11 Ağustos 2024 Pazar

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + Sahaflar Çarşısı (XVIII) -11 Ağustos 2024-

Özgürlüğe bağlayan kınnaplar(I) -Asaf Güven Aksel-

Kınnap ve onu tutan, yön veren el, rüzgârını doğuran emek yoksa, özgürce salınan uçurtma da yoktur.

“Yağma!.. Yağma!.. Yağma!..
“Ve bir uçurtma…
“İpi kesilmiş bir uçurtma.
“Minarelerin ve selvilerin arasında ipi kesilmiş, düşen bir uçurtmanın titreyişi, benim titreyişim gibidir.
“Yağma!..
“Yağma yok çocuklar! Bu yavrucuğun içi titreye titreye sardığı kırmızı yumağı size kaptırmayacağım. Bu yeşil kuyruklu, gazete kâğıdı başlı şeytan uçurtmasını size kaptırmayacağım…
“Yağma yok çocuklar, yağma yok!”

O kestikleri ipe biz “kırnap” derdik, ya yanlış bilirdik ya yöresel ağızdı, Sait Faik “kınnap” diyor, TDK da öyle. “Kırnak” varmış, bizimkine yakın bir de, o da, süslü, çalım satan kişi demekmiş. Uyar aslında. Çünkü ister kırnap ister kınnap, çocuklara sorarsanız, uçurtmaya bağlanan iptir, gerisi ne lazım. Hasır ipi, çuval ipi, jüt ip, keten ipi… Uçurtma ipidir işte, uçurtma dediğin de,  “kırnak” olmalıdır, çalım satmalı, süslü püslü nazlanmalıdır. Kişilik? Yani kelime karşılığı süslü “kişi”ymiş ya, uçurtma nasıl öyle olacak?

Olur, çünkü uçurtmalar da “gnama”dır. Anlamazsınız tabii, “Ekvator Afrikası üzerine” olan o kitabı siz okumadınız. Savaştan kardeşini ve kafasının birkaç tahtasını kaybetmiş ama göğsündeki kurşunun üzerine bir madalya iliştirilmiş olarak dönen Ambroise Amca okuduydu da öğrendiydi, uyuyun siz... 

1914-18 gelip geçtiğinde ve sivile çıktığında, savaş nişanlı bir anti-militarist, “ateşli pasifist” olarak köy postacılığı yaparken, dahası, kendi adını taşıyan turistik bir küçük müze bile varken, bu “yaşlı çatlak”, dünya çapında ününü, yaptığı uçurtmalara borçluydu.  Her birinin adı ve özel karakteri, kişiliği olan uçurtmalar. ”Gnama”lar, yani yaşam soluğu olan her şeyden biri. İnsan, sinek, fikir, fil gibi…

Bu “köyün delisi”ne bir sonraki bölümde döneceğiz… Yazık ki şu an Fransa ve Polonya’nın Almanlar tarafından işgaline engel olamayız madem, biraz zaman geçsin, direnişe ve aşka dair bir uçurtma yapıp geliyoruz, az durun…   

Sait Faik, bir uçurtmanın, hem de “kırnak” olması zor bir mazbut şeytan uçurtmasının “haylaz korsan”larca yağmalanmasını sahnelerken, daha 1930’lardan, içler titreyerek vücuda getirilmiş değerlerin el konularak yok edilişleri, ganimete dönüştürülmeleri sürecine itiraz ediyordu, ta bugünlere, sosyalizm dalgasının geri çekilişi sonrasında yitirilenler adına isyan eder gibi. Şeytan uçurtmasındaki heyecanlı emeğin, onu uçuracak rüzgârı cılız bacaklarıyla koşarak yaratan çocuğun safında durarak, barbarlığa göğüs gererek…

Klasik altıgen, şeytan, yarasa, kelebek, kuş her uçurtmanın bir kınnapı vardır. Kınnap bulamamışsanız, anneler nineler nakışa bir figür eksik devam eder. İp şarttır diyelim. Bu ipler, bazen “savaşçı” uçurtmaların, “teçhizat”ına eklenmiş  jiletle, yaklaşan iplerde asılı çengelle kesilir ya da çekilir. Bağlı olduğu ipin kontrolü alınarak, hedef uçurtma indirilir, düşürülür, zaptedilir, bir erişilmeze çakılı bırakılır… “Yağma!” başkasının emeğine, yaşam sevincine el koymaya, yok etmeye çağrıdır yani, o düzeyin emperyalist savaş narasıdır.

1930’lardan bugüne mesajda kalmıştık… “Yağma yok!” demişti en son Sait Faik.

“Bu yağmacıların yumaklarında neler yok ki, ince makara iplikleri, kalın kınnapları, renk renk sicimler…
“Şeytan uçurtmasının bileklerine sardıkları kırmızı sicimini, yumaklarına acul el hareketleriyle, fakat, ihtiyatla kazanılmış bir çocuk maharetiyle sardılar.
“Gözlerimle uçurtmanın sahibini aradım, biraz ötemde mezarlığın setlerine oturmuştu.
“Kızıl bir yay gibi gerginleşen yumaklardan çıkan birer zehirli okun, uçurtma sahibinin göğsüne saplandığını gördüm.
“Harap surlarda ses yok, seda yok…
“Küçüğe baktım. Kıvrık saçlı kafasını kaldırdı; yaşlı gözleriyle bana, bana baktı; ve benim ona gönlümün bir şeytan uçurtması yapmak istediğini anlayıverdi, güldü.
“Yağma!.. Yağma!..
“Bu saçlarını nisan öğlelerine uçurmuş ve gözlerini yalnız bir bayram namazında yaşartmış çocuklara ben ne yapabilirim?
“Yağmacılar, şeytan uçurtmasının sahibi ile benim aramdaki kırmızı sicimi ayrı ayrı pay ettiler.”

Ayrı ayrı pay mı ettiler? Yağma yok! Gel yanımıza şöyle Sait Faik, gel.

1930’lardan bugüne…

Türkiye Komünist Partisi, o insan yakışığı Sait Faik’in “ne yapabilirim” dediği noktada, yağmacılara meydan okuyor. Halkın, emekçilerin, ülkenin değerlerine, alın terlerine, haklarına el koyan hırsızların kapısına dayanıyor. Holdinglere, çaldıklarınızı boğazınıza dizeceğiz diyor. “Yağma yok!”

Aaa, rica ederiz, ne münasebet, kârlarınızda gözümüz yok, vergi borcunuzu tahsile de gelmedik. Siz müsterih olun, biz sadece halk adına bütün varlığınıza el koyacağız. 

Keyiflendin, bir “hişt! hişt!” mi desen Koç’a?

Hayır hayır, zenginden alıp fakire… Robin Hood  filan, saçmalamayın, rica ederiz. Biz emek ve toplumsal kaynak sömürücülerinin çaldıklarını  sahiplerine iade edeceğiz, telaşınıza… gerek var, yalan olmasın şimdi. Yeter semirdiğiniz, ülkeyi ilik kemik emdiğiniz.

Sinağrit Baba mı, şimdi buradaydı, aha orada işte, Zorlu’nun yakasını topluyor… 

Niye TKP bunu yapıyor? “Alacaklı gibi” kapıya dayanmaya cüret ediyor? Yok, “niye”de değil soru vurgusu, yani neden yaptığı sorulmuyor, onun yanıtı açık. Soru, neden başkalarının değil de TKP’nin yaptığı, yapabildiği.

Bu yazının konusu bu işte. Kınnap yüzünden. Ambroise Amca’nın, Sait Faik’in anlattıkları yüzünden. Uçurtmalar yüzünden. Uçurtmalardaki “gnama”lığın sırrına Manifesto’yla, dünyayı değiştiren devrim pratikleriyle vakıf olmak yüzünden, bugün patronların yüzüne karşı evelemeden gevelemeden,  “malınızı mülkünüzü topluma dağıtıp size de iş güvencesi sağlayacağız” diyebilen sadece komünistlerdir. Yağma yok! diyenlerdir… Çay alsana Panço…

Devam edeceğiz. İyi, edelim de, her yazının bir finali olmalı değil mi? Böyle küt diye….

“Nasıl herkes yaptığı işi öğreniyorsa, uçurtmalar da uçmayı öğrenmelidir” derdi, ta barikatta ölen Komünar üyeden bile önceden, sülale laneti olarak “unutmamayı” taşıyan Amca. 
“ — Sımsıkı tutmalısın uçurtmanın ipini, kimi kez iyice gerilir ve elinden kurtuluverir.
“ — Ya çok sıkı tutarsam, ben de birlikte havalanmaz mıyım?”

Uçurtmanın uçmayı öğrenmesi kınnabı tutuşunuza bağlıdır. O uçsuz bucaksız özgürlük çağrışımı, göklerde taklalar, çocuk sevincine işaretler, uçurtmada “kendinde şey” değildir. Uçmayı öğrenmesi ve bunlara kaynaklık etmesi, ciddi mühendislik, felsefe ve politik erginlikle adanma meselesidir. Kınnabın işlevi örgüttür, çocuklar duysun. Kınnap ve onu tutan, yön veren el, rüzgârını doğuran emek yoksa, özgürce salınan uçurtma da yoktur. Çıtadır, kâğıttır, hadi bir de alaca bulaca, “kırnak” kuyruktur, durup durur o “edebiyat şeysi”…  Çocukları bile oyalayamaz…

“Hey! Rüzgâr çıktı, başın gibi oynak, afacan bir rüzgâr. Uçurtmanı çıkar. Uçurmanın tam vaktidir. Gök bahtiyar, rüzgâr kıskanç, güneş hasretle dolu; uçurtmalar birer çocuk ruhudur.”

Çocuk ruhu, afacan uçurtma… TKP kınnabıyla selamlaşma vaktidir. Holdinglerin mal varlığı halkımıza feda olsun!

Gelir gelmez Karabaş’ı mı diktin semaverin başına, tiryaki!

                                                              /././

Çukurova'da su bitti, çiftçiye 'ekmeyin' denildi: 'Yanlış su politikaları bu noktaya getirdi' -Aslı İnanmışık-

"Buranın suyu bitmez" denilen Çukurova'da su sıkıntısı, ekimi engelleyecek seviyeye ulaştı. 112 mahalleye resmi yazı gönderildi, çiftçiye "Güz sebzesi ekerseniz su veremeyiz" denildi.

Türkiye’nin en verimli ovalarından Çukurova’da su sıkıntısı yaşanıyor.

Seyhan Sol Sahil Sulama Birliği köy muhtarlıklarına ve ilgili birimlere yazı göndererek güzlük ekim yapılmamasını, çiftçilere su verilemeyeceğini duyurdu.

Resmi yazıyı tarım yazarı Ali Ekber Yıldırım geçtiğimiz günlerde sosyal medya hesabından duyurdu.

24 Temmuz 2024 tarihli yazıda "Güzlük ekim (soğan, sarımsak, patates, her çeşit sebze vb.) yapılması halinde çok yıllık bitkilere su verilmemesi riski oluşacağından, kendi imkânı ile sulama yapabilecek çiftçiler haricinde (dere yatağı ve drenaj kanalından sulama yapanlar hariç) güzlük ekim için su verilmesi mevcut su bütçesi ile mümkün görülmemektedir" denildi.

Seyhan Sol Sahil Sulama Birliği Başkanı Yunus Karaömerlioğlu imzalı yazı, çiftçilere "Güzlük sebze ekimi yapmayın" diyor.

Yüreğir Ovası'na su verilmeyecek

Türkiye’nin en önemli tarım alanlarından birinde yaşanan bu önemli gelişmenin nedenlerini ve sonuçlarını anlamak için TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Adana Şubesi Başkanı Ahencan Tayakısı ile konuştuk.

Ahencan Tayakısı, öncelikle su kısıtlamasına gidilen bölgenin büyüklüğüne dikkat çekiyor. 

ZMO Adana Şubesi Başkanı'nın söylediğine göre Ceyhan'ın tüm köyleri bu kapsama dahil. Yakapınar, Yüreğir ve Karataş köyleri de karardan etkilenecek alanlar içerisinde. Şehrin ortasından geçen Seyhan ile Ceyhan Nehri arasındaki tüm alanı kapsıyor. 112 mahalleye dağıtım yapılmış bile.

"Şehir merkezinde 45 kilometrelik düz bir yolu düşünün, bu yolun sağı solu olmak üzere tüm alanı kapsıyor. Yüreğir Ovası'nın tamamı aslında. Üstelik bölgede ciddi anlamda kış sebzesi de yetiştiriliyor. Yüreğir tarafında patates, soğan, sarımsak ekiliyor. Marul, lahana, ıspanak gibi güzlük sebzeler ekiliyor."

Çukurova, Türkiye’nin en önemli tarım merkezlerinden biri. (Fotoğraf: Anadolu Ajansı, Adana'da patates hasadı)

'Dünyanın en büyük verimli üçüncü ovasına su veremezsek burada üretim yapılamaz'

ZMO Adana Şubesi Başkanı, "Adana her mevsim üretim yapan bir şehir" diyor. Dolayısıyla bu durumun sebze fiyatlarına da etkisi olacağının altını çiziyor. Susuzluğun binlerce çiftçiyi etkileyeceğini dile getiriyor.

"Yılda 3 ürün alınabilen bir coğrafya burası. Çukurova Bölgesi dünyanın en büyük verimli üçüncü ovası. Biz bu ovaya su veremezsek burada üretim yapılamaz."

"'Çukurova'nın suyu bitmez' diyorlardı, biz de yıllardır uyarıyorduk. Bugün bu duruma gelindi" diyen Ahencan Tayakısı, barajlardaki su azlığına ve vahşi sulamaya dikkat çekiyor. Bölgede ovadan açık kanal ve teknelerle su taşındığını hatırlatarak, "kapalı boru basınçlı sistem sulamaya" mutlaka geçilmesi gerektiğine işaret ediyor.

DSİ 'vahşi sulamadan vazgeçilmeli' uyarılarına kulak tıkadı

ZMO Adana Şubesi Başkanı, vahşi sulamanın verdiği zararıysa şöyle anlatıyor:

"Sulamanın olmadığı dönemlerde genelde Nisan ayında suyu, şehrin içerisinden geçen arazilere suyu taşıyan sulama kanallarına bırakıyorlar. Tekneler vasıtasıyla da tarla başlarına geliyor. Ama o dönemde su kullanılmadığı takdirde suyun tamamı denize gidiyor. Yani boşa akıyor. 'Kapalı boru basınçlı sistem' olsa hiç kayıp olmaz. O teknelerin bağlantı noktalarından su kaybımız oluyor, kapakların aşırı açılmasından dolayı fazla miktarda su teknelerden taşıyor. Taşan sular tarlaya geliyor, burada üretici de zarar görüyor. Tarlanın yapısını bozuyor."

Bu sistemin önüne geçilmesi konusunda gerek Tarım İl Müdürlüğü'ne yazılarla gerekse bakanlığın yaptığı suyla ilgili toplantılarda gündeme getirerek yıllardır uyarı yaptıklarını ifade eden Tayakısı, DSİ yetkililerinin "Bu sistem için 45 milyar dolar ihtiyacımız var" dediğini söylüyor.

"Biz de kendilerine bu parayı bulup bu sistemi yapmazsanız, yarın suyu getirmek için aynı parayı harcayacaksınız diyorduk. O noktaya geldik. Şu anda kar yağışı olmasa suyumuz yok. Sonra çiftçiye uyarı yapılarak, 'Kış sebzesi ekerseniz ben size su veremem ancak narenciye bahçelerine ve meyve bahçelerine yani çok yıllık bitki denilen ağaç gruplarına yeter' deniyor."

                              Tarlalara su taşıyan kanallar. (Fotoğraf: Seyhan Sol Sahil Sulama Birliği)

Bölgesel kuraklık artışı ve yanlış su politikaları sonrası bu noktaya gelindi

Peki bu durumuna nasıl gelindi, neden susuz kalındı?

Su Politikaları Derneği Başkanı Dursun Yıldız, bölgesel kuraklıkların altını çizerken, uygulanmayan planlamalarla yasal-kurumsal eksikliklerin sorunları büyüttüğüne dikkat çekiyor.

Su verimliliği seferberliği ilan edildiğini, bu kapsamda bir "Su Verimliliği Strateji Belgesi ve Eylem Planı" yayımladığını hatırlatan Yıldız, söz konusu politikaların uygulanması ve hedeflere ulaşılması konusunda havza ölçeğinde kurumsal yapılanma eksikliği olduğunu söylüyor. Su, bağlantılı olarak tarım, enerji, çevre, ekoloji sorunlarının; artan talep, verimsiz su kullanımı ve yasal-kurumsal eksiklikler nedeniyle önümüzdeki dönemde daha önemli sorunlar ortaya çıkarabileceğini belirtiyor.

"Burada tarımsal olarak suyun yönetimi ve suyun verimli kullanımı konusundaki eksikliklerimiz ortaya çıktı. Bunun giderilmesi için bazı tedbirlerin acil olarak alınması gerekiyor. Mesela özellikle bölgesel kuraklığın yerleşmeye başladığı havzalardan başlayarak 'suya göre tarım' anlayışı öne çıkartılmalı. 

Çiftçiye verilen ürün destekleri iklim değişikliği etkisi ve suya göre tarımsal ürün yetiştirme anlayışı dikkate alınarak yeniden gözden geçirilmeli."

'Su akılcı, planlı ve verimli bir şekilde yönetilemedi'

Dursun Yıldız, Türkiye'nin "bölgesel kuraklıklar ülkesi" olduğunu ifade ederken, bölgesel kuraklıkların risk olarak birbirini takip ettiğini anlatıyor. Yıldız'a göre, bölgesel kuraklık yaşayan alanlar da ülkenin büyük bir bölümünü kapsıyor: Trakya Meriç Havzası, Marmara'nın güneyi, İç Ege, Güney Ege, Büyük Menderes ve Gediz Havzaları, Doğu Akdeniz, Batı Akdeniz, Hatay-İskenderun civarı, Orta Anadolu ve Güneydoğu Anadolu'nun batısı.

"Bölgesel kuraklık yıllar geçtikçe şiddeti ve süresi artarak birbirinin peşi sıra yerleşik hale gelmeye başladı. Bu bir risk. Şu anda Çukurova'da Seyhan Barajı'nda ortaya çıkan tarımsal sulama konusundaki aksaklığın su kıtlığı boyutu da buradan geliyor. İki boyutu var aslında; suyun miktar olarak azalması, suyun akılcı, planlı ve verimli bir şekilde yönetilememesi."

Adana'daki durum özetle Seyhan Barajı'ndaki suyun planlı bir şekilde sulama yönetiminde kullanılamamasından kaynaklandığını belirten Yıldız, "Adana'da su kullanımında iklim değişikliği etkisi ve kuraklık dikkate alınarak uygun planlama yapılamadı" diyor. Sulama sistemlerinde anlayış değişikliğine gidilmesi gerektiğine işaret eden Dursun Yıldız, modern sulama sistemlerine geçilmesinin zorunlu olduğunu bunun için de devlet desteğinin en yüksek seviyeye çıkartılması gerektiğini ifade ediyor.

Söke Ovası da tehlikede

Yıldız, benzer bir durumun Söke Ovası'nda da yaşandığını, bölgenin önemli geçim kaynaklarından pamukta kuruma başladığını söylüyor:

"Söke'de 25 bin dönüm arazide pamuk kurumaya başladı. Bunun nedeni aslında şu anda su olmaması değil. Bölgesel kuraklık yerleşirken sonbahar ve kış aylarında bölge alması gereken yağışı almadığı için ürün rekoltesi bundan olumsuz etkileniyor."

Söke Ovası, Türkiye'nin pamuk ambarı. Verimli Söke Ovası'nda buğday, çeşitli yem bitkileri, narenciye, meyve bitkileri, incir ve zeytin de yetişiyor.

Modern sulama tekniklerine geçiş zorunlu

Yapılabilecekleri sorduğumuz Su Politikaları Derneği Başkanı Yıldız, sulama birlikleri ve kooperatiflerinin yasal ve kurumsal olarak yetersiz ve güçsüz olduğunu söylerken, alanda liyakatli teknik personele ihtiyaç duyulduğuna işaret ediyor.

Bölgesel kuraklığın yerleşmeye başladığı havzalardan başlayarak modern sulama tekniklerine geçiş için devletin tam destek vermesinin zorunlu olduğunu ifade ediyor.

"Havza ölçeğinde suyun azlığı ve çokluğunu havzadaki diğer doğal kaynaklar ve ihtiyaçlarla birlikte optimum şekilde yönetebilecek etkili bir kurumsal yapı gerekli. Bu işler şimdiye kadar DSİ bölge müdürlükleri tarafından yerine getirildi ancak artık havza ölçeğinde bir yönetim anlayışına geçilmeli. Bölge müdürlükleri çeşitli yerlerde örgütlenme olarak yetersiz kalabiliyor."

                                                           /././

Yusuf Tekin bir buçuk milyon liseliyi 'sanayiye verdi' -Berkay Kemal Önoğlu-

Hiçbir şeyi koruyamazsın Yusuf Tekin. Aksine biz çocukları sizin temsil ettiğiniz piyasacı ve tarikatçı zihniyetten koruyacağız.

Türkiye’de çok erken yaşlarda hayata atılmak ve daha büyük sorumluluklarla yüzleşmek zorunda kalan çocukların sayısı giderek artıyor. Artık bırakalım lise öğrencilerini, ortaokullular dahi sokaklarda kendilerine yöneltilen siyasi sorulara verdikleri derli toplu, aklı başında yanıtlarla gündeme oturup insanları şaşırtıyorlar. Yani ülkemizde çocukların politik aklı da şaşırtıcı bir hızda serpilip gelişiyor. Elbette çocukluklarını yaşayamamalarıyla ilgili bir gelişme bu.

Bugünlerde özellikle söz konusu MESEM olduğunda meselenin aynı zamanda çocuk işçiliğin yasallaşması olduğunu, bunun kabul edilemezliğini biliyoruz bilmesine ama o MESEM’li kardeşlerin bu bildirileri, köşe yazılarını, sosyal medya duyurularını okuduklarında “biz artık çocuk değiliz” dediklerini de duyar gibi oluyoruz. Haklılar, bunları okuyor, hakları için mücadele etmenin yollarını arıyor, iş yerinde örgütleniyorlar. Bunlar çocuk işleri değil elbette. Dolayısıyla biz bu örgütlenmenin bir ucundan tutarken, mücadelenin parçası olurken, MESEM’lilerle yan yana gelirken bazen “liseli işçi” diyeceğiz. Ama çocuk işçiliği unuttuğumuzdan değil. Meselenin belki de en yakıcı boyutunu oluşturduğu için ve gözü dönmüşlüğü, barbarlığı, hukuk tanımazlığı da gösterdiği için MESEM’in çocuk işçilik olduğunu unutmayacağız, yine en başa yazacağız.

Türkiye’de MESEM’ler aracılığıyla çocukluğun öğütüldüğü, lise öğrencilerinin kimi açılardan yetişkinlerden daha ağır sömürü koşullarında çalıştırıldığı ve bazen de çarkların arasında kalıp hayatlarını yitirmelerinin doğal karşılandığı bir sistem yerleşik hale getirilmek isteniyor. Liseliler o çarkların arasına girdiklerinde çocuklukları ellerinden alınmak isteniyor. Meslek sahibi olmanın, ekmek parasının, canının derdine düşüyor bir kısmı. Erken yaşlarda daha büyük sorumluluklar almak zorunda kalıp bu sorumlulukların getirdiği dertlerle yüzleşiyorlar. Yoksul çocukları için durum hep böyle değil miydi, diye sorulabilir elbette. Doğrudur, erken yaşta büyük sorumluluklar altına girmek zorunda kalan çocukların ülkesiydik önceden de. Fakat şimdi Türkiye toplumu hızla daha büyük bir yoksulluğun içine çekilmekteyken bu çocukların sayısı da aynı şekilde artma eğilimi gösteriyor. Yani giderek daha fazla işçi çocuğu gözünü açar açmaz kendisi de işçileşiyor. Bu çocukların geleceklerine dönük plan yapacak, ilgi ve yeteneklerini keşfedecek, istek ve beklentilerini sıralayacak ne vakti oluyor ne de fırsatı…

MESEM’in işte bu yoksullaşma koşullarında ve doğal olarak buna zıt yönde gelişen sermaye sınıfının doymak bilmez büyüme hevesini tatmin etmek üzere eğitim cephesinden sağlanan eşsiz bir destek anlamı taşıdığı rahatlıkla görülebilir. Kapitalist barbarlığın içinde çocukların yüzleşmek zorunda kaldığı ağır sömürü koşulları, kötü muamele ya da yetişkinleri ilgilendirmesi gereken bir dolu başka dert MESEM aracılığıyla norm haline getirilmiş oluyor. Hatta artık iş cinayetleri de milli eğitimin sorumluluğunda ve örgün eğitimin içinde işlenmiş oluyor!

MESEM’lere kayıtlı öğrenci sayısı 2023 yılında önceki yıla göre 400.000 civarı artış göstererek 1.405.663'e ulaşmış. Yani 1.405.663 öğrenci bir gün okula dört gün işe gidiyor. Geçtiğimiz dönem Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın açıkladığı Çocuk İşçiliği ile Mücadele Programı’nda çocuk işçiliğinin nedenleri arasında sayılan “çocuk iş gücüne yönelik işveren talebi” maddesi geliyor aklımıza. Yani çocuk işçi denince patronlar kulübünün ağzının sularının hep aktığı… Ve Milli Eğitim Bakanlığı durur mu hiç? Madem çok istiyorsunuz buyurun, deyip eski işçi pazarlarındaki komisyoncular gibi peşkeş çekiyor liselilerin emeğini patronlara. MESEM olsa da olmasa da sanayi hep çocuk işçi kaynamıştır. Ama MESEM yukarıda da değindiğim gibi, bu işi kanunileştirip, derleyip toplayıp bir paket halinde en tepedekilerin de kullanımına açıyor. TÜSİAD’ın alkışlarıyla, çocukların sömürülmesine dayalı bu sistem memleket meselesi olarak hayata geçmiş oluyor. Böylece Türkiye kapitalizmi “milli eğitime” emanet edilen çocukların çocukluklarına el koyuyor. Hem de çok cüzi bedeller karşılığında…

MESEM’li bir buçuk milyon liselinin bir kısmı asgari ücretin %50’sini diğer bir kısmı ise ancak %30’unu ücret olarak alabiliyor. Başka işçilere 5 çalışma gününde tam asgari ücret vermesi zorunlu olan patronlar için 4 gün çalıştırdıkları liseliler üzerinden sağlanabilen bu kazanç büyük bir lütuf. Ama burada da kalmıyor. Liseli öğrenciler için tabi ki sendika falan yok, sigorta masrafları deseniz, devletten. Yüzlercesi kaza geçiriyor, iş cinayetlerinde ölenler oluyor, sorumluluk Bakanlığın. Bakan deseniz sermayenin önüne uzanmış yatıyor… Bir gerici müfredat vardı da bu kadar da olmaz demişti hani laik olduğu iddia edilen sermaye grupları. İşte onların önüne yatıyor Milli Eğitim Bakanı. 4+4+4 sisteminde zorunlu eğitimin bir parçası olan son 4’ü patronlara hediye ediyor. Hangi patron kendisine yapılan bu hizmetleri görmezden gelebilir?

İşte durum böyle. Yüksek öğretimin anlamsız hale getirilmesi sonucu işe girmek için üniversite diplomasını nasıl iptal ettireceğini düşünmek zorunda kalan üniversite mezunları olduğundan bahsetmiştik. Lise öğrencilerinin MESEM’lere yönelmesi de işte böyle bir tablonun ürünü oluyor.
‘5 gün okula gitsem de aldığım eğitim ortada, en azından cebime harçlık girsin’ diye düşünülüyor.
‘Ne de olsa aynı sınava girme hakkım olacak, şansımı denerim’ deniliyor.

MESEM’li haftada 1 gün okula giderken diğer liselerdeki öğrenciler haftada 5 gün okula gidiyor. Ama MESEM’li bunu önemsemiyor.

‘5 gün de gitsem çalışmak zorundayım, eşit koşullarda değilim, şansım aynı’ diye bakıyor. Bu düzen daha baştan en temelden çürümüş olduğu için de kendisi için en makul olana yöneliyor. Sizce haksız mı?

Bir kez daha üzerinden geçelim:

Eğitimin başındaki Yusuf Tekin para babalarıyla el ele verip milyonlarca öğrencinin kulağından tutuyor ve ‘okuyacaksan oku okumayacaksan sanayi orada’ diye tehdit ediyor.

Bu tehdide karşı koyamayacak, seçme şansı olmayan ve koşulları el vermediği için okuyamayacak 1 buçuk milyon öğrenciyi alıp sanayiye veriyorlar.

Bırakın 18’i, 15 yaşın altında çocuklar sanayide üç otuz paraya çalıştırılıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın ön gördüğü 12 yıllık zorunlu eğitim programı içinde 1 yıl içinde 12 çocuk çalışırken ölüyor.
Ve kendi sorumluluğundaki 12 çocuğun ölümüne seyirci kalan Bakan çıkıp kürsülerde boy gösteriyor, bağımsız eğitim sistemi diyor, çocuklarımızı dijital faşizmden koruyacağız diye afili laflar ediyor.

Hiçbir şeyi koruyamazsın Yusuf Tekin. Aksine biz çocukları sizin temsil ettiğiniz piyasacı ve tarikatçı zihniyetten koruyacağız.

Liseliler de bu mücadelenin en ön saflarında olacak!

                                                               /././

Vergilerin tamamını işçi sınıfı öder -Burcu Başak-

Vergilemede adalet talebi emek lehine yeniden bir dağılım yaratsa bile ki bunun oldukça zor olduğunu ifade ettik, maalesef kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki sömürü ilişkisini değiştirmez.

Mehmet Şimşek programı vergileri gündemimizden düşürmüyor. Bir yandan ücretlilerin ödediği vergilerin büyüklüğü dolaylı (harcama üzerinden alınan) ve dolaysız (gelir ve servet üzerinden alınan) vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı üzerinden hesaplanıp ağır bulunurken, diğer yandan sermaye vergi ödesin talepleri var. AKP’nin “sermaye vergi ödeyecek” diyerek sunduğu vergi paketinin bu iddiasından ne kadar uzak olduğuna soL şurada kısaca değinmiş, komik düzeydeki bir servet vergisi teklifini ise esasen şurada ele almıştı. Daha da ilginç olan ise ana muhalefet partisinden kimilerinin AKP’nin vergi paketi nedeniyle kaygılarının ticaretin zarar görmesi, şirketlerin batması ve serbest bölgelerin vergi avantajını kaybetmesi olması! Tersine dünya. Muhalif sendikalar ise devletin kaşıkla verip kepçeyle aldığı tespitini yapıyor. Ancak çözüm, senenin başında meclise sunulan bir yasa önerisinde gelir vergisi başlangıç oranının yüzde 15’ten yüzde 10 düşürülmesi, damga vergisinin kaldırılması, işveren SGK prim indirimi kadar işçiye de indirim yapılması, devletin vergiye zaman yapacaksa asgari ücretteki zam kadar yapması olarak sıralanıyor. İşin üzücü tarafı gelir vergisi ile ilgili önerilerin kadük olması, vergilere zammın kabul edilmesi. Bu önerilere AKP’nin vergi tasarısıyla birlikte Temmuz ayında bir de servet vergisi ekleniyor. Hükümete yakın sendikaların da benzer hatta daha kapsamlı teklifleri var. Temel tüketim mallarında KDV’yi sıfırlamak gibi. Burası da enteresan. Muhalif kanatta ise servet vergisi, dolaylı vergilerin azaltılması ve dolaysız vergilerin yükseltilmesi, sermaye için vergi istisna ve muafiyetlerin kaldırılması gibi öneriler bulunuyor. Sermayenin son yıllarda vergi ödemediği, ya da servetine göre az ödediği tespit edilip, sermayenin vergi ödemesi talep ediliyor. Bazıları ise zenginlerden vergi alınmaması ile halkın kayıpları arasında ilişki kuruyor.  Henüz vergi almak yerinen para basalım diyen yok. Herkesin ortak bir talebi var o da vergilemede adalet.

Ancak unutulan bir şey var o da sermayenin zaten hiç vergi ödemediği, tersinden tüm vergilerin kaynağının emekçiler olduğu, dolayısıyla kapitalist ekonomik sistemde zaten vergi adaleti diye bir şeyin olmadığı. Esasen unutulan Marksist ekonomi politiktir.

Bu anlamda Marksist değer yaklaşımına göre değerin kaynağı emektir. İşçi sınıfı değeri üretir, kapitalist sınıflar bu değerin bir kısmına el koyar (ödenmemiş emek/artı-değer/kâr) geri kalan kısmını işçi sınıfına ücret (ödenmiş emek) olarak verir.  Üretilen değerin ne kadarının işçiye verilip ne kadarına sermaye sınıfı tarafından el konulduğu sömürü oranı üzerinden anlaşılabilir. Ozan Mutlu, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yazdığı doktora tezinde 2000-2019 döneminde Türkiye için ortalama sömürü oranını hesaplamış. Buna göre Türkiye’de 8 saatlik işgününün sadece 2 saatlik kısmı emeğe ödenirken, 6 saatlik kısmına kapitalist sınıf el koymakta. Başka bir deyişle Türkiye işçi sınıfı günde 6 saat kapitalist sınıflar için çalışmaktadır. Eklemek gerekiyor ki bu durum günde 8 saat çalışma şansına (!) sahip emekçiler için geçerlidir. Dolayısıyla bu oran bir ortalama olduğundan uzayan çalışma saatleri ve farklı ücretler nedeniyle daha da yükselebilir! Güncel verileri soL portal’da yayımlanan makale veriyor, Türkiye’de sömürü oranlarının 2022 yılıyla birlikte tarihsel bir zirveye ulaştığı vurgulanıyor. Yani işçi sınıfı bir işgününde 8 saat çalışırken, bunun 2 saatinde de daha azını almaya başlıyor! Türkiye sömürü oranında tarihsel olarak zirve yapmış durumda.

Vergilere dönecek olursak, peki devlet bu durumda vergileri nereden tahsil edecek? Tabi ki 8 saatlik çalışma saati sonucunda üretilen değerden. Böylelikle esasen vergilerin tümü emekçiler tarafından ödenmişken,  kapitalist sınıf emekten çaldığı 6 saat üzerinden vergi ödemiş gibi görünecektir! Dolayısıyla Marksist emek değer kuramı açısından sermayenin vergi ödemesinden bahsedemeyiz.  Sermaye ancak işçiden gasp ettiği artı-değer üzerinden vergi ödemiş görünür. Hatta sermaye gasp ettiği artı-değer üzerinden bile vergi ödemeyebilir! Vergi sistemi içerisinde yer alan muafiyet ve istisnalar sermayenin ödüyormuş gibi göründüğü vergiyi yasal olarak ödememesini sağlayan bir araç niteliğindedir. Kurumlar vergisi 30 oldu dersiniz, bakarsınız devlet borçlanmış oran yüzde -5 olmuş. Öte yandan sermaye sınıfı piyasa yapısının belirleyici gücü yoluyla vergi yansımasını kullanarak emekçi kesimin üzerindeki vergi yükünü fiili olarak arttırmaktadır. Teorik olarak güç olduğu ifade edilse de Koç Holding’in ödediği kurumlar vergisini fiyatlar yoluyla halka veya ücretler yoluyla çalışanlarına yansıtmasının önünde büyük engeller yoktur. Kapitalist sistem sermayenin vergilerden kaçınmasının veya ertelemesinin başka mekanizmalarını da barındırır. Sermaye ödeyeceği vergiyi kendisi beyan eder, emekçinin maaşından tak diye alınır. Sermaye vergisini gecikmeli öder, emekçiden hemen alınır. Gelir vergisi koyarsınız. Kâr dağıtmaz. Kurumlar vergisi koyarsınız gitmez ama kaçmakla (!) tehdit eder. Vergi cennetleri neden var? Zamanında sermaye nasıl yüksek vergi ödedi diyeceksiniz ilerleyen satırlarda yüksek vergilerin neyle sonuçlandığına bakacağız. Biz devam edelim. Peki vergi kaçakçılığı. Bazı yazılar vergi kaçaklığının devlet ve sermaye arasında bir uzlaşı olduğunu vurguluyor.  Kapitalist vergi sistemi vergi yükünün emekçiler üzerinde kalmasını sağlayacak bir biçimde dizayn edilir. O yüzden servet vergileri (emlak, motorlu taşıt ve veraset ve intikal vergisi) bile emekçinin üzerine kalır. Servet vergisi gelir arttıkça azalan bir yapıya sahiptir. Nasıl mı? Ailesinden bir ev ve araba kalmış emekçi,  gelirine göre Sabancı ailesinin ödediği servet vergisinden daha fazla vergi öder!  Kapitalizmde her vergi gelire göre azalan oranlıdır. Yani vergi, gelir arttıkça gelirin içindeki pay açısından azalır. Hangi kapitalist vergi sisteminde Sabancı, Koç, Zorlu, Yıldız Holding gibi sermaye gruplarının bir emekçi ile karşılaştırıldığında “gelirine göre” daha fazla vergi verdiği görülür mümkün mü? Yüzde 1 oranında servet vergisi bu sisteme nasıl etkide bulunabilir ki! Bilemediniz yüzde 10 olsun! ABD’de emlak vergileri emekçilerin evine çökmenin bir aracı olmuştur. Yüksek emlak vergisi, işsiz, yaşlı, hasta, engelli kimselerin vergilerini ödeyememesiyle birlikte hacizleri getirmiş, bu evler icra satışında kurt yatırımcılar tarafından satın alınmıştır. Jakobenlerin uyguladığı servet vergisinin bile devletin gelir ihtiyacı nedeniyle yine düşük gelirlilere kaldığı söylenir. Kapitalist vergi sistemi vergileri emekçilere yüklerken kafa karışıklığı da yaratır. Örneğin gelir vergisi sendikaların kafasını bile karıştırmışa benziyor. 2024 yılında zaten asgari ücret vergiden istisna yani yıllık 204 bin TL gelirden vergi alınmıyor. Dolayısıyla yüzde 15 oranı, 0’dan 110 bin TL’ye kadar olan gelir dilimi için uygulanmıyor.  Bu istisna tüm ücret gelirleri için geçerli. Ancak gelir önce tarifeye sokulup istisna daha sonra uygulandığı için 19 bin TL’yi aşan geliri olanlar için (çünkü ikinci dilim 230 bin TL’den başlıyor) gelir vergisi oranı yüzde 27’den başlıyor! Harika bir dizayn. Sendikaların bu durumu düzeltmek gerek deyip,  ilk dilim oranını düşürelim talebi kafaların karışıklığına işaret.  Vergi sisteminde benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Biz Marksist emek değer kuramı üzerinden devam edelim.

Marx’a göre artı-değerin kaynağı üretken emektir. Şimdiye kadar ki açıklamalarımız üretken emek için geçerliydi. Şimdilik üretken-üretken olmayan emek tartışmasını kenara bırakalım üretken emek üzerinden ilerleyelim. Bu basitleştirmenin değerlendirmemizi büyük ölçüde etkilemeyeceğini de ekleyelim.

Kapitalist sınıf ve işçi sınıf arasındaki üretim ilişkisinden kaynaklanan sömürü düzeni bir bölüşüm ilişkisi yaratmakta buna ana akım tabirle birincil bölüşüm denmektedir. Devlet kapitalist sınıf ve işçi sınıf arasındaki sömürü ilişkisine vergiler, kamu harcamaları ve kamu borçları yoluyla müdahale eder böylelikle ikincil bir bölüşüm yaratılmış olur. Yani vergi meselesinin bir de kamu harcaması ve kamu borcu boyutu vardır.  Kamu borçlarını şimdi bir kenara bırakalım. Diyelim ki sermaye gasp ettiği artı-değer üzerinden vergi ödedi, ancak kamu harcamalarından daha fazla yararlanan sermaye ise o zaman sermayenin vergi ödemesi nasıl bir adalet yaratır? 

Devlet, emeğe ücret olarak verilen 2 saatlik emek değerin 1 saatini ve sermaye sınıfının kâr adı altında el koyduğu 6 saatlik emek değerin 3 saatini vergiler yoluyla alır (Böyle bir oranın çok da mümkün olmadığını belirtelim). Kamu gelirleri 4 saatlik emek değerden oluşur. Devlet ikincil bölüşüm ilişkilerini kamu harcamaları yoluyla sermaye lehine düzenleyerek emek için 1,5 saatlik emek değer ve sermaye için 6,5 saatlik emek değer olarak dağıtım gerçekleştirir. Sermaye gasp ettiği artı değer üzerinden vergi ödemiş görünür, ancak işin içine kamu harcamalarını dahil ettiğimizde sermayeye ikinci bir transfer gerçekleştirmiş olur.

Bu durumda sermayenin vergi ödemesinin tek başına bir anlamı yoktur. Çünkü vergilemede adil görünen kamu harcamalarıyla büyük bir adaletsizlik de yaratabilir. Diyelim ki sermayeye yüksek vergiler konuldu, sosyal harcamalar da yüksek. Maalesef kapitalist sermaye birikim rejiminde devletin kapitalist sınıf ve işçi arasında sömürü ilişkisine emek lehine ciddi müdahaleler yapması mümkün değil. Nereden biliyoruz? Ahmet Tonak, 1984 yılında yazdığı doktora tezinde ABD’de bahsettiğimiz özelliklere sahip 1952-1980 döneminde devletin refah söyleminin tersine işçi sınıfı lehine yeniden dağıtım yapmadığı sonucuna ulaşmış! Devletin vergiler ve kamu harcamaları aracılığıyla emek lehine yeniden dağıtım yaptığını varsaysak bile ki bu ancak kamulaştırmalarla, yüksek sosyal harcamalarla olur, sermaye sınıfının vergi ödemediği gerçeği değişmez. Sermaye sınıfı gasp ettiği artı-değer üzerinden vergi öder. 

Genellikle devletin vergiler ve kamu harcamaları ile emek lehine yeniden dağıtım yaptığı hesaplanır. OECD, IMF vb. kurumların vergi, transfer öncesi ve sonrası gelir dağılımı göstergelerinde bunu görürüz. Kaba bir tabirle devletin esasen aldığından daha fazla verdiği görülür. Ancak buradaki gelir dağılımı ölçümü sınıfları dikkate almaz. Ahmet Haşim Köse ve Serdal Bahçe “'Yoksulluk' Yazınının Yoksunluğu: Toplumsal Sınıflarla Düşünmek”1 makalelerinde bu durumu net bir biçimde ortaya koymuşlardır. Ancak ana akım çalışmalar bile devletin düşük gelir grubu lehine yeniden dağıtım yapmadığı sonucuna ulaşıyor! 

Vergilemede adalet talebi emek lehine yeniden bir dağılım yaratsa bile ki bunun oldukça zor olduğunu ifade ettik, maalesef kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki sömürü ilişkisini değiştirmez. Tabi ki tamamıyla bir hiç değildir. Ancak vergilemede adalet talep etmek, Türkiye tarihinin en yüksek sömürü oranlarını gören işçi sınıfının günde en iyi ihtimalle 6-6,5 saat patron için çalışmasına karşı bir talep değildir. Patronların da yer yer vergi ödeyelim demesinin, yandaş sendikalarının da vergi adaleti talep etmesinin sebebi bu olsa gerek.

                                                                    /././

Bursa’da öğretmene ‘din düşmanı’ diyen velinin soruşturmasında öğretmene ceza! -Burcu Günüşen-

Çalıştığı okulda bir velinin “din düşmanı” diye hedef gösterdiği TÖB-SEN Bursa Şubesi Başkanı Serkan Bebek teftiş iştedi. Müfettişlerse ÇEDES’e karşı çıkan velileri sorguladı, Bebek’e ceza istedi!

Tüm Öğretmenler Birliği Sendikası (TÖB-SEN) Bursa Şube Başkanı Serkan Bebek çalıştığı Faik Yılmaz İpek İlkokulu önünde, geçen Mart ayında tarikatlara ve uyuşturucuya karşı Veli-Der ile birlikte basın açıklaması yaptıktan sonra bir veli tarafından “din düşmanı” denilerek hedef gösterildi.

Bebek durumu okul idaresine bildirdi ancak idare hiçbir adım atmayınca okulda din ve mezhep ayrımcılığı üzerinden kaos yaratılmaya çalışıldığını bildirerek Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden teftiş yapılmasını talep etti.

Müfettişler geldi ama soruşturmada çocuklarının ÇEDES faaliyetlerine katılmasını istemeyen veliler sorgulandı.

Soruşturma sonucunda Osmangazi İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden Serkan Bebek’e bir yazı gitti. Yazıda Bebek hakkında “kınama cezası” istendiğini bildiriliyordu.

Tarikat ve uyuşturucuya karşı çıktı, 'huzursuzluk yaratıyor' diye ceza istendi

Gerekçe olaraksa Bebek’in “okulda ÇEDES faaliyeti olmadığı halde varmış gibi bir algının doğmasına sebep olduğu”, “Okul içinde tarikat varmış şeklinde olumsuz algıya sebep verdiği”, “veliler-aile birliği ve okul yönetimi arasında öbekleşmeye/gruplaşmaya ve huzursuzluklara neden olduğu” şeklinde iddialar sıralandı.

TÖB-SEN Bursa Şube Başkanı Serkan Bebek, Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün müfettişlerinin soruşturmayı usule uygun yürütmediğini belirterek karara itiraz etti.

Son savunmasını verdiğini söyleyen Bebek hakkında çıkması olası “kınama kararı”nı kabul etmediğini, bunun siyasi bir karar olacağını vurguladı.

Müfettişlerin soruşturmasının ardından hazırlanan raporda Bebek’in Bursa Şubesi Başkanı olduğu TÖB-SEN’in ÇEDES’e karşı yürüttüğü sendikal çalışma da hedef alındı.

8 Aralık 2023 tarihinde Bursa Barosu ve Veli-Der Bursa Şubesi ile TÖB-SEN’in Alacahırka ve Demirkapı bölgesindeki halka yönelik düzenlediği ÇEDES ile ilgili bilgilendirme toplantısının ardından birçok veli çocuklarının ÇEDES projesi kapsamındaki etkinliklere katılmasına izin vermediklerine dair okullara dilekçe vermişti.

Teftiş konusu bambaşka yöne çekildi

Aradan yaklaşık 3 ay geçtikten sonra Bebek’in çalıştığı okulun önünde ve içinde hem uyuşturucu kullananların tespit edilmesi hem de çocukların ailelerinin bilgisi dışında tarikat evine gittiklerinin öğrenilmesi üzerine bir basın açıklaması yapıldı.

TÖB-SEN ile Veli-Der tarafından ortak düzenlenen basın açıklamasında “Okulda tarikat ve uyuşturucu istemiyoruz” denildi.

Bir veli okula giden çocuğunu daha sonra tarikat evinde bulduğunu, çocuğuna burada temizlik yaptırıldığını, bulaşık yıkatıldığını anlattı. Bir başka veli ise “Çocuğumu Atatürk’e düşman ettiler. Atatürk’ün fotoğrafı var diye elinde parayı zor tutuyor” dedi.

soL’a konuşan Serkan Bebek bu açıklamadan sonra Okul Aile Birliği’nde görevli bir veli tarafından “din düşmanı” şeklinde hedef gösterilmeye başlandığını söyledi:

Benim öğrencilerimin velilerine ‘Serkan öğretmen din düşmanı’ şeklinde beyanları oldu bu velinin. Hatta o basın açıklamasına katılan veliye de herkesin içinde ‘Sen de Serkan öğretmen gibi din düşmanı mısın?’ diyormuş. Yine aynı velinin ramazan ayında oruç tutmayan velilerle kantinde tartıştığına yönelik velilerin beyanları var.”

Durumu bir başka öğretmenle birlikte okul yönetimine bildirdiklerini anlatan Bebek, okul yönetiminin herhangi bir adım atmaması üzerine Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden teftiş talebinde bulunduğunu anlattı:

Okullarda yaptığımız sendikal çalışmadan sonra Okul Aile Birliği’nde bir kişinin beni hedef gösterdiği, bunu okul idaresine bildirdiğimiz halde gerekli çalışmaların yapılmadığı, okulumuzda din-mezhep üzerinden bir kaos ortamı yaratılmak istendiği gerekçeleriyle burada bir teftiş yapılmasını istedim.”

Talep olumlu karşılanıp müfettişler okula geldi. Ancak Bebek teftiş konusunun bambaşka olduğuna tanık olduklarını şu sözlerle aktardı:

Daha sonra Bursa Milli Eğitim’den müfettişler geldi. Ama müfettişlerin benim soruşturma talebinde bulunduğum konuyu değil de Aralık ayında yaptığımız sendikal çalışmayı soruşturduğuna şahit olduk biz. Onun da müdür beyden kaynaklandığını düşünüyoruz. Şöyle beyanları olmuş, ‘Serkan hoca burada ÇEDES faaliyeti yaptı, tarikat istemiyoruz dedi, velileri rahatsız etti’...

Velilerin ÇEDES'e karşı verdikleri dilekçe sorgu konusu oldu

Veliler dinlenirken yönlendirilme yapıldığını ifade eden Bebek “Mesela velilere ÇEDES projesini neden istemedikleri sorulmuş. Sonra yine hedef göstererek velilere bu dilekçeyi size Serkan öğretmen mi yoksa Bursa Barosu’ndan avukat mı yazdı diye sormuşlar. 'Hayır biz yazdık' diyene ‘bu dilekçeyi siz yazamazsınız’ demişler” dedi.

Bu süreçte İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısıyla ve başmüfettişle durumu görüşen Bebek soruşturmanın usulen hatalı olduğunu söylediğinde kendisine müfettişlerin işlerinin ehli olduğu, müsterih olması gerektiği belirtilmiş.

Ancak soruşturma tamamlandıktan sonra Osmangazi İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından Bebek’e yapılan tebliğde hakkında kınama cezası istendiği bildirildi. Bebek kendisi hakkında istenen cezayı şöyle anlattı:

Okulda ÇEDES faaliyeti olmadığı halde varmış gibi algıya sebep olduğum, okulun velilerini ÇEDES projesiyle alakalı toplantıya çağırdığım, okul çevresinde tarikat olmadığı halde hayali bir tarikat yaratarak okul-veli-aile birliği arasında öbekleşmeye, gruplaşmaya sebep olduğum gerekçeleriyle beni kınama cezası ile cezalandırmak istiyorlar.”

Veliler çocuklarını tarikat evinde bulduklarını anlattı

Bu gelişme üzerine TÖB-SEN Bursa Şubesi geçen hafta Osmangazi İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü önünde bir basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasına katılan veliler okul çevresindeki tarikat yapılanmasını, okula gönderdikleri çocukları daha sonra tarikat evinde bulduklarını bir kez daha anlattılar.(https://x.com/sendikatobsen/status/1820453797765808389)

Bebek hakkında istenen “kınama cezası”na karşı yapılan basın açıklamasının ardından şimdi kararın verilmesi bekleniyor. 

Bebek “Şu anda süreç bu, kesinleşen bir şey yok ama kınama cezası istediler. Son savunmamızı verdik, verecekleri kararı bekliyoruz. Kararın da politik olduğunu düşünüyoruz” diyor.

ÇEDES uygulamasına karşı yürütülen sendikal faaliyetin cezalandırılmak istendiğini, bunun suç olduğunu ifade eden Bebek “Biz orada sendika şube başkanı olarak bir çalışma yapıyoruz, mesai saatleri ve okul dışında. Bizim ÇEDES’le ilgili gayri hukuki bir çalışmamız yok. Buna ceza verilmesi aynı zamanda sendikal hakkın da engellenmesi. O da TCK’ya göre bir suçtur” dedi.

Okulda ÇEDES faaliyeti olmadığı iddiasının da gerçek dışı olduğunu belirten Bebek “Okulumuzda ÇEDES olmadığını iddia etmiş müfettişler. Bu gerçek dışıdır. ÇEDES projesi şu şekilde uygulanıyor: Okullarda ‘değerler kulübü’ var. Bazı kulüpler zorunludur, bu kulübü de zorunlu hale getirdiler. Bu kulübe gönüllülük üzerinden öğretmen seçimi yapıldı, kulübe öğrenci seçimi de yapıldı. Yani ÇEDES değerler kulübü üzerinden faaliyet gösteriyor. Müfettişler varolan ÇEDES faaliyetini de yok saymak istiyorlar tarikat gibi. Ama konu okulla da alakalı değil, biz bu sendikal faaliyeti Alacahırka ve Demirkapı mahallesi halkına yönelik yaptık" diye konuştu.

Bebek ayrıca kendisine “din düşmanı” diyen veli hakkında da suç duyurusunda bulunacağını ifade etti.

                                                                /././

Kamala Harris’in adaylığını hangi şirketler fonluyor? -Eugene Puryear/SOL/ÇEVİRİ-

En büyük şirketlere yaranmaya çalışanların değil, onlara karşı mücadele eden toplumsal hareketler, partiler ve liderlerin ABD’deki emekçiler ve yoksullar lehine bir değişim yaratması mümkün olacak.

ABD'li Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi'nden (PSL) Eugene Puryear, partinin yayın organı Liberation'da kaleme aldığı yazıda, Demokrat Parti'nin başkan adayı Kamala Harris'in büyük şirketler tarafından nasıl mali ve siyasi destek aldığını anlattı. Çeviri: Umut Araz

ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in başkan aday adayı olacağı su götürmez bir gerçekti. Harris bu pozisyona yükselir yükselmez onu bir "bilmece" olarak gören “iş dünyasıyla ilişkilerini güçlendirmek için1" çalışmaya başladı. Başkan Yardımcısı Harris, Wall Street bankerlerinden kripto para yatırımcılarına uzanan %1'lik kesime bir şeyler kanıtlama telaşına kapılmış görünüyor: Tıpkı Joe Biden döneminde olduğu gibi "hiçbir köklü değişim olmayacak2".

Enflasyonun, iklim değişikliğinin, yoksulluğun, berbat sağlık sisteminin ve “mağazalarda deodorantların kilitli vitrinlerde tutulmasının3” temel nedeni; özel şirketlerin siyaseti, ekonomiyi, medyayı ve hayatın diğer bütün alanlarını sermayedarların çıkarına göre şekillendiren hegemonyasıdır (corporate power). Yani eğer şirketlerin yöneticileri, bankerleri ve avukatları açısından hiçbir köklü değişim olmayacaksa hayatın işçi sınıfı ve yoksullar için gerçek anlamda iyileşmesi olası görünmüyor.

Harris teknoloji dünyası, petrol ve doğal gaz endüstrisi, Wall Street ve Hollywood’daki ana aktörlerle ilişki kuruyor ya da mevcut ilişkilerini güçlendiriyor. Bu aktörler “ceza adalet sistemi” konusundaki en ılımlı reformları bile baltalamaya çalışan çeşitli sağcı kampanyaların parçası olmakla birlikte sendika düşmanlığı, çevrenin tahribi ve tekelleşmeye yönelik politikaları içeren kabarık bir sicile sahip. Siyaset uzun zamandır sermayedarların hakimiyeti altında ve Harris’in mega bağışçılarla olan ilişkileri, yaşadığımız dünyayı şekillendirmek ve kontrol altında tutmak için çabalayan bu egemen güçlerin üstündeki perdeyi aralıyor.

ABD’nin hidrolik kırma şirketleri

Hidrolik kırma, Biyolojik Çeşitlilik Merkezi’ne göre, “petrol ve doğal gaz elde etmek amacıyla zehirli kimyasallar ve kumla karışık büyük su kütlelerin kaya oluşumlarını parçalamak için yeryüzünün derinliklerine püskürtülmesidir4”. Bu sondaj işlemi büyük miktarda sera gazının atmosfere salınmasına neden olmakta, havamızı ve su kaynaklarımızı kirletmektedir. Bir Guardian haberinin5 açıkça ifade ettiği gibi: “ABD’deki hidrolik kırma işlemlerinin ani yükselişi dünyayı iklim felaketinin kıyısına sürükleyebilir.”

Hidrolik kırmadan olağanüstü kârlar elde ediliyor ve bu konuya dair ciddi düzenlemelerin engellenmesi için büyük lobi faaliyetleri6 yürütülüyor. Şirketler hukuku firması Paul, Weiss’in başındaki isim ve Harris’in ana bağış toplayıcılarından biri olan Bard Karp, Haziran ayında Financial Times’a7 verdiği demeçte “Kamala Harris zorlu bir aday ve mükemmel bir başkan olacaktır” sözlerini dile getirmişti. Endeavor Enerji Kaynakları ve Diamondback Enerji isimli iki şirket Texas’taki Permian havzasında faaliyet gösteriyor ve hidrolik kırmayla servetini servet katıyordu. İki şirketin bu yılın başlarındaki 26 milyar dolarlık birleşmesinde Paul, Weiss ana hukuki aktör olarak yer aldı8.  Karp’ın Financial Times’ta Harris’i övmesinden 4 gün sonra, Harris’in kampanya ekibi hidrolik kırmaya yönelik bir yasağın Harris tarafından desteklenmediğini ilan etti9.

Şirket birleşmeleri ve devralmalar

LinkedIn kurucusu milyarder Reid Hoffman geçtiğimiz günlerde Harris’in başkanlık kampanyasına 7 milyon dolar bağış yapmıştı. Hoffman bağış çekini imzalamasından kısa süre sonra CNN’e verdiği röportajda Harris’in Federal Ticaret Komisyonu (FTC) Başkanı Lina Khan’ı kovma sözü vermesini talep etti10. Khan, şirket birleşmeleri ve tekeller konusunda önceki FTC başkanlarına kıyasla daha agresif bir pozisyon aldığı için CEO’ların günah keçisi olmuştu. Harris’in Khan’ı görevden alıp almayacağı yahut başka bir yolla FTC politikalarını tersine çevirip çevirmeyeceği belirsiz olsa da ne olacağını merak etmek hiç de yersiz olmayacaktır.

Bu merak hiç de yersiz değil çünkü yatırım bankası Evercore’un kurucusu Roger Altman da Harris’in destekçilerinden biri. Evercore, diğer birçok özelliğine ek olarak, çeşitli sektörlerde devasa tekeller yaratan birleşme ve devralmaların başrolü konumundadır. Örneğin petrol devi ConocoPhillip’in bir başka patrol devi Marathon’u devralması için yaptığı anlaşmanın mali danışmanı Evercore’dur. Bu yatırım firması daha önce de Whole Foods’un Amazon’a satılması ve T-Mobile’ın Sprint’i devralması gibi sayısız büyük anlaşmaya danışmanlık yapmıştır11.

Böylesi dostlarla yürüyen Harris yönetiminin kontrolden çıkmış sermaye hegemonyasına karşı hiçbir güvence sunmadığı ortada.

Silikon Vadisi: Teknoloji derebeylerimiz

Yapay Zeka (YZ) ve kripto para sektörlerinin düzenlenmesine dair tartışmalar şiddetlenirken, YZ ve kripto para şirketleri etrafa para saçıyor. Başkan Trump ve genel anlamıyla Cumhuriyetçiler bu dijital finansal ürünlerden kaynaklanan her türlü soruna göz yumma sözü vererek kripto şirketlerini cezbetmeye çalıştı. Harris ise şimdi Trump’tan altta kalmamak için Coinbase ve Ripple gibi büyük kripto aktörleriyle doğrudan temas kuruyor ve Demokratların “iş dünyasından yana12” olduğu mesajını iletiyor.

Ripple, Fairshake isimli kripto para yanlısı bir Siyasi Eylem Komitesi’nin (PAC)13 en büyük bağışçısı konumunda ve Fairshake yaklaşık 50 milyon dolar bağışıyla 2024 seçimlerinin en büyük PAC’i. Fairshake, diğer birçok faaliyetinin yanı sıra, New York temsilcisi Jamaal Bowman’ı koltuğundan etmek için İsrail destekçisi sağcı gruplarla ittifak yapmış14 ve bu amaçla 2 milyon dolardan fazla para harcamıştı. Bowman hakkında “bir polis katilinin resmini ortaokulun onur duvarına astı” suçlaması dahil olmak üzere ırkçıları galeyana getirmeyi amaçlayan her türden tetikleyici söylemin15 yaygınlaştırılmasının arkasında bu sağcı gruplar var. Fairshake, St. Louis’nin kadın kongre üyesi Cori Bush’un yeniden seçilmesine karşı yürütülen faaliyetlere de 1 milyon dolar harcama yapmıştı. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, Harris’in kampanya ekibi, Siyonist siyaset makinesiyle birlikte çalışarak, ilerici siyahi siyasetçilere karşı aşırı sağcı saldırıların ana fonlayıcılarından biriyle kol kola girmeye çalışıyor.

Harris’in Yapay Zeka dünyasının bir hizbinden de destek aldığı aşikâr. Örneğin milyarder yatırımcı Vinod Khosla X üzerinden “MAGA olmayan”16 kesimlere Harris için birleşme çağrısı yaptı.

Trump’ı yenmek ve demokrasimizi kurtarmak, kötü değerlere, Proje 2025’e ve Trump’ın istediği diktatörlüğe karşı çıkmak ve tüm bunları yaparken iyi bir dünya vatandaşı olmak için MAGA olmayan herkesin Kamala Harris’te birleşmesinin vakti geldi. Söylediğim gibi demokratlar, bağımsızlar, cumhuriyetçiler ve de MAGA dallamalar (test: seçimlerin reddiyesi) var. İki tarafta da [Demokratlar ve Cumhuriyetçiler] iyi insanlar mevcut. Yan yana durmalıyız.

Khosla ve daha önce adını andığımız Reid Hoffman, Yapay Zeka endüstrisinin nasıl “düzenlenmesi” gerektiğine ilişkin büyük bir savaşın parçası oldular. Google, Microsof ve OpenAI ile çalışan Khosla ve diğerleri “düzenleyici” ortamı mümkün olduğunca kendi işlerine uyumlu hale getirmek için büyük kaynaklar harcıyorlar. ABD Kongresi personelleriyle fikirlerini paylaşan Khosla, Çin’e karşı savaşta “Yapay Zeka’nın ulusal güvenlik açısından etkilerini” vurgulamış ve YZ’nin ABD emperyalizmi için yararlı olacağını şöyle ifade etmişti: “Yapay Zeka sosyal politikayı ve ideolojiyi etkileme olanağı sağlayan ekonomik bir güç demektir.17

Hem kripto para hem de YZ özellikle iklim değişimi açısından önemli sonuçlar yaratıyor. Kâr amacı gütmeyen bir temiz enerji kuruluşu RMI’ya göre “ABD’deki kripto para faaliyetleri her yıl 25-50 milyon ton arasında CO2 salınımına sebep oluyor. Bu miktar ABD demiryolu endüstrisinin bir yıllık dizel salınımına eşit”18. Yapay Zeka’nın sistemlerini soğutabilmek için harcadığı büyük miktarda su ve devasa elektrik tüketimiyle sürdürülebilirlik sorunları daha da derinleşiyor. Bununla birlikte hem YZ’nin hem de kripto para teknolojisinin yarattığı kara para aklama ve Deepfake teknolojisi gibi nasıl kontrol edileceği ya da kontrol edilip edilmeyeceğine ilişkin şüphe yaratan birçok başlık önümüzde duruyor. Bu şirketler ve Harris ekibi arasındaki bağlara bakılırsa tilkinin kümese dalmasına izin verildiğinden endişelenmek yanlış olmayacaktır.

Kanun ve düzen: Özel kampanya birimi19

Harris ekibi ve teknoloji dünyası arasındaki ilişkilere dair bir başka göstergeye daha sahibiz: Harris’i destekleyen ya da onun yanında yer alanların çoğu San Francisco’daki başarısız ve cezalandırıcı “ceza adaleti” politikalarının desteklenmesinde de en ön saftaydı. Bunun bir örneği Ripple şirketinin Yönetim Kurulu Başkanı Chris Larsen’dir. Larsen, “San Francisco kolluk kuvvetlerinin en büyük bağışçısı”, “sosyal yardım alan kişilerin uyuşturucu taramasına tabi tutulması” ve “aşırı güç kullanımı bildirimlerinin azaltacak ve inceleme olmaksızın daha fazla gözaltı olanağı sağlayacak” politikaların büyük destekçisi olarak bilinmektedir20.

Bir diğer Silikon Vadisi yöneticisi Garry Tan, seçilmiş San Francisco Bölge Başsavcısı Chesa Boudin’in “suçlara karşı yumuşak olduğu” gerekçesiyle geri çağrılması kampanyasına 100.000 dolar bağışlamıştır21. Harris’e henüz açık desteğini sunmamış olan Tan geçtiğimiz günlerde X’te “en büyük Polis Kamala Harris gerçekten galip çıkabilir” ifadelerini içeren ve Harris’in “sert” ceza adaleti politikalarına açık olduğunu kanıt olarak sunan bir gönderi paylaştı.

En büyük Polis Kamala Harris gerçekten çıkabilir. Harris’in 2013’teki, aktivistler ‘daha fazla okul daha az hapishane inşa edin’ dese de SUÇ VAR ve suça karşı daha sert ve hızlı sonuçlar alınması gerektiğine işaret eden sözleri kelimesi kelimesine şöyle…

Hollywood’un sendika düşmanları

Tüm Demokratlar gibi Harris de Hollywood’un ağır toplarından destek görüyor. Bu ağır toplar arasında eski Disney yöneticisi ve birçok siyasetçinin büyük bağışçısı olan Jeffrey Katzenberg de bulunuyor. Katzenberg Harris’i “bizi ileriye taşıyabilecek ilham veren yeni lider” olarak adlandırdı22. Katzenberg’in istediği gelecek, işçiler için pek de parlak bir gelecek değil. Katzenberg son Hollywood grevinde öyle büyük bir tepki gördü ki, kampanyanın eş başkanı olmasına rağmen, Biden onunla birlikte bağış toplamaya çekindi. Mevcut animatörlerin %90’ının YZ tarafından yerinden edilebileceği gibi açıklamaları23 nedeniyle bu durum hiç de sürpriz sayılmaz.

Hollywood’un mega temsilcisi Chris Silberman’ın Vanity Fair’de söylediği gibi benzer türde daha çok ismin Harris’in kampanyasına bağışçı olarak katılması muhtemel: “Harris’e Hollywood’tan para akacak. Burada destek görecek ve bağışçılar bulacak”. Bir başka Hollywood temsilcisi de “şehrin en büyük liderleri … Harris için her şeyi yapacak” demişti. Çalışanlar, oyuncular ve yazarlar bunu dert edinmeli çünkü Hollywood’un “en büyük liderlerinin” çoğu sendikaları bitirmek ve ücretleri düşürmekten yana.

Düzen siyaseti büyük bir ticaret

Her büyük partinin başkan adayının büyük bağışçılara bağımlı olduğu bir sır değil. Bu durumun seçilecek kişinin politikalarını nasıl etkileyeceği tamamıyla öngörülemez olsa da bir şey çok açık: Harris, kripto paradan Yapay Zeka, petrol tekelleri, Wall Street ve Hollywood’a uzanan çeşitli sektörlerdeki büyük güçlerin kendisini bir tehdit olarak görmemesini sağlamak için elinden gelen her şeyi yapıyor. Bu durum Harris’in siyasi kariyerindeki bir eğilimin sürekliliğine işaret ediyor. Örneğin 2020’deki ön seçimlerde, adaylıktan çekilmeden önce 46 milyarderden bağış toplamıştı24. Bu rakam o zamanın diğer Demokrat adaylarına kıyasla en yüksek rakam demekti.

En büyük şirketlere yaranmaya çalışanların değil ancak onlara karşı mücadele eden toplumsal hareketler, partiler ve liderlerin ABD’deki emekçiler ve yoksullar lehine bir değişim yaratması mümkün olacak. Elimizdeki kanıtlar, bu değişimi yaratacak kişinin Kamala Harris olmadığını gösteriyor.

                                                                /././

Fütürizm: Ne sadece politika ne sadece sanat -Fide Lale Durak-

Ana görsel: Umberto Boccioni, 1910, “Şehir Yükseliyor / The City Rises”, Modern Sanat Müzesi-New York
Her durumda İtalyan fütüristlerinin biçimsel olarak getirdikleri yeniliği, yarattıkları felsefi tartışmaları ve yeni olana cesaretle atılmalarını dikkate almalıyız. 
Fütürizm, Türkçesi gelecekçilik, 1909 yılında İtalya’da ortaya çıkan ve modern sanat içerisinde oldukça önemli bir yere sahip olan akım. Ve bu akımı objektif bir şekilde ele almak, anlamak, sanatçılarını tam anlamıyla sevmek ya da karşı olmak neredeyse imkânsız. Çünkü fütürizmin kendisi politik bir akım ve çıkışlarını duyurdukları manifesto da bu politik tavrın ilanı. 

Tüm yazılmış, çizilmiş tarafgirliğine karşın İtalyan fütürizmini objektif olarak ele almak isteseydik Balla’nın “Tasmalı Köpeğin Dinamizmi”nden daha iyi bir resim bulamazdık. Bu resim, akımın ana meselesini, hareketi ve dinamizmi kısa yoldan anlatıyor. Biz de, İtalyan fütürizmini manifestosuyla bir bütün olarak ele almadan önce, Balla’nın baş yapıtından faydalanarak objektifliğimizi bir süre daha koruyalım.

    Giacomo Balla, 1912, Tasmalı Köpeğin Dinamizmi, Albright-Knox Art Gallery, New York

“Tasmalı Köpeğin Dinamizmi”, Balla’nın kronofotoğrafçılıktaki (peş peşe zaman aralıklarıyla çekilen fotoğraf) gelişmelerden ilhamla, küçük bir siyah köpeğin tasmasını tutarak yürüyen bir kadının hareketini tek bir an içinde erittiği, yakın plan bir resim. Hareketin ele alınışı bilimsel bir doğruluk kaygısı taşımıyor, daha ziyade estetize edilmiş bir dinamizm yakalanmaya çalışılıyor. Bunun için yarı saydam ve opak alanlar yaratılarak, resmin içeriği boyayla oluşturulan plastik değerlerle de tekrar ediliyor. Zincirin dört farklı andaki hareketi, ışığın etkisiyle birlikte yansıtılıyor ve bu açıdan empresyonizmle oldukça yakın bir dirsek teması olduğu söylenebilir. 

Başka bir yazının konusu olabilecek, 1893-94 yılları arasında, Monet’nin hayranlık uyandıracak bir disiplinle yaptığı katedral resimlerini iyi bir karşılaştırma örneği olarak verip, devam edebiliriz. Monet aynı katedrali sabahtan akşama kadar farklı ışık etkileri altında gözlemleyip resmederken amacı, hareketi değil hareket halindeki canlılığın kendisini ele almaktı. Bu hareketlilik halinde renklerin nasıl göründüğü ise önemli bir sanat sorunsalıydı. Balla’nın ana amacı ise hareketin kendisidir. Bu yüzden renklerin değişimi ancak ihtiyaç duyduğu oranda, bu resim özelinde ise neredeyse tek renkle sınırlı kalmıştır. 

                                                        Monet, 1893-94, Katedral serisi

Fütürizm üzerinde bir diğer önemli etken fotoğraf makinesindeki gelişmelerdir. Fotoğraf alanındaki teknolojik ilerlemeler, Balla’nın resminden geriye doğru gittiğimizde son otuz yıl içinde gerçekleşmiştir. Özellikle, kronofotoğrafçılığın öncüsü Eadweard Muybridge’ın 1872’de, bir atın dört nala koşuşunu 24 kamera kullanarak fotoğraflaması, sanat alanında çok ses getirmişti. Çünkü bu zamana kadar atın, göz hareketi tam olarak yakalayamadığı için, ön ve arka ayaklarının aynı yönde hareket ettirerek koştuğu sanılıyordu. İngiliz ressam Géricault’nun ikonik resmi “Epsom Derbisi” bu yanılgıyı belgelemek açısından önem taşıyor. 

Sadece fotoğraf değil, bir bütün olarak modernizm ve bu dönemin ilerlemeleri fütürizm için ayrı bir önem taşır. Fütürizm bir taraftan teknolojik gelişmelere olan hayranlığını dile getirirken diğer taraftan geçmişten radikal bir kopuş için çağrı yapar. İtalya’nın geleceği ve ilerlemesi makineleşme, şehirleşme, hız kavramlarının öne çıktığı “modernizmle” olacaktır; geçmiş sadece ayak bağı olmaktadır ve bu yüzden yok edilmelidir. Fütürizmin manifestosu bu kadar serttir ama sadece sertlik değildir sorun, zira öncü olanın radikalizme kaçan aşırılıkları zaman zaman ön açıcı da olabilir. Sorun bu avangard duruşun sağ politika ile buluşmasındadır. Manifestodan alınmış aşağıdaki madde, söz konusu sağcılığın sadece popülist bir eğilim değil faşist bir tarafa denk düştüğünü anlamak için yeterliyken, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Mussolini’yi açıktan desteklemesi yoruma gerek bırakmamıştır.

“Savaşı yücelteceğiz-dünyanın tek hijyenini-militarizm, vatanseverlik, özgürlük getirenlerin yıkıcı hareketleri, ölmeye değer güzel fikirler ve kadınların hor görülmesini (destekleyeceğiz).”

Peki, tüm bunlar düşünüldüğünde fütürizm, faşizme eşitlenebilir mi?  

Bu soruya belki de şöyle yaklaşmak doğru olacaktır. Kübizmin sadece Picasso ile birlikte anılması ne kadar doğal ve eksikse, İtalyan fütürizminin kurucularından Marinetti’nin faşist görüşlerinin fütürizmin tamamına mal edilmesi de o kadar doğal ve eksiktir. Çünkü fütürizm sadece İtalya’da sıkışıp kalmamış, Rusya’da devrimci bir tonla yeni bir içerik kazanmıştır. Fütürizmin yolunun komünizmle nasıl kesiştiği daha önce soL Portal’da başka bir yazıda ele alınmıştı.1Sevgili Reşat’ın yazısında vurguladığı gibi bizim topraklarımızın komünist şairi Nâzım Hikmet de bu akımın Sovyetler Birliği kolunu benimsemiştir. İşin içine SSCB girdiğinde bakış açısını genişletmek çok daha kolay oluyor, bu yüzden kolaya kaçmayalım ve İtalya’dan başka resim örneğiyle devam edelim.

Fütürist manifestoya katkısı olan bir diğer önemli isim ise ressam ve heykeltraş Boccioni’dir. Manifestonun yayınlanmasından bir yıl sonra yaptığı “Şehir Yükseliyor”, fütürist anlamda yapılmış ilk resim sayılır. Ressamın bu tarihe kadar yaptığı işlerde neo-empresyonist etkiler baskınken, bu resimde hem ışığı hem de hareketi yakalamaya çalıştığı, soyut resmin sınırlarında dolaştığı ve aynı zamanda dışavurumcu sayılabilecek yeni bir dil yarattığı görülür. Fütürizmi tanıtmak için kullanılan bir resim haline gelen eser, dönemi içerisinde hızla ünlenmiş ve birçok sergide gösterilmiştir. Resimde ezici bir güç hakimdir, devasa atlar ve onları yönlendiren insanlar tuval boyunca dalgalanır. Atların koşum takımları mavi kanatlar gibi yukarı doğru bir hareket yaratır. Sağdan sola diyagonal bir hat boyunca insan ve hayvanın bir arada zorlanan bedenleri, şehri yaratan emeği ortaya çıkarır. Arka planda şantiye halinde olan şehir modernizmin sembolü olarak yükselir. 

                                                        Şehir Yükseliyor, detay

Modernizmin tüm teknolojik sembollerine karşın resimde öne çıkan makineleşme değil emektir. Belki de bu durum, İtalya’nın geç sanayileşmesini gösteren gerçekçi bir yansımadır. Gözden kaçmaması gereken bir diğer ayrıntı ise modernizmin erkeksi bir imajla simgeselleşmesidir. 

Boccioni’nin fırçasını teknik olarak incelediğimizde, yine geçen hafta bahsettiğimiz Seurat’nın öncüsü olduğu divizyonist teknikle, renklerin yan yana konulduğunu ve çizgisel hareketlerle şehrin enerjisini hissettirecek şekilde kullanıldığını görürüz. Belki de Boccioni bu yolla, portreleri anonimleştirip, atları, nesneleri birbirine karıştırarak, aradığı evrensel dinamizmi yaratmaya çalışmıştır.  

                                                           Şehir Yükseliyor, detay

Heykel alanında da çalışmalar veren Boccioni, “Fütüristik Heykelciliğin Teknik Manifestosu”nu yazmış ve kübizmle yan yana değerlendirebileceğimiz biçimsellikte işler üretmiştir. Özellikle “Uzayda Sürekliliğin Eşsiz Formu”, aerodinamik bir nesnenin havada hızlı hareketi sırasında aldığı şekli ve bu sürekliliğin devinimini hissettirir. Makine, insan karışımı bir figür olan heykel, fütürizmin en çok bilinen simgesel işlerindendir. Resim ve heykel alanında fütürizmin önemli temsilcisi olan Boccioni, edebiyatçı Marinetti gibi Mussolini’yi destekler miydi bilmiyoruz, çünkü 33 yaşında (1916’da) attan düşerek talihsiz bir şekilde ölmüştür. 

                                  Umberto Boccioni, 1913, “Uzayda Sürekliliğin Eşsiz Formu”

Fütürist manifesto sanat akımı manifestolarının ilk örneğidir. Fütüristler, modern dönemde politik tavır alan, sanatını toplumsal ilerleyişle bir arada düşünen sanatçılardır. Geçen haftaki yazıda geç kapitalistleşen İtalya’da yaşanan feodalizm sorunlarından, sanayileşen bölgelerde yükselen işçi sınıfından, bir taraftan ileriye atılmaya çalışan İtalyan burjuvazisinden ve iktidarın eşiğine gelen komünist hareketten bahsetmiştik2.  Üzerine eni konu yazmak için değil ama, İtalya’da faşistlerin iktidara gelişini ele alırken, kapitalizmin kriz anlarında devrim gerçekleşmediğinde, devrimci olabilecek sanatçı ya da sanatsal eğilimlerin faşizme aralanan yoldan geçebileceğine değinmezsek konu eksik kalır.

Bu açıdan belki de şu soru meşrudur: Ülkesinin ilerlemesini sanayileşmede, teknolojide ve genel olarak modernizmde görmek sorunlu bir bakış olmadığına göre, bu arayışların sağ politika ile temsil edilmesindeki sorunu nasıl açıklarız? Bugün de Türkiye’de ülkenin ilerleme fikri sağcıların emperyalist rüyaları ile birleştirilmeye ve yurtseverlerin emperyalizme karşı çıkışları ülkeye ihanetle suçlanmaya çalışılmıyor mu? Bugün de, modernizmin temellerini kemiren post modernizmdense, askeri yayılmacılık ve milliyetçi düşünce işçi sınıfı içinde daha kolay örgütlenmiyor mu? 

İtalyan fütürizminin kurucu sanatçıları, manifestolarında belirttikleri kadar militarist, kadınları yok sayan ve milliyetçi bir politikayı savunmuşlardır. Aynı zamanda sanatın içerisindeki yıkıcılıkları, Rus avangardları tarafından da benimsenmiş, aynı ruh başka bir politik hareketle buluşabilmiştir. 

Her durumda İtalyan fütüristlerinin biçimsel olarak getirdikleri yeniliği, yarattıkları felsefi tartışmaları ve yeni olana cesaretle atılmalarını dikkate almalıyız.

                                                      /././

Kuantum bilgisayarlar, zaman kristalleri ve sanal para borsası manipülasyonu -Dr. Mehmet Kemal Gümüş* -

"Günümüzde bilimsel bilgi ve gelişme yalnız ve yalnız inovasyona dönüşebilme potansiyeline sahipse, kitleleri manipüle edebilme yöntemleri sunuyorsa önemseniyor."

Yazının başlığını gören okur bir Sovyet bilim-kurgu öyküsü okuyacağını sanabilir ama başlangıçta uyarmak isterim ki bu bir popüler bilim makalesidir. Tam da başlıkta sayılan kavramların birbirine bağlandığı bir haberden yola çıkarak kaleme alınan bir popüler bilim makalesi... Öyleyse haydi başlayalım.

Veri işlemek insanlık tarihi boyunca hep önemli bir iş oldu. Aritmetik, abaküs, cebir vs. hep bu işin kolaylaşması için ortaya çıkmıştır. Veri işleme hızını artırabilmek ise toplumların gelişmesi ve kalkınması ile doğrudan ilgilidir. Hâl böyle olunca üretime ve bölüşüme dair süreçlerin verimli kılınması için verileri doğru, güvenli ve hızlı bir biçimde işlemek önem arz ettiği gibi hâkim sınıflar açısından da politika belirlerken doğru biçimde işlenmiş verilere sahip olmak çok değerlidir. Ancak günümüzde veri işlemenin önemi tarihte hiç eşi benzeri görülmemiş bir seviyeye gelmiş durumda. Hem internetin ve dolayısıyla sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla hem de veri toplama tekniklerinin ilerlemesiyle beraber işlenecek verinin hacmi de her geçen gün daha da genişliyor. Dolayısıyla bu verileri işlemenin hızı da gittikçe çok daha fazla önem kazanıyor. 

Tam da bu noktada kuantum bilgisayarlar devreye giriyor. Çalışma prensipleri gündelik hayatımızı açıklayan klasik fiziğe değil de maddenin atom ölçeğindeki rejiminde kendini gösteren kuantum mekaniksel iki önemli olguya, süperpozisyon ve dolanıklığa dayanan kuantum bilgisayarlar bu işlem hızını birkaç milyon kat artırmaya teorik olarak imkân veriyor. Süperpozisyon, kısaca açıklanmak istenirse, meşhur Schrödinger’in Kedisi adlı düşünce deneyindeki kedinin kutu açılıp bakılmadığı sürece aynı anda hem ölü hem canlı olması durumu iken, dolanıklık ise iki fiziksel sistemin tüm fiziksel özelliklerinin birbiri ile korelasyona sahip olması olgusudur. 

Kuantum bilgisayarların kalbinde, günümüz bilgisayar sistemlerindeki 1 ve 0’lardan oluşan ve en küçük veri depolama birimi olan bit’ler gibi, bir kuantum mekaniksel sistemin iki farklı durumuyla ilişkilendirilen q-bitler yer alıyor. Kuantum mekaniksel sistemlerdeki süperpozisyon olgusu gereği bir kuantum mekaniksel sistem ölçüm yapılana, bir başka deyişle etkileşime girene kadar bu iki durumda da aynı anda bulunabiliyor. Hem bu süperpozisyon özelliği hem de dolanıklık sayesinde bir kuantum bilgisayar 2q-bit sayısı kadar veriyi anlık olarak ve paralel bir biçimde işleyebiliyor. Fakat maddenin bu özellikleri gösterebilmesi için dış dünya ile etkileşime girmemesi yani her anlamıyla dışarıdan yalıtık tutulması gerekiyor. Bu da dünyanın en pahalı ve en iyi soğutan buzdolaplarının (birkaç mili Kelvin - mK - sıcaklığına kadar) bu bilgisayarları saklaması için yapılmasını zorunlu kılıyor.

Kuantum bilgisayarların verileri paralel ve anlık olarak işleyebilme özelliği nedeniyle de kuantum bilgisayarlar ve kuantum veri işleme hem elindeki koca veri yığınlarını işleyerek kârlarını artırmak isteyen büyük şirketlerin, hem devletlerin, hem de günümüzde popüler olan blok zinciri teknolojisiyle para kazananların (dolaylı olarak sermayenin) ilgisini cezbediyor. Dolayısıyla da bu teknolojinin geliştirilmesi için büyük yatırımlar yapılıyor.1

İşte tam da bu ilgiyi kullanmak isteyen blok zinciri camiasına hitap eden bir internet haber sitesinde yayınlanan haber de bir tık avcılığı örneği sergiliyor.2 Öte yandan verdiği bilgi ile bir yandan da borsa manipülasyonu yapıyor. Haberde geçtiğimiz temmuz ayının başında sonuçları dünyanın en prestijli bilim dergisi olan Nature’ın fizik kısmında yayınlanan, zaman kristalleri üzerine Çin’in Tsinghua Üniversitesi’nde yapılan deneysel bir çalışmanın3 kuantum bilgisayar teknolojisi üzerine çalışma yapan batılı enstitülerde ve politika yapıcılarda bir kıpırdanma yarattığı ve hükümetlerin bu araştırmalara kaynak aktardığı söyleniyor. Ancak bu bilgiye nereden ulaştıklarına dair herhangi bir kaynak da haber metninde yer almıyor.

Konunun uzmanı olmayanların veya bu konuya popüler düzeyde ilgi duymayanların bu haberden kuşkulanma ihtimali sıfır. Bu da insanların tuzağa düşmesini kolaylaştırıyor. Zaten zaman kristallerine dair literatür henüz çok yeni. Öyle ki zaman kristallerinin kuantum bilgisayarların kalbinde yer alan dolanıklık olgusunu gösterdiğine dair teorik tartışmalar sürerken deneysel olarak zaman kristali elde edilebileceğine dair şüpheler de hâlâ devam ediyor.4 Buna karşın İngiltere’nin Lancaster Universitesi’ndeki bir ekip iki zaman kristalini birbiri ile korelasyon içinde tutmayı başardığını söylerken, Çin Bilimler Akademisi’ndeki bir başka ekip de zaman kristallerinin kuantum bilgisayarların temel bileşeni olan q-bitleri (günümüz bilgisayarlarındaki bitlerin kuantum karşılığı) stabil tutmada kullanılabileceğini gösterdiklerine dair makaleler yayınladılar.5 6 Ancak bütün bu deneyler ve teorik tartışmalar kuantum mekaniksel sistemlere özgü bir olgu olan taban enerji durum için geçerliydi. Daha önce de söylediğim gibi bir kuantum mekaniksel sistemi taban enerji durumunda tutmak için onu çok iyi yalıtmanız ve çok iyi soğutmanız gerekmektedir. Çünkü kuantum mekaniksel sistemler çok küçük etkileşimlerle bile durumları bozulamaya müsait nazik sistemlerdir. 

Yukarıda bahsi geçen haberdeki çalışmada ise Çinli ekibin oda sıcaklığında zaman kristali elde ettiği söyleniyor. Tabii bu da oda sıcaklığında çalışacak kuantum bilgisayarları bekleyenler için eşsiz bir zoka. Ancak şunu söylemekte fayda var ki Çinli ekip saygın popüler fizik sitesi olan Phys.org’a verdikleri röportajda elde ettikleri zaman kristallerinin kuantum dolanıklık veya kuantum bilgisayar teknolojileri ile direk ilintili olduğuna dair tek bir şey söylemiyorlar.7 Aksine elde ettikleri zaman kristalini elektromanyetik dalgalar için hassas bir anten veya bir göz olarak kullanılabileceği doğrultusunda öngörüde bulunuyorlar.

Belki bu noktada adı geçen zaman kristali kavramının ne olduğunu ve ilgili haberde bahsedilen deneyin nasıl yapıldığına daha detaylı bakmakta fayda olabilir.

Katı hal fiziği ve malzeme biliminde kristal dendiğinde, atomların uzayda düzenli aralıklarla kendini tekrarlayacak şekilde yerleşmesi ile oluşturdukları ve bu geometrik yapıları nedeniyle belirli fiziksel özellikler gösteren malzemeler anlaşılır. Yani kristalin hangi noktasından bakılırsa bakılsın görülen desen değişmez. Buna mukabil 2012'de Nobel Ödüllü fizikçi Frank Wilczek şu soruyu ortaya attı: Zaman kristali (uzayda değil zamanda kendini tekrarlayan bir nesne) de olabilir mi? Ve sisteme belirli bir ritim empoze edilmese ve parçacıklar arasındaki etkileşim zamandan tamamen bağımsız olsa bile periyodik bir ritmin ortaya çıkması mümkün olabilir mi? Zaman kristali kavramı işte bu fikre dayanıyordu.

Frank Wilczek'in bu fikri yıllardır çok fazla tartışmaya yol açtı. Bazıları zaman kristallerinin prensipte imkânsız olduğunu düşünürken, diğerleri boşluklar bulmaya ve belirli özel koşullar altında zaman kristallerini gerçekleştirmeye çalıştı. Şimdi, özellikle muhteşem bir tür zaman kristali, Çin'deki Tsinghua Üniversitesi'nde Avusturya'daki TU Wien'in de katılımıyla deneysel olarak başarıyla yaratıldı. Ekip, deneyde lazer ışığı ve normal boyutundan birkaç yüz kat daha büyük bir çapa sahip Rydberg atomları olarak adlandırılan çok özel atom türleri kullandı. Deneyin sonuçları da dünyanın en prestijli fizik dergisi olan Nature Physics’te yayınlandı.

Yaşça büyük olanlar sarkaçlı duvar saatlerini hatırlayacaktır. Ya da eski duvar saatlerinin tik tak seslerini... İşte bir saatin tik tak sesi zamansal periyodikliğin en iyi örneğidir. Ancak, bu kendi kendine gerçekleşmez: Birisi saati kurmuş ve belirli bir zamanda başlatmış olmalıdır. Bu başlangıç anı daha sonraki tik takların zamanlamasını da belirler. Fakat bu durum zaman kristali için farklıdır. Wilczek'e göre, zaman kristalindeki bu periyodiklik maddenin taban enerji durumunun simetrisi gereği kuantum mekaniksel olarak kendiliğinden ortaya çıkmalıdır.

Çin’in Tsinghua Üniversitesi'nde Dr. Li You gözetiminde Xiaoling Wu, Zhuqing Wang ve Dr. Fan Yang tarafından yürütülen deneysel araştırmanın teorik kısmından da sorumlu olan TU Wien Teorik Fizik Enstitüsü'nden Prof. Thomas Pohl ise bu olguyu "Zaman kristalinin tik taklarının frekansı sistemin fiziksel özellikleri tarafından belirlenir, ancak ilk meydana geldiği anlar tamamen rastgeledir; buna kendiliğinden simetri kırılması denir" şeklinde açıklıyor.8

Tsinghua Üniversitesi’ndeki deneyin ayrıntılarına bakılırsa deney düzeneğinde bir lazer demeti, oda sıcaklığındaki rubidyum atomlarından oluşan gazla dolu bir cam kaba tutuldu. Kabın diğer ucuna ulaşan ışığın şiddeti ölçüldü. Bu düzenek açıkça sisteme belirli bir ritmin dayatılmadığı statik bir deney düzeneği olmasına yani düzenekteki lazer demeti ile hücredeki atomlar arasındaki etkileşimler değişmemesine ve lazer ışınının yoğunluğu sabit olmasına karşın şaşırtıcı bir şekilde, cam hücrenin diğer ucuna ulaşan lazer demetinin oldukça düzenli desenlerde salınmaya başladığı gözlemlendi.

                            Şekil 1: Deney düzeneğinin bir fotoğrafı ve şematik olarak açıklanışı

Deneydeki diğer bir önemli nokta ise Rydberg atomları denilen, stabil bir atomun en dıştaki kabuğunda dolaşan elektronların atoma aktarılan enerji vasıtasıyla atomun normal çapının birkaç yüz katı çaptaki kabukta dolaşmasının sağlanması ile elde edilen atomlardan oluşan bir gazın kullanılmasıdır. Cam kaptaki atomlar işte bu sözü edilen çok büyük çaplı Rydberg durumlarında olacak şekilde hazırlanırsa bu atomlar arasındaki kuvvetler de çok büyük olur ve bu da atomların lazerle etkileşime girme biçimini değiştirir. Eğer lazer ışınını da her atomda aynı anda iki farklı Rydberg durumunu harekete geçirebilecek şekilde seçerseniz, bu iki durum arasında kendiliğinden salınımlara neden olan bir geri bildirim döngüsü üretilir ve bu da salınımlı bir ışık emilimine yol açar. Bu da cama ulaşan demette belirli bir periyotta gerçekleşen gecikmelere sebep olur ve sonuç olarak bu titreşim de cam kabın sonuna ulaşan ışık yoğunluğunun titreşim ritmini belirler.

Tekrar tartışmamıza dönelim. Bilim insanları çalışmalarıyla ilgili bahsedildiği gibi bir iddiada bulunmazken borsa habercisi nasıl bir kaygıyı hedefe alarak tık avcılığı yapıyor? Korkmayın, bilinmeyen bir hikâyeyi anlatmayacağım. Artık aklı başında herkesin bildiği üzere burada bilimin ve onun ürünü olan teknolojinin metalaşması ve bilimsel buluşların bile piyasa mekanizmasında alelade bir dişliye dönüşmesi ve eğer üretilen bilgi “işe yaramıyorsa” üretilmemesi gerektiği fikrinin bilim insanlarınca bile kabul edilmesi devreye giriyor. Marx ve Engels’in Manifesto’da dedikleri gibi “Burjuvazi, bugüne kadar el üstünde tutulan ve önlerinde yerlere kadar eğilinen mesleklerin tüm saygınlığını çekip almış; hekimi de, avukatı da, rahibi de, şairi de, bilim adamını da kendi ücretli emekçisi yapıp çıkmıştır.” Öyleyse bir tür ücretli emekçiye dönüşen bilim insanlarının üretimleri de metalara dönüşmüştür. Günümüzde bilimsel bilgi ve gelişme yalnız ve yalnız inovasyona dönüşebilme potansiyeline sahipse, kitleleri manipüle edebilme yöntemleri sunuyorsa hatta çok daha basit olarak birkaç sanal para borsasında manipülasyon yapmanın aracı ise dikkat çekebilir oluyor ve önemseniyor. Wilczek’in dahice önerisi sadece fizikçileri heyecanlandırırken, fikrinin teknolojide kullanılması borsacıları, hükümetleri ve sermayedarları heyecanlandırıyor. Kaldı ki Wilczek bu fikrini ortaya atarken zihninde ne kuantum bilgisayarlar ne de iyi sensörler yapma gibi bir kaygı vardı.

Meseleye ülkemiz açısından bakıldığındaysa sorun başka türlü işliyor. Türkiye’de ne sermayenin böylesi çalışmaları finanse etme ufku ne de kabiliyeti var. Öte yandan üniversitelerimizde de bu tür çalışmaları yapmaya yetecek ne bir “bilimsel birikim” ne de “adanmışlık” söz konusu. Ancak dünyada hâkim olan, bilim insanlığını sadece teknik bilgi ve ucuz iş gücü üretimine indirgeyen, yabancılaşmayı köküne kadar yaşatan bir Fordist seri üretim işçiliği olarak gören günümüz akademi anlayışı ile ülkenin geri kalmışlığı nedeniyle dinselinden sekülerine cemaatleşme ve nepotizm yoluyla kalitesini kaybetme arasında sıkışan Türkiye üniversitelerinin bu tür gelişmeleri uzaktan dahi olsa takip edebilme kapasitesine sahip olmalarını beklemek aşırı iyimser olacaktır.  Bütün bunların yanında 22 yıldır süren AKP’nin dinci ve tarikatçı saldırıları da hesaba katıldığında popüler bilim seviyesinde bilimle ilgilenen insanların dahi el üstünde tutulması gereken kahramanlar gibi görülmeleri işten bile olmamakta. Çünkü eğitimin özelleştirilerek halktan esirgendiği, halk çocuklarının tarikatlara teslim edildiği, devlet ve akademi eliyle bilimin dışlandığı bir ülkede ciddi popüler bilim takipçiliği bu tür haberlere düşmenin şu an için en iyi panzehri olacaktır fikrindeyim.

*İTÜ Fizik Mühendisliği (Doktora Sonrası Araştırmacı)

Sahaflar Çarşısı (XVIII) - İğne deliğinden geçen bir komünist: Şoför İdris -Özkan Öztaş-
Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Yusuf Şaylan'la birlikte Türkiye'de sınıf mücadelesinin önemli karakterlerinden biri olan Şoför İdris'in hayatını konu edinen kitapları ele alıyoruz.

Kimi zaman tarihi değiştiren kimi zaman da tarihin değiştirdiği insanların öyküsünü ele almaya çalışıyoruz Sahaflar Çarşısı buluşmalarında. 

Bu hafta hangi kitabı konuşalım diye düşünürken "Bizim şoförü konuşalım" dedi Yusuf Şaylan. Hem tarihin tekerini ileriye doğru döndüren bu toprakların komünisti hem de komünist hareketin tarihinde partinin, mücadelenin, sınıfın, kavganın ve inadın şekil verdiği bir karakter Şoför İdris. 

Namı diğer İdris Erdinç'i konuşacağız. Hem herkesin bildiği hem de ona en yakıştığı ifadesiyle, Şoför İdris'i.

Bu sefer söyleşimiz için Mülkiye'de buluşuyoruz. Bu tarif öğrencileri için okul, okul çağı geçmiş olanlar için ise Konur'da İnsan Hakları Heykeli'nin yanı başındaki mekan anlamına geliyor. Öğrenme çağımız geçmese de okullu değiliz artık. Mülkiye Kültür Merkezi'nde buluşuyoruz.

Mülkiye'ye girdiğimde masada tek başına "dersine çalışırken" yakalıyorum Yusuf Şaylan'ı. Şoför ile ilgili anılar, notlar var masada. Telaşlı telaşlı bakıyor notlara bir şey kaybetmiş gibi. Beni görünce gülümsüyor ve oturuyorum yanına. "Gel gel, bir sürü not çıkardım" diyor. Masada yine özenle kesilmiş minik beyaz karton kağıtlar.

Mülkiye'de çaylar hep biraz demli gelir. İki çay söylüyoruz. Bu sefer şoför koltuğunda Yusuf Ağabey var. Eski yoldaşını, dostunu, arkadaşını anlatacak. 

Başlıyoruz. 

Anılardan tarih yazmak

"Bugün kulağını sanırım pek bi çınlatacağız Aydemir'in" diyor ve gülüyor Yusuf Şaylan. 

"Aydemir (Güler), yalnızca anılardan şekillenen tarih referanslarına ve tarih yazımına çok mesafeli. Titiz adam. İlla belge diyor. TKP tarihi kitabı yazılırken çok sık görüştük. Malum. TKP tarihi sadece bir partinin değil. Yüz yıllık çınardan da büyük bir şey bu tarih. Dolayısıyla da aynı zamanda memleketin, siyasetin, hepimizin ortak tarihi. Aydemir'in anılardan yola çıkılarak yazılan tarihe mesafeli durması çok doğru.

Ama satır araları var işte. Ben de bunları okumaktan inanılmaz keyif alıyorum" diyor ve gülüyor muzipçe. 

Yusuf Şaylan masadaki iki kitabı uzatıyor bana doğru. Biri Aydın Aydemir'in "Herşeye rağmen - Bir devrimcinin öyküsü" adını taşıyor. Kapakta Şoför İdris ve alışık olduğumuz şapkası var. Güldikeni Yayınları'ndan çıkmış. Diğeri de Hikmet Akgül'ün, "Şoför İdris - Anılar" adını taşıyor. Yar Yayınları'ndan. 

"Bu iki kitap hem beni hem de Aydemir'i haklı çıkarıyor. Tarihlerde bazı çelişkiler falan var mesela. Bazı yerlerde belli ki bizim Şoför'ün aklı karışmış anlatırken. Tarihler falan birbirine girmiş. Malum Şoför'ün çok ileri yaşlarında derlenen mülakatlar bunların çoğu. Karıştırmış. Ama bazı yerler de beni haklı çıkarıyor" diyor ve gülerken elini göğsüne götürüyor kendisini işaret edercesine.

"Hiçbir tarih kitabının yazmayacağı, yazamayacağı notlar var burada. İşte bu ayrıntılar müthiş öğretici bence. Evet anılardan yazılan tarih eksik kalır. Nesnel olmaz ya da çelişkilere gebedir. Ama anılar ve tanıklıklar olmadan da o tarih hem eksik hem de yavan kalır bana göre. O yüzden bu kitapları çok büyük bir heyecanla okuyorum" diyor. 

Bu söyleşimizin merkezinde Hikmet Akgül'ün Şoför İdris kitabı olacak. Kimi bölümlerde de Aydın Aydemir'in Herşeye Rağmen kitabına kısa kısa misafir olacağız. 

Partinin tezgahından geçen İdris: Boksör, şoför, tesviyeci

Çayından bir yudum alan Yusuf Şaylan gözlüklerini burnunun kemerine daha sıkı oturtuyor. Böylesi zamanlarda bir pırlanta kuyumcusu gibi işliyor konuları. Titiz ve dikkatli. 

"Şoför İdris'in hikayesi aynı zamanda TKP'nin de hikayesi gibi. Tütün tezgahlarında örgütlenen işçiler, orada kurulan birimler, yan yana gelen işçilerin dertleri, hayalleri, bazen paylaştıkları kuru ekmekler ama illa ki mücadeleler. Şoför İdris kadar inanmış ve kendisini adamış insan bulmak zor demeyeyim. Kolay olduğu için demiyorum ama parti yapıyor bu işi işte. Tezgahında işliyor tane tane, ilmek ilmek. Yetiştiriyor insanı. Şoför İdris'in hayatına bakınca işte onu görüyorsun. 

Drama doğumlu şoför. O dönem Balkanlardan gelen mültecilerden. Çok işçi geliyor o zamanlar Türkiye'ye. Mübadele dönemleri. İşçi sınıfımızın 1950'li yıllara kadar karakteristik özelliği, Ermeniler, Rumlar, Balkan göçmeni Türkler ve Kürt illerinden çalışmaya gelmiş hamallar. Bu güzel tablo 1950'lerde dağılıyor sonra, Rumlar ve Ermeniler yeniden göçe zorlanıyor. 

Çocukluk yıllarında, küçük İdris'in hayatını Birinci Dünya Savaşı şekillendiriyor. Babasının savaşa katılması, değişen sınırlar ve yeni baştan kurulan hayatlar İdris'i bizim topraklara yakınlaştırıyor doğduğu yerden. Ve okuma yazma bilmeyen bu genç, uzun boylu ve babayiğit tütün işçisinin yolu, fabrika tezgahında işçinin hakkını arayan, yanında duran ve her şeye işçilerin gözünden bakan birileriyle kesişiyor. Zaten kitapta da öyle anlatıyor. Tanıştım. Uzun süre görüştüm. Sonra da onlarla birlikte çalıştım diyor. Ve şoför İdris'in hikayesi ondan sonra partisi TKP'yle birlikte yazılıyor, çiziliyor. TKP tarihinin önemli isimleriyle kesişiyor yolları. Parti şoföre boks eğitimi veriyor. Şimdilerde Şişli'ye falan denk gelen yerlerde tarlalarda, bahçelerde gizli gizli boks eğitimi almışlar. Eğitimi veren de partili" diyor Yusuf Şaylan ve gülüyor ardından. 

Şoförlük o zamanlar şimdikinden daha çok önemli bir meziyetmiş. İdris'e parti şoförlük öğretiyor. Bir de tesviyecilik. Buna eşlik eden bir de okuma yazma. Okuma yazma dahi bilmiyormuş Şoför İdris partiyle tanıştığında. Ancak okumak bu işin en başında geldiğinden parti ona okuma yazma öğretmiş. Sohbetlerde şekillenen Marksizm, Leninizm gibi kavramları kendi akıl süzgecinden de geçirsin diye.

Yusuf Şaylan "37. sayfada bunu anlatırken 'Parti bana el atmıştı' diye anlatıyor Şoför İdris. Zor zamanlar. 1930'lu yıllar. Boğazdan geçen Sovyet gemilerine gizlice selam verdikleri için sorguya çekilen işçilerin yılları. Bugünden bakınca garip geliyor" diyor.

                                       Şoför İdris elinde karanfille kortejin en ön sırasında

Önemli zamanların vazgeçilmez kadroları: 'Fazla-i kıymet'i bilen işçiler

Yusuf Şaylan çayından bir yudum alıp notlarına bakmaya devam ederken gözlüğünü çıkarıp bırakıyor masaya. Gözlerimin içine bakıyor. 

"Daha ben ne anlatayım?" ya da "Bunları nasıl anlatayım?" dediği zamanlarda böyle yapıyor. Eski deyişle kelimeler kifayetsiz kalıyor. 

Tütün işçileri o dönem Bursa'da İzmir'de ve İstanbul'da örgütlü. Bir de Adana. Liman ve demiryolları bu sürecin belirleyeni. Malum, ikmal yolları olmadan işlenmiş ürünü pazara katmak zor patronlar için. Tütün işçileri arasında hücreleri var TKP'nin. Şoför İdris ilkin orada tanışıyor parti ve mücadeleyle. Komünist olmanın, bu uğurda mücadele etmenin idamla sonuçlanan cezalarının olduğu yıllar. 

"Bugünlere kolay gelinmedi. Öyle kolay olmuyor bu işler. Daha önce de birçok kez konuştuk. Hatta Karacaoğlan'ın bir dizesini not etmiştik 'Kim var imiş biz burada yok iken' diyor ya hani bir türküsünde. İşte Şoförü, yol arkadaşlarını bilmek hatırlamak lazım gelir böyle anlarda.

Mesela Emine. O da tütün işçisi. Parmakları tütün sararken tanışıyorlar Emine ile. Evleniyorlar sonra. Hayat da mücadele de çok erken yaşlarda başlıyor tabii o yıllarda. Evet ama TKP o dönem sadece tütün işçilerinde değil, birçok yerde var. Hatta okurken insan bu kitabı 'Ulan her yerde varmışız' dedirtiyor bazen. Elbette yaygın değil. Olamaz da. Yeraltında örgütleniyor o dönem işçiler. TKP yasak, komünizm yasak. Ama kritik her yerde var. Mesela askere gidiyor Şoför, orada bakıyor falanca subay da komünist, filanca aşçı da. O tekniker de diğer usta da. TKP sınıfın içinde görünmez bir el gibi. Yetiştirmiş işçileri. Nitelikli, donanımlı olana önce 'komünist mi acaba' diye bakıyorlar. Bak işte kendi anlatıyor. Okuma yazma bilmeyen tütün işçisine şoförlük öğretiyor parti, sonra boks, kendini ve arkadaşlarını savunsun diye, sonra tesviyecilik. Şimdi düşününce bu adam tesviyecilik yapmayacaksa niye öğrendi diye düşünürüz değil mi? Başka bir işçiye öğretmen için bazen. Belki de bir işçiyle tanışmak için" diye anlatıyor Yusuf Şaylan. 

Satır arası bir sürü hikaye var bunlar anlatılırken Hikmet Akgül'ün Şoför İdris kitabında. Sovyetlerden partiye aktarımlar için gelen Abbas'ın başına gelenler, Emine'nin partili olma süreci, Şefik Hüsnü, Boz Mehmet, Nâzım, Hikmet Kıvılcımlı, Enver Gökçe, Vedat Türkali ve daha nicesi yer alıyor anlatılarda. 

Tabii her ne kadar parti bir torna dişlisi gibi şekil verirken işçilere, işçiler sürekli bir araya gelemiyor partiyle. Yalnız, tek başına, bir başına kalan ve her seferinde doğru inisiyatifi arayan işçilerin hikayesi var Şoför'ün hayat hikayesinde. 

Sarıkamış'ta askerlik yaparken rütbelilere şoförlük öğretiyor. Ama asker döven rütbeliye yok bu eğitim. İdris'i gözden çıkaramıyor komutanlar. Dürüst, çalışkan sözünün eri biri. Daha ilk günden komutana "Benim dosyam gelecektir size. O gelmeden diyeyim ben komünistim. İşçi davası güdüyorum" diyor. 1941 yılı. Hitler Balkanlarda kılıç atıyor. Şoför İdris'in dürüstlüğü şaşırtıyor komutanları. Hiçbir şeyi saklamıyor sakınmıyor.

Şoför İdris 1994 1 Mayısında Çağlayan'da Perpa Önünde SİP kortejinde uğradığı polis saldırısının ardından yaralıyken... Yusuf Şaylan: "1 Mayıs bitmişti. Otobüslere dönüyorduk. Polisler otobüslerimize toplu yürüyoruz diye saldırmıştı. Şoför İdris yanımdaydı. 'Gestapolaarr' diye bağırdı hiç unutmuyorum. Bayraklarımız yere düşmüştü. Bir hafta sonra o mahallede yere düşen bayraklarımız yıkanmış ve gecekonduların balkonunda kurutulurken bulmuştuk. Mahalleli sahip çıkmıştı yere düşen bayraklara."

Sarıkamış'ta uzun dönem askerlik yapan Kürtlere ağaya, patrona karşı ellerine kuvvet geçsin diye şoförlük öğretmiş İdris. Kışlanın yanından geçen yoksul köylülere depodaki fazla kıyafetleri dağıtmış gizli gizli. Yakalandığında da tek bir şeye güvenmiş. Şahsi menfaati olmayan işlerde cesur adımlar atmasına ve hep en aranan, en çok ihtiyaç duyulan işçi olmasına. Parti o dönemler hep önemli yerlerde var olmuş, hep var olduğu yerlerde önemli kadrolar yetiştirmiş. Şoför bunların nicesinden bir tanesi. Bu işçiler yalnızca işlerinde deneyimli ve işini iyi bilen kişiler değiller. Şoför İdris'in deyimiyle fazla-i kıymeti yani artı-değeri bilen işçiler. Marksizmi, Leninizmi, artı değer teorisini, tarihsel materyalizmi kavramış işçiler. Şoför bu isimlerin belki de en uzun soluklusu, en inatçılarından biri.

Tütün işleyen, fabrikalarda birimler kuran, işçiler arasında bilinçlenen işçilerden. Eşi Emine de onlardan biri. Cezaevinde gördüğü işkencelerden sonra sağlığını kaybeden ve genç yaşta hayata veda eden biri Emine. Bu tarihin gizli kahramanlarından.

Sohbetin bu kısmı bir şarkıyı anımsatıyor bize. Nâzım'ın yazdığı ama hiçbir kitabında yer vermediği, tütün işçilerine armağan ettiği söylenen İşçi Kızı şiiri. Arif Kemal'in seslendirdiği bu ezgi sürecin hikayelerini anlatan bir ezgilerden biri.(https://www.youtube.com/watch?v=JSndjKBgDFE)

'Parti varsa ben de varım'

Kitabın yazarı Hikmet Akgül'ü anlatıyor bir yandan Yusuf Şaylan. 

"Hikmet önemli bir iş yaptı açıkçası. Şoför İdris ile saatlerce görüştü, mülakatlar yaptı, kasetlere ses kayıtlarını aldı. İnce ince ördü bu süreci. Kendisiyle eskiden Toplumsal Kurtuluş dergisi yıllarından tanışırdık. Kanser yüzünden erken kaybettiğimizi düşündüğüm kişilerden biri. Normalde Şoför İdris ile özel bir mesaisi ya da tanışıklığı olduğundan değil. Bu konuyu ve yılları çok önemli gördüğünden temas kurup anılarını ve hatıralarını kayda geçti. Tabii aynı zamanda bu tarihe de çok hakim olunca güzel bir şey çıktı ortaya. Yar Yayınları da okuyucuyla buluşturmuş bu güzel emeği. Ne güzel şans. Hikmet'i hatırlatmadan geçmemek lazım" diye anlatıyor kitabın yazarını.

Şoför İdris'in hayatını ve onun hayatında partili mücadelenin yerini anlatırken gözlüğünü masaya bırakıyor Yusuf Şaylan. 

Önce derin bir iç çekiyor. 

"Şimdi bazı şeyleri anlatsan olmaz. Ama anlatmasan da olmaz. Nasıl anlatılır onu hiç bilmiyorum zaten. Mesela gördüğü işkencelerden sonra eşi Emine hayatını kaybediyor. Şoför İdris iyi değil tabii. Sonra aradan geçen yıllarda Hatice ile tanışıyorlar ve yeniden evleniyor. İşinde titiz ve uzman İdris. Komutanlar askerlik sonrasında işçi olarak, ona 'Gel burada çalış, askeriyede işçi ol' diyorlar. O da kabul ediyor. Orada örgütlenmeye devam ediyor. Sonra Şefik Hüsnü çağırıyor Şoför İdris'i. 'Sana ihtiyacımız var' diyor. 

İdris Askerlikten sonra Kocaeli'nde Askeriyede işe giriyor. 1946 Yılı savaş sonrası legal parti ve sendikalar kuruluyor Türkiye tarihinde kırılma anlarından İdris'i göreve çağırıyor parti. Keyfi yerinde normalde İdris'in. Maaşı var, lojmanda kalıyor. Üstelik biliyor eşi Hatice çok da iyi bakmayacak bu değişikliğe. Ama parti çağırdı diyor. Valizlerini bırakıyor ve istifasını veriyor. Komutanlar şaşırıyor. Kararının net olduğunu söylüyor. Aldığı tazminatı partiye teslim ediyor. 'Parti varsa ben de varım' diyor her seferinde.

Açık parti denemelerinin sonrasında değişen koşullarla birlikte Şoför İdris'in de hayatı yeniden değişiyor. İşten çıkıyor yeraltına çekiliyor. Gizli çalıştığı dönemler. Bazen ekmeksiz bazen de evsiz kalıyor. Mesela şu çok garip. Hem polisten saklandığı hem de gizli gizli çalıştığı zamanlarda yatacak yeri olmayınca mezarlığa gidip vefat etmiş eşi Emine'nin mezarında uyurmuş. Gidecek hiçbir yeri bile yok. 

Sonra bir gün yıllar sonra tesadüfen babasını görüyor. Babası sokak ortasında çöpleri karıştırıp ekmek topluyor. 'Baba sen ne yapıyorsun, ne bu hal' diyor. Ama kendisinin o halden farkı yok. Babası çöpten çıkardığı ekmeği ikiye bölüyor İdris ve babası ağlaya ağlaya yiyorlar."

Yusuf Şaylan bunları anlatırken gözlerini kaçırıyor. Kitabın ilgili bölümünü bana uzatıp "sen devam et" deyip susuyor. Ben de araya sessizlik girmesin diye pasajı okuyorum. 

Sonra söze kaldığı yerden devam ediyor.

"Evet. Bazı şeyleri anlatsan olmaz. Ama anlatmasan da olmaz. Biz anlatalım ama kayda geçsin.

Şoför İdris bu zorlukları tutunamadığı için ya da böylesine razı olduğu için yaşamıyor. Sakın yanlış anlaşılmasın. Bazen mücadele bazı meşakkatli şeyler gerektirir. Şoför bunu göze aldığı için yaşıyor böylesi zorlukları. Ve elbette aşıyor da zaman içinde. Hızla evini tutuyor ve Hatice'yi yanına alıyor. Tencerede yemek kaynıyor, sıcacık buğusunda, hangi fabrikada nasıl örgütlenecekler onu planlıyorlar. 

Partiye inanmış adam. Sonsuz ve tartışmasız. 

Mesela bu diğer kitapta geçiyor. Aydın Aydemir'in kitabında. 282'inci sayfada yer alır. Hasta yatağında Şoför İdris. Kanser. 82 yaşında. Artık ağrıları dayanılmaz oluyor. Dayanamıyor.

Ve o güne kadar her acısında, her sorununda yanında olan tek şey var. Partisi. Bilinci yarı açık ilaçların da etkisiyle kendini iyi hissettiği tek bir anda 'Aydemir'e söyleyin. Beni kurtarsın' diyor. Çünkü onu o güne değin kurtaran tek şey partisi. Aklına doktordan önce parti geliyor. 

Bilinsin bunlar bir yanıyla. Ama illa ki okunsun. Bu satır aralarında mutlaka buluşulsun." diyor Şaylan. 

Biraz öfkeli, biraz hüzünlü ama nemli gözlerinde hafif tebessüm var anlatırken. 

Mevzunun "okunmalı" kısmından hep kaygıyla söz ediyor. Geçmişe kıyasla daha da güç bir hal alan okuma eylemi Yusuf Şaylan'ı endişelendiren bir mevzu. "Okumanın yerini hiç bir şey tutmayacak, en azından bir süre daha. Ama okumak da inanılmaz zayıfladı ve azaldı sanki değil mi?" diyor söz buraya gelince. Bir yandan da bu dönemi daha ayrıntılı okumak için aklına gelen kitapları sıralıyor.

"Vartar İhmalyan'ın Bir Yaşam Öyküsü kitabı, sonra Hayk Açıkgöz'ün Anadolulu Bir Ermeni Komünistin Anıları, Hasan İzzettin Dinamo'nun TKP Aydınlar ve Anılar kitabı, Hikmet Kıvılcımlı'nın Günlük Anılar'ı, çok bilinen bir kitap değildir ama Remzi İnanç'ın Ortak Belleğimizdir Dostlar kitabı yine, Zihni Anadol'un yayına hazırladığı Zehra Kosova'nın Ben İşçiyim kitabı, Abidin Nesimi'nin Anılar kitabı ve Gün Benderli'nin Su Başında Durmuşuz kitapları aklıma ilk gelenler arasında" diye bitiriyor sözlerini.

Yavaştan notlarını topluyor. Kartları bana veriyor, lazım olur diye. Notlarımın arasına katıyorum. Bir çay daha söylüyoruz. Yavaştan kalkacağız artık sohbetimizin sonuna geldik. Bu sefer son sözü Şoför İdris'e bırakalım istedik

"Parti azası olmak kolay bir iş değildi. Bir sürü deneylerden geçiyorduk. Tesviye, motor, boks, şoförlük... Bir sürü şey. Bir yerde okumuştuk, hep de söylenirdi, bu­nu hiç unutmamak lazım, bir partili, bir komünist binlere bedeldir. İğne deliğinden geçebilecek, her yerde mücade­le edebilecek birisi olacaksın. Bunun mektebi istihsaldi, fabrikaydı."


  • Paçavra İktisat: Dünya Gelişme Raporu 2024 – Orta Gelir Tuzağı -Serdal Bahçe-

Çünkü bilim diye ortaya sürdükleri dogma, geçtim doğru cevabı bulmayı, doğru soruyu bulma olanağını bile tanımıyor. Bilim hurafeleştikçe, hurafe bilimleşiyor; olan bu.

Burjuva iktisadı artık bir bilim değildir, bir dogmadır. Dogma ise bir taraftan kanondur, yani yasalar ve katı kurallardır, diğer taraftan da hurafeler ve mucizeler ile süslenmiş söylemdir. Akıl ötesi, sorgulanamaz bir yasa/kanon ve akılcı olmayan hurafe ve mucize var ise bilim yoktur; var olan dogmatik bir paçavradır. Nitekim burjuva iktisadının kanonu (“piyasa mekanizmasının başka her türden alternatif dağıtım ve fiyatlama mekanizmasına karşı üstünlüğü tartışılmaz”, “özel mülkiyetin başka her türden mülkiyet türüne (örneğin her türden ortakçı mülkiyete) karşı avantajlara sahip olduğu yadsınamaz bir gerçektir”) vardır ve hurafeleri, mucizeleri vardır. Hattı zatında bir bilim değildir, paçavradır. 

Hurafe ve mucizeler bu sözde bilimin en önemli öğelerdir. Önce mucizeler. Azgelişmiş ve sömürülen kapitalist ülkelere yönelik “mucize” yakıştırması sefil burjuva iktisadının en önemli silahlarından biridir. Bir zamanlar Brezilya “mucize” idi, çöktü, tarihinin en ağı ekonomik bunalımlarından birini yaşadı. Bir vakitler Güney Kore mucizeydi (ve hatta ne yazık ki muhalif cenahtan bazı solcu iktisatçılar bile öyle gördüler), sonra 1997’de bir gece ansızın çöküverdi mucize. Güney Koreli emekçilerin askeri faşizm altında yarattıkları zenginliğini büyük bir bölümü kısa bir sürede emperyalist merkez menşeili sermayenin eline geçti. Şimdi Çin “mucize”, ama o da bir süredir durgunluk emareleri gösteriyor, atıl kapasite sorunlarından bahsediliyor. Dahası çok sorunlu aşırı borçla yüklenmiş ve her an patlamaya hazır bir finansal siteme sahip olduğundan bahsediliyor. Maşallah dedikleri bir gün yaşamıyor vesselam. 

Hurafe ise artık öze ve temel dinamiklere yönelik analiz yöntemlerini tümden kaybetmiş, açıklamak bir yana, betimleme gücünü bile yitirmiş burjuva iktisadının açıklarken kullanabildiği tek araç. Bir örnek verelim. 

Büyüme ve kalkınma iktisatçıları pek iyi bilirler; Kuznets eğrisi diye bir hurafe var. Bu hurafeyi ilginç bir figüre, Simon Kuznets’e borçluyuz. Kuznets aslında şimdi Beyaz Rusya sınırları içindeki Pinsk’te doğdu. Akademik eğitimini almadan hemen önce patladı Bolşevik Devrimi, o da sosyalist planlamaya yönelik istatistiksel ve matematiksel bir iktisat eğitimi almış; kayıtlar öyle diyor. Ancak Kuznets ve ailesi 1922’de ABD’ye kaçtılar. Bir kural var, Sovyet Sosyalizminden kaçan iktisatçılar burjuva iktisadının gelişimine çokça katkıda bulundular. Kuznets yalnız değil, yine burjuva iktisadının bedenini sağlamlaştıran Wassily Leontiev de Sovyet kaçkını bir iktisatçı. Sayıları çoktur. SSCB’de aldıkları iktisadi-matematiksel altyapı ile Amerikan ekonomisini analiz ederken burjuva iktisadı denilen saçmalığın gelişimine çokça katkıda bulundular. Ancak bu işin masumane yanı; bu iktisatçılar aynı zamanda Amerikan emperyalizminin istihbarat örgütlerine de Sovyet ekonomisi ve nasıl yönetildiği ile ilgili önemli bilgiler aktardılar. Kaçtılar ve ihanet ettiler. 

Neyse biz Kuzents eğrisine dönelim. Kuzets öyle yüksek kuram falan seven bir iktisatçı değildi, gözlemlerden çıkan genellemeleri yüksek kurama tercih ederdi. Nitekim Kuznets eğrisi saçmalığı da bu aşktan doğdu. Buna göre ülkeler kapitalist gelişmenin ilk aşamalarında yüksek hızla büyürken gelir dağılımı bozulur sonra gelişkinliğin artmasıyla birlikte büyüme bu defa gelir dağılımında düzelmeyi getirir. Böylece Kuznets’in dahiyane gözleminden “U” türünden bir ilişki çıkar. Ne güzel değil mi? Öncelikle hiçbir kuramsal açıklaması yok, kuramsal açıklama çabaları da çıkmaz sokakta kayboldular zaten. Dahası doğru da değil, sermayenin karşı saldırının başladığı 1980’lerden sonra gelişmiş ekonomilerde de (hele hele ABD’de) gelir dağılımı hızla bozuldu. Dolaysıyla Kuznets eğrisi denilen şey bir hurafeydi. 

Şimdi ortalarda başka bir hurafe dolaşıyor; “Orta Gelir Tuzağı”. İşin ilginci bu hurafeye yine muhalif cenahtan iktisatçıların bir bölümü de tav olmuş durumdadır. Peki ne anlama geliyor? Kapitalist büyüme ülkeler arasında bir yarışma olarak kurgulanıyor. Burada ülkeler kişi başına ulusal gelirleri üzerinden yarışıyorlar. Pek tabi ki gelişmiş kapitalist ülkeler diğerlerinden kopmuş ve liderliği ele geçirmiş, en önde koşan bir grup görüntüsü sergiliyorlar. Arka gruptaki ülkelerden bir bölüğü hızlı büyüyorlar, ve türdeşlerine fark atarak gelişmişlerle arayı bir nebze katıyorlar, ancak koşu temposunu arttırmış ve öndeki gruba yaklaşmış bu hızlı büyüyen ülkeler grubu birden bir bataklığa saplanıyorlar. Onların Amok koşusunun saplanıp kalığı bataklığa sefil burjuva iktisadı “Orta Gelir Tuzağı” diyor. Hızla büyüyüp orta gelir seviyesine geliyorlar ancak oradan bir türlü kurtulamıyorlar. Dünya Bankası’nın hesabına göre bu bataklığın sınırları 2022’de kişi başına gelirleri 1136 dolar ile 13845 dolar arasında olan ülkeler grubu tarafından belirleniyor.1 Anlaşıldığı gibi kuramsal bir açıklama ya da teşhis değil, keyfi bir şekilde belirlenmiş niceliksel sınırlara dayalı bir sınıflandırma. Bu sınırların neye göre belirlendikleri, nasıl hesaplandıklarına dair açıklamalar var ama bu açıklamaların kendileri de ayrı bir sorun. Kısacası önce hızlı bir şekilde büyüyorlar, sonra duraklıyorlar ve oldukları yerde sayıyorlar, nedenini bilen yok. Bilimsel açıklama yok, hurafe var. 

Dünya Bankası’nın 2024 Dünya Gelişme Raporu’nun teması da orta gelir tuzağı. Dünya Bankası’nın yıllık gelişme raporları burjuva iktisadının bekası açısından çok önemlidirler. Bu raporlar burjuva iktisadının kavramsal (hoş kavram diye ortaya atılanlar çoğunlukla içeriksiz şeyler, örneğin konumuzu teşkil eden “orta gelir tuzağı”) ajandasını belirliyor, yönelimini etkiliyorlar. Orta gelir tuzağı yeni değil aslında 2007 raporunda ortaya atılmıştı, zavallı iktisatçılar da üstüne atlamışlardı. Örneğin yoksulluk veya yönetişim gibi süslü ancak içeriksiz kavramları da bu raporlara borçluyuz. 2024 raporu orta gelir tuzağı hikayesine geri dönmüş. Belirtelim, bu raporlar önemli ama özellikle eleştirel iktisatçılar açısından bu raporları okumak bir kabir azabı, her yıl yeni moda bir saçmalık anlamına geliyorlar. Ancak biz bu yazıda 2024 raporunun bazı değinilerini ele alacağız. Tüm raporu ele alarak eleştirmek için daha uzun bir yazı gerekiyor. 

Öncelikle rapor haber veriyor; 2022 yılında bu tuzağa yakalanmış 108 ülke varmış. 34 ülke ise önceki yıllarda bu tuzaktan kurtulma başarısını göstermişler. Komik bir hikaye olduğu açık. Sen afaki iki tane sınır belirliyorsun, sonra bu sınırlara göre ülkeleri sınıflandırıyorsun. Kimine iyi haber veriyorsun, kimine ise kötü haber. Örneğin rapora göre orta gelir tuzağından kurtularak yüksek gelirliler ligine girebilen 34 ülke içinde Guyana, Uruguay, Polonya, Güney Kore var (bu ülkelerin bundan haberleri var mı acaba?). Türkiye tuzakta debeleniyor gibi görünüyor. 

Bu teşhislerle birlikte çözüm önerileri var. Ancak doğru teşhis edemeyenden yerinde çözüm önerisi nasıl gelsin? Teşhisin bazı unsurları üzerinde duralım. Örneğin şöyle bir teşhis var. Raporu kaleme alanların hesaplamalarına göre aslında fiziki ve beşeri sermaye stoku açısından orta gelir tuzağına düşmüş ülkeler, ABD’ye göre (yönümüzü her zaman ABD’ye döneriz şükürler olsun) çok da dezavantajlı değiller. Örneğin bu ülkelerin beşeri ve fiziki sermaye stoku (sefil burjuva iktisadı emekçilerin iş gücünü bir beşeri sermaye unsuru olarak gördüğü için emekçilere artık onların da birer sermayedar oldukları müjdesini biz vermiş olalım) ABD’deki stokun % 70’i civarında. Ama işgücüne ödenen ABD’de işgücüne ödenenin beşte biri seviyesinde. Raporu yazanlar buna pek şaşırıyorlar. Neden şaşırıyorlar? Çünkü ellerinde bunu anlamlandıracak hiçbir araç yok, hurafeler var sadece. Azgelişmiş kapitalist ülkelerde ücret seviyeleri gelişmiş emperyalist merkezlerdekine göre neden daha düşük? Cevabı kısa ve açık, ama gel gör ki burjuva iktisadında yok işte. Okuyup öğrensinler diyerek bırakalım. 

Başka bir tespit. Diyorlar ki ABD’de son yıllardaki ekonomik büyümenin yaklaşık % 40’ı toplumsal cinsiyet düzeyindeki ve ırksal eşitsizliklerin giderilmesinden gelmiş (nasıl hesapladılar acaba?). Böyle övdükleri ülkenin hapishanelerinde yatanların ekserisinin, polis şiddetine uğrayanların, düşük eğitimli olanların, yoksulluk yaşayanların çoğunun siyah ve Latin olması gerçeğini bir yana bıraksak bile buna getirdikleri açıklama çok çocuksu. Onlara göre bunun esas nedenlerinden biri de bu ayrımcılıkların ortadan kalkmasıyla birlikte nitelikli emek havuzunda bir genişleme olması ve nitelikli işgücü havuzundaki bu genişlemenin özellikle teknoloji, bilişim, e-ticaret gibi gözde ve lider sektörlerdeki lider firmaları ve onların teknolojik atılımlarını daha da büyütmesidir. Buna ek olarak nitelikli emeğin ücretleri de bu genişlemeyle birlikte artmış. Oysa orta gelir tuzağına saplanmış ülkelerde nitelikli işgücü havuzları oldukça küçükmüş ve dahi nitelikli işgücüne yapılan ödemeler çok düşükmüş. Neden? 

Aslında orta gelir tuzağına saplandıklarını iddia ettikleri ülkelerin önemli bir bölümünde nitelikli işgücü havuzu son yıllarda hızla büyüdü. Bir uyarı yapalım. Marx’ın yedek işgücü ordusu kavramının daha çok vasıfsız işgücü ile ilgili olduğuna dair genel bir yanılgı var. Sermaye sadece niteliksiz değil nitelikli işgücü için de sürekli büyüyen bir yedek ordu besler mutlaka. Böylece nitelikli işgücünün de ayrıcalıklı konumunu yok ederek ücret seviyelerini baskı altına alır. Şimdi orta gelir tuzağına yakalandıkları düşünülen Çin, Türkiye, Hindistan gibi ülkelerde aslında nitelikli işgücü üretimi çok arttı, kısacası bu ülkeler, nitelikli küresel işgücü ordusunu büyük bir hızla büyüttüler. Doktorlar, mühendisler, bilişimciler, yazılımcılar; tüm bunların sayısı özellikle bu ülkeler sayesinde hızla arttı. Ancak sermaye birikim seviyesinin ve ücretlerin düşüklüğü bu nitelikli işgücünün önemli bölümünün gelişmiş emperyalist merkezlerce emilmesine yol açtı (inanmayan Google’ın, IBM’in, Apple’ın nitelikli personelinin doğum yerine göre bileşimindeki dönüşüme basın). Kısacası bu ülkelerin sorunu nitelikli işgücü azlığı değil, nitelikli işgücünün emperyalist merkezlere göçü; rapor bunu es geçmiş. Bu göç işte raporun pek övdüğü gelişmiş ülkelerde özellikle nitelikli işgücü içindeki cinsiyet ve ırksal ayrımcılığın son bulmasına da yol açmakta. Sermaye işin sonunda kâr varsa ayrımcılığı en gözde liberalden bile önce kaldırır, merak etmeyin. 

Rapor çözüm önerilerine geçtiğinde rafine bir burjuva iktisatçısını, Schumpeter’i, odağa oturtuyor. Schumpeter rafine bir burjuva iktisatçısıdır. Rafine yani nitelikli burjuva iktisatçısını nasıl tanımlarız? Burjuva iktisadının kanonundan vazgeçmeden, ancak hurafelerine kulak asmayan, bazı durumlarda burjuva iktisadındaki akıl dışılıkları zorlayarak akılcı ve pratik çözümlemeler ve çözümler getiren burjuva iktisatçısını rafine/nitelikli olarak adlandırıyoruz. Schumpeter onlardan biri, onun “yaratıcı yıkım” kavramı bazen Marksist analiz içinde bile anlamlı bir şekilde kullanılabiliyor. Ancak yine de bir burjuva iktisatçısı; piyasa ve özel mülkiyete yönelik dogmatik inançtan vazgeçmedi hiçbir zaman. 

Raporu kalem alanlar Schumpeter’den yola çıkarak onu da aştığına inandıkları bir takım tavsiyelerde bulunuyorlar. Ancak aslında umutlarını Schumpter’in yaptığının aksine büyük kapitalist firmalara bağlıyorlar. Schumpeter (bu konuda sık sık görüş değiştirmiş olsa da) büyük, oligopolistik firmaların gelişme ve büyüme dinamiklerini öldürdüklerini düşünüyordu. Ancak raporu yazanlar büyük firmaların bir tür yenilikçilik motoru olarak çalışabileceklerini ve orta gelir tuzağındaki ülkeleri bu tuzaktan kurtarabileceklerini ima ediyorlar. Ancak sorun şu ki dünya sathında büyük küresel firmaların büyük bir bölümü gelişmiş kapitalist ülkelerin firmalarıdır. Çin’in küresel firma stokuna kattığı firmaları olsa da ekserisi böyledir. Bu gerçeği raporu yazanlar da fark etmiş olacaklar ki neden orta ve düşük gelirli ülkelerin firmaları büyümüyor ve hatta daha çabuk çöküyor, neden orta gelirli ülkelerin üretim yapısı küçük firma ağırlıklı diye soruyorlar. Ne desek bilmem ki? Kapitalizmde sermaye birikiminin tarihini en baştan anlatmak gerekiyor galiba. 

Önerilerin arkası kesilmiyor, ama önerilenlerde yeni bir şey yok. Burjuva iktisadının azgelişmiş ülkelere yıllardır ettiği boş nasihatlerden bir farkları yok. “Kurumlarınız iyi, değil iyileştirin”. “Önce yatırım seviyesini arttırın, sonra bu yatırımlar kanalıyla son teknolojilerin özümsenmesini sağlayın, ve en son artık yenlik yaratan bir yapıyı tesis edin”. “Nitelikli işgücüne önem verin”. “Yetenekli nitelikli insanların önünü açın”. “Kayırmacılığa son verin”. “Düşük karbonlu düşük maliyetli enerji kaynakları yaratın”. “Karbon emisyonu bol, yeşil ve temiz enerji düşmanı kamu iktisadi teşekküllerini ya yola getirin ya da yok edin”. Bunları daha önce de duymuştuk; yeni bir şey yok. Tek yenilik şu, Schumpeter’den farklılaştıkları nokta da bu; mümkünse “Küçük ve orta ölçekli işletme yanlısı politikalardan vazgeçin ve yeniliğe açık büyük ölçekli firmalarla da çalışın”. Dediği şu: oligopolistik firmaları gözetin. Yenilik diye getirilen de büyük sermayeyi kayıran bir öneri. Çok ilginçtir raporun üçüncü bölümünün ana başlığı “Mucizeleri inşa etmek”. Yine geldik mucizeye. Söylemiştik, hurafe ve mucize birbirini tamamlamaktalar dogmatik bir saçmalığa dönüşmüş burjuva iktisadında. 

Raporun tamamını okuyup bitirdiğinizde (ki gerçekten Herkül’e verilen görevlerden birini başarmış gibi oluyorsunuz) daha başta sorduğunuz soruya halen cevap beklediğinizi görüyorsunuz: Eğer gerçekten bir “Orta Gelir Tuzağı” var ise 108 ülke neden bu tuzağa saplanıp kalmışlar? Böyle bir tuzağın olmaması bir yana, artık bu soruyu soranların sordukları soruya cevap verme şansları yok. Çünkü bilim diye ortaya sürdükleri dogma, geçtim doğru cevabı bulmayı, doğru soruyu bulma olanağını bile tanımıyor. Bilim hurafeleştikçe, hurafe bilimleşiyor; olan bu. 

  • 1.2015 ABD doları cinsinden hesaplanan kişi başına milli gelirler.
                                                                                /././

Depremin üstünden 18 ay geçti, Diyarbakır’daki iki hastanenin sağlamlık raporu hâlâ açıklanmadı -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Depremin üstünde geçen 18 aya rağmen Diyarbakır’daki iki hastanenin sağlamlık raporu açıklanmadı. Hastanelerden birinde çalışan bir hemşire ‘Nasıl bir binada çalıştığımızı bilmiyoruz’ dedi.

Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depreminin etkilediği 11 ilden biri olan Diyarbakır’da depremin üstünden geçen 18 aya rağmen Selahattin Eyyubi Devlet Hastanesi ve Diyarbakır Çocuk Hastalıkları Hastanesi’nin bina sağlamlık raporu hâlâ açıklanmadı.

7 Ağustos günü konuyla ilgili basın toplantısı düzenleyen Amed Sağlık Platformu, kaygılı olduklarını dile getirdi. “Afet öncesi hazırlıksızlığının en büyük kanıtı afet sırasında ve sonrası dönemde, işlevsel olması gereken sağlık kurumlarının yıkılması ve ağır hasar almasıdır” denilen basın açıklamasında deprem bölgesinde 11 hastane ve 66 Aile Sağlığı Merkezi’nin (ASM) yıkıldığı, 10 hastane ve 15 ASM’nin ağır hasar aldığı, 9 diğer sağlık kurumunun yıkıldığı ya da ağır hasar aldığı hatırlatıldı.

“Maraş merkezli 6 Şubat depremi üzerinden 18 ay geçti. Bu 18 ay içerisinde bu iki hastanenin karot inceleme sonuçları çıkmamış olmasının teknik bilime aykırı olduğu aşikâr” denilen açıklamada hastane binalarının sağlam olmasının sağlık hizmetlerinin devamlılığı açısından çok önemli olduğu kaydedildi.

Depremde sağlık kurumlarının hasar alması yurttaşlara sağlık hizmeti ulaştırılmasını zorlaştırmıştı. Bunun yanı sıra hastanelerdeki yetersiz kapasite hem sağlık emekçilerini hem de hastaları olumsuz etkilemişti.

‘Zor durumlarda sığınmamız gereken binaların sağlamlığıyla ilgili çok hassasız’

Konuyu Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Diyarbakır Şube Eş Başkanı Mehmet Nur Ulus ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’nde çalışan bir hemşireyle konuştuk.

Ulus, depremin üzerinden 18 ay geçtiğini hatırlatarak sözlerine başladı. ​Karot örneklerinin iki defa alındığını söyleyen Ulus buna rağmen sonuçların hâlâ açıklanmadığını kaydetti:

“Maraş merkezli 6 Şubat depremi üzerinden 18 ay geçti. 18 aylık süre zarfında özellikle 6 Şubat depreminden hemen sonra hastanelerin bina sağlamlıklarıyla ilgili İl Sağlık Müdürlükleri ve hastane idarelerine dilekçeler yazdık, binaların hasar durumuyla ilgili bilgi verildi. Sonrasında binalardan alınan karot örneklerinin bilgisini istediğimiz bir dilekçe yazdık. Başhekim ve İl Sağlık Müdürlüğü görüşmelerinde bu sonuçların kamuoyuyla paylaşılması gerektiğini söyledik. En son 19 Mart’ta bir dilekçe yazdık İl Sağlık Müdürlüğü’ne. Karot örnekleri iki defa alındı, iki defa alınmasına rağmen sonuçların açıklanmaması bizde şüphe doğurdu. İl Sağlık Müdürü’nün bize sözlü olarak söylediği şey incelemenin hâlâ devam ettiği, inceleme bittiğinde sonuçları bize iletecekleri oldu. Yazılı olarak da bu minvalde bir cevap aldık. Özellikle okul ve hastane gibi kurumların olduğu, zor durumlarda sığınmamız gereken binaların sağlamlığıyla ilgili çok hassasız. Bu konuda kurum amirlerinin de hassas olması gerektiğini düşünüyoruz.”

‘6 Şubat depreminde handikapların en büyüğü sağlık hizmetlerinin verilememiş olmasıydı’

Depremin ardından hastaneler yıkıldığı için sağlık hizmetinin verilemediğini hatırlatan Ulus, yurttaşların ambulans bulamadığı için Adıyaman ve Malatya’dan hastalarını Diyarbakır’a kendi araçlarıyla getirmek zorunda kaldığını söyledi:

“6 Şubat depreminde hastaneler yıkıldı. Büyük bir felaketin üstüne bir de hastaneler yıkıldığı için sağlık hizmeti verilemedi. 6 Şubat depreminde handikapların en büyüğü sağlık hizmetlerinin verilememiş olmasıydı. İnsanlar ambulans bulamadığı için Adıyaman’dan, Malatya’dan Diyarbakır’a kendi araçlarıyla gelmek zorunda kaldı.”

‘Başlı başına bir sorumsuzluk örneği bu’

Ulus, yaşananların başlı başına bir sorumsuzluk örneği olduğunu, bu meselenin Türkiye’nin gündemine girmesini sağlayacaklarını kaydederek sözlerini noktaladı:

“Tekrar şuraya dönüyoruz, sağlık hizmeti veren binalar sağlam olmalı ve bu meselenin göz ardı edilmemesi gerekiyor. Biz KESK, TMMOB ve Afet Yönetimi ve Dayanışma Derneği olarak konuyla ilgili bir basın toplantısı düzenledik ve bize, kamuoyuna yetkililer tarafından bir açıklama yapılmasını talep ettik. Basın toplantısından bu zamana kadar bize cevap verilmedi. Başlı başına bir sorumsuzluk örneği bu. Halkı düşünmeyen bir anlayış var karşımızda. Elimizden geldiğince bu meselenin Türkiye gündemine girmesini sağlayacağız.”

‘Artçıları o binada yaşadık ve şu an sağlam mı değil mi bilmiyoruz’

20 yılı aşkın süredir Çocuk Hastalıkları Hastanesi’nde çalışan bir hemşire, karot örneklerinin depremden yaklaşık 10 ay sonra alındığını söyledi. Depremin ilk günlerinde hastanede olduklarını ve artçıları o binada hissettiklerini söyleyen hemşire test sonucunun bir an önce açıklanması gerektiğini kaydetti:

“Karot örnekleri aşağı yukarı depremden 10 ay sonra alındı. Tahmini 8 ay geçti üstünden ama açıklanan bir rapor yok ortada. Bina zaten eski. Depremin ilk günlerinde oradaydık, artçıları o binada yaşadık ve şu an sağlam mı değil mi açıklanmıyor. Nasıl bir binada çalıştığımızı bilmiyoruz. Test sonucu bir an önce açıklanmalı.”

                                                          soL - GÜNDEM

SMF’den Maçoğlu’nu hedef alan yeni Dersim başkanına çağrı: 'Yönetemiyorsan istifa et'

DEM Partili Dersim Belediye Başkanı Konak'ın eski başkan Maçoğlu için yaptığı suçlamalar sonrası SMF bir bildiri yayımladı. Bildiride, Konak için 'Yönetemiyorsan istifa et' denildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/smfden-macoglunu-hedef-alan-yeni-dersim-baskanina-cagri-yonetemiyorsan-istifa-et-394595)

                                                               ***

Trump'ın seçim kampanyası belgeleri sızdırıldı: İran'ı suçladı

ABD'de başkan adayı Trump'ın seçim kampanyasına ilişkin belgeler basına sızdırıldı. Trump olayla ilgili İran'ı suçladı. İran'dan suçlamalara tepki geldi.(https://haber.sol.org.tr/haber/trumpin-secim-kampanyasi-belgeleri-sizdirildi-irani-sucladi-394594)

                                                              ***

Gıda işkolunda 11 yılda 407 işçi çalışırken yaşamını yitirdi

Polonez fabrikasında işçiler direnişe devam ederken İSİG Meclisi gıda işkolundaki iş cinayetlerine dair bir rapor yayımladı. Buna göre 11 yılda 400'ün üzerinde işçi çalışırken yaşamını yitirdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/gida-iskolunda-11-yilda-407-isci-calisirken-yasamini-yitirdi-394593)

                                                                   ***

KOÇTAŞ’ın gerçek yüzü: İşçi düşmanlığı

Koçtaş işçilerinin, mağazalardaki yoğun çalışma koşulları ve iş baskısından şikayetçi oldukları görülüyor. Mağazada yeterli çalışanın olmaması ise tüm mağazanın yükünü bir kişiye yüklüyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/koctasin-gercek-yuzu-isci-dusmanligi-394581)

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder