile elde edilebileceği ile ilgili.

                                                        /././

                                                   Birgün - GÜNDEM

Hakim gitti, tahliye geldi -İsmail Arı-

Doğu Perinçek’in danışmanı Emin Adanur’un dolandırıcılık suçundan tutuklu yargılandığı davada bir gecede hakim değişti. Adanur, yeni hakimle tahliye oldu.(https://www.birgun.net/haber/hakim-gitti-tahliye-geldi-551488)

                                                                  ***

Tuzla'da şantiyede göçük altında kalan 2 işçinin cansız bedenine ulaşıldı

Tuzla Tepeören’de saat 17.30 sıralarında bir şantiyede göçük meydana geldi. 2 işçi göçük altında kaldı. Çevredekilerin ihbarı üzerine olay yerine itfaiye ve sağlık ekipleri sevk edildi. Göçük altında kalan işçileri kurtarmak için çalışma başlatıldı. Çalışmaların ardından göçük altındaki 2 işçinin cansız bedenine ulaşıldı.(https://www.birgun.net/haber/tuzla-da-santiyede-gocuk-altinda-kalan-2-iscinin-cansiz-bedenine-ulasildi-551408)

                                                            ***

Yasadan güç aldı, yavru kedileri sopayla öldürdü
Manisa'nın Salihli ilçesinde Muzaffer Şen isimli bir kişi, evin bahçesinde bulunan 3 yavru kediyi fırça sapı ile öldürdü. Yavru kedileri vahşice öldüren şüpheli gözaltına alındı. Olay, Salihli'nin Sağlık Mahallesi Kurudere Caddesi'nde meydana geldi. Alınan bilgiye göre, Muzaffer Şen (55) evinin arka bahçesinde balkonun alt kısmında bulunan yavru kedileri fırça sapı ile vurarak vahşice öldürdü. Yaşanan vahşeti cep telefonları ile kayıt altına alan vatandaşlar, durumu polise bildirdi. Görüntüleri izleyen polis ekipleri, eve gelip yavru kedileri vahşice öldüren şüpheliyi gözaltına aldı. Gözaltına alınan Şen'in emniyetteki işlemlerin ardından Salihli Adliyesi'ne sevk edileceği öğrenildi.

                                                                     ***

Özel Kuvvetler’de dikkat çeken atamalar: 4 yıl sonra en kapsamlı değişim

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) 2024 yılı atamaları çerçevesinde Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) bünyesinde dikkat çeken atamalar gerçekleştirildi.(https://www.birgun.net/haber/ozel-kuvvetlerde-dikkat-ceken-atamalar-4-yil-sonra-en-kapsamli-degisim-551382)

                                                                   ***

WSJ: "ABD, Venezuela Devlet Başkanı Maduro'ya affedilmesi teklifinde bulundu"

Wall Street Journal (WSJ) gazetesi, ABD Başkanı Joe Biden hükümetinin, Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro'ya başkanlıktan feragat etmesi karşılığında "hakkındaki suçlamaların affedilmesi" teklifinde bulunduğunu ileri sürdü.(https://www.birgun.net/haber/wsj-abd-venezuela-devlet-baskani-maduro-ya-affedilmesi-teklifinde-bulundu-551423)

                                                              
(BİRGÜN)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder