‘Omuz omuza...’ -Ergin Yıldızoğlu-
Geçtiğimiz çarşamba günü, Britanya’da halk sınıfları ve sosyalist hareket, tarihsel geleneğine yakışır bir antifaşist direniş sergiledi.
FAŞİZMİN BALONU BİR GÜNDE SÖNDÜ
Faşist (ırkı yerlici) serseriler, 30 Ağustos günü yaşanan bir trajediye ilişkin yalan haberi bahane ederek bir hafta boyunca toplumu, özellikle de Müslüman cemaatleri her gün giderek artan sayıda saldırı ve pogrom denemeleriyle, sık sık polisle de çatışarak terörize etmeye çalıştılar. Tekno faşist Elon Musk “İç savaş kaçınılmaz” diyordu.
Faşist hareket, bu kalkışma sürecini, 7 Ağustos Çarşamba günü 100’den fazla noktada göçmenlere yardımcı olan kuruluşlara ve avukatlara, camilere saldırılar düzenleyerek yeni bir düzeye taşımaya hazırlanıyordu.
Ancak faşist serserilerin hesabı sokağa uymadı. Musk’ın hevesi kursağında kaldı. Çarşamba o adı geçen 100 noktada, faşist serserilerin izine rastlanmıyordu. Çünkü 14 kentte toplam 40 bin kişiye yakın, her etnik kökenden, inançtan, kadınlı erkekli bir antifaşist kitle, “omuz omuza” sokaklardaydı.
Faşizme karşı dayanışma, direniş eylemleri o kadar etkileticiydi ki muhafazakâr partiyi destekleyen sağcı tabloid gazeteler bile bu yükselen dalganın etkisinden kurtulamadılar. On yıllardır halkı ırkçı yalanlarla göçmenlere karşı kışkırtan bu gazeteler, örneğin Express ve Mail direnişi kapaktan tam sayfa olarak “Nefret karşıtı yürüyüşçüler haydutlarla yüzleşti” “Birleşmiş Britanya halkının serseriler karşısında kararlı duruşu” başlıklarıyla vermek zorunda kaldılar. Muhafazakâr The Times’ın editoryal karikatüründe, köşeye sığınmış bir faşist serseri korku içinde telefonunda “Elon sanırım bunlar bizden daha kalabalık” diyordu. Bir Financial Times analizi, antifaşist direnişe değinmiyordu ama Farage gibi faşist politikacıların “Ama bunların kaygılarına kulak vermek gerekir” çağrılarını anlamsız buluyordu. Her ne kadar İşçi Partisi’nden Başbakan Keir Starmer, yalnızca polisiye önlemlerin başarısını vurgulamakla yetindiyse de polis şefi, bu barışçıl direnişin önemini vurguluyor ve yerel cemaatlere teşekkür ediyordu. Halkın gücü, siyasetin ve medyanın anlatısını değiştirmeye zorlamıştı. Cumartesi günün faşizme karşı direniş devam ediyordu. Belfast’ta 15 bin olmak üzere tüm Birleşik Krallık’ta yaklaşık 60 bin kişi, ırkçılığa karşı sokaklardaydı.
FAŞİZME KARŞI BİRLİK ESAS!
Antifaşist direnişin, tüm toplumu hatta “kurulu düzeni” bu kadar etkileyen bir çekim alanı yaratmasının nedeni farklı sınıfsal, etnik kökenlerden, inançlardan insanların ortak bir tehlike karşısında ortak bir paydada buluşabileceklerini kanıtlamalarıydı. Britanya işçi sınıfının ve sosyalist hareketin tarihindeki iki deneyim de “süreç olarak faşizmi” durdurmanın tek bir yolu olduğunu gösteriyordu.
Battle of Cable Street, 4 Ekim 1936: Oswald Mosley liderliğindeki İngiliz Faşistler Birliği, Londra’nın ağırlıklı olarak Yahudilerin yaşadığı Cable Street bölgesinden bir yürüyüş planladı. Sosyalist, komünist grupları, sendikaları içeren anti faşist hareket 100 binden fazla kişinin katıldığı büyük bir karşı gösteri düzenledi. Barikatlar kuruldu ve protestocular, “Geçiş yok” sloganıyla hem faşistlere hem de yolu açmaya çalışan polise karşı direndiler. Bu direniş tarihe, “Şanlı Cable Street savaşı” olarak geçti. Faşist hareket bu yenilgiden sonra hızla siyasi arenadan çekildi.
“Anti-Nazi Leage” (1977-1982): 1970’lerde ekonomik kriz derinleşirken “süreç olarak faşizm” yeniden canlandı. 1977’de Sosyalist İşçi Partisi’nin (SWP) inisiyatifiyle doğan “Faşizme Karşı Birlik” hareketi, sendikaların, İşçi Partisi’nin solundan siyasetçilerin, diğer sosyalist hareketlerin katılmasıyla dev bir direnişe dönüştü. Faşist hareket her sokağa çıktığında karşısında bu hareketi buldu. Direniş, faşist serserilere girdikleri “yolun tıkalı” olduğunu gösterdi, Faşist hareket geriledi ve sönümlendi.
Bu deneyimler bize ırkçılıkla/faşizmle mücadelenin bireysel, grupsal değil birleşik bir toplumsal, tarihsel sorumluluk olduğunu gösteriyor. Diğer taraftan, unutmamak gerekir ki bu “birlikler ve direnişler” her zaman geleceğin tohumlarını taşıyor, yeni bir dünya umudunu besliyor. Faşizme karşı omuz omuza! /././
Teknoloji, sermaye, faşizm -Ergin Yıldızoğlu-
100 YIL ÖNCE...
Yüz yıl önce de makine, kimya, bilgi işlem alanında hızlı, sarsıcı bir teknolojik gelişme dalgası yükseliyordu. O dalga hem umut veriyor hem de getirdiği hız ve belirsizliklerin etkisiyle derin bir anksiyete yaratıyordu.
Otomobil, uçak/helikopter, ofset baskı, sinema, renkli fotoğraf, jilet, elektrikli süpürge, klima cihazı, 35 mm negatif, ilk 35 mm kamera gibi icatların yanı sıra, penisilin, kemoterapi, insulin, antibiyotikler, sentetik boyalar, sentetik kauçuk gibi kimya ve ilaç sanayi alanında gelişmeler, insan yaşamını kolaylaştırıyor, kalitesini iyileştiriyor umut veriyordu. Bunlara karşılık tank, savaş uçakları, denizaltı, makineli tüfek, otomatik silahlar, telsiz telgraf, biyolojik-kimyasal silahlar gibi teknolojik gelişmeler, I. Dünya Savaşı’nda etkilerini gösterdikten sonra “bir daha asla” sloganıyla büyük bir varoluşsal korkuya neden oluyordu.
Ekonomik, özellikle finansal kriz derinleşir, sınıf mücadeleleri sertleşirken bu en ileri teknolojileri üreten, geliştiren sermaye gruplarının, ki artık egemen sermaye düzeyindeydiler. Örneğin, İtalya’da Fiat (otomotiv), Pirelli (lastik, kauçuk), Montecatini (kimya) Italgaz (enerji), Ansaldo (silah) ve Almanya’da Krupp (demir çelik), Siemens (elektrikli aletler), Bayer (ilaç), BASF (kimya), IG Farben (sentetik kauçuk, kimya ilaç) Hoecsht (sentetik boyalar, insülin), OPEL (otomotiv) ve ABD’de Ford (otomotiv), General Motor (otomotiv), IBM (bilgi işlem), William Randolph Hearst (medya baronu) yeni gelişmeye başlayan faşizmi ve Nazizmi desteklediler: Kısacası, 100 yıl önce, en ileri, öncü teknolojileri üreten ve üzerinde yaşayan sermaye faşizmi destekledi.
BUGÜN DE...
Bugün en ileri ve öncü teknolojilerin, bilgisayar, elektrikli taşıtlar, güneş enerjisi panelleri, uzay-havacılık sektörlerinde ve bilgi işlem, bilgi depolama, veri madenciliği, en önemlisi de yapay zekâ (algoritmalar) alanlarına geliştiğini görüyoruz. Bu gelişmeler hem daha kapasiteli “mikro işlemciler”, “nöral ağlar”, kuantum bilgisayarı üretme, yeni antibiyotikler sentezleme, ilaçlar, moleküler ve genetik tedavi yöntemleri geliştirme alanlarını etkiliyorlar. Bu alanlardaki sermayeye bakınca karşımıza, vergi vermek, yasal olarak denetlenmek, etkinliklerinden dolayı sorumlu tutulmak istemeyen Elon Musk (mühendislik), Peter Thiel (Pay-Pal, Palantir), Sam Altman (OpenAI-“yapay zekâ”), Jeff Skoll, Tom Perkins (teknoloji finansörü) gibi kapitalistler çıkıyor. Bunlar tam da bu nedenlerle mali kaynaklarını ve ellerindeki araçları kullanarak ABD’de Trump’ı ve MAGA hareketini destekliyorlar. Musk “X”teki algoritmaları mesajların Trump’tan yana gelişmesini destekleyen yönde maniple ediyor, Trump kampanyasını mali olarak destekliyormuş. Trump da “ne isterlerse yapacağını” açıkça söylemekten çekinmiyor.
İngiltere’de yaklaşık on gündür sürmekte olan faşist kalkışmaların, pogram girişimlerinin arkasında da bu kapitalistlerin, öncelikle, “X”te 193 milyon takipçisi olan, Elon Musk’ın desteği görülüyor. İngiltere’deki faşist hareketin en önemli isimlerinden Tommy Robinson’un Twitter hesabı, ırkçı şiddeti kışkırtan tweetlerinden dolayı kapatılmıştı. Musk Twitter’ı aldıktan sonra Robinson’un hesabını yeniden açtı; ırkçı içeriğinden dolayı yasaklanan belgeselini paylaştı, hatta tutuklanmasına ilişkin mahkeme kararın eleştirdi. Tommy Robinson da yalan haber yayarak faşist serserileri kışkırtmaya yeniden başladı.
Bu ayın başında yaklaşık 30 bin kişinin katıldığı bir miting düzenleyebilen Robinson’un X mesajlarını paylaşan, Musk “İngiltere’de iç savaş kaçınılmaz” mesajıyla, Başbakan Kier Starmer’i “yalnızca bir kesimi korumakla” suçlayarak “ateşe körükle gidiyor”. Musk’ın X’te 193.1 milyon takipçisi olan Musk’ın İngiltere’de, “süreç olarak faşizmi” hızlandırmaya çalıştığı anlaşılıyor.
Özetle, teknoloji alanında en “yaratıcı”, “yenilikçi” sermayenin en büyük şirketleri dün olduğu gibi bugün de faşist hareketleri destekliyor.
/././
Altı Ok devrim programıdır -Mehmet Ali Güller-
Bunu Altı Ok’un sulandırılması olarak görenler, Özel’e tepki gösteriyor.
CHP ÖZELLEŞTİRMECİDİR
Altı Ok’un devletçilik okunun renginin değiştirilmesinde hiçbir problem yok, çünkü “yeni CHP” zaten devletçi değildir. CHP özelleştirmeci bir partidir. Üstelik Kemalist devletin inşa ettiği kamu iktisadi teşekküllerin (KİT) bir kısmının özelleştirmesinden doğrudan sorumludur.
Demirel-İnönü hükümetinin (1991-1993) sattıklarından bazıları şunlardır: İpragaz, Şekerbank, Şeker Sigorta, Türk Traktör, Çukurova Elektrik, Netaş, Gima, Gaziantep’ten Niğde’ye toplam 12 çimento fabrikası, Sümer Holding’in 291 mağazası ve 40 arsası.
Çiller-Karayalçın hükümetinin (1993-1995) sattıklarından bazıları şunlardır: AEG-ETİ, İstanbul Demir Çelik, Sivas Demir Çelik, Teletaş, Güneysu, Toros İlaç, Çanakkale Seramik, Fruko-Tamek, Pancar Motor, Konya Şeker Fabrikası, Adıyaman Çimento Fabrikası, Havaş, Çinkur, Köyteks, Turban Turizm, Kars’tan Bursa’ya toplam 29 yem fabrikası, Ankara’dan Ağrı’ya toplam 12 et kombinası, Adana’dan Trabzon’a toplam 28 SEK.
Çiller-Baykal hükümetinin (1995-1886) sattıklarından bazıları şunlardır: Diyarbakır’dan Kastamonu’ya 6 SEK, 9 ORÜS işletmesi, Sümerbank, Sümer Holding’in kalan 88 mağazası.
ATATÜRK’ÜN DEVLETÇİLİĞİ
Tablo budur ve CHP bu tablodan pişman değildir. CHP her ne kadar programında hâlâ devletçi yazsa da devletçi değildir, serbest piyasacıdır, özelcidir, özelleştirmecidir.
Bu çelişki nedeniyle de parti programındaki devletçilik maddesi şu hale getirilmiştir: “CHP’nin devletçiliği, devletin halka hizmet için yapılanmasını, katılımcı yönetimi, demokratik hukuk devletini öngörür.” (CHP Programı, s.15.)
Halbuki devletçilik bunlar değildir; katılımcı yönetim, demokratik hukuk devleti başka şeydir. Devletçilik iktisadi bir konudur. Mustafa Kemal’in Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 1931 programı, Devletçilik ilkesini şöyle açıklar: “Ferdi faaliyeti ve çalışmayı esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi bayındırlığa eriştirmek için milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde -özellikle iktisadi alanda- devleti fiilen alakadar etmek önemli esaslarımızdandır.”
Ve Atatürk 1937 yılında şu değerlendirmeyi yapar: “Türkiye’nin uyguladığı devlet sistemi, ... sosyalizmden alınmış alelade bir nakil değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğma, Türkiye’ye has bir sistemdir. ... Kişisel girişimi desteklemek, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve yerine getirilmemiş vazifelerini göz önünde tutarak vatanın iktisadiyetini devletin eline bırakmak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kısa bir zaman içerisinde ... kişisel ve özel girişimin yüzyıllarca başarmaya muktedir olmadığı şeyi yapmayı başarmıştır.” (Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınları, s.266.)
ALTI OK BAYRAK DEĞİLDİR
Asıl sorun şuradadır: Altı Ok, CHP’nin bayrağı ya da logosundan ibaret değildir. Altı Ok Türk Devrimi’nin programıdır, o nedenle bu programın ilkeleri hem anayasaya hem de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın programına girmişti.
Ancak CHP’nin devrimci barutu tükenirken önce anayasadan çıkarıldı, 90’ların başından beri de partinin programından fiilen çıkmış ve sembol olarak bayrağında kalmış oldu. Dolayısıyla “Yeni CHP” liderliğinin, devletçilik okunun rengini değiştirmek istemesi, zaten değişmiş olan bir anlayışı resmiyete dökmekten başka bir şey değildir.
Ve önemle belirtelim: Altı Ok, Türk Devrimi’nin programı olarak, bugün de ihtiyaçtır. “Yeni CHP” o programdan vazgeçmiş olsa bile Türk ulusu o programı yeniden cisimleştirecektir.
/././
Saray zencileri -Mehmet Ali Güller-
“Ev zencisi”, Malcom X’in “tarla zencileri” dışındaki, evlerde “daha iyi şartlarda” çalışan hizmetçi zenciler için kullandığı nitelemeydi.
Erdoğan böylece muhalefeti ev zencisi, kendisini de tarla zencisi ilan etmiş oluyor.
SİYAHI BEYAZ, BEYAZI SİYAH SUNMA REJİMİ
Yeni bir durum değil. Erdoğan en başından beri karşısındakilere “beyaz Türkler” diyerek kendisini hep “siyah” tarafta konumlandırmıştı. Bu Erdoğan’ın siyaset yapma tarzıdır; hem toplumu ikiye bölerek bir tarafı yanında konsolide etmeye çalışıyor hem de kavramları tersyüz ederek gerçek konumunu perdeliyor.
Örneğin “Ananı da al git” diyerek azarladığı çiftçi beyaz Türk oluyor ama Erdoğan siyah Türk!
Örneğin “Kahrolsun emperyalist ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi” diye slogan atan solcular beyaz Türk oluyor ama “Ben ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanıyım” diyen Erdoğan siyah Türk!
Örneğin dereceyle üniversitelere giren, babası emekçi olduğu için üç kuruş bursla zar zor okuyan öğrenciler beyaz Türk oluyor ama “türban yasağı” sorunu olmadığı halde ABD’de okumak zorunda(!) kalan Bilal Erdoğan siyah Türk!
Örneğin Türkiye’nin en birikimli akademisyenleri tek maaşla beyaz Türk oluyor ama AKP kadrosu olarak özel ve kamuda birkaç maaş birden alanlar siyah Türk!
ERDOĞAN’A BİAT EDENLER
Erdoğan, Beyaz Saray’ın Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı olarak başladığı iktidar yolunda, artık kendi sarayının beyaz efendisidir. O nedenle Türkiye’nin “ev zencileri” meselesinden ziyade, “saray zencileri” meselesi vardır.
Peki kimdir saray zencileri? Kendi siyasi yolunda ilerleyerek iktidar olamayınca, en sert şekilde muhalefet ettiği Erdoğan’a biat ederek kısa yoldan iktidarın parçası olanlardır saray zencileri.
En başa MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi yazmak gerekir. Bahçeli’nin 2014 yılından önce Erdoğan için söylediklerini buraya elbette yazamayız. Çoğu hakaret davası konusu olan o sözler “siyasi biat” ile unutuldu; Bahçeli eriyen partisini AKP trenine vagon yaparak iktidarın ortağı oldu.
Örneğin partisi ile bir gelecek görmeyen Numan Kurtulmuş, “Harun gibi gelip Karun’laştı” diyerek suçladığı Erdoğan’a biat etti ve AKP’nin genel başkan yardımcısı oldu.
Örneğin “Erdoğan’dan hesap sormazsam namerdim” diyen ama partisi ile bir gelecek görmeyen Süleyman Soylu, biat etti ve Erdoğan’ın içişleri bakanı oldu.
Liste soldan sağa o kadar uzun ki... Erdoğan’ın siyasi savcılığını yaptığı kumpas davalarda hapis yatıp sonra AKP’den milletvekili olan mı dersiniz, Erdoğan’ın kürsüde azarladığı ama sonra biat edip büyükelçi olan mı dersiniz, kendisini “Erdoğan’a en sert muhalefet eden gazeteci” diye pazarladıktan sonra AKP milletvekili olan mı dersiniz, saymakla bitmez.
Hepsi “Erdoğan’ın yakasına yapışacağız” diyordu, Saray zencisi olup paçasına yapıştılar!
HEPİMİZ TARLA ZENCİSİYİZ
Gelelim asıl meseleye. Asıl sorun halkın yüzde 90’ının artık “tarla zencisi” durumunda olmasıdır. Bir istisna olması gereken “asgari ücret”, biraz üstünde maaş alanlarla birlikte artık ücretlilerin çoğunluğudur. Milyonlarca emekli, asgari ücretten, yani en az ücretten bile daha azıyla yaşamaya çalışmaktadır. Pırıl pırıl gençler, en iyi üniversitelerde okuduktan sonra “beyaz yakalı” sıfatıyla iki asgari ücret maaşa çalışmaktadır.
Şimdi bu çoğunluk beyaz Türk ama Saray ve etrafındaki bir avuç zengin azınlık zenci/siyah Türk öyle mi? Geçiniz. Sakıp Sabancı’nın sömürdüğü işçilerini uyutmak için uydurup yıllarca anlattığı fakirlik öyküleri bile daha inandırıcı!
/././
Cumhuriyet - GÜNDEM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder