13 Ağustos 2024 Salı

soL "KÖŞEBAŞI" -13 Ağustos 2024 -

Spor enkazın altında kaldı: Başarı inşaatın, hezimet federasyonların hanesine yazıldı - Emre Alim- 

AKP'nin beton üzerine inşa ettiği spor, olimpiyat hezimetiyle birlikte enkaz altında kaldı. Üstelik bu başarısızlık, iktidarın güdümüne alamadığı federasyonlara müdahalenin bir aracı olabilir.

Türkiye 40 yıl sonra bir olimpiyattan altın madalyasız döndü, başarı sıralaması 64'e geriledi. Hezimet, Yusuf Dikeç'in hızla popülerleşen duruşunun gölgesinde kaldı.

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, branşlardaki başarılar yerine inşa ettikleri spor tesisleriyle övündü. Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak, başarısızlığı federasyonlara yıktı.

Olimpiyatlarla birlikte federasyonlar için seçim dönemi de açıldı. İktidarın kendi güdümündeki federasyonlarda gideceği değişim şüpheli. Hedefte voleybol ve cimnastiğin olması muhtemel. 

soL, Paris Olimpiyatları'ndaki başarısızlığın sebeplerine ve olası sonuçlarına ışık tuttu.

Altınsız olimpiyat

Olimpiyatlar başlamadan skandallar baş gösterdi. AKP'li güreşçi Rıza Kayaalp, yasaklı madde kullandığı gerekçesiyle minderden geçici olarak men edildi ve Paris’e gidemedi. Açılış gününde boksör Tuğrulhan Erdemir, CAS’taki doping davasını kaybedince kuraya giremeden elendi.

Paris'e 18 dalda 101 sporcu gönderildi. Olimpiyatlardan 3 gümüş ve 5 bronz madalyayla dönen Türkiye, 206 ülke arasında 64'üncü oldu.

Genel klasmanda 40'ıncı olunan 1984 Los Angeles’tan sonra ilk kez bir olimpiyat altın madalya kazanamadan tamamlandı.

Türkiye'nin Paris Olimpiyatı karnesi 

- Kadınlar boksta 2 gümüş, 1 bronz madalya kazanıldı. Hatice Akbaş ve Buse Naz Çakıroğlu final maçlarında kaybederek gümüş madalya, Esra Yıldız Kahraman ise üçüncülük maçını kazanarak bronz madalya aldı.

- Atıcılık branşında Şevval İlayda Tarhan ve Yusuf Dikeç'ten oluşan karma 10 metre havalı tabanca takımı yarı finalde Sırbistan'a yenilerek gümüş madalya kazandı.

- Son Olimpiyat şampiyonu Mete Gazoz, Paris Olimpiyatları'nı bronz madalyayla tamamladı. Mete Gazoz, Ulaş Berkim Tümer ve Abdullah Yıldırmış'tan oluşan erkekler okçuluk takımı bronz madalya aldı.

- Güreşte bu sene iki bronz kazanıldı. Kadınlar 68 kilogramda Buse Naz Çavuşoğlu, erkekler 125 kilogramda Taha Akgül bronz madalya aldı.

- Taekwondo branşında Nafia Kuş Aydın kadınlar 67 kilogramda bronz madalya kazandı.

- A Milli Kadın Voleybol Takımı tarihinde ilk defa yarı finale kaldığı olimpiyatlarda yarı finalde İtalya'ya ve üçüncülük maçında Brezilya'ya yenilerek dördüncü oldu.

- Yüzme branşında Türkiye'yi ilk kez finalde temsil eden 16 yaşındaki atlet Kuzey Tunçelli, 14.41.22'lik derecesiyle 5'inci oldu ve "Dünya gençler rekoru"nu kırdı.

Hezimetin üstü Dikeç'in pozuyla kapatıldı

Bu başarılardan sadece biri, Türkiye'nin olimpiyatlardaki kötü performansını görünmez kılmanın aracı haline getirildi. Madalyalardan çok Yusuf Dikeç'in eli cebinde yaptığı atış konuşuldu.

Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak'ın övünç kaynağı da bu poz oldu. İsveçli olimpiyat şampiyonu Armand Duplantis'in, Yusuf Dikeç'in duruşunu taklit ettiği anı sosyal medyada paylaşan Bakan Bak, "Olimpiyat rekoru da kırsan Yusuf abini örnek alırsın" mesajıyla tepki topladı.

AKP'nin sporda başarı kriteri: İnşaat

Geçtiğimiz gün Başakşehir Futbol Kulübü’nün gerçekleştiği bir etkinlikte konuşan AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise yaptırdıkları statlarla övündü.

Spor alanındaki binlerce inşaat faaliyetine dair istatistikleri sıralayan Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti:

"Elini vicdanına koyan herkesin sporun tüm dallarına en büyük yatırımı yapan en güçlü desteği veren açık ara bizim iktidarımızdır. Meyvelerini de yavaş yavaş toplamaya başladık."

Cumhurbaşkanı sporda başarıyı inşaatla ölçerken, olimpiyat kafilesi 40 yıl sonra altın madalya kazanamadan geri döndü.

'Spor amacının dışına çıkarıldı'

Türkiye'nin olimpiyat performansını soL'a değerlendiren akademisyen ve spor yazarı Müslüm Gülhan'a göre tablo tesadüf değil.

AKP'nin sporu hem maddi hem siyasi rantın aracı olarak gördüğüne işaret eden Gülhan, son 20 yıldaki dönüşümü şu sözlerle özetliyor:

"Cumhuriyet devrimleriyle birlikte spor bir devlet politikası haline getirildi. Sağ iktidarlarla birlikte spor propaganda aracına dönüştürüldü. Kendi amacının dışına çıkarılarak tamamen araçsallaştırıldı. Araçsallaştırılan spor hizmet sektörünün bir parçası haline getirildi. Büyük statlar o yüzden yapılır ya da yenilenir. Buralarda kendi propagandalarını yapıp, taraftarı kitleleri haline getirdiler."

Müslüm Gülhan'a göre olimpiyatlardaki hezimetin izini federasyonların işleyişinde sürmek mümkün.

İktidarın Türkiye Voleybol Federasyonu ve Türkiye Cimnastik Federasyonu dışındaki tüm federasyonlara kontrolü altına aldığını kaydeden Gülhan, geçtiğimiz az düzenlenen Türkiye Futbol Federasyonu seçimlerini örnek veriyor: 

"TFF'nin son seçimlerine iki aday girdi, ikisi de iktidarın taleplerini yerine getirecek kişilerdi. Başka biri çıkmaya çalıştığında hemen bertaraf ettiler. Ki Servet (Yardımcı) Bey de onlara çok uzak biri değil."

Federasyon seçimleri kritik

Müslüm Gülhan'ın dikkat çektiği federasyonlar için önümüzdeki aylar kritik önem taşıyor. Yasa gereği olimpiyatlardan sonraki 3 ay içerisinde federasyonların seçime gitmesi gerekiyor. Her bir branştaki performansın değerlendirildiği bu seçimler sonucu federasyon yönetimleri de değişebiliyor.

İktidarın güdümünde olmakla eleştirilen federasyonlardan yakınan son isim Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak oldu. Bakan, olimpiyatlardaki başarısızlığı federasyonlara yıktı:

"Biz, Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak spor federasyonlarımıza en üst düzey imkanları sunduk. Sağladığımız bu imkanlar, dünyanın pek çok ülkesinde yok. Bunu sadece biz değil uluslararası tüm spor kamuoyu söylüyor. Buna rağmen; bu imkanları doğru ve verimli kullanamayan federasyonlar bunun hesabını verecektir."

'Bakan voleybol ve cimnastiğe aba altından sopa göstermiş olabilir'

Bakan'ın "federasyon" çıkışını değerlendiren Müslüm Gülhan, bunun bir "savunma refleksi" olduğu görüşünde. Bir diğer yorumsa hedefin voleybol ve cimnastik federasyonları olduğu:

"Neticede o federasyon yönetimlerinin atanmasına Bakanlık veya Gençlik Spor Müdürlükleri içerisindeki kendi örgütlülükleri karar veriyor. Buna karar verdiğinizde sonuç size çıkar. A Milli Kadın Voleybol takımı üzerinden Türkiye Voleybol Federasyonu ile iktidar arasında bir sıkıntı var. Bir diğer sıkıntılı federasyon da cimnastik. Bakan'ın çıkışı aba altından sopa göstermek için de yapılmış olabilir."

'İmkan sağlamak inşaat yapmak değil'

Müslüm Gülhan'ın dikkat çektiği bir başka nokta federasyonlara sağlanan "imkanlar". Bakan ayrılan bütçenin "verimsiz" kullanıldığını savunuyor. Gülhan "imkanların" inşaattan ibaret görülmesine itiraz ediyor ve bütçe kullanımının Bakanlığın kontrolünde olduğuna işaret ediyor:

"Savunma için böyle söylüyor olabilirler ama iç işleyiş o kadar basit değil. Bugün bir tesis yapmanız için Bakanlığın olurunu almanız lazım.

Federasyonların aldıkları parayı kullanma şekline kadar her şey belirli.  Bütçelerin kullanımı dışarıya bir servet aktarımı haline geldi. TOKİ'nin yaptıklarına, deprem bölgesine, yap-işlet-devretle inşa edilen tesislere bakın, bir servet transferi var. 

Her türlü imkanı vermek -ki onu da vermiyorlar- inşaat yapmak değildir. Sporu belirli bir politika üzerine oturtmadığınızda karşılığı yoktur.

Bunları gözardı ederek olimpiyatlardaki başarısızlığı tartışmak mümkün değildir."

                                                                  /././

Bu düzenin diğer adı mezarlıktır -Engin Solakoğlu-

İnsan kötü değildir. İnsan çare bulandır. Çare bellidir. Çare, insanlar için de bir parçası olduğu havyanlar alemi için de eşitlikçi, sömürüsüz bir düzendir.

Ben gençken pek modaydı Stephen King okumak. Bir de seri üretime bağladığı romanlarından uyarlanan filmleri izlemek. Hiçbir zaman çok ısınamadım. Başından sonuna kadar okuyup bitirdiğim tek romanı “Kujo”dur. Kitap insanların arasında yaşayan çok iri bir köpeğin bir yarasanın ısırması sonrasında etrafa dehşet saçmasını anlatır.

Zaten köpek korkusuyla büyümüş bir şehir çocuğuydum. “Kujo”yu okuduktan sonra bu korkumun beşe katlandığını tahmin etmek güç değil. King’in romanlarından uyarlanan filmlerden en çok aklımda kalan ise “Hayvan mezarlığı”. Onun konusuna da bakarsınız internetten ama şu kadarını söyleyeyim, insan dışındaki türleri sevmenize yardımcı olacak bir eser değil.

Türünüz haricindeki bazı  türlere yakınlık duymak çocukluktan alınacak bir eğitime bağlı olduğu kadar içten de gelmesi gereken bir duygu sanırım. Benim durumum öyle oldu. Hayvan sevmez bir evde büyüdüm. Sokak köpeklerinden hep korktum. Behiç Ak’ın unutulmaz tiplemesi “Muhlis Bey” gibi yaşadım yıllarca. Kedilerle ilk ilişkim, 4 yaşındayken anneannemin kedisine kim bilir ne halt ettiğim için Pamuk Hanım tarafından ısırılmak şeklinde gerçekleşti. Çocukluğumdan ilk anımsadığım şeylerden biri kuduz aşısı yaptırılmak üzere hastaneye götürülüşüm. Nereden baksanız talihsiz bir başlangıç!

Büyüdüğüm sokaklarda köpek de vardı kedi de. Uzak durmam öğretilmişti. Küçük yaştan itibaren dinlemeyi sevdiğim radyoda kuduz anonsları yapılırdı: “Şu ilin, bu ilçesinin, filan  köyünde ısırılan bilmem kimin en yakın sağlık kuruluşuna müracaat etmesi” şeklinde. Sonra Tarık Akan’ın başrolünde oynadığı “Kuduz” filmi...

O dönemlerde çevremdeki kimsenin evcil köpeği yoktu. Anneannem de o talihsiz deneyim yüzünden olsa gerek kedi beslemeyi bırakmıştı. Henüz genç bir kız olan halamın baba evinin dışında beslediği kedileri anımsıyorum. Mehlika vardı örneğin. Uzaktan uzağa severdim hepsi o kadar.

Dışişleri Bakanlığı’na girdiğim yıl evden ayrılıp Ankara’ya taşındım. İlk yaptığım işlerden biri, genç bir sokak kedisini eve alıp beslemeye başlamak oldu. O zaman ne veterinerden haberim var ne kısırlaştırmadan. Uzun çalışma saatlerimden dolayı haklı olarak sıkılan hayvancık doğanın çağrısı da gelince bir yıl içinde evi terk etti. Eşimle tanıştıktan sonra bir kedi daha edindik. Turunç’la Kıbrıs yolculuğumuz ve orada yaşadıklarımız bizim gibi profesyonel gezginlerin ev hayvanları ile yaşayamayacağını gösterdi. Emekli olana dek bir daha öyle bir işe kalkışmadım.

Köpeklerle ilişkim de değişti. Hangi durumlarda korkmak gerektiğini öğrendim. Ankara’da yaşadığım Çiğdem Mahallesi ODTÜ’ye komşuydu. Sokakta köpek çoktu. Mahalle sakinleri besliyorlardı. Bunu bilen uyanık siyasal İslamcı belediyeler kendi yörelerinden topladıkları köpekleri de oraya bırakıyorlardı. Çankaya Belediyesi ise hep olduğu gibi “nasılsa oy veriyorlar öyle ise çok laf hiç iş” siyasetini sürdürüyordu. Kısırlaştırıldığı söylenen, kulaklarına küpe takılmış küpeli kaç köpeği yavrularını emzirirken gördüğümü anımsamıyorum. Sabah yürüyüş yaparken birkaç kez kendi aralarında kapışan köpeklerin arasında kaldım. Sonunda bir çoban sopası bir de çıkarttığı sesle köpek kaçırdığı söylenen alet edindim.

Bunları uzun uzun anlatmamın sebebi anlaşılmış olmalı. Ortada bir sorun olduğu açık.  En az o kadar kesin olan ise bu sorununun sebebinin köpekler ya da kediler olmadığı. Sorumluyu “insan” olarak göstermek de kolaycılık zira sorunu çözmek için uğraşanlar da aynı türe mensup. Kaldı ki insanı ortadan kaldırsak dahi sokak hayvanlarının sorunları çözülmeyecek. Çoğunun doğada hayatta kalma olasılıkları yok. 

Bu sorunu insanların kurduğu çarpık düzen yarattı. Bu ülkede hiçbir şey iyiye gitmediği gibi sokak hayvanları meselesi de çarpık düzen yüzünden kontrolden çıktı. “Yaaa bu Komünistler de her şeyi ....” diye söze başlayacaklar önce susup sonra okumayı denesinler.

Geçen haftadan beri Türkiye’nin çeşitli yerlerinden kıyım haberleri geliyor. Öfke ve tiksinti yaratan ama asla şaşırmamamız gereken haberler bunlar. Sivas’ta insan yakan, Berkin’e, Ali İsmail’e kıyan, bırakın kadınları, kız çocuklarını bile kuluçka makinası olarak gören bu faşist ve gerici zihniyetin hayvanlara merhamet etmesini bekleyenlerin akli melekeleri eksiktir çünkü. Akrep akrepliğini yapar. Göz göre göre ekmeğini çalanlara, çocukları öldürenlere, suistimal edenlere ve onlara alkış tutanlara ses çıkartmazsan, köpekleri de kitlesel öldürmelerine davetiye çıkartmış olursun. Keza Lezita’da, Polonez’deki grevlere, Türkiye’nin her yerinde topraklarını ve sularını sermaye vahşetinden korumak için direndikleri için kolluk kuvvetlerinin zulmüne uğrayan köylülere sahip çıkmazsan “instoş”unu da başına çalarlar bir gece. Memeli hayvanların çoğunun temel özelliklerinden biri yaşadıklarından ders almalarıdır. Ders almayanlar dayak ve zulüm arsızı olur, sonunda da omurgasız canlılara dönüşürler.

Ben şaşırmadım elbette kıyım haberlerine çünkü o kategoriye dahil bir hayvanım. 57 yıldır görüyor, yaşıyor ve öğreniyorum. “Başta iyiydiler, çok demokrattılar sonra dönüştüler pek kaka oldular” diye düşünecek, bir de üstelik bunu makale diye yazacak kadar salak da değilim çok şükür. Sakinleşelim ve dönelim meselenin özüne.

Sokak hayvanları nüfusunun patlaması öncelikle kamu yönetiminin kusuru. Belediyeciliği, inşaat rantıyla zenginleşmek, bu arada her yıl kaldırım yenilemekten ibaret gören zihniyet para getirmeyeceği için bu soruna el atmadı. Laf olsun diye çıkartılan yasalar uygulanmadı. Kaldı ki Anayasanın bile uygulanmadığı bir ülkede bunda şaşılacak bir şey de yok. 

Yaşadığım yerden somut bir örnekle devam edeyim. 

Üç yıl önce iktidarda olan Akepeli Belediye salgın sebebiyle kültürel etkinliklere ayırdığı parayı harcayamayınca ilçenin ana caddesine 20 metrelik çirkinlik abidesi elektrik direkleri dikmeyi marifet bildi. Oysa aynı parayla iki dandik konteyner ve sekiz-on metre tel örgüden ibaret hayvan barınağı genişletilip yenilenebilirdi. Barınakta -rica minnet- verilen kısırlaştırma hizmeti bakım ve tedaviyi de kapsayacak şekilde geliştirilebilirdi. Türkiye’nin en zengin ilçelerinden birinde  bunu yapacak kaynak da vardı, buna ihtiyaç da vardı. Yapmadılar. Onun yerine yandaş bir firmadan aydınlatma direği alıp, hiç de eskimemiş olan “eski”lerinin yerine diktiler. Muhtemelen bundan para da kazandılar. Sokak hayvanlarının nüfusu artmaya ve halk da sızlanmaya devam etti.

Ülke çapında yapılacak iş o kadar basit ki. Belediye yurttaş işbirliğiyle bir kısırlaştırma seferberliği yapacaksınız. Öyle kasap gibi değil ama. Kısırlaştırılan o hayvanları iyileştirip sokağa öyle geri bırakacaksınız. Kısırlaştırılan hayvanların saldırganlık seviyesi ciddi şekilde düşüyor. Uzman değilim elbette ama bahçemde birlikte yaşadığım 40 civarındaki kediden biliyorum.

Kısırlaştırılan hayvanları sahiplendireceksiniz. Kolay değil diyeceksiniz. Kolay! Nasıl mı? Evcil hayvan ticaretini durduracaksınız. Öyle yalandan denetleme, lisans verme, merdivenaltı çiftlikleri kapatma filan değil, dur-du-ra-cak-sı-nız.  Yok ben ille safkan köpek isterim, fazla hareket etmediği için omurgası sorunlu ve hayatı boyunca ağrı içinde kıvrandığı için ilaç tedavisine muhtaç ya da tüy dökmeyen kedi isterim diyenleri bir temiz sopalayacaksınız. Çünkü bu şımarıkça talebi ve ticari arzı durdurmazsanız, kısırlaştırma hiçbir işe yaramayacak, katliamla sokaklar boşaltıldığı gibi yine dolacaktır.

Burada bir nokta daha var. Sokak hayvanları dengeli bir sayıda oldukları takdirde kent yaşamında önemli bir işleve sahiptirler. “Bakınız efendim Paris’te New York’ta kedi köpek var mı?” diyerek keriz silkelemeye kalkışan siyaset tacirlerinin gizlemeye çalıştıkları gerçeklerden biri o örnek verdikleri kentlerdeki kemirgen sayısının ölçüsüzce arttığı ve bu artışın ciddi sağlık sorunları yarattığıdır. Söylediklerine sakın inanmayın! Yalan bunların suyu, ekmeği, hayat tarzıdır.

Sözün özü, bu mücadeleyi bu çarpık düzen yapmaz, yapamaz. Koşar adım dünya yüzündeki hayatı yok etmeye doğru ilerleyen kapitalizm yapamaz. Piyasanın görünmeden çalan eli yapamaz. Hayvanların ölüsünden de dirisinden para kazanmayı düşünen gerici ya da ilerici görünümlü  kapitalist düzen partileri de yapamaz. Biz yaparız.

İnsan kötü değildir. İnsan çare bulandır. Çare bellidir. Çare, insanlar için de bir parçası olduğu havyanlar alemi için de eşitlikçi, sömürüsüz bir düzendir.

                                                                    /././

Devletçilik usulen kalmıştı zaten -Oğuz Oyan-

CHP iç ve dış sermayenin huyuna/suyuna göre hareket edecekse -ki aksi pek devrimci bir tutum olurdu- sulandırılmış/boyanmış “devletçilik” ilkesini altıoku arasından atma yürekliliğini de göstermelidir.

CHP tüzük kurultayına gidiyor. Önümüzdeki ilkbaharda da program kurultayı yapılacakmış. Bu arada, siyasi ömrünü tüketmiş olanların “seçimli kurultay” hevesleriyle iç siyasi tartışmaların yönünü buraya çekmeye çalışmaları da bu kurultayların içeriğinin kolayca çarpıtılabileceğini gösteriyor.

“Peki bu kurultayların içerikleri kişisel çekişmelerle çarpıtılmasa ne olurdu ki?” sorusunu soranlar varsa, onlar da haksız sayılmazlar. Altı okun “devletçilik” ilkesini simgelediği varsayılan ortanca (ve en uzun) okunun yarısının partinin çevreciliğini temsilen yeşile, diğer yarısının da partinin cinsiyet eşitçiliğini simgelemek üzere mora boyanması büyük projesi duyurulunca, içeriğe dönük çok fazla beklenti içinde olmamak gerektiği hemen anlaşılıyor zaten.

Kısa tarihçe

CHP altı ilkesinden dördü CHP’nin 1927’deki İkinci Kurultayı’nda (Birinci Kurultay olarak, 1919’daki Sivas Kongresi kabul ediliyor) programa işlenmişti. (Daha öncesinde, 8.4. 1923’te “Dokuz İlke” açıklanmıştı). Bu dört ilke Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik ve Laiklik ilkeleriydi. 1931’deki Üçüncü Kurultay’da bunlara Devletçilik ve Devrimcilik ilkeleri eklenecekti. 1930’lar, devletçiliğin bir planlı sanayileşme programı çerçevesinde uygulandığı bir dönem olmak bakımından bu ilkenin getirilmesi için en uygun koşullara sahipti. “Devrimcilik” (inkılapçılık) ise, 1920’lerdeki hızını bir ölçüde yitirdiği bir dönemde gündeme getirilmiş oluyordu. Halkçılık ilkesinin 1931 Kurultayı’nda büründüğü yeni anlam çerçevesi ise, sınıfsız-imtiyazsız bir kitle ideolojisi inşasını yani bir tür korporatizmi ima etmekteydi artık. 1937’de CHP’nin Altı oku, Anayasa’nın temel ilkeleri arasına katılacaktı.

CHP önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemi, zaferle sonuçlanan bir ulusal kurtuluş savaşının siyasi, hukuki, iktisadi, idari, ideolojik alanlarda ilerletilerek bir siyasi devrime dönüştürülmesi ve bağımsız bir ulus-devlet yaratılması mücadelesiydi. Bu bir burjuva demokratik devrimiydi ve 20. yüzyılda kapitalist sistem içinde kalarak yapılabilen radikal bir aydınlanma devriminin çok kısa sürede başarılabilmesine tarihi bir örnekti. 

1946’dan itibaren CHP’nin bu ilkeleri kararlılıkla savunamaz duruma düşmesi, siyasetin sağcılaşmasına ve bağımsızlığın aşınmasına koşuttur. CHP’nin, “savunamamak” konumundan “geri adım atma” konumuna erkenden gerilediği iki ilkesi ise, laiklik ve devletçilik olacaktır. Laiklik ilkesinin aşındırılması henüz CHP iktidarda iken başlatılacak ve çok partili sistemde bu geri çekilişe dayanılarak bir başarı yakalanmaya çalışılacaktır. Sonunun hüsran olduğunu biliyoruz. Ama CHP’nin bu alandaki geri çekilişi izleyen onyıllarda da sürecektir. En keskin dönüm noktası, laikliğin büyük tehdit altında olduğu AKP döneminin ortasında, 2010’da, “laiklik tehlike altında değildir” herzesiyle ortaya çıkacaktır. 14 yıl sonra bugün, laikliğin ilke olarak savunulmaması politikasında değişen bir şey yoktur.

Sermayenin sağ partilerinin hedefinde olan devletçilik ilkesi ise, 1950’lerin muhalefet döneminde artık öne çıkarılmayan bir ilkeye dönüşürken, 1960’larda ise bu ilkeyi savunma mahcubiyeti ve çekingenliği kavramın içeriğinin boşaltılmasıyla sonuçlanacaktır: 1964’teki 17. Kurultay’da devletçilik ilkesi “demokratik devletçilik” biçimini alacaktır. Böylece 1930’lardaki devletçilik uygulamalarına zımnen “anti-demokratik” sıfatı yakıştırılmış olacaktır. 1965’te benimsenen “ortanın solu” ilkesi ise, “madenlerde devletçilik ve sanayide karma ekonomi” ifadesinin ötesine geçmeyecek, 1990’lardan itibaren kurulan koalisyon hükümetlerinde bunlar artık söylem düzeyinde dahi terkedilecektir.

Devletçilikten özelleştirmeciliğe

Bunun daha da ötesine geçilmesi, 1991-95 yılları DYP-SHP koalisyonları döneminde ve 8 Şubat 1995 ile 6 Mart 1996 arasındaki DYP-CHP koalisyonunda, nihayet DSP’yi de içeren Haziran 1997-Kasım 2002 dönemi koalisyonlarında merkez sol yaftası vurulan siyasi hareketlerin özelleştirme günahına ortak edilmesidir. Bunda sermayenin hesapları ve telkinleri kuşkusuz her dönemde olmuştur; ama Ecevit Hükümeti döneminde IMF’ye verilen 9 Aralık 1999 tarihli Niyet Mektubu, uluslararası sermayenin dayatmalarına boyun eğişin doruk noktasını oluşturacaktır.

Dünkü Cumhuriyet’teki yazısında Mehmet Ali Güller “CHP özelleştirmecidir” alt başlığı altında 1990’larda SHP ve CHP’nin katıldığı özelleştirme uygulamalarını parti başkanları ve özelleştirilen kurumların isimleri üzerinden sıralayarak çok iyi bir belge oluşturmuş. Biz benzer bir tabloyu 2023’te Ö. Faruk Çolak editörlüğünde yayınlanan dört ciltlik “Yüzyılın Ekonomisi” adlı kitap derlemesinde yer alan “Özelleştirme: İlkel Sermaye Birikimi” başlıklı makale için oluşturmuş ve DSP’yi de içeren siyasi dönemler itibariyle elde edilen toplam özelleştirme gelirleri ile bunun yaklaşık yıllık ortalamalarını vermiştik. Ekte sunuyoruz.

1986’da özelleştirme uygulamalarını (IMF programının da etkileriyle) başlatan ANAP/Özal iktidarı, hukuki koşulları hazırlamadığı ve sendikal/yargısal engelleri aşmakta zorlandığı için uygulamayı hızlandıramamış, ancak gene de geri döndürülemeyecek bir sürecin ilk tetiğini çeken olmuştur. Kendi döneminde yılda ortalama 148 milyon dolarlık “zayıf” bir özelleştirme uygulaması yaşanmıştır. Bu dönemin en dikkat çeken özelleştirmesi, 1989 yılında yerli KİT ÇİTOSAN AŞ’nin bir Fransız KİT’ine satılması olmuştu! (Gerçi dava süreçleri sonucunda bu satışın hukuken kesinleşmesi izleyen koalisyon hükümetine kalacaktır ama bizce ANAP’a yazılmalıdır).

ANAP uygulamada zayıf kalmış olabilir ama 1980’lerde hazırladığı ideolojik zemin 1990’lara miras kalmış ve DYP-SHP koalisyonunun doğrudan etkilemiştir. Bu ortaklığın ilk “koalisyon protokolünde” her ne kadar stratejik KİT’lerin özelleştirilmesinin program dışı bırakılması kararlaştırılmış ise de, birkaç hafta sonraki “Hükümet protokolünden” başlayarak dengeler özelleştirmeden yana kaymaya başlamıştır. Nitekim bu koalisyon döneminde 2 milyar dolara yakın toplam bir özelleştirme yapılmış ve önceki dönemin yıllık ortalaması üç katından fazla aşılmıştır.

1996’dan itibaren kurulan ANAYOL, REFAHYOL, ANASOL-D, DSP-ANAP-MHP koalisyonlarının ikisinde DSP hükümet ortağıdır, ayrıca 1999’da 5,5 aylık bir dönemde tek başına Ecevit başbakanlığında azınlık hükümeti kurucusudur, koalisyonların sonuncusu olan 57. Hükümette (1999-2002) ise birinci partidir ve Başbakan yine Ecevit’tir. 

1996-98 dönemindeki üç koalisyonda yıllık özelleştirme ortalaması 605 milyon dolara, izleyen DSP ağırlıklı dönemde 853 milyon dolara çıkacaktır. Bütün bunların 2004-2014 döneminde yıllık ortalaması 5 milyar dolara yaklaşan (hatta bazı yıllarda AKP öncesinin toplam 8 milyar dolarlık seviyesini yıllık bazda aşan) AKP özelleştirmeleri yanında pek sönük kaldığı açıktır ama meselemiz “merkez sol”, “demokratik sol” ve “sosyal demokrat” sıfatlı hareketlerin özelleştirmeye ne denli bulaştırılmış olduklarının ve ilkesel bir karşıtlık içinde olma aşamasını çok gerilerde bırakmış olduklarının iyi anlaşılmasıdır. 

Hangi program?

CHP’nin 2025’te toplayacağı söylenen program kurultayı, mevcut programı değiştirecektir. Bunun iyi yönde bir güncelleme olup olmayacağını bilmiyoruz ama yukarıda yazılanlar bir fikir verebilir. Şimdiye kadar yazılanların ima ettiği gerçeklik, CHP’nin “devletçilik” ilkesini boyalı veya boyasız formunda tutmaya devam edeceği ama genel (uzun vadeli) programında veya uygulamaya dönük (konjontürel) bir iktidar programında devletleştirme uygulamasına asla yer vermeyeceğidir. “Beşli çete” söylemlerinin bile geride kalması bunun, hâlâ gerekliyse, bir başka işaretidir.

Bu arada 2023’teki Mayıs seçimleri öncesinde “Altılı Masa”nın programı da benzer bir pozisyona işaret etmekteydi. Program neoliberal bir öze ve araçlara sahipti. Peki Mehmet Şimşek’in IMF beğenilerini de alan istikrar programına CHP’nin cepheden bir karşıtlığını ve onun bütünsel bir alternatifini hazırladığını duyan oldu mu?

CHP hem uzun vadede geçerli olacak hem de güncel konjonktüre yanıt verecek uygulama (istikrar/kalkınma) programlarını oluştururken, iç ve dış sermayenin huyuna/suyuna göre hareket edecekse -ki aksi pek devrimci bir tutum olurdu- sulandırılmış/boyanmış “devletçilik” ilkesini altıoku arasından atma yürekliliğini de göstermelidir. Yok kendine göre devrimci bir hatta kalacaksa, kuruluş döneminin ilke ve uygulamalarından başka yöne bakmasına gerek olmayacaktır. Kuşkusuz geliştirmelere açık olarak. (Bu bir başka yazının konusu olabilir). Ama bugün örneğin tarımı dışa bağımlılıktan kurtarmanın, çiftçiyi tarımsal üretimde tutabilmenin, gıda egemenliğini sağlayabilmenin ve tüketicinin gıdaya erişimini güvenceye alabilmenin yolu devletleştirmelerden, devletin yeniden üretime girmesinden geçiyorsa -ki kesinlikle öyledir- o zaman bunun gereği yapılmalıdır. Eğer bu illa boyama merakı sürdürülerek yapılacaksa, o zaman devletçilik oku ancak kızıla boyanabilir.

                                                                   /././

Ağrı Doğubayazıt'ta bir okula yolsuzluk üssü kurmuşlar: İdarecilerin milyonluk vurgunu -Özkan Öztaş-

Ağrı'nın Doğubayazıt ilçesinde eğitim bürokrasisi, yolsuzluklarla çalkalanıyor. Olayların bir kısmı yargıya taşındı. soL'un incelemeleri, şebekenin daha derinlerde olduğunu gösteriyor.

Ağrı'nın Doğubayazıt ilçesi, büyük bir yolsuzluk olayıyla çalkalanıyor. Müfettişler bir süredir sürekli ilçeye gelip gidiyor, ancak yaşananlar, kamusal alanda rantı ve denetim eksikliğini gözler önüne seriyor.

Bir grup memur, ilçedeki eğitim sistemi içerisinde yaptıkları yolsuzluklarla milyonlarca liralık haksız kazanç elde etmiş durumda.

İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'ndeki bir grup personel, zimmete para geçirmek, görevi kötüye kullanmak ve böylece milyonlarca liranın üzerine çökmekle suçlanıyor.

İlçenin sınır bölgesinde yer alan bir ilköğretim okulundaki memurlar da yolsuzluk ağının parçası.

Olay, yargıya taşınmış durumda. Ağır Ceza Mahkemesi'nde açılan davada iddianame hazırlandı.

Savcılığın ortaya koyduğu ayrıntılar, yolsuzluk yapan memurların ilçeyi adeta para kasası gibi kullandıklarını gösteriyor. Savcılık, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'ndeki bir grup memurun, hak etmemiş kişilere ek ders ücretleri gibi ödemeler dağıtılarak büyük miktarda paranın zimmete geçirildiğine işaret ediyor.

Ancak soL'un ilçede görüştüğü kaynaklardan edindiği bilgiler, yolsuzluk ağının, şu ana kadar yargıya yansıyanın ötesinde olduğuna işaret ediyor.

Taşımalı eğitim öğrencileri için çıkarılan yemeklerin gerçek sayıdan fazla fatura edildiği, okuldaki hurdalık eşyaların gizlice satıldığı, milyonlarca lira değerindeki paranın idareciler tarafından cebe indirildiği iddia ediliyor.

Anlatılanlarda, İlçe Milli Eğitim Şube Müdürleri Yasemin Mutlu ve Veysel Gümüş'le Şehit Emniyet Müdürü Zafer Koyuncu Yatılı Bölge Ortaokulu okul idarecileri E.Y. ve F.K.'nin ismi geçiyor. Şube müdürlerinin yaptıkları atamalarla yolsuzluk sürecini planladıkları ifade ediliyor. 

19 şüpheli milyonlarca liralık soygunla yargılanıyor

Önce, işin yargıya yansıyan kısmını anlatalım.

Ağrı Doğubayazıt Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan iddianamede 19 kişi yargılanıyor. Sanıkların İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'nde yapılan usulsüzlükler sonucunda milyonlarca liralık vurgun yaptıkları ortaya konuluyor.

Doğubayazıt Ağır Ceza Mahkemesi tarafından görülen dosyada iddiaları kabul eden Rafet Alçın isimli şahsın, Sevda Cengiz ve Zeynep Tutan isimli kişilerin banka hesaplarına onlarca kez yüzbinlerce lira ilettiği para transferleri var.

İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'nde çalışan, harcama yetkisi olan personel ve mutemetler, sahte personel, ek ders ve kimi Aylıkla Ödüllendirilen Personel paralarına devlete fazla fatura edip bunlara gizlice el koyuyor.

Okula gelen yemekler için sahte fatura düzenleniyor

soL'un edindiği bilgiler, ilçeyi saran yolsuzluk ağının, iddianameye yansıyanın çok ötesinde olduğu.

Dava sürecinde yargılanan İlçe Milli Eğitim personelinin, Şehit Emniyet Müdürü Zafer Koyuncu Yatılı Bölge Ortaokulu üzerinden gerçekleştirdikleri yolsuzlukların hâlâ devam ettiği iddia ediliyor.

Bu okula bölgedeki köylerden taşımalı eğitimle öğrenciler geliyor. Servislerle okula gelen yaklaşık 300 civarındaki öğrenci için okulda yemek veriliyor. 

İddiaya göre, daha fazla sayıda öğrenciye yemek faturası düzenleniyor, naylon faturadan elde edilen fazla para da idareciler arasında paylaşılıyor.

'Okuldaki hurdalık eşyaları usulsüzce satıp parayı cebe indirdiler'

soL'a konuşan Ali Öğretmen*, yaşanan yolsuzluk olayının tanıklarından. Okuldaki hurdalık eşyaların usulsüzce satılarak alınan paraların idareciler tarafından paylaşıldığını söylüyor. 

"Bu okul eskiden bir askeri binaydı. Buranın alt katında en az 100 ton civarında hurdalık eşya olduğu söyleniyor. Tabii hepsi hurdalık değil. Bazıları ikinci el, satmak istesen kullanıma hazır eşyalar. Okul daha önceden Özel Harekat Merkezi olarak kullanılıyordu. Normalde bunların satışının Milli Emlak tarafından falan planlanması, duyurulması lazım. Ama denetim falan yok. Belki de kurumlar arası geçişte böyle bir demirbaş listesi dahi ulaşmamış olabilir. Bilemiyorum. Ama bunlar okuldaki idareciler tarafından satıldı ve hiçbir açıklama yapılmadı."

Daha önce Özel Harekat Merkezi olarak kullanılan okulda hurda olarak satılan eşyaların bir bölümünü kullanıma hazır masa, sandalye ve profesyonel mutfak ekipmanları oluşturuyor. 

Olmayan görevliler, fazla ödenen maaşlar, hayalet öğretmenler

Okulda çalışan sayısı, kağıt üzerinde fazla gösterildi. İdareciler "güvendikleri" kişileri okulda hizmetli, temizlikçi, kazan dairesi çalışanı ya da sözleşmeli öğretmen gibi sıfatlarla çalışıyor gösterip, hesaplara yatan paralara el koydu. Ek ders ücretlerinde de oynamalar yaparak benzer bir yolsuzluk hayata geçirildi. 

Devam etmekte olan soruşturma ve Doğubayazıt Ağır Ceza Mahkemesi tarafından sürdürülen davada yargılanan mutemetlerin ve sorumluların da bu süreçte payı olduğu ifade ediliyor. 

Ömer*, ilçede görevli öğretmenlerden biri. Konunun ilçede yaşayan hemen tüm öğretmenler tarafından bilindiğini söylüyor, "Korktukları için dile getiremiyorlar" diyor. Dolayısıyla konu, herkes tarafından bilinen ancak kimsenin üzerine konuşmak istemediği bir konu. Çünkü bahsi geçen yetkililer aynı zamanda iktidarla da arası iyi olan isimler. Yolsuzluğa adı karışan Şube Müdürü Veysel Gümüş'ün Doğubayazıt'ta hem Kızılay Başkanı hem de Eğitim Bir-Sen başkanı olduğu biliniyor. 

'Şube müdürlüklerinin ve İlçe Milli Eğitim'in haberi olmadan imkansız'

Yolsuzluk iddiasına dair soL'a konuşan Ömer öğretmen "Bu tür yolsuzluklar basit işler değil. Birkaç yüz liradan değil, milyonlardan bahsediyoruz" diyor. "Böylesi bir durumda İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'nün, Mal Müdürlüklerinin, Muhasebenin ya da Şube Müdürlüklerinin içinde olduğu bir durum olmalı. Böyle kafana göre yapabileceğin soygunlar değil bunlar. Dolayısıyla konunun mahiyeti de değişiyor. Bu esasında nitelikli dolandırıcılığa giriyor bence. Plan var, program var, detay var, farklı kurumlardan konuya dahli olanlar var. Bu nedenle de neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Yetkililerin bu mevzunun üzerine gitmesi lazım. Gözden kaçacak ya da birilerinin yanlışlıkla istemeden yapacağı şeyler değil bunlar."

'Okul müdürünün ve ilgili kişilerin servetleri araştırılmalı'

Bahsi geçen Ağrı'nın Doğubayazıt ilçesindeki Şehit Emniyet Müdürü Zafer Koyuncu Yatılı Bölge Ortaokulu müdürünün, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ve ilgili idari personelin servetlerinin araştırılması gerekiyor. 

Ömer Öğretmen, "Ben süreci yakından takip ediyorum" diyor. "Bu insanların hepsi araştırılmalı. Biz biliyoruz. Burada bölgede yaşayanlar da yakından tanıktır. Bu insanların Van'da kaç evleri var? Altındaki araba 2 milyon değerinde. Acaba bir memur maaşıyla 3-4 ev ve bir son model araba nasıl alınıyor? Bu kişi öyle kıdemli öğretmen falan da değil. Genç bir devlet memuru. 40-50 bin liralık maaşla insanlar bir evi zor geçindiriyorken bu insanlar nasıl ev alıyor, araba alıyor, çocuklarını özel okula gönderiyor? Tabii servetler araştırılsın derken eşlerinin ve kardeşlerinin de servetlerine bakılsın. Bu evlerin kayıtlar kendilerinin üzerine yapılmamış olabilir."

'Okulda yolsuzluk üssü kurmuşlar'

Gündeme gelen yolsuzluklar hakkında soL'a konuşan Eğitim-İş Ağrı Şube Başkanı Hüseyin Akboğa ise iddiaların çok uzun süreden bu yana devam ettiği ve ilçe merkezinin dışındaki bir okula adeta bir yolsuzluk üssü kurulduğundan söz ediyor.

Hüseyin Akboğa gündemdeki iddiaları şu sözlerle anlatıyor: 

"Doğubeyazıt ilçemizde uzun zamandır yolsuzluk ve usulsüzlük iddialarından haberdardık. Özellikle İlçe Milli Eğitim Müdürü Yusuf Yardımcı döneminden başlamak üzere ciddi sıkıntılar bulunmaktaydı. Sonrasında atanan İhsan Kösen döneminde iddialar ayyuka çıktı. İçerisinde Eğitim Bir-Sen ilçe başkanı Veysel Gümüş (ki aynı zamanda personelden sorumlu şube müdürü ve İlçe Kızılay başkanı da oluyor kendisi) ve Yasemin Mutlu'nun ve birçok yatılı okul idarecisinin de bulunduğu bir ağdan söz ediyoruz.

Basit birkaç örnek vermek gerekirse İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından tamamen usulsüz bir şekilde ücretli öğretmenlik adı altında idarenin bilgisi ve onayıyla yıllarca personel çalıştırmış olarak gösterilerek kamu ciddi rakamlar ile zarara uğratılmıştır. Bu konudan dolayı iki personelin tutuklu yargılandığı bir dava devam etmekteyken imza yetkilisi olan bu yöneticilere bırakın hesap sormayı, ödül vermişler.

Taşıma sistemi ile normalde 4 veya 5 kilometre ötesinde taşıma merkezi bulunan bir okul yerine öğrenciler 15 -20 km ötedeki Zafer Koyuncu Ortaokulu'na gönderilmektedir.

Bu okul yolsuzluklar konusunda tam bir üs görüntüsü vermektedir. Öğretmenlerden de teyit ettirdiğimize göre daha önce emniyet tarafından kullanılan sonradan okula çevrilen bu binada 100 tondan fazla demir hurda olarak yine usulsüz olarak satılmış ve parası kayıt altına alınmamıştır."

Çocuklara gelen yemekleri Kızılay'a aktarmışlar

Eğitim-İş Ağrı Şube Başkanı Hüseyin Akboğa söz konusu iddiaların bir ayrıntısına daha dikkat çekiyor. O da Kızılay detayı. Akboğa demecinde okullara öğrenciler için gelen yiyeceklerin Kızılay'a yardım adı altında aktarıldığını ve buradaki yardımların da akıbetinin sorgulanmadığını ifade ediyor. 

Hüseyin Akboğa bu süreci şu sözlerle anlatıyor. 

"Aynı okulda defalarca resmi listede yazılan yemekten daha ucuz ve kalitesiz bir yemek çıktığını üzüntüyle teyit ettik. Aynı zamanda yatılı olan bu okulda öğrenciler için verilen ödenekler idareciler tarafından birilerine peşkeş çekilmiştir. Okuldaki bazı idarecilerin lüks ve şatafatlı hayatları da bu durumu teyit etmektedir.

Basit bir örnek vermek gerekirse okul müdürünün eşi çalışmamasına rağmen güncel fiyatı 2 milyonun üzerinde olan bir araca binmekte, çocuğunu koleje göndermekte ve Van ilinde 4 dairesinin olduğu söylenmektedir. Bu çarkın içinde bulunan kamu görevlilerinin kendileri ve 1. derece yakınlarının mal varlığı araştırıldığında olayların daha somut bir hale geleceği kesindir. İşin en önemli hususlarından bir tanesi yine bu okulda gerçekleşmektedir.

Şöyle ki zaten çok yoksul ve fakir ailelerin çocuklarının eğitim aldığı bu okuldan yüzlerce koli sözde yardım toplamış ve Kızılay'a bağışlanmıştır. Sözde dememizin sebebi şu: Zaten kendi karnını doyuramayan öğrencilerin bu kadar ciddi bir bağışı yapmış olduklarına inanmamızı bekliyorlar. Yapılan şey tam olarak şudur; zaten kısıtlı olarak öğrencilerin iaşesinden devasa bir kaynağı Eğitim Bir-Sen başkanı ilçe şube müdürü Veysel Gümüş'ün başkanlığını yaptığı Kızılay'a aktarmışlardır. Kızılay'ın bu yardımları nasıl dağıttığını hatırlatmama gerek yok herhalde."

* Haberde geçen isimler, ilgili kişilerin mesleki bir sorun yaşamaması adına değiştirilmiştir.

   (soL)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder