12 Ağustos 2024 Pazartesi

Evrensel "KÖŞEBAŞI"+"GÜNDEM" -12 Ağustos 2024-

Kâr-zarar hesabıyla ‘dijital faşizm’ -Ceren Sözeri-

2010’ların başı, Hrant Dink’in katledilmesinin ardından Türkiye’de nefret suçları ve nefret söylemine dair akademik ve toplumsal ilgi artmış, medya düzenli olarak izlenmeye başlamış, yasal düzenleme talepleri dile getirilir olmuştu. Hrant Dink’in göz göre göre öldürülmesine yönelik öfkenin ve tüm taleplerin muhatabı iktidar, yani o dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, meydanlarda nefret söylemine maruz kaldıklarını ilan etmeye başladı. Nefret Söylemi azınlıkta kalan, kendini savunma imkânı kısıtlı grupların maruz kaldığı bir durum; şiddete evrilebilmesi, maruz kalan topluluk üzerinde korku yaratması olasılıkları nedeniyle izlenmesi, teşhir edilmesi, önlem alınması, şiddet ihtimali doğurma riski varsa cezalandırılması gerekir; yani iktidarda olan bir topluluğa nefret söylemi işlemez. Ancak Erdoğan bunu uluslararası alana taşıdı. Ortadoğu halklarının sesi olduğunu söyleyerek İslamofobi kavramını sık sık kullanmaya başladı, ama her zaman yanına antisemitizmi iliştirerek. Nasıl ki Yahudilere yapılan soykırım bir insanlık suçuydu, Müslümanlara yönelik ayrımcılık ve nefret de aynı şekilde kınanmalıydı. Uluslararası bir toplantıda yanıma gelen Ortadoğulu bir aktivist Erdoğan sayesinde uluslararası alanda ilk kez sesinin duyulduğunu hissettiğini söylemişti. “One minute”la klişeleşen bir başarıydı bu. Uluslararası ilişkilerde işler iyi gidiyordu. İsrail’le ilişkiler gelgitliydi, ancak lobicilikte en güçlü kurumlardan AIPEC (Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi) Türkiye’den henüz desteğini çekmemişti.

Birkaç yıl içinde işler değişti. 2008 küresel finansal krizinin Türkiye’yi pek de teğet geçmediği anlaşıldı. Tunus’ta başlayan, kısa sürede başka ülkelere de sıçrayan Arap Baharı Erdoğan’ın uluslararası alandaki sınavının başlangıcıydı. Erdoğan’ın o dönem Arapça bir Twitter hesabı açtığı konuşuldu, şimdi o hesap askıda. Mısır ve Suriye’nin karışmasının ardından içeriye yönelik baskılar arttı, kent hakkına, doğaya, yaşam tarzına, temel haklara yönelik müdahaleler Gezi’yle patlak verdi. Sosyal medya artık halka sesini duyuracak bir mecra değil “baş belası”ydı. Bundan sonra da ne zaman eleştirilerin sesi fazla yükselse kısılması gereken bir radyo gibiydi. Bir “lütuf” olarak görülen 15 Temmuz’dan bir ay sonra çıkarılan 671 sayılı KHK’yla bu iş mahkeme kararına gerek kalmaksızın uygulanabilir hale geldi. Cumhurbaşkanlığının emir vermesiyle iki saat içinde getirilen erişim engelini bir sulh ceza hakimine onaylatmak yeterli. Instagram’ın kapatılmasının üzerinden yedi gün (168 saat) geçti, henüz ortada bir sulh ceza hakimliği kararı yok. 48 saat içinde açıklanmadığı takdirde kararın kendiliğinden kalkacağını söylüyor düzenleme, Instagram hâlâ kapalı. OHAL rejiminde koydukları kurallara dahi uymuyorlar bugün.

We are Social verilerine göre Türkiye’de 57 milyon 100 bin Instagram kullanıcısı var. Sosyal medyada geçirilen zaman ve sosyal medyanın nüfusa oranına baktığımızda Türkiye dünya ortalamasının üzerinde. 13 yaşın altındakiler hesap açamadığına göre, kullanıcıların en gençlerinin çok önemli bir kısmı dört sene sonraki seçimde oy verecek. Onlara bir de Roblox adlı oyun platformunun engellenmesini “hediye” etti iktidar. İfade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün (yalnızca bu mecra için haber yapan kurum ve gazeteciler var), zamanını istediği gibi geçirme özgürlüğünün kısıtlanması kadar burada dönen ekonomiye de ket vurdu bu kararlar. Elektronik Ticaret İşletmecileri Derneği (ETİD) Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Emre Ekmekçi’ye göre e-ticaretin yüzde 10’u sosyal medyada dönüyor. Bu, günlük 1,9 milyar liralık bir meblağ kapatma kararından etkilenmesi anlamına geliyor. PricewaterhouseCoopers (PwC) tarafından yayımlanan “Küresel Eğlence ve Medya Görünümü 2023-2027” raporuna göre Türkiye 2023 yılında video oyunlarından en az 589 milyon dolar gelir elde etmiş. Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisinin hazırladığı "Video Oyun Endüstrisi" raporuna göre Türkiye, dünyada en çok video oyunu oynanan beşinci ülke. Bir de bunun reklam ayağı var. Reklamcılar Derneği verilerine göre Türkiye’de dijital medya harcamaları 86,5 milyar TL, bunun yüzde 69’unu gösterim, video ve influencer reklamları oluşturuyor. Böylesi bir ekonomiden gerekçesi belirsiz (Instagram’ın neden engellendiği, hangi katalog suçları işlediği hâlâ açıklanmadı; Adana 6. Sulh Ceza Hakimliğinin Roblox’la ilgili verdiği kararda "çocukların istismarına neden olacak içerikler barındırdığı" gibi gayet muğlak bir gerekçe var) kararlarla neden vazgeçiliyor, esas cevabını aradığımız soru bu.

Burada en akla yatan teori, içeride bir “dış düşman” yaratarak gündemi değiştirir ve safları sıklaştırırken, dışarıda da dünyaya kafa tutan lider imajını canlandırmak. Mısır’da, Suriye’de ve dahi Filistin’de ortaya çıkan zayıflığı Haniye için dünya devlerine kafa tutan kahraman rolüyle örtmeye çalışmak. Birilerinin “dijital faşizm” fikrini çok parlak bulup Erdoğan’ı ikna ettiğine eminim, ama elbette ispatı en azından şu anda mümkün değil. İşe yarar mı? Mümkün değil, çünkü iletişimdeki gücünüz gerçekte sahip olduğunuz güçle doğru orantılı. Bir başka deyişle iletişim tek başına hiçbir şeyi çözemez. Günlerdir hükümetle Meta yetkilileri kafa kafaya verip bu taşı nasıl çıkaracaklarını konuşuyor. TBMM Dijital Mecralar Komisyonu Başkanı Hüseyin Yayman ise kuyuya yeni taşlar atmakla meşgul. Google’la yaptıkları toplantıya Tiktok’u sevmediğini anlatarak başlamıştı, şimdi onu da kapattırmaya çalışıyor: "Beni gören insanlar diyor ki 'Bu TikTok'u kapatırsan, cennetin kapısına aralarsın." Yayman’ın ahiret heyecanına mâni olmak gibi olmasın ama Tiktok’un Türkiye’de 18 yaş üstü 37 milyon 730 bin kullanıcısı var, en hızlı büyüyen sosyal ağlardan biri.

Bu mecraların Türkiye temsilcileri hükümet yetkilileriyle sık sık görüşüyor, bunların bir kısmı haberlere de yansıyor. Ülke burada dönen ticari gelirlerin yüzde 7,5’ini vergi olarak alıyor. O taş o kuyudan nasıl çıkacak yakında göreceğiz. 2022’de “Metaverse'de dinimize sahip çıkalım” diye başlayan heyecan bugün “dijital faşizm”e, hatta şeytan taşlamaya vardı. Faşizmi de maliyeti de üstümüze kaldı.

                                                               /././

Nasıl ölünür? -Deniz İpek-

Türkiye'de çocuk işçiliği ve buna bağlı iş cinayetlerinde tablo, her geçen yıl çocuk emeği sömürüsünün arttığını ortaya koyuyor. TÜİK verilerine göre 2023 yılı sonunda Türkiye'nin çocuk nüfusu 22 milyon 206 bin 34. Nüfusun yüzde 26'sını çocukların oluşturduğu Türkiye'de çocuk işçiliğinde ciddi bir artış yaşanıyor. Dört yıl önce yüzde 16.2 olan çocuk işçi oranı, çocuk emeği sömürüsünü rutin hale getiren tek adam ve sermaye düzeniyle birlikte 2023 yılı itibarıyla yüzde 21.1'e çıktı. Türkiye'de 2013-2023 yılını kapsayan dönemde 671 çocuk işçi iş cinayetlerinde öldü. Bu dönemde, yıllık ortalama 67 çocuğu hayattan koparan iş cinayetleri, 2024’te devam etti. Yılın ilk 7 ayında en az 45 çocuk işçi daha iş cinayetlerinde öldü. Böylece 31 Temmuz 2024'e kadar resmi kayıtlara yansıyan çocuk işçi ölümleri 716 olarak gerçekleşti.

CHARLOT’UN ÖLÜMÜ

Toplumsal ve ekonomik koşulların ölümü nasıl şekillendirdiğini gözler önüne serer "Nasıl Ölünür" ile Emile Zola. Aristokrat, burjuva, esnaf, köylü ve işçi ailelerinin ölüm sürecini nasıl yaşadıklarını olanca sadeliğiyle ve toplumsal çerçeveden kopmadan sergileyen 1800’lerin sonundan beş tablo sunar “Nasıl Ölünür” kitabında. Morisseau ailesi işçi, geçim mücadelesi veren bir aile. Charlot; çelimsiz, akıllı ancak sağlıksız bir çocuk. 10 yaşında. Bir gün Charlot hastalanır. Soğuk kış günleri, işsizlik, yoksulluk. Baba sokaklardaki buzları kırarak ancak karnını doyurabilecek para kazanıyor, bir taraftan soğuk kış günlerinin sona ermesini oğlunun iyileşmesi için bekliyor bir taraftan da kış bitirse buz kıramayacağı için işsiz kalmaktan korkuyor. Evdeki eşyalar parça parça satılmış, sona gelinmiş. Ne ısınmak için ne de boğazlarından geçecek bir lokma için para yok. Charlot hastalanınca ne kadar ağlasalar, çırpınsalar da kaçınılmaz sona engel olamıyorlar. Çocuk zavallı haline benzer bir şekilde özensiz bir törenle toprağa verilir. Çamurun içine bata çıka kimsesizler mezarlığına gömüyorlar onu. Zamanında çocuk hastayken belediyeden talep ettikleri yardım çocuk öldükten sonra gelir ancak o parayı definden sonra komşularıyla şarap içmek için harcarlar.

EN YOKSUL ÇOCUKLAR TÜRKİYE’DE

Zola’nın betimlemelerinden 125 yıl sonra Türkiye, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) verilerine göre, Türkiye’de beslenme ve gıda krizinden doğrudan etkilenen 6.5 milyon çocuk şiddetli yoksulluk içinde. Her beş çocuktan biri yeterli ve besleyici gıdaya erişemezken, her dört çocuktan biri ise okula aç gidiyor. OECD’nin raporuna göre; Türkiye çocuklarda yoksulluğun en yüksek olduğu ülkelerden biri. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının sosyal ve ekonomik destek programının raporuna göre ise maddi durumu kötü ailelere yapılan yardımdan yararlanan çocuk sayısı 172 bine dayandı. Yardım 2012’de 37 bin 295 çocuk ile başlamıştı. 2020’de 129 bin olan yardımdan yararlanan çocukların sayısı, 2023 yılı sonu itibarıyla 164 bin 995’e ulaştı. 2024’ün ilk 6 ayı itibarıyla ise 171 bin 895’e yükseldi. Yıllara göre yardım alan çocuk sayısı da şöyle: 2018: 122 bin 489, 2019: 129 bin 422, 2020: 129 bin 422, 2021: 140 bin 275, 2022: 157 bin 248, 2023: 164 bin 995, 2024: 171 bin 895 (İlk 7 ay)

OCAK SÖNDÜREN ÇALIŞMA DÜZENİ

Zola’nın “Nasıl Ölünür” ile anlattığı üretim araçlarının ve mülkiyet ilişiklerine göre farklı toplumsal katmanların çalışma ve yaşam koşullarındaki eşitsizlik öldükten sonra da tutulan yastan ve cenaze törenine kadar farklılıklar gösterdiğini nefis betimler. Bu eşitsizliklerden birine geçenlerde katıldığım intihar eden bir işçinin cenazesinde şahit oldum. Geçtiğimiz haftalarda Aile ve Sosyal Politikalar Denizli İl Müdürlüğünde taşeron şoför olarak çalışan bir işçi intihar etti. Konu aile ve sosyal politikalar ve intihar olunca il müdürü de işçinin cenazesine katıldı. Yakınlarının intihar nedenlerine ilişkin söylemleri çoğunlukla ‘Ailevi’ sebeplerde yoğunlaşsa da ailevi nedenleri zora sokan temel etken de ekonomik nedenlerdi. Bayram döneminde evde yaşanan ‘Bir kurban bile kesemedik’ tartışması ardından eşin çocuklarla birlikte evi terk etmesi, evde yalnız kalınan uzunca bir süreç bu intiharı tetikleyen etmenler arasındaydı. Geçim derdi olmasa, yıllık izinde bir deniz tatili olsa, hafta sonları dinlendirici ve ruh sağlığını iyileştirici sosyal zaman geçirilse yine bu olumsuz sonuç çıkar mı ortaya tartışılır.

CENAZE TÖRENİ DE SINIFSAL

Babası esnaf olan işçinin taziyesine aile dostları, komşular, akrabalar, iş arkadaşları ve çeşitli kesimlerden katılanlar oldu. Taziye nedir nasıl olur? Vefat edenin ardından anılar mı taziye edilir, yoksa acılı günün acısını tazelememek adına hiç alakasız konular mı konuşulur? Taziye evinde haliyle baba evladının acısıyla sessiz, dalgın, işçinin kardeşi aynı durumda. Taziyeye gelen misafirlere içecek servis ediliyor. Ölen işçi değil de gündelik konular konuşuluyor. 60 yaş üstü insanlar ilçeye bağlayan kara yolundaki yeniden inşaat başladığından yakınıyor, bir tanıdığının 4 bin lira olan nakliye işini 2 bin liraya çözdüğünü anlatıyor. İşçi neden intihar etmiş, intiharı önlemek üzere politika üretmesi gereken bakanlığın kendi çalışanının neden intihar ettiği konuşulmuyor. Eşiyle ne sorunlar yaşamış, bir aylık emeği karşısında aldığı ücret 4 kişilik bir aileyi geçindirmeye yeterli miymiş? Yaz tatili planı var mıymış? 2 çocuğun masrafı aylık ne kadarmış? Tavas ilçesinden merkeze tayin istiyormuş neden olmamış? Bunlar konuşulmuyor. Zola’nın işçi çocuğunun ölümü sonrasındaki cenaze töreni ve yasın sınıfsal karakterini yaşattı.

                                                             /././

Sekiz yılda 343 bin hektar orman ‘tahsis’le yok edildi -Emirhan Durmaz-

Tahsisler ve ormanların ormanlık alan statüsünden çıkarılması yangınların dört katı zarar veriyor. 8 yılda Bakanlar Kurulu ve Cumhurbaşkanı Kararnameleri ile birlikte 343 bin hektar alan yok edildi.

Sıcak hava dalgasının etkilerini göstermesiyle birlikte orman yangınlarının sayısında ciddi bir artış yaşanıyor. Öyle ki Orman Genel Müdürlüğü (OGM) verilerine göre, 2024’ün ilk yedi ayında ülke genelinde 10 bin 628 hektarlık alan kül olmuş durumda. Ancak ormanların yok olmasının tek sebebi yangınlar değil. Öyle ki tahsisler ve ormanların ormanlık alan statüsünden çıkarılması yangınların dört katı zarar veriyor. İzmir başta olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında üst üste olan yangınlar, bu yangınların nedenleri ve ormanları yok eden tahsislere ilişkin İzmir İtfaiye Dairesi Başkanı İsmail Derse, Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) İzmir Şube Yönetim Kurulu Üyesi Arzu Yücel ve Türkiye Ormancılar Derneği İzmir İl Temsilcisi Kenan Öztan ile görüştük. 

TAHSİSLER ORMANLARA DAHA BÜYÜK ZARAR VERİYOR 

Evrensel’e konuşan Türkiye Ormancılar Derneği İzmir İl Temsilcisi Kenan Öztan, ormansızlaştırılan alanlar açısından tahsislerin yangınlardan çok daha büyük ölçüde zarar verdiğine dikkat çekti. Yanan alanların en kısa sürede yeşillendirilmesi gerektiğinin ve tahsis edilemeyeceğinin altını çizen Öztan, “Son zamanlarda orman sınırı dışına çıkarma kavramı geliştirildi. Bu bizi telaşa sürüklemektedir. Yanan alanlar başka amaçla kullanıma tahsis ediliyor ve istenildiği gibi kullanılıyor” diye konuştu. Son yıllarda orman alanlarından ormancılık dışı alanlara yapılan tahsislerin dikkat çektiğini dile getiren Öztan, “2004’te ormanlık alanlardan 7 bin 368 hektar tahsis yapılmışken 2017 yılında yaklaşık sekiz kat artışla 57 bin 454 hektara çıkmıştır. Orman yangınları çıktıkça kamuoyunun dikkat ve ilgisiyle medyada günlerce haberlere konu olmaktadır. Oysa tahsisler ormanlara çok daha büyük ölçüde zarar vermektedir. 2012-2020 yılları arasında çıkan 24 bin 357 yangında 87 bin 432 hektar alan zarar görürken aynı dönemde verilen 51 bin 663 adet izinle 342 bin 846 hektar alan ormancılık dışı amaçlara tahsis edilmiştir. Bu veri yanan alanların yaklaşık 4 katıdır. Üstelik yanan alanların neredeyse tamamı yeniden ormanlaştırılırken, ormancılık dışına tahsis edilen alanların yeniden ormanlaştırılması neredeyse olanaksızdır” ifadelerini kullandı. 

Orman Genel Müdürlüğü (OGM) verilerine göre Bakanlar kurulu kararı ve Cumhurbaşkanı kararnamesi ile tahsis edilen 342 bin 846 hektarlık orman alanının 87 bin 38’i madencilik, 126 bin 296’sı enerji, 128 bin 712 hektarı diğer işlemlere açılırken 800 hektarı ise İmar Kanunu’nun 18. maddesi uyarınca orman sınırı dışına çıkarıldı. OGM 2020 yılından bu yana orman tahsislerine ilişkin detaylı bilgi 
açıklamıyor. 

Madde 18 ise imar sınırları içinde bulunan ve üzerinde bir yapı olan ya da olmayan arsaları ve arazileri, maliklerinin rızası alınmaksızın bir uygulamaya tabi tutulması. Bu madde ile ormanlık alanlar imara açılabiliyor.

"ORMAN DIŞINA ÇIKARILAN ALANLARIN EMLAK DEĞERİ YÜKSEK"

Başkanlık rejimine geçişin ardından Resmi Gazete’de sık sık gördüğümüz orman dışına çıkarma kararlarına ilişkin konuşan Öztan, “Bugüne kadar bir Bakanlar Kurulu kararı ve 26 Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile 31 milyon 86 bin 942 metrekare alan orman rejimi dışına çıkartılmıştır. 28.06.2024 tarih ve 32586 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan orman dışına çıkartılan alanlar tablosuna baktığımızda, İzmir Aliağa’da yer alan Siteler Mahallesi’nde 285 bin 867 metrekare alanın orman dışına çıkarıldığını görüyoruz. Bu alanların en ayırt edici özelliği ise sanki kişiye özel, çok küçük sayılabilecek alanlar oluşudur. Ancak bu alanların emlak değeri çok yüksek ve özellikli arazilerdir. İzmir Aliağa’da orman alanı dışına çıkartılan arazinin dört bir yanı kirletici sanayi kuruluşlarıyla çevrili. Orman örtüsü yok edilmiş ve orman yetiştirildiği taktirde çölde bir ‘vaha’ gibi değerlenecek bir alandır” diye konuştu. 

"ÖNLEM ALINMALI"

Tahsislerin yanı sıra orman yangınlarına ilişkin konuştuğumuz İzmir İtfaiye Dairesi Başkanı İsmail Derse çıkan yangınların engellenmesinin mümkün olduğunu, yangın çıktıktan sonra değil, çıkamdan önce önlem alınması gerektiğini vurguladı.

"YANGININ ÖNCESİNE ODAKLANILMALI"

Tıpkı diğer afet yönetim süreçlerinde olduğu gibi yangınlarda da yangın meydana geldikten sonra değil öncesinde, başta risk bölgeleri olmak üzere planlanma ve yönetime odaklanmak gerektiğine vurgu yapan ÇMO İzmir Şubesi YK Üyesi Arzu Yücel, “Son yıllarda dünya genelinde ve ülkemizde birçok büyük şehirde ve turizm merkezlerinde insan yerleşimleri ile doğal bitki örtüsünün kesişim noktası artmaktadır. Bu durum bir yandan nüfus artışının doğal sonucu ve önlenemezken; orman yangını riskini de doğrudan artırmaktadır. Birçok çevre ajansı bu tür kesişim noktalarında yangına dirençli çözümler üretilmesi, düzenli bakım ve yönetim çalışmaları ile bitki örtüsünün kontrol altına alınması, toplumun orman yangınlarının önlenmesi konusunda bilinçlendirilmesi, yangın tahliye planları yapılması gibi konuları öncelikli olarak ele almak üzere planlamalar önermektedir. Ülkemizde buna ilave olarak orman içi ve bitişiği alanlara çöp ve atık bırakılmasının önlenmesinde, enerji nakil hatlarının yangına özel bakımlarının planlamasında, sanayi tesisleri ve kara yollarında koruma bandının belirlenmesinde önlemlerin geliştirilmesinde kağıt üzerinde kalan kararlarda sorumluluk; özel sektör, yerel yönetimler ve kamuoyu ile paylaşılmalıdır” dedi.

ADRESE TESLİM ORMAN DIŞINA ÇIKARMA

Kenan Öztan’ın verdiği Aliağa örneğinin yanı sıra Cumhurbaşkanı kararnamesi ile orman sınırı dışına çıkarılan alanlardan İstanbul’un Beykoz ilçesine bağlı Görele köyü dikkat çekiyor. Lüks, havuzlu binaları ile dikkat çeken Görele’de yapılan orman sınırı dışına çıkarma yeni villalar, lüks yapılar yapılacağının sinyalini veriyor.

                                                                                   Beykoz Görele (Görsel: Google Earth)

Yine İstanbul’da Çayağzı’da yapılan orman sınırı dışına çıkarılan alana baktığımızda emlak değerinin ve lüks konutların günden güne yükseldiği bir yer olduğunu görmek mümkün.

                                                                                 İstanbul Çayağzı (Görsel: Google Earth)

Bununla birlikte Muğla’nın rant ve tatil ile anılan ilçesi Fethiye’de de benzer bir durumu görmek mümkün. Gördes Mahallesi’nde yapılan orman sınırı dışına çıkarma, rantla dolu tatil beldesine bir yenisinin daha ekleneceğini akıllara getiriyor.

                                       Muğla’nın Fethiye ilçesindeki Gördes mahallesi (Görsel: Google Earth)

Tokat merkeze bağlı köylerde ve Serkiz Yaylası’nda yapılmak istenen maden arama çalışmalarına karşı halk direnişe geçti.

"İZMİR YANGIN SAYISINDA ÜÇÜNCÜ SIRADA"

İzmir’de ise EFFIS’e  (Avrupa Orman Yangınları Bilgi Sistemi) göre Selçuk, Çeşme, Foça, Gaziemir, Buca, Dikili, Seferihisar ve en son Urla’da çıkan yangın olmak üzere toplam 2 bin hektarlık alan yangınlardan etkilendi. Aynı zamanda İzmir’de çıkan yangınlarda 4 yurttaş yaşamını yitirdi. ÇMO İzmir Şubesi YK Üyesi Arzu Yücel ise yangın sayılarında küresel ölçekte yaşanan artışa dikkat çekti. İklim, arazi kullanımı, arazi yönetimi uygulamalarının ve nüfustaki değişikliklerin orman yangınlarındaki riski değiştirdiğini söyleyen Yücel, “Aynı zamanda tüm dünyada daha fazla bölge, daha önce görmedikleri yangınlara karşı savunmasız hale gelmektedir” diye konuştu. Türkiye Ormancılar Derneği İzmir İl Temsilcisi Kenan Öztan ise, İzmir’de 1943’ten 2024’ün ocak ayına kadar 4 bin 817 adet tahsis ile 281 bin 995 hektar alanın ormansızlaştırıldığını aktardı.

                                                          ***

Can Atalay ile ilgili hangi adım ne anlama gelecek? -Fatih Polat-

Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, yasal bir altyapıya kavuşturulmuş olsa da, şu anki uygulanma biçimine “icrai” pratiklerle ve güç zoruyla ulaşıldı.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilirken Erdoğan’ın bu sistemde Cumhurbaşkanının daha kolay yargılanacağına ilişkin ifadelerinin dahi olduğu hatırlanacaktır. Ama örneğin Cumhurbaşkanının hoşuna gitmeyen AYM ve AİHM kararlarının uygulanmayabileceği ifade edilmiş miydi? Tüm bunlar “icrai” pratiklerle siyasal bir gerçeklik haline geldi. Buradaki “icrai” vurgusu tahmin edeceğiniz gibi Mehmet Uçum’dan emanet.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkan Vekili Mehmet Uçum, Resmi Gazete'de yayımlanan Can Atalay'la ilgili AYM kararına ilişkin, sosyal medya hesabından 2 Ağustos 2024 günü yaptığı paylaşımda, "İcrai yetkisi yok" ifadesini kullanmıştı. Uçum’un “Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu başkan vekili” sıfatını kaldırırsanız, hayatta hukuk “otoritesi” anlamında bir karşılığı da kalmaz. Normal bir avukat olarak o paylaşımı yapsaydı, kaç kişi dönüp bakardı? İşte “icrai fark”(!)

Bu icrai durumlar siyasal hayatımıza, sonradan dönüp, bugünkü pratikleriyle hatırlayacağımız Uçum’a ek olarak başka bazı simalar da kazandırdı, kazandırıyor. Örneğin Bekir Bozdağ, 2013-2015 ve 2015-2017 yılları arasında Recep Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu ve Binali Yıldırım tarafından kurulan hükûmetlerde Adalet Bakanı, 29 Ocak 2022'de 66.Türkiye hükümetinde de adalet bakanı olarak görev yapmış bir isim olarak, Can Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesini sağlayan kararı Mecliste okutan kişidir. TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş okumayınca, hukuksuzluğuyla bundan sonra da tartışılacak o kararı okuyacak kadar ‘Tek adam’ yönetimine militanca bağlı bir icraya gönüllüce imza atmış bir isim. Unutulamaz yani!

Ama sadece o değil, Numan Kurtulmuş da unutulamaz! O kararı, kendisinin okumamış olması, var olan Anayasa’ya ve AYM kararına sahip çıkmamış bir Meclis başkanı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bir de bunların üzerine, partilerle ‘sivil anayasa’ görüşmeleri yapabilmesi gerçekten şahaneydi(!) İnsan tüm bunları görünce, acaba başka ne özellikleri var diye merak ediyor doğrusu.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Anayasa Mahkemesinin (AYM) vekilliğinin düşürülmesiyle ilgili "yok hükmünde" kararı verdiği TİP Hatay Milletvekili Can Atalay'ın tahliye başvurusuna ilişkin kararını verdi. Mahkemenin, sorumluluğun Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğunu belirterek 'Karar verilmesine yer olmadığına' hükmetmesi, kendisini AYM ile eşitleyerek, kendince benzer üslupla topu Meclise pas etmesi anlamına geliyor.

Buralara hep icrai olarak gelindi. Eskiden buralar dutlukken AYM kararlarına böyle muameleler yapılmazdı.

Peki şimdi 16 Ağustos’ta ne olacak? Aslında normal olan, TBMM Başkanı Kurtulmuş’un 13. Ağır Ceza Mahkemesine bir yazıyla, Can Atalay’ın Mecliste milletvekili olarak yemin edip görevine başlaması için tahliyesinin sağlanmasını bildirmesi. Ama şu ana kadar kendisinden bir ses yok. Çünkü o, Çukurova Uluslararası Havaliman'nın açılış töreninde konuşmasında, “SGK'ye borç ödemeye gelince para yok, cümbür cemaat Paris'e gitmeye gelince para çok” diyerek muhalefete yüklenirken, kendisi geçtiğimiz ay yapılan ABD’deki NATO zirvesine beş uçaklık konvoyla giden Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan bir işaret gelmeden bunu yapamayacağını kanıtlamış bir Meclis başkanı. O konvoydaki bir uçak da kendisine ayrılmıştı. Önden gidip Erdoğan’ı karşılaması için.

Bu arada, kişi başı yıllık gelirin 58 bin dolar olduğu İsveç’in ve 50 bin dolar olduğu Finlandiya’nın liderlerinin o zirveye aynı uçakla gittiklerini hatırlatalım. Kişi başına geliri Türkiye’nin dört katından fazla olan iki ülkenin liderleri aynı uçakla giderken, Batı’da para arayan Türkiye’nin bu müsrifliği de gocundurmamıştı kendisini.

MHP’nin katılmayacağını açıkladığı 16 Ağustos’taki Meclis oturumuna dair, ‘tek adam’ yönetiminin şu ana kadarki pratiğine dayalı olarak yapılan tahminler, Numan Kurtulmuş’un, Erdoğan’dan yeni bir işaret gelene kadar AYM’nin Can Atalay kararını sümen altında tutacağı yönünde. Peki aksi olursa, yani Can Atalay’ın vekil olarak göreve başlamasına engel çıkarılmazsa bu ne anlama gelecek?

Öncelikle şunu belirtelim. Böyle bir kararın hemen ardından sosyal medyada, Kavala ve diğer Gezi tutukluları ile Demirtaş’a dair, sayısız yorum ve değerlendirmeye tanık olacağız. Gün içinde internet sitelerinde bu kararın olası sonuçlarını tartışan yazılar yayımlanacak. Televizyon kanallarının önemli gündemlerinden biri bu olacak.

Ama bu Saray iktidarının demokratikleşmeye meylettiği anlamına gelir mi? Gelemez. Zaten gelse, o zaman Saray iktidarı diye bir şey kalmaz.

Peki bu yeni durumun hiçbir manası olmaz mı? Elbette olur. Hem de ciddi manada. Artık Saray iktidarının önceki yöntemle kendi kuyusunu da kazdığını kabul edip bir manevra yapma ihtiyacı duyduğu anlamına gelir. Sonrasını da eğer bu ihtimal gerçekleşirse sonra konuşuruz.                                           

                                                         /././

Zamanın durduğu göl -Özer Akdemir-

Gölün sularının büyük bölümü çekilmiş, geriye çamur kalmıştı. Çamurun üzeri göz alabildiğine adını bilmediğimiz domur domur mor çiçekleri olan bir bitki ile kaplıydı. İleride öbek öbek su birikintileri görünüyor, sonra yine üzeri mor çiçekli bitkiler bataklık haline gelmiş gölün üzerini kaplıyordu.

Çamurların ve mor çiçekli bitkilerin arasından görünen mavi su, yılan gibi kıvrılarak ince bir kanal halinde bataklığı boydan boya geçiyordu. Her bataklıkta görmeye alıştığımız sazlıkların yerini bu mor çiçekli bitkiler almıştı burada.

Karşımızda, bir mavzer atımı kadar uzaklıkta görünen yeşil örtünün ne olduğunu anlayamıyorduk ki belki de sazlıklar oradaydı. Bu yeşilliğin ötesinde ise eşine şimdiye kadar çok az rastladığımız bir renk cümbüşü halindeki sarı, yeşil, turuncu bir toprak vardı. Bu toprak, ileride tatlı bir eğimle yükselen ve yükseldikçe renkten renge giren katmer katmer bir tepe haline geliyordu. “Gökkuşağı Tepeleri” adı verilen bu tepelerin açık beyaza çalan sarı zirvesi masmavi, bulutsuz bir gökyüzü ile birleşiyordu.

Bataklığın kıyısında, dalları güneşe gülümseyen, parlak yapraklı bir zerdali ağacının gölgesinden bu manzaraya dalıp gitmiştik. Az ötemizde meraklı, tasasız bir kiraz kuşunun cıvıltıları eşliğinde, tek bir beyaz bulutun bile olmadığı gökyüzünde uçuşan kuşları izliyorduk. Zaman, biz bu güzelliği doyasıya beynimize nakşedelim diye durmuştu sanki. Bir insanın yaşamında çok nadir olarak duyumsayabildiği ve bu tuhaf esriklik halini “O an zaman durmuştu” diye anlatabildiği anlardan birisini yaşıyorduk Nallıhan Kuş Cenneti’nde.

Buraya, ağustos ayının ortalarına doğru, henüz öğle sıcağı çökmemiş olsa bile gölgede 35-40 dereceyi bulan bir günde gelmek durumunda kalmıştık. Kadim İpek Yolu’nun geçtiği bu topraklarda kurulan yerleşimler adlarınıı da kervanların konaklayacağı hanlardan alıyordu. Nallıhan’dan Çayırhan’a doğru dar ama düzgün zeminli, garip kıvrımları, U dönüşleri ve köprü altı geçişleri olan asfalt bir yoldan ilerleyerek gelirken karşımıza çıktı Sarıyar Barajı. Baraja gelmeden, bir viyadükün altından geçip Kuş Cenneti tabelalarını izleyerek girdiğimiz doğuya kıvrılan yolun solundaki güzellik daha görür görmez çarptı bizi.

“Nallıhan Kuş Cenneti” yazılı ahşap tabelanın altından ilerleyip kısa bir yokuştan inerek aracımızı otoparka yanaştırdık. Öğle 11 sularıydı saatler ve bizim dışımızda sadece bir araç daha vardı en az 30-40 araç kapasiteli otoparkta. Etrafa kuşlar ve sulak alan-gölle ilgili bilgilendirici tabelalar serpiştirilmişti. Geniş, iki katlı bir binanın önünden gölün içine doğru ahşap bir iskele uzuyordu. Binanın alt katında içleri doldurulmuş hayvanlar vardı. Gölde bulunan kuşların yanı sıra su samuru, saz kedisi, porsuk gibi hayvanlar camlaşmış gözleriyle kendilerine ayrılmış, loş ışıklarla aydınlatılmış bir köşede sanki durup bize poz veriyorlarmış gibi capcanlı görünüyorlardı. Sıcaktan camları buğulanmış, yoğun bir nem tabakasının olduğu üst katta ise göl çevresinin ve göldeki kuşların birbirinden güzel fotoğrafları sergileniyordu.

Göl çevresindeki tesislerin olduğu bu alanda bulunan ikinci bina ise tek katlı idi ve diğerinden daha küçük bir kulübeydi. Kulübenin önündeki gölgede güler yüzle “Hoş geldiniz” diyen ve size çay-kahve ikram etmek isteyen orta yaşlı, Doğa Koruma ve Milli Parklar üniforması giyen bir görevli oturuyordu.

Bu binaların göle yakın köşelerinde ahşap malzemeden küçük gözlem kulübeleri yapılmış, bu kulübelerin dört bir yanına kuşların rahatsız edilmeden izlenebilmesi için ufacık pencereler açılmıştı.

Genelde bu tür yerlerden alışkın olmadığımız bir temizlik ve düzen gözleniyordu. Belki de sezon sonu olduğu için böyleydi bu. Görevlinin dediğine göre son günlerde bizim gibi birkaç meraklının dışında pek gelen giden de olmuyordu. “Baharda gelmeniz lazım. Kuşların en çok olduğu zaman ilkbahardır. Şimdi sezon kapanıyor yavaş yavaş ve göçmen kuşlar gitmeye başladı” dedi, güler yüzlü görevli. Gerçekten de göl üzerinden uçan, yüzeyinde oynaşan, kuş türleri ve sayıları çok az gibi geldi bize de.

Küçük bekçi kulübesinin yanında durup gölü izlerken önümüzden, katar katar kuş sürüleri geçiyordu. Çoğunluğu mavi gökyüzünde simsiyah lekeler gibi görünen karabataklar ve sakar mekelerdi bu kuşların. Beyaz tüyleri, ince narin boyunları ile ak-gri balıkçıllar, gölün orta kısmında çamuru ve suları yarıp çıkan bir alageyiğin boynuzları gibi görünen çıplak ağaç dallarına tünemişlerdi. Bu dallar yüzeyden bir buçuk iki metre kadar yüksekteydi.

Balıkçılların yanında göz kenarları ve boyunlarındaki kanarya sarısı tüylerle kendini belli eden bir grup kaşıkçılar, uzun sivri gagalarını birbirine vurarak oyun oynuyorlardı.

Bu şenlikli kuş topluluğunun üzerinden geniş kanatlarının gölgesi suyun üzerine düşen bir arı şahini yüzeye birkaç metre yüksekte yavaş yavaş süzülüyordu. Üzerlerinden geçen bu şahin alttaki balıkçıl tayfasını hiç rahatsız etmiş görünmüyordu. Kuşkusuz çok iyi biliyorlardı ki arı şahini kendilerinin değil eşek, bal ve yaban arılarının peşindeydi. Bataklık alandaki mor çiçeklerin üzeri ise bu arılarla tepeleme doluydu. Şahinin beyaz karın tüylerinde kırmızı, siyah çizgiler vardı. Bir yelpaze gibi açtığı kuyruğu ise gri ve solgun kahverengi tonlarıyla güneşin ışıkları arasında parlayıp sönüyordu.

Anadolu’da, birçok sulak alanı, gölü kurutmuştuk ama 1959 yılında Sarıyar Barajının yapımı, Ankara’nın Beypazarı ve Nallıhan ilçelerine 30 kilometre uzaklıkta bulunan Gökkuşağı Tepelerinin arasında bir kuş cennetinin oluşmasına yol açmıştı. Davutoğlu köyünün sınırları içerisinde, Aladağ Çayı’nın baraja döküldüğü yerde oluşan bu yapay sulak alan, tarihi İpek Yolu’nun da geçtiği bölgede yer alıyordu. Anadolu’da sulak alan ve göllerin birer ikişer kurumasından olsa gerek, özellikle Kırşehir Seyfe Gölü gibi geniş bozkırların ortasındaki göllerde yaşamaya, üremeye alışkın göçmen kuşlar için burası tam bir cennet olmuştu zaman içerisinde. Bölge, ayrıca eşsiz jeolojik yapısı ve tarihi kentsel dokusu ile adeta bir açık hava müzesi gibiydi...

Nallıhan’dan sonra gittiğimiz Beypazarı da özellikle tarihi evleri ile ünlü, turistik bir ilçe haline gelmiş. İlçenin her biri aynı türden tabelaları ile süslenen sokak başlarında sık sık “Zamanın durduğu şehir” yazılarını görünce, Nallıhan Kuş Cenneti’nde de zamanın durduğunu duyumsadığımız anlar geldi aklımıza.

Batı Karadeniz’den bozkırlara geçiş rotasındaki bu iki tarihi kent ve etrafındaki her şey, bunca sıkıntının, sorunun, vasatlığın arasında hâlâ zamanı durduran ve hepimize nefes aldıran güzellikler olduğunun da göstergesiydi.

Zamanı durduran göller, rengahenk Gökkuşağı Tepeleri ve silüeti bu tepelerin üzerine vuran çeşit çeşit kuşlar…

Dik bir tepenin yamacında omuz omuza duran beyaza boyalı, kahverengi ahşap çerçeveli, cumbalı evlerin şirinliği…

Tüm bu güzellikler hak ettikleri değerin anlaşılacağı zamana kurup kendini fısıldıyorlar; “Umudunu kesme ne yarından, ne de yurdundan...”

                                                             /././

‘Batı bizi kıskanıyor’dan ‘ev zencisi’ne -Yücel Demirer-

Erdoğan rejimi başlangıcından itibaren yaşanan gerçeklikle kendi gündem ve hedefleri arasındaki boşluğu birtakım araç ve yöntemlerle kapatma yolunda sistemli çaba harcıyor. Ülkenin her alanda şahlandığından, işlerin aslında göründüğü kadar kötü olmadığına kadar geniş bir yelpazeye yayılan ‘iyi haber’lerin farklı kategoriler için farklı biçim ve içerikte özenle kurgulandığı görülüyor. Bu faaliyetin yüzlerce örneğini saymak mümkün: Hızlı tren tanımına uymadığı için hızlandırılmış denilen trenler, rejimin zihniyetinin ne kadar merkeziyetçilikten uzak olduğunu göstermek için organize edilen ve şimdilerde çoktan unutulmuş muhtar toplantıları ile askeri teknoloji literatüründe ‘hafif uçak gemisi kabiliyeti eklenmiş, çok maksatlı amfibi hücum gemisi’ olarak tanımlanmasına rağmen TCG Anadolu gemisinin “uçak gemisi” olarak sunuluşu bunlardan sadece birkaçı.

Bir başka sık kullanılan algı yönetimi aracı, Batı toplumları ve kültürü ile olur olmaz yapılan karşılaştırmalara ve bu karşılaştırmalar üzerinden üretilip ortama bırakılan ‘algı balonları’na dayanıyor. Üretilen algı balonları, kapsamının geniş ve kullanışlı bir biçimde belirsiz tutulmuş oluşu ile belirli bir alana ya da konuya odaklı olan iyi haber rüzgarlarından farklılaşıyor. Bunun en iyi örneklerinden olan “Batı bizi kıskanıyor” söylemi, ciddiye alınamayacak içeriği ile ilk anda bir gülümsemeyi beraberinde getiriyor ve entelektüel müdahaleye ihtiyaç duyulmadan hayatın gerçekleri söylemin sonunu getiriyor. 2024 boyunca kontrolden çıkan TÜİK istatistikleriyle üzerinin örtülmesi mümkün olmayan yoksulluk düzeyi, bu cümleyi halkın içinde söylenemez kılıyor.

Ancak, rejimin ihtiyaç ve hedefleri ile kitlelerin gerçekliği arasındaki uçurum giderek derinleşirken artık kullanılamaz hale gelen “Batı bizi kıskanıyor”un yeri boş kalmıyor. İçinden geçilen açlık koşullarında, müsamere iyimserliğiyle 1984 romanı “gerçek”çiliği arasında bir yerde duran “Batı bizi kıskanıyor” söyleminin yerini bu kez ‘ev zencisi’ benzetmesi almış görünüyor. Dünya tarihine aşina, muhtemelen ABD’de bulunmuş konuşmaları yazan bir danışmanın kaleminden döküldüğü izlenimi veren bu aşağılamayı sorgulamak ve bu el yükseltişin anlamı üzerinde durmak gerekiyor. Son 20 yılda iktidar liderleri ve sözcüleri tarafından Batı ile yapılan karşılaştırmaların içerdiği çifte standart ve tahribatın boyutları anlaşılmayı bekliyor.

                                                        ***

Dünya tarihinin en acılı, insan onuruna en aykırı, yaralı kesitlerinden biri Amerika kıtasında yaşanan kölecilik oldu. ABD kapitalizminin serpilmesinde köle emeği sömürüsü önemli bir yer tuttu. 1865 yılında köle ticareti yasaklanana kadar insanlar mal gibi alınıp satıldı, insanlık dışı şartlarda yaşamaları ve çalışmaları istendi. Pamuk endüstrisinin bu ürüne artan ihtiyaç üzerinden gelişmesi, güney eyaletlerinde köle emeğine olan talebin uzamasının nedeni oldu. Kapitalist gelişim özellikleri farklılıklar gösteren kuzey eyaletlerinde kölelik karşıtı toplumsal tepkiler daha hızlı gelişip, bu uygulamayı yasaklayan yasalar daha erken çıkarıldıysa da köleciliğin yıkıcı sonuç ve etkileri izleyen yüzyıllara da yansıdı. Kölelere yapılan zulmün boyutları ve tahribatı sadece emek sömürüsü ile sınırlı kalmamıştı. Cinsel hayatı da içeren ve yüzyıllara yayılmış olan sistemli tecavüz, siyahların toplumsal yaşamını ve aile dinamiklerini bugün de etkilemeye devam eden kalıcı izler bıraktı.

ABD hapishane nüfusu içindeki siyahların oranından, hanede babanın olmadığı ortamda büyüyen çocuk sayısına, okuryazarlık istatistiklerinden kalıcı ve bir türlü geriye gitmeyen yoksulluk düzeyine kadar pek çok güncel durumun kökleri kölecilik dönemine ve o dönemde açılan yaralara dayanıyor. Sonradan yaratılan onca destek mekanizmasına, burs ve kotalara rağmen sistemli ırkçılık ve ayrımcılığın izleri kapanmaktan uzak.

Yazımıza konu olan ‘ev zencisi’ kavramı köleciliğin en berbat miraslarından biri. Sömüren, tecavüz eden, tarladan/çiftlikten kaçmaya kalkanın ayağını kesen beyaz efendi bunlarla yetinmiyor, hakimiyetini pekiştirecek kalleşlikler yapıyor. Kitleyi bölüp, iç hiyerarşiler üreterek siyahları birbirine düşman etmeye yarayacak ayrımlar üretiyor. Tarlada çalışanla evde çalışan, rengi diğerine göre daha açık olanla koyu olan, beyaz efendi yerine birbirine rakip kılınıyor. Bunu en yetkin biçimde kavramsallaştıran ve ayrımcılık karşıtı literatüre armağan eden Malcolm X (Malik el Şhabazz) oluyor. Malcolm X evde hizmet eden ve yaşam koşulları tarlada çalışanlara göre biraz daha iyi olan kölelere atıfta bulunurken, bu kölelerin sahiplerinin çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tutarak diğer kölelere göre daha sadık oluşlarını, eleştirel bir biçimde tanımlıyor.

                                                            ***

Erdoğan’ın Instagrama erişim engelini eleştirenlere ilişkin bu ağır ifadeyi kullanıp, Instagram’ın kapatılışını eleştirenleri sadece özgürlüğünü değil ruhunu da yitirenlerle denk tutması rejimin sıkışma düzeyini ve içinde bulunduğu durumu layıkıyla yansıtıyor. Abartılı ve komik olsa da bir tür iyimserlik içeren “Batı bizi kıskanıyor” söyleminin yerini ‘ev zencisi’ hakaretine bırakışı ve siyasal muhalefetin tıpkı bir ev kölesinin efendisine yaptığı gibi Batı'nın çıkarlarına gözü kapalı bir biçimde hizmet etmekle itham edilişiyle en üst seviyeye çıkarılan kutuplaştırıcı dil bir kez daha gündemi değiştirmeyi hedefliyor. Bunu yaparken farklı görüş sahibi olanlara karşı tepkinin sınırlarını genişletiyor. Tehlikeli bir biçimde el yükseltiyor.  

Bir sonraki hamleyi beklemeden, ayrıştırmaktan hakarete dönüşen yaklaşıma tepki göstermek gerekiyor.  

                                                             /././

Nehirler ve damarlarımız aynı hızda kirleniyor -Zeki Gül-

Hayatım boyunca hiç antibiyotik kullanmadım diyen birisiyle hiç tanıştınız mı? Ya ben hiç ağrı kesici kullanmam diyenlere ne diyeceğiz? Oysa tüm nehirler ve doğası gereği barajlar antibiyotik ile kirlenmiş durumda. Ziyadesiyle içme sularından ve gıdalarla topraktan; antibiyotiğinden ağrı kesicisine çokça ilaç almaktayız. 

Önce kirletip sonra çareler arıyoruz. Aynen damarlarımız gibi. İnsanlık tarihinde görülmemiş bir hızla her birimizin damarları kireçleniyor. Damarlarımızdaki kireçlenme hızı ile tüm dünyanın nehirlerindeki kirlenme hızı arasında paralellik var.

Birileri daha fazla kirletiyorken yerküreyi ve atmosferi; daha az kirletenlerin daha çok zarar görebildiği bir ahvale tanıklık ediyoruz. 

Yakın geleceğin anahtar sözcükleri arasında ‘ekolojik adalet’ zirveyi zorlayacağa benziyor. 

Hiç kimse, adaletsiz ve çevre katili olarak doğmaz. İnsanlar adaletsizliği öğrenir. Eğer, onlara ekolojik adaletsizlik öğretiliyorsa, adalet ve ekolojik sevgi de öğretilebilir elbet. Çünkü sevgi ile adalet, kalplerimize zıddına kıyasla çok daha doğal ve iyi gelir. 

Paul Coelho’nun belirttiği üzere "Dümdüz yollar yetenekli sürücüler yaratmazlar". Ve dünya hiç olmadığı kadar engebeli ekoloji ve adalet bağlamında: İnsanlık bu zoru da başaracak!

Dünyanın en popüler sözlüklerinden Merriam-Webster, 'adaleti' yılın kelimesi ilan etmişti 2018 yılında. Merriam-Webster internet sitesi, 'adalet' sözcüğüyle ilgili aramalarda “bir önceki yıla göre yüzde 74'lük artış olduğunu” duyurmuştu o yıl. "ırk adaleti", "sosyal adalet", "ceza adaleti" ve "ekonomik adalet" gibi başlıklarda adalet kavramının 2017 yılında ziyadesiyle gündemde yer aldığı belirtilmişti. 

Sağlık için adalet, ekolojik adalet ise yakın geleceğin muhtemel anahtar aramaları…

Dünyanın zirvesi Everest’i bile kirletmeyi başarabildik. Yakın zaman bir haber başlığı bu bağlamda ipucu sunmakta: “Everest’e tırmanan dağcılar kakalarını artık ana kampa getirmek zorunda”.

Farklı ülkeler nehirleri yasal boyutu ile insan hakları literatürü içine dahil etmeye başladı. Misal Hindistan'da Ganj, insan haklarına sahip, insan olmayan ilk varlık oldu. Karar uyarınca “Kirletme ya da başka bir yolla nehre zarar verenler, mahkemelerde, insana zarar vermiş gibi kabul edilecek.” Benzer bir karar Yeni Zelanda'da “Maori yerlileri tarafından kutsal kabul edilen Whanganui Nehri için” alınmıştı. Öncesinde.

İlaçlar ve medikal ürünlere bağlı nehir kirliliği, yapılan bir araştırmaya göre, küresel ve çevresel sağlığı ciddi bir şekilde tehdit ediyor.

“Yok Üniversitesinin yaptığı araştırmaya göre nehirlerde en fazla bulunan tıbbi ürünler parasetamol, nikotin, kafein ile epilepsi ve diyabet ilaçları”.

Hasılı cümle nehirler ve bedenimizdeki damarlar aynı hız ve benzer nedenlerle kirleniyor. Ama bazı coğrafyalarda daha hızlı bu gidişat. 

Sağlık için, dünyanın geleceği için ekolojik adalet ertelenemez bir mücadele ve kazanım alanı olmalı. Başka çare yok.

Sağlıcakla kalın.                     

                                                     /././

                                            Evrensel - GÜNDEM

Zam talepleri karşılanmadı: Kuzey Star tersanelerinde Mavi Ay işçileri iş bıraktı -Eren Yüceboy-

Tersanelerde zam talebinin geçiştirilmesine karşı ilk tepki Kuzey Star tersanesinde Mavi Ay’a bağlı çalışan işçilerden geldi. İşçiler zam taleplerinin ertelenmesine karşı işe gitmeme kararı aldı.(https://www.evrensel.net/haber/525400)

                                                                    ***

Ara zam isteyen CarrefourSA depo işçileri işten atıldı: Depoda direniş başladı

İstanbul’un Esenyurt ilçesinde bulunan CarrefourSA deposunda DGR isimle taşeron firmaya bağlı çalışan sendika temsilcisi 6 işçi işten atıldı. Üyesi oldukları DGD-SEN ile depo önüne gelen işçiler eylem yaptı. Depoda çalışan işçiler, işten atılmalara karşı depoda iş bıraktı. CarrefourSA deposunda işçilerin zam talebi üzerine taşeron firma yöneticileri sendika işyeri temsilcilerini işten attı. Pazartesi günü mesai başlangıcında depoda bir araya gelen işçiler, işbaşı yapmadı.(https://www.evrensel.net/haber/525391)

                                                              ***

Çanakkale Kirazlıdere Termik Santralinin üretim lisansı sonlandırıldı -Özer Akdemir-
Çanakkale Lapseki’deki Kirazlıdere Termik Santralinin üretim lisansı iptal edildi. Termik santrale 2013 tarihinde verilen üretim lisansı firmanın yasa gereği 7 yıl içerisinde üretimi başlama şartını yerine getirememesi nedeniyle Enerji Piyasası Düzenleme Kurumun (EPDK)  tarafından sona erdirildi.(https://www.evrensel.net/haber/525397)
                                                              ***
Yangından beter
AKP’li 8 yılda, yanan ormanların 4 katı kadar orman, maden ve enerji gibi faaliyetler için yok edildi. Yanan alanlarda yeniden ormanlaştırma mümkün; ama hükümet ve Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle şirketlere ya da kişilere tahsis edilen bu alanlarda yeniden ağaçlandırma da yapılamıyor.(TAHSİS BİLGİSİ GİZLENİYOR)  Türkiye Ormancılar Derneği İzmir İl Temsilcisi Kenan Öztan’ın Orman Genel Müdürlüğü (OGM) verilerinden derlediği bilgelere göre 2012-2020 arasında çıkan 24 bin 357 yangında 87 bin 432 hektar alan zarar gördü. Aynı dönemde 51 bin 663 izinle 342 bin 846 hektar alan ormancılık dışı amaçlara tahsis edildi. OGM 2020’den sonra tahsislerle ilgili bilgi açıklamadı.(https://www.evrensel.net/haber/525375)
                                                        ***
Niğde ve Altındağ’dan sonra Edirne’de de köpek katliamı

Hayvan Hakları Yasası'nda yapılan değişikliğin ardından yaşanan köpek katliamlarına bir yenisi eklendi. Niğde ve Ankara Altındağ'dan sonra Edirne Uzunköprü'de de çöplüğe çuvallar içinde atılan köpeklerini cansız bedeni bulundu. Edirne’nin Uzunköprü ilçesi çöplüğüne çuvallar içinde atılan yaklaşık 10- 15 köpeğin cansız bedeni bulundu. Uzunköprü Belediyesi tarafından yapılan açıklamada, "Uzunköprü Belediyesi olarak bu canice eylemi yapanlar hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunduğumuzu ve sorumluların adalet önünde hesap vereceğini halkımıza bildiririz” denildi.(https://www.evrensel.net/haber/525392)

                                                               ***

Sırbistan'da lityum protestoları sürüyor, Vucic ise projede ısrarcı

Sırbistan'da, İngiltere-Avustralya merkezli metal ve madencilik şirketi Rio Tinto'nun Loznica'da yürüttüğü lityum çıkarma projesine karşı eylemler sürüyor. Başkent Belgrad'da hükümet binası önünde, 10 Ağustos'ta düzenlenen protestolarda gözaltına alınan ve hapis cezasına çarptırılan Ivan Bjelic, Nikola Ristic ve Jevdenlike Julian Dimitrijevic için yüzlerce kişi bir araya geldi. Nemanjina Caddesi ve Kneza Milos Caddesi'nin kesiştiği kavşağın kapatıldığı eylemde, "Gözaltındakileri bırakın" ve "Kazamayacaksınız" sloganları atıldı.(https://www.evrensel.net/haber/525387)

                                                                ***





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder