17 Ağustos 2024 Cumartesi

soL "KÖŞEBAŞI" - 17 Ağustos 2024 -

Güncellenmiş Alpay Özalan portresi: AKP ona, o AKP'ye çok yakışıyor...-İsmail Sarp Aykurt-

Yeşil sahalardaki bilindik işler, AKP sıralarında hayat buluyor. Alpay’ın özgeçmişine bakınca hiç sırıtmıyor, AKP’li olduğu anlaşılıyor.

Eski futbolcu, "yeni" vekil Alpay Özalan, Meclis'i uzun zamandır siyaset alanı olarak değil, bir boks ringi olarak kullanıyor.
Bugün sergilediği saldırganlığı yeni olmayan Özalan’ın Meclis'teki vukuatlarının bir geçmişi bulunuyor.
soL'da ilk olarak 2021 yılında İsmail Sarp Aykurt, Özalan'ın kabarık sicilini ortaya döktü. O günden bugüne yeni saldırılar, yeni tehditler listede yerini aldı. Alpay Özalan'ın özgeçmişini güncelleyerek bir kez daha okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Bugün sergilediği saldırganlığı yeni olmayan Özalan’ın Meclis'teki vukuatlarının bir geçmişi bulunuyor.

Yeşil sahadan Meclis sandalyelerine transfer olan, AKP’nin evetçisi Alpay Özalan, TBMM özgeçmişinde son derece makul bir kişi olarak lanse ediliyor.

Özgeçmişinde futbol mazisinden bahsedilen Alpay’ın Altay, Beşiktaş, Fenerbahçe, İngiliz Aston Villa, Güney Kore takımı Incheon United, Japon Urawa Red Diamonds ve Alman kulüp Köln’de top koşturduğu, Japonya ve Asya’nın en iyi defans oyuncuları arasında yer aldığı, 2002 Dünya Kupası’nda All Star Team (En iyi takım) içerisinde yer aldığı ve "Devlet Üstün Madalyası"na mazhar olduğu not ediliyor.

Alpay’ın Devlet Üstün Madalyası’na layık görüldüğü tarih ile AKP’nin iktidara geldiği tarih gerçekten de iyi örtüşüyor.

2018’de, AKP Milletvekili olduğunda hiç gecikmeden konuşmaya başlıyor: “Biz dünya üçüncüsü olarak çıtayı çok yükselttik. Ama buna rağmen eğer 2002'deki şampiyonada ülkemizin başında Sayın Recep Tayyip Erdoğan olsaydı, biz final oynardık”.

Belki de AKP’li Alpay’ın tarihindeki en önemli çelişkilerden birisini, "1996 yılında Dünya Olimpiyat ‘Fair Play’ ödülünü alan ilk ve tek Türk futbolcu olması" oluşturuyor. Anımsayanlar olacaktır, Türkiye’nin en vukuatlı stoperi Alpay, Hırvat oyuncu Vlaoviç’i her ne hikmetse düşürmeyip, bu ödüle layık görülmüştü.

Pozisyon sonrasında Avrupa’nın ödül verdiği Alpay, Türkiye’de ise çürük yumurtalarla karşılanacaktı.

Alpay’ın resmi özgeçmişinde bunlar yer alırken, onu gerçekten ayırt eden bilgilere yer verilmemesi oldukça dikkat çekici.

Hem "Fair Play" ödüllü hem de sabıkalı oyuncu Alpay, yeşil sahalarda her zaman agresifliği ve saldırganlığıyla ön plana çıkmıştı. Aston Villa onu Türkiye ile İngiltere arasında İstanbul’da oynanan maç esnasında İngiliz David Beckham’a yaptığı hareket nedeniyle cezalandırıp, takımdan göndermişti örneğin.

Burun kıran, küfür eden, saldırgan AKP’li kahramanımızın elinden hakemler, futbolcular zor alınıyordu...

1998’de bir olaylı maçta kırmızı kart gören Alpay, hakeme saldırmış ve ardından 5 maç ceza almıştı.

AKP’li Alpay, 1999’da Jet Fadıl lakaplı, "nitelikli dolandırıcılık"tan yargılanan Fadıl Akgündüz’ün takımı Siirt Jet-Pa’ya transfer olmuş, Portekiz ile oynanan maçta Fernando Couto’ya yumruk atmış, İngiltere’de oynadığı takımın taraftarlarıyla kavga etmiş ve tüm bu eylemleriyle gerçek çizgisini konuşturmuştu.

Malum İsviçre maçında göklerden ve yedek kulübesinden gelen "vurun" emrinin en sıkı takipçisi yine Alpay Özalan olmuştu.

İsviçreli oyuncuyu tekmeleyerek soyunma odasına kadar kovalarken ya da kısa teknik direktörlük kariyerinde, kaybettikleri bir maç sonrasında rakip oyunculara ve hakemlere saldırdığı gerekçesiyle takımdan gönderilirken hep aynı ‘Alpay’ı gördük biz.

Zaman geçti ve Alpay Özalan, 2018 yılında çok yakıştığı AKP’den İzmir Milletvekili oldu.

Bu kez sırada olanın, yeşil sahada yapılanların Meclis'teki versiyonunu ortaya koymak olduğu şu zamana kadar yaptıklarından anlaşılıyor.

Meclise geldiği günden bu yana, siyasi olarak Erdoğan övgüsü dışında fonksiyonu olmadığı görülen Alpay’ın, ek özellikleri arasında saldırganlık, tehdit ve hakaret yer alıyor.

Yeri geldikçe videolar yayımlayan Alpay, müthiş bir özgüvenle Kızılderililer'le ilgili bir kitap bile çıkarıyor.

Kitabında, Kızılderililerin 1492 yılından önce hayatlarından bahseden, "tarih kitaplarında yanıltma mı var" diye soran TBMM İdare Amiri Alpay, kendisine bir de yazarlık unvanı ilave ediyor.

Peki, "millete hizmet" için Meclis'e geldiğini ifade eden AKP’li Alpay, Meclis'te ne yapıyor?

Yeşil sahalardaki bilindik işler, AKP sıralarında hayat buluyor.

Alpay, vekil olur olmaz savurduğu tehdidin ardından ilk saldırı girişimine 2018'de imza attı. Ahmet Şık'ın konuşması sırasında kürsüye saldırmaya çalışan AKP'liler arasında yer aldı.

Birçok AKP'li, o dönem Alpay'ın saldırı girişiminden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Bu tablo da Alpay'ın neden vekil yapıldığını net şekilde gözler önüne serdi.

Bir yıl sonra AKP ile CHP milletvekilleri arasında çıkan tartışmada muhalefet sıralarında "Gel buradan bağır, gel! Arkaya kaçıyor, bağırıyor; gel, önden bağır" diye çıkıştı.

2020'de “Hadi lan, sen cumhurbaşkanımıza, genel başkanımıza laf ediyorsun, ayıp be, terbiyesiz" diyerek Engin Özkoç'un üzerine yürüdü. Ardından gelen AKP'li diğer vekillerle birlikte Özkoç'a saldırdı.

2021'de vekilliğinin düşürülmesini Meclis'te nöbete başlayarak protesto eden Ömer Faruk Gergerlioğlu'nu dışarı çıkarmaya çalışan isim yine Alpay oldu. Özalan'ın girişimi üzerine araya diğer milletvekilleri girdi.

Aynı yıl bütçe görüşmelerinde o zaman CHP Grup Başkanvekilliği görevinde bulunan  Özgür Özel'in üzerine yürüdü, ayrıca CHP’li vekillere saldırdı.

Alpay Özalan bu sırada "dava adamlığını" da kelimenin gerçek anlamıyla gösterdi. İddiaya göre, sosyal medyadan kendisine kötü söz söyleyenler hakkında suç duyurusunda bulunarak, adliyede 3 binden fazla şikâyet dosyası biriktirdi ve ciddi bir kazanç kapısı yarattı.

Alpay, bugün Ahmet Şık'a ikinci defa saldırarak görevini bir kez daha yerine getirdi.

“Sayın Cumhurbaşkanımıza yapılacak en ufak bir hakarette karşılarına benim çıkacağımdan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Fair Play alınması gerekiyorsa alırım, karşı koymak gerekiyorsa karşı da koyarım” diyen Özalan, Meclis'e hangi amaçla alındığını daha önceden dillendirmiş gibi duruyor.

Özetle, Alpay’ın özgeçmişine bakınca hiç sırıtmıyor, AKP’li olduğu anlaşılıyor.

                                                             /././

Seine Nehri lağım akar…-Aydemir Güler-

Fransa anlık ve anlaşılmaz’a sığdırılamaz bir tarihselliktir. Olimpiyatlar geçer gider, bakmışsınız Paris’in devrimci tarihi kalmış!

Geçen hafta solun stratejilerini konuşmaya başlamıştık. Devamını bekleyenler az değil,  biliyorum. Ama bu hafta Olimpiyatları araya sokmaktan kendimi alamadım. Haftaya; kaldığım yerden…

***

Aslında bu da bir tür devam yazısı. soL portal Türkiye takımının performansını yazdı.

Sevgili Orhan sporun AKP tipi örgütlenmesini ele aldı.

Daha dün Cumhuriyet’te Sevgili Barış AKP liyakatsizliğini gözler önüne serdi.

Daha vardır denk gelmediklerim…

Bunlardan ve Cuba Si’den bir çeviriden devam ediyorum sayın…

***

Henüz yarışlar sürerken yazılıp Türkçe yayımı yine Olimpiyatlara yetişen makaleden iki pasajın altını çizmek istiyorum.

Erique Ubieta Gomez’in saptamaları:

Bir: “Anlaşılmaz ve anlık olanın ateşi tüm fikirleri tüketiyor.

İki: “… geçmişte isyancı olmanın bankaları kamulaştırmak ve topraksız köylülere toprak dağıtmak olduğu (…) Hâlâ da öyle. İstiyorlar ki bunun farkında olmayalım, bedenlerimizde kilitli kalalım; modaya, önemsiz şeylere zincirlenmiş, daha ileri, aşkın amaçları olmayan bir özgürlüğün sınırlarını aşmayalım.

***

Açılış etkinliği birinci saptamanın dört dörtlük örneği. İçinde bulunduğumuz “post…” döneminin başlangıcını simgeleyen veciz sözlerden biri, “tarihin sonu”, uzun zamandır telaffuz edilemiyor. Çünkü ilk akla getirdiği “ebedi barış”ın koca bir yalan olduğu anında açıklık kazanmıştı! 

Ama sonu geldiği iddia edilenlerin kapsamına, aslında Aydınlanma’dan başlayıp neredeyse iki yüz yıllık, 18. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın sonlarına kadar süren “devrimler çağının” bütün değerleri sokuluyordu: Sadece Marksizm değil, sosyal sınıflar, insanlığa yön veren sistematik ve bütünlüklü düşünceler, ütopyalar, sanat akımları… Bütün bunlar bitmişti iddiaya göre. “Belirsiz bir gelecek için bugünler feda edilmemeli” diye başlayan söylem sınırsız bir hedonizme, hazcılığa vardı!

Barışın sağlanamadığı, inkâr edilemez bir açıklık taşıyor olabilirdi, ama Leonardo da Vinci’nin tablosunun bir cinsel yönelimler karmaşası olarak deforme edilmesi, “tarih bitti” demekten çok daha etkili! Kiliseye hakaret midir, bilemiyorum; ama insanlığın büyük yaratılarının anlaşılmaya çalışılmak yerine anlaşılmazlık içinde boğulmak istendiğini söyleyebiliriz. 

Aynı şey Fransız Devrimindeki “baldırı çıplak terörünün” gırgıra alınması için de geçerli. Kraliçenin idamı iyi midir, lanetlenmeli midir? Açılış kurgusu buna ilişkin bir yargıda bulunmak yerine “anlaşılmaz-anlık” bir laf atıp geçmiştir. Ortada tutarlı bir bütünlük arayışı olmadığı, tersine bu, temelden reddedildiği için, herhangi bir ögeyi çıkarıp yerine başka bir şey koyabilirsiniz. Eleştiren olursa da Fransız Olimpiyat Komitesi misali özür dilersiniz! Nitekim öyle yapıp işin içinden sıyrıldılar…

Bizim TRT de, sapıklık saydığı cinsel göndermeler üzerine açılışın naklen yayınını kesmiş. Oysa Fransızlar senaryoyu önden paylaşsalardı, araya “Fransız dostu Osmanlı padişahı” fragmanı koyma karşılığı, böyle tatsızlıklar yaşamaz, üste para bile kazanırlardı! Yunanlılar kapanışa kendi bayraklarını bu şekilde eklemiş olabilirler mi diye aklıma gelmiyor değil…

Tabii eleştirilen ögenin yerine her şeyi koyamazsınız! Sonuçta “bazı şeyler” anlık değil ve kolay kolay anlaşılmaz hale de getirilemiyorlar… Örneğin Résistance’ı, Fransız halkının Nazi işgaline Direniş’ini bu senaryoya meze etmek zordur! 

Paris Olimpiyatlarında vatansız kalmış mültecilere alan açmayı öngörenler nasıl olur da Fransız Direnişinin “Kırmızı Afiş”ini hatırlamazlar? Adıyamanlı Misak Manuşyan’ın lideri olduğu, göçmen işçilerden oluşan ve komünist ozan Aragon’un yorumuyla “Fransa için ölen” gerillaları diyorum… Eylemleri arasında bir SS generaline suikast de vardı. Belki bundandır hatırlanmamaları.

Ev sahibi kentin hafızasına tanıklık etmek istiyorlar mıydı gerçekten? Birinci Dünya Savaşı’nın startını veren tabancalar Avusturya-Macaristan veliahdı dışında, bir de savaş karşıtı, Fransız sosyalist lider Jean Jaurès’e isabet etmişti. Elbette Paris’te yaşanmıştı olay. 

Bu iki olayın da şansonları vardır, tabii ki1. Paris’i resmetmeye cidden niyet etseydi düzenleyiciler, Lady Gaga’ya sıra mı gelirdi!

Biri bana Paris’in son on yıllarını nasıl resmetmeli diye sorsa, kendi payıma, Sarı Yelekliler’i, özelleştirme ve emeklilik “reformlarına” karşı işçi sınıfının benzersiz eylemlerini, yoksul siyahların ırkçı uygulamalara karşı ortalığı birbirine katmalarını sayardım. Ne var ki, bunlar “konsept”e uymazdı! Anlık değil tarihsel kaçarlardı… Moda defilesi varken, değer mi yani…

Kimi katılımcılar, hazır Seine Nehri’ne çıkmışken gündeme kendi eklemelerini yapıverdiler. Cezayir takımının 1961’de cesetleri o sulara gömülen kardeşlerini çiçeklerle andığını öğrendik. Muhtemelen eylemlerini basına kendileri servis etmişlerdir. 

O sırada Paris devasa bir televizyon stüdyosu olarak organize edilmişti, çekimler çekimleri kovalıyordu! Cezayirliler kadraja girmemişlerdir muhtemelen, ama bir biçimde tarihe kayıtlarını düştüler. Ama ne 1848 Haziran’ında ve 1871 baharında, kanları kentin özellikle Doğu mahallelerini sulayan on binlerce işçi ve Komüncü için kimse çiçek bırakmadı Seine’in çamurlu sularına… Fransa’nın Büyük Devrimi ve Direnişi arasındaki unutulmaz anlarıdır.

Çamur demişsem, Paris’te yağmurlu günlerdi ve yağmur suyu şehrin kanalizasyon sistemine dolup lağımı alıyor ve nehre ulaştırıyordu. Bu durum açık hava yüzme yarışlarına engel sayılmadı. Reklam anlaşmaları ona göre yapılmış olmalı. Yüzücülerin aldıkları doktor raporlarını ekranlara yansıtmazsınız, olur biter.

Anlık ve anlaşılmaz senaryo Fransa’da sahnelendiğinden, devrimcilerin on yıllarca dillerinden düşürmedikleri Fransız milli marşı La Marseillaise için mecburen bir risk alındı. Eski Olimpiyatlar sporcuya odaklanarak esasen stadyumda açılırdı. Sonra havai fişekçilerin zengin edilmesine karar verildi. 2024’te ise bütün dünyaya dev bir Paris reklamı yapılmalıydı. Bu kültürü can-can dansı, rap müzik vb.'ye indirgemek zordu tabii. Neyse ki, marşın Raboçaya Marselyaza2, yani “İşçilerin Marseyyez’i” biçimini alıp Sovyet Rusya’ya milli marş olarak hizmet verdiği kısa zaman diliminin üstünden çok zaman geçmişti. Bolşevikler onun yerine Fransa’da yükselmiş bir başka “şansonu”, Enternasyonal’i koymuşlardı…

Madem bu iki marşı andık, ister saptama deyin ister tez, şöyle diyebilirim: Fransa anlık ve anlaşılmaz’a sığdırılamaz bir tarihselliktir. Olimpiyatlar geçer gider, bakmışsınız Paris’in devrimci tarihi kalmış!

Gün gelecek tam da öyle olacak; ama günümüzde mesele neyin para ettiği... Özgürlük moda olanın bir özelliği olmuşsa, Olimpiyat Köyünde maliyetlerin nasıl kısılacağına bile bakılır. Fransız enerji tekelleri Amazon ormanlarını kesedursun, “karbon ayak izini” azaltmak için sporcuların beslenmesinden kesilebilir! Nitekim yemeklerin yüzde 60’ından fazlasının vegan olması kurala bağlanmış. Elbette karbon ayak izi adına! Siz bunu şöyle okuyun: Fransız kapitalizmi sporcuları böyle besleyerek kâr oranını biraz daha arttırmanın yolunu bulmuş... Kim kaç avro kazandı; eğlenceli ve hüzünlü bir araştırma konusu olmaz mı?

Açılışta “gizemli koşucu”, kapanışta uzaylı! Anlamlı bir çağrışıma vesile olamayacak ölçüde saçma olan bu figürler bir yana, antik olimpiyatların ana vatanının modern Yunanistan’ın bayrağıyla sembolize edilmesine ne demeli? 

Başka araştırma konuları da var... Ben atlamış olabilirim, ama Rıza Kayaalp dahil, kaç Türk sporcunun doping yüzünden Olimpiyattan ihraç edildiğini merak ediyorum. Başkaları bir yana, Kayaalp Erdoğan tarafından “spor müşavirliğine” atanmış bir mühim devlet şahsiyetiydi. Yarışlara katılabilseydi, Mijain Lopez Nunez’le bir kere daha karşılaşması söz konusu olabilirdi. İlginç olurdu; varsa bir olimpiyat ruhu, beş olimpiyat altın madalyasını sıralarken Rıza’ya üç defa denk gelen Kübalıda var. Kayaalp’in o ringe çıkmaması eksiklik gerçekten!

Türkiye çok dalda katılmış olmakla avunsun; benim merak ettiğim iktidar cephesinde hiçbir zaman muteber sayılmayan kadın voleybol takımına nasıl tuzaklar kurulduğu. Federasyon Başkanı kazandığımız bir maç sonunda “söyleyecek çok şey var, ama sonra” demişti. Merak uyandırmıyor mu?

Küba’dan hemen ayrılmayalım. Aklıma mültecilere gösterilen “incelik” geldi yine. Olimpiyat Komitesi’nin yurdundan edilmişlerin 300 milyona dayandığı koşullarda yaşamı tehlikeye düşmüş insanlardan bir mülteci ekibi oluşturmasına kim itiraz edebilir? İyi de, zulüm görmüş olma ihtimali sıfır iki Kübalının burada ne işi olur! Siyaset diyeceksiniz, ama siyasetin spora karıştırılması, Olimpiyatlarda mümkün olmadığı ilan edilmiş bir ilkedir…

Siyaset yoksa, demek ki, Olimpiyat Komitesinin Ukrayna’yı savaşta mazlum ilan etmesi siyasi değildir! Olimpiyata katılması uygun görülen birkaç Rus ve Belarusyalıdan açılış töreni esirgenmiştir; neme lazım, siyasi bir şey yapmaları ihtimali baştan kapatılmalıdır! Yasak, kapanış töreni için kaldırıldığında bu sporcuların mutluluktan gözleri yaşarmış mıdır? Komite’nin Rusya ve Belarusyalı sporculara “tarafsız statüyle” yarışma koşulu olarak savaşa ilişkin siyasi kanaatlerini sorması da siyaset değildir! Olimpiyat Komitesi siyaset bulaşmasın diye o kadar duyarlıdır ki, mülteci takımından bir Afgan göçmenin “Afgan kadınlara özgürlük” yazan giysisi ihraç gerekçesi olabilir! Hal böyleyken örneğin çocuk tacizinden hüküm giymiş birileri “olimpiyat ruhuna” aykırı görülmemiştir. Taciz siyasi olmadığına göre sorun yoktur!

Her dört yılda bir “piyasa batağı” rekorunu kıran Olimpiyat organizasyonu için bütün bunlar şaşırtıcı olmuyor. Doğal olarak Paris bütçesi bir önceki Tokyo’yu aştı. 10 milyar dolar olarak tahmin edilen 2024 bütçesinin hangi şirketlere nasıl dağıldığı da bir başka araştırma konusudur. Belki de şimdiden yapılmıştır…

TV sunucularının, muhtemelen Olimpiyat Komitesinin açılış için dağıttığı basın bülteninden öğrendikleri “farklılıklarımızla beraberiz” mesajı, İsrail ve Filistin bayraklarını kast ettiğinde tek sözcükle korkunç bir şakaya benzemiştir.

Ya XY kromozomu ne olacak? Erkek olma kriterlerinin en kuvvetlisine sahip olan, ama kendini kadın olarak hissettiğini beyan eden bazı sporcuların özellikle dövüş sporlarına ilgi göstermeleri ilginç değil mi? Böylece “aşkın kenti Paris”, “kadına karşı şiddetin kentine” dönüşüyor! Bıraktım, bu yolun mantıksal devamında kadınların madalya kürsülerinden tasfiye edilecek olmasını, bin bir mücadeleyle geriletilen erkek şiddeti ringe çıkmış ve milyonların gözü önünde inanılmaz bir meydana okuma gerçekleştirmiş bulunuyor. İlgili ulusal makamlar gönderdikleri sporcunun erkek olmadığını beyan ettikten sonra Uluslararası Olimpiyat Komitesi kalkıp kromozom diye tutturacak değildi ya! Uydurmuyorum, böyle dediler…

Hakem tasarrufları her zaman tartışılır. Ama saygısızlık edip de tartışmalı kararların istatistiği çıkarılsa, Amerikalıların değiştirilen kararlardan, verilen cezalardan pek şikâyetleri olmadığını daha net görebilirdik. Neyse, benimki kanıtı olmayan yüzeysel bir gözlem…

Eurosport’ta izleyiciye dayatılan bir reklam ise, yüzeysel gözlemler gibi yanılgı payı barındırmıyor. Slogan “Devrim Fransız İşidir” diyordu.

Belli ki, tekellerin olimpiyat keyfine diyecek yoktu! Paris’in mesajı “lağıma girmek istemiyorsan sporu paranın saltanatından kurtarmalısın” olmalıdır.

Yoksa:

Sporcuyu figüran yap, sok lağımın içine, kadın dövdür, geç dalganı, devrim kavramıyla bile geç dalganı, 
say paraları, say paraları, 
say paraları…

Şu ana kadar olan deneyimimiz Sırbistan’dan emperyalist paylaşım savaşının fay hatlarından bir tanesinin çok daha diri olarak geçeceğini söylüyor.

Önce “eyvah”ı izah etmek gerekir.

Türkiye emekçilerinin başka bir ülkenin emekçileri ile rekabeti söz konusu olmaz, Sırbistan sermayesi ile değil elbette ama emekçileri ile sadece dayanışmamız söz konusu. Öyle bir hayıflanma “eyvah”ı değil yani.

Ancak görece küçük bir ekonomiye sahip bir ülkede stratejik bir hammadde bulunsa veya stratejik bir ulaşım yolu buradan geçse başı belaya girmiş demektir. Emperyalist devletlerin dikkati bütün kötücül özellikleri ile bu ülkeye çevrilecek, emperyalist rekabetin basıncı altında kalacaktır.

Lityumun maden olarak çıkarılması ve işlenmesinin neden günümüzde emperyalist rekabetin temel meselelerinden biri haline geldiğini kısa bir süre önce burada incelemiştik.

Çok kısaca; elektrikli araba üretiminin hızla arttığını, bir beş yıla kadar arabaların %60’ının elektrikli olacağını ve elektrikli araçlarda kullanılan pillerin ana maddesi olan lityumun tekellerin rekabet unsuru olarak sivrildiğini belirtmiştik.

Dünya lityum rezervlerinin önemli bir kısmının bulunduğu Bolivya’da 2019’da ve bu yılın haziran ayında iki kez darbe yaşandı. Her iki darbe esnasında elektrikli araba üreticisi Tesla’nın hisse senetleri tavan yaptı.

Kendini tekelci sermayenin üyelerine göre daha entelektüel ve marjinal gösterme konusunda başarılı olan Tesla’nın sahibi Elon Musk bu konuda fena deşifre olmuştu. Madenleri kamulaştıran Bolivya hükümetine karşı askeri darbe konusunda “İstediğimize darbe yaparız, aşın bunları” deyişi tarihe kazındı.  

Gelelim Sırbistan’a. 

Yugoslavya’nın nasıl emperyalizmin tuzağına düşürülerek parçalandığını ve Sırbistan’ın 1999’da hunharca bir NATO saldırısı altında kaldığına burada değinmeyeceğiz.

Sırbistan’ın Lozniçe ilçesinde 2004 yılında Rio Tinto tekeli tarafından geniş lityum yatakları keşfedildi, ancak halen madenin işletilmesine geçilmedi.

Rio Tinto tekeli Batı emperyalizminin başlıca maden tekelidir ve Rothshild ailesi tarafından kontrol edilmektedir. Türkiye’de bor madenindedir bir eli, diğer eli dünyanın birçok ülkesinde emperyalist rekabetin konu olduğu kritik madenlerde. Çok sayıda çevre sabıkasıyla anılan bu tekel doğal olarak emperyalist paylaşım savaşının öznelerinden biridir ve 2022’de Rusya ile bütün ticari ilişkilerini keserek ambargoya katılmıştır. Günümüz emperyalizmini daha iyi anlamak için ileride Rio Tinto’nun hikayesini incelemek gerekiyor.

Bilindiği gibi, Almanya Yugoslavya’nın parçalanmasında çok kritik ve alçakça bir rol oynadı. Ancak sermayenin ilkesizliği hafıza kaybına neden olur. Sırbistan Cumhurbaşkanı Vucic, geçen ay içinde Almanya Başbakanı Scholz ile Belgrad'da bir araya gelerek ham madde, elektrikli araçlar ve batarya üretimi konusunda stratejik mutabakat zaptı anlaşması imzaladı.

Anlaşmaya Mercedes-Benz otomotiv tekelinin katkısı olduğu söyleniyor. Kısacası lityum madeni 6 milyar avroluk sermaye ihracatı ile iki yıl içinde açılacak ve işlenen lityum Alman tekellerinin ürettiği elektrikli arabalarda kullanılacak.

Sholz ayrıca anlaşma esnasında Avrupa’da AB ve NATO üyesi olmayan nadir devletlerden biri olan Sırbistan’a AB’ye dahil olması için de göz kırptı.

Ancak Sırbistan’ın müttefikleri Rusya ve Çin. Özellikle Çin Sırbistan’ın en büyük yatırımcısı ve dış ticarette Almanya’dan sonra ikinci ortağı haline geldi. Sırbistan’ın BRICS’e katılma olasılığı çok yüksek görülüyor.

Bütün arka planı yakalamak için daha fazla araştırma yapmak gerekiyor, tüm verilere muhtemelen açık kaynaklardan ulaşmak da çok zor. Ancak şu ana kadar olan deneyimimiz Sırbistan’dan emperyalist paylaşım savaşının fay hatlarından bir tanesinin çok daha diri olarak geçeceğini söylüyor.

Nitekim Rusya Sırbistan devletine bir darbe hazırlığı uyarısı yaptı. Hangi verilere dayandığını bilmiyoruz ama belli ki kazan kaynıyor.

Bu arada Belgrad çevrecilerin büyük gösterilerine sahne oldu. Hatırı sayılır kalabalıklar lityum madenciliğini çevreye vereceği büyük zarar nedeniyle protesto ediyorlar. 

Fotoğrafta Güney Amerika’daki bir lityum madeni ve saflaştırmak için birçok zehirli kimyasalın kullanıldığı işlem havuzları görülüyor. Lityum madeni çıkarılırken ama özellikle işlenirken çevreye büyük zarar veriyor, yer altı kaynaklarını ve havayı kirletiyor. Ayrıca işlenme esnasında büyük miktarda su harcanıyor.

Kendi pozisyonumuzu hatırlatıp bitirelim yazıyı. Sırbistan işçi sınıfı ile dayanışmamızı geliştirirken burada yakın gelecekte neler olacağına gözümüzü dikeceğiz.

Çevre duyarlılığına gelince, sosyalist kuruluş özellikle doğa ve halk sağlığına çok özel bir anlam yükleyecek. Yönetime katılan geniş emekçi kitleleri halkın refahı için yeni üretim alanlarının açılmasıyla çevrenin korunmasını denge içinde ele alacaklar.

Ancak sosyalizm bugünkü çevre felaketini hazırlayan kapitalizme göre milyonlarca kere çevrenin korunması konusunda avantajlı olacak, çünkü petrol kullanılan araba yerine elektrikli arabanın asıl mesele olmadığının, yaşam tarzı değişikliğinin esas olduğunun çok iyi farkındayız.

                                                                 /././

AKP Hamas’a karşı Abbas’ı mı sahaya sürdü?-Kemal Okuyan-

AKP Abbas’ı kürsüye çıkararak, ABD’ye ve dolaylı olarak İsrail’e, “beni İran’la karıştırma, ben Filistin konusunda Hamas dışındaki aktörlere meşruiyet alanı açabilecek tek gücüm” mesajını geçti. 

Önce, “davet ettik, gelmedi, özür dilesin” dendi. Sonra geleceğini ve TBMM’de konuşacağını öğrendik. Sağlık sorunları yüzünden oturarak konuşmak isteğinin geri çevrildiği yolundaki haberin ardından Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Meclis’te milletvekillerine hitap etti.

Erdoğan’ın yurttaşları, gazetecileri, siyasetçileri, kamu görevlilerini azarladığına çok tanık olduk, alışkınız. Ancak Filistin gibi duyarlı bir konuda “gelmedi, özür dilesin” türünden bir çıkış çok normal değildi. 

Geldi, kim kimden özür diledi bilmiyorum. Oturarak konuşma talebi ve bunun reddedilmesine ilişkin ayrıntılara da hakim değilim. Ancak Abbas’ın ziyaretinden önceki hava, Filistinli liderin Türkiye’de saygı değil, en kibar ifadeyle sitemle karşılanacağı yolundaydı.

TBMM’de öyle olmadı, AKP’ye yakışır bir dinselliğin, güçlü ritüellerin eşliğinde ve Erdoğan’ın “kusursuz” ev sahipliğinde konuştu Abbas.

Ayakta alkışlandı, bu anlamda Netanyahu’nun ABD Kongresi’ndeki konuşmasından daha “gerçek” ve “etkili” bir destek vardı TBMM’de.

Konuşma bitti. Yandaş medyada, Cumhurbaşkanı’nın konuğu olan bir devlet başkanı henüz Türkiye’den ayrılmamışken, Abbas’ı samimiyetsizlikle suçlayan yorumlar yapılmaya başlandı. Saatler ilerledi, buna dönük bir Saray engellemesi olmadığı gibi eleştirilerin dozunun arttığı görüldü.

Hatta Anadolu Ajansı’nın kıdemli gazetecilerinden biri Abbas’ın Filistin’den çok kendi siyasi kariyerinin derdinde olduğunu bile söyledi.

Peki ne oluyor? “Burası özgür bir ülke, herkes düşüncelerini açıklayabilir” değil herhalde.

Sevmek mi istediler, dövmek mi?

Abbas’ın konuşmasının “Gazze’ye gideceğim” bölümü dışında tek özelliği, “Filistin Hamas’tan ibaret değil” anlamına gelecek vurgularıydı. Ancak “Ben Gazze dahil bütün Filistin’i temsil ediyorum” iddiasının gerçek bir karşılığı var mı, çok tartışmalı.

AKP on aydır Gazze’de sürmekte olan İsrail katliamı boyunca bırakın bütün Filistin’i temsil etmeyi, herhangi bir aktör olarak adı neredeyse hiç geçmeyen Abbas’ı oyuna dahil etmek için mi Ankara’ya çağırdı?

İktidar Hamas’ın kısa erimde İran’dan koparılamayacağını görüyor. Ayrıca örgütün prestiji artsa da, ciddi kadro kaybettiğinin de farkında. Dolayısıyla Filistin konusundaki ağırlığını başka aktörler üzerinden artırmak elbette isteyebilir.

Ancak bu Abbas olamaz. Yalnız sağlık sorunlarından söz etmiyorum. Filistin’de Abbas’ın bir hükmü yok. 7 Ekim öncesinde sınırlı bir otoritesi vardı, sonrasında o da kalmadı. Tek başına değil elbette ama Abbas Filistin’de teslimiyet, işbirlikçilik ve yolsuzlukla anılan bir odağın temsilcisi. Hamas gibi İslamcı örgütlerin Filistin’de güçlenmesi ve direnişin öncülüğünü üstlenmesi biraz da bu odağın marifetidir, günahlarının bedelidir.

Bütün bunları “bölge gücü”, hatta “dünya gücü” olmak için her fırsatı değerlendiren Yeni-Osmanlıcılarımızın bilmemesi mümkün değildir.

O halde ne oldu? Neydi bu tanık olduğumuz?

Şu:

AKP Abbas’ı kürsüye çıkararak, ABD’ye ve dolaylı olarak İsrail’e, “beni İran’la karıştırma, ben Filistin konusunda Hamas dışındaki aktörlere meşruiyet alanı açabilecek tek gücüm” mesajını geçti. 

ABD yönetimi zaten bunu biliyor. Türkiye’nin İsrail’le yeri geldiğinde ne kadar hızlı yakınlaşabildiğinin, o yakınlaşmanın bizzat içinde oldukları için farkındalar. Abbas’ın Ankara’ya gelişi iki NATO üyesi ülkenin birlikte geliştirdiği bir inisiyatif bile olabilir. Bakmayın Filistin Devlet Başkanı’nın kürsüden ABD’ye çok sert sözler sarf etmesine… ABD emperyalizminin en alışkın olduğu şeydir, hakaret işitmek.

Görülüyor ki, Haniye’nin öldürülmesinden sonra çok yoğun bir yeniden değerlendirme ve konumlanma süreci yaşanıyor. Bütün aktörler için geçerli bu. Hamas, Hizbullah, İran, Suudi Arabistan, Katar, Türkiye, Mısır, Suriye ve elbette İsrail’de, ABD’nin uzaktan ya da yakından elinin değdiği biçimde, kartlar yeniden karılıyor.

Bu ortamda batı ile iyi ilişkiler kurabilmiş bir Filistinli siyasetçiye kürsü sunulması, son dönemde iç ve dış politikada gözle görülür bir biçimde ağırlığını koyan ve daha pazarlıkçı kanadı adım adım gerileten Amerikancı kanadın elini açık bir biçimde güçlendirmiştir.

Peki bütün bunların Filistin halkına faydası ne?

Onlar ölmeye devam ediyor hâlâ…

                                                                 /././

Kemalpaşa Belediyesi işçileri işten atıldı, olan çocuklara oldu: 'Kütüphaneden yararlanamıyorlar' -Aslı İnanmışık-

Kemalpaşa Belediyesi'nin işten çıkardığı 127 işçi, direnişte. Kütüphane sorumlularının da işten çıkarılmasıyla ilçede yurttaşların faydalanabileceği faal kütüphane kalmadı.

İzmir’deki CHP'li Kemalpaşa Belediyesi’nde 2 Ağustos'ta DİSK'e bağlı Genel İş Sendikası'na üye 127 işçi işten çıkarıldı.

İşten çıkarmaların ardından işçiler, belediye binası önünde kurdukları çadırla direnişe başladı.

Tek talebi olan işçiler, "İşimizi geri istiyoruz" diyor.

İşten atıldıklarını çalışırken öğrendiler

İşçilerin bir bölümü işten atıldıklarını mesaide öğrenirken, belediye çalışanlarına neden böyle bir karar alındığı da açıklanmamış.

Belediye yönetimi İzmir'deki Çiğli, Bergama, Karşıyaka belediyelerinde olduğu gibi "mali nedenlerle" işten çıkarmaların gerçekleştiğini öne sürerken, çalışanların Belediye Başkanı Mehmet Türkmen'le görüşme talebi de karşılanmıyor. 

İşçiler mesai saatlerinde belediye önündeki oturma eylemini sürdürüyor.

                                 İşçiler, CHP Kemalpaşa İlçe Başkanlığı önünde de açıklama yaptı.

Belediye Başkanı 'işten çıkarma olmayacak' demişti

İşinden olan Kütüphane Sorumlusu işçi Mehmet Ali Bulut soL'a konuştu ve seçimlerden beri listeler yapıldığını duyduklarını, sendikanın 4-5 kez Belediye Başkanı'yla görüştüğünü, Mehmet Türkmen'in bu durumu reddettiğini hatta sendika yöneticilerine "Bana güvenmiyor musunuz? Bana bunlarla gelmeyin" dediğini anlattı.

"Kimseye bilgi verilmeden insanlar işten çıkarıldı, bazıları haber bile alamadı, vardiyada öğrendi" diyen Bulut, 127 işçiden 63'ünün temizlik işçisi olduğunu ifade etti. İşten atılanlar arasında kütüphane sorumlusu, öğretmenler gibi Kültür Müdürlüğü'ne bağlı çalışanlar da bulunuyor.

'Haftada 200 çocuk kütüphaneye geliyordu'

Bulut belediyeye bağlı 5 kütüphane olduğunun ve 3'ünün yaklaşık 1,5 ay önce kapatıldığını hatırlattı. Kalan 2 kütüphanenin sorumlularının işten atılmasıyla kütüphanelerinin durumunun da belli olmadığına dikkat çeken Bulut, kurumların bölge için önemini de anlattı. 

"Ulucak ve Ören kalmıştı. Ben Ulucak sorumlusuyum. Benim çalıştığım yeri zabıta memuru açıp kapatıyor mesela. Belediye Başkanı 'kapatılmayacak' dedi ama hâlâ durumları belli değil. Orası şu anda hizmet veremez, bilgisayarlara giremezler çünkü bizden şifreleri bile istemediler."

Söz konusu yerlerin taşra kütüphaneleri olduğunun ve bölgede başka kültürel faaliyet yapılmadığının altını çizen Bulut, "2022'de geldim buraya. 3 bin olan kitap sayısını 8 bin yaptık. Tamamı bağışla geldi" diyor. Sadece çocukların değil, yaşlıların da kütüphaneden hizmet aldığını söyleyen Bulut, durumu şöyle anlatıyor:  

"Bilgisayar, internet erişimi vardı. Çocuklar için satranç, dama gibi oyunlar vardı. İlkokul ve ortaokul yaş grupları için Türkçe, Matematik dersleri için sınıflar açmıştık. 26 kadın için okuma-yazma kursu açacaktık bu ay, açamadık.

Eğitim öğretim döneminde haftalık ortalama 200 çocuk geliyordu. Haftada 150 kitap gidip geliyordu. 60-70 yaş üzeri insanlar da geliyordu. Örneğin özel bir yaşlı bakımevi var, oradan bile gelip giden okurlarımız vardı. Gitar, bağlama kursları açtık. Yani çok aktiftik.

Neden işten çıkarıldığımızı anlamadık. 5 Ağustos'tan beri belediye önündeyiz, direnişimizi sürdürüyoruz. Tek talebimiz işimizi geri alabilmek."

Belediye Başkanı Mehmet Türkmen işten atılmalar sonrası 5 Ağustos'ta yaptığı açıklamada "'Kütüphaneler kapanıyor' söyleminin gerçek dışı olduğunu, kütüphanelerin etkinliğini artırmaya yönelik çalışmalar yapıldığını" iddia etse, akıbeti belli olmayan kütüphanelerden yaz tatilinde olan çocukların yararlanamadığı ortada.

                                                                  /././

Bir şiirin izinde -Mesut Odman-

Yoksa, yüzbinlerce demek yetmeyebilir, milyonlarca insan bu yüzden ölebilirdi, “kahrından” demek istiyorum.

Asrım sefil,
            asrım yüz kızartıcı,
asrım cesur,
                    büyük 
                              ve kahraman
Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman.
Ben yirminci asırlıyım 
ve bununla övünüyorum.
Bana yeter 
yirminci asırda olduğum safta olmak
                                            bizim tarafta olmak
ve dövüşmek yeni bir âlem için…

Nâzım’ın çok bilinen şiirlerinden biridir bir bölümünü yukarıya aldığım “Yirminci Asra Dair”. Şiirin sonundaki nota göre yazılış tarihi 12 Kasım 1941’dir. Şairin en son ve en uzun hapislik döneminin başlarına rastlar. Hapisanenin dışındaki dünyada o tarihe kadar insanlığın tanık olduğu en yaygın, en yıkıcı savaş sürüp gitmektedir. Faşist Almanya’nın orduları Avrupa’da birçok ülkeyi ele geçirmiş, 1941 yılının Haziran ayında ise Sovyet topraklarına girerek geniş bir coğrafyayı daha işgal etmiş, ilerleyişini sürdürmektedir. Sovyet emekçilerinin direnişleri ilk etkilerini göstermeye başlamış olmakla birlikte, henüz kitleler halinde kırılan insanları umutlandıracak bir gelişme yoktur.

Yine de Nâzım bir umutsuzluk belirtisi göstermemekte, yaşamakta olduğu yüzyılda yaratılan çirkinlikleri unutamazken o çağda yaşamaktan ve yeni bir dünya için dövüşmekten övünç duyduğunu vurgulamaktadır.

Bununla birlikte, şairin bir inancı daha vardır. Onu da birkaç dize sonra “son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır” diye belirtmektedir. Ortasına yaklaştığımız bu yüzyıl mutlaka bizim olacak, son gülenler biz olacağız, demektedir.

Büyük şairimiz en kötü koşullarda umutlarını milim eksiltmemekte haklı çıkmıştır, bütün devrimci şairler, şairliği bırakalım, bütün devrimciler gibi… Üstelik, haklı çıktığını görmek için fazla beklemesi de gerekmemiş, yüzyılın ikinci yarısına geçildiğinde hem insanlık faşist vahşetten geçici bile olsa kurtulmuş hem de kendisi için parmaklıklar ardındaki hayatın yinelenişi son bulmuştur.

Ancak, ne yazık, yirminci asrın son gülenleri, onun beklentisinin tersine, güzel gülenler olmamıştır. Güzel ne söz, geçen yüzyılın son gülenleri, sırtlan gülüşlüler olmuştur. Nâzım ise bazı bölümlerini gördüğü ve kişi olarak yaşadığı yirminci yüzyılın güzellikleri ile zaferlerinin hunharca yok edilişine de buna karşı emekçi insanlığın “tarifsiz” acılar ve özveriler karşılığında elde ettiği kazanımların kayda değer bir güçle savunulamayışına da tanıklık etmeme şansına sahip olmuştur. Onun gibi bir devrimci ve şair için bunun bir şans olduğunu düşünmek çok da yanlış değildir. “Yirminci asırlı” olmakla övünürken o asır için hiç de olağandışı sayılmayan bir yaşa ulaşabilmiş olsaydı, “kahrından” ölürdü herhalde. Eğer böyle bir ölüm nedeni olabiliyorsa…

Kuşku dolu şu son cümle, olasılık olarak akla getirdiği türden bir ölüm nedeninin bulunmadığı yönünde bir uyarı aslında. Yoksa, yüzbinlerce demek yetmeyebilir, milyonlarca insan bu yüzden ölebilirdi, “kahrından” demek istiyorum. “Yirminci asrın” sonu gelirken emekçi insanlığın uğradığı yenilginin, onun yarattığı çaresizliğin etkilerini anlatmak bakımından, çok fazla dışarıdan bakıldığında abartılı görünse de bu tür sayılara başvurmakta ne sakınca olabilir? Gerçekten o büyüklükte sayılarla anlatılabilecek çoklukta insanın zihinsel ve bedensel emeği, her türlü acıya katlanma gücü, ayakta kalmasını sağlayan özlemleri ve umutları yok muydu “reel sosyalizm” diye aşağılanan o kuruluş çabalarında; sadece doğrudan doğruya yürütenlerin değil doğrudan ya da dolaylı destek verenlerin, destek verme şansı bulamadan uzaktan izleyenlerin olumlu bekleyişleri?

Hiçbir zaman o “reel sosyalizm” tamlamasını kullanmadım, yazarken de konuşurken de. Her kullanan için geçerli olmasa bile, o sözde hep bir aşağılama görmüşümdür. Oradaki sosyalizm değildir, asıl ya da gerçek sosyalizm başkadır, bütün oradakilerden çok farklıdır… Böyle böyle, şuraya çıkılıyordu doğal olarak: Sosyalizm kitaplarda kalmıştır. Zaten alınyazısı öyledir. Kâğıt üzerinde güzel görünür, ama iş gerçeğe geldi mi, ya bambaşka ve kötü bir “şey” ortaya çıkar ya da ortaya çıkmasına kalmadan silinir gider. Elbette, son sözleri sadece düşmanlar söylüyordu; dost olanlar ya da dost görünmek zorunda olanlar o kadar ileri gitmiyorlardı.

O yüzden, ne kadar uğraşsam saçma sapan tartışmalardan kaçamadığımda, konuşmak yazmak  zorunda kaldığımda, “kurulabilen sosyalizm” dedim. Emekçi insanlık bu kadarını kurabildi. Onca saldırıya karşı koyarken eksiğiyle gediğiyle, doğrusuyla yanlışıyla kurulabilen budur. Emekçiler daha iyisini kurmak için, eksiklerini gidermek için uğraşacak ve başaracaklardır, başka yolu yoktur. O zaman da saldırılar olacak, belki daha da azgınları olacak, ama öğrendiklerinden yararlanarak tümünü ya da tümüne yakınını savuşturacaklardır; savuşturamadıklarını ise etkisizleştireceklerdir. Yine öğrenilmiş olanların yardımıyla güçlükler aşılacak, yanılgılar düzeltilecek, yepyeni bir dünya kurulacaktır. 

Ama yeni değil, yepyeni. Bugünküne benzerliği olabilen en düşük düzeye indirilmiş bir dünya. Kurulabilen sosyalizmin öğrettiklerinden biri şudur çünkü: Kapitalizme ne kadar yakınlaşırsan, oradaki hayatla, sorunları ele alış biçimleriyle, çözümlerle, bütün bunlarla ne kadar benzeşirsen sosyalist kuruluş o kadar dayanıksız olur, eşitlik ve özgürlük amacından o kadar uzaklaşır, dolayısıyla en büyük güvence olan emekçi halkın sahiplenmesinden o kadar yoksun kalır.

Bir de, ara sıra, o eski kurulabilen sosyalizmin topraklarından birinde ikisinde kayda değer bir devrimci dalganın ortaya çıkması neleri, nasıl değiştirirdi, diye sormak geliyor aklıma. Çok mu çocuksu görünür, bilmem. Yoksa, nasıl bir sosyalizmse geriye kala kala sesi soluğu çıkmaz seyirciler kalmış, diyenlerin değirmenine su taşımış mı olurum?

                                                               /././

‘Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi’ taslağı -Rıfat Okçabol-

Bakanlığa sormak gerekiyor: “Eğitimi piyasalaştırıp gericileştirmenin dışında siz ne yapıyorsunuz?”

Eğitim bakanlığı, gayrı ciddi bir kurum olduğunu bir kez daha gösteriyor. Hazırladığı ‘Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi’ taslağını, 8 Temmuz’da 28 kuruma gönderip dört gün içinde (!) görüşlerini bildirmelerini istiyor! 28 kurum içinde TRT ve TÜİK bulunuyorsa da, nedense işçi sendikaları ile eğitim sendikaları bulunmuyor! Listede yandaş Eğitim-Bir-Sen’in adının bulunmaması, onların görüşünün alınmadığı anlamına gelmiyor. Bakanlık taslaklarını hazırlayanlarının çoğunun bu sendikanın üyesi olduğu tahmin ediliyor. Ayrıca bakanlığın görüş istediği 28 kurumun, biri dışında yandaş kurum olması da dikkat çekiyor. 

Taslağın giriş kısmında, “Mesleki ve teknik eğitim, bireylerin iş gücü piyasasına katılmaları için gerekli bilgi, beceri ve yetkinlikleri kazandırmaktadır” deniyor. Bu ifadeyle bakanlık, MESEM’lerle meslek liselerinin öğrenciyi yükseköğretime hazırlamadığını ve bu kurumları zorunlu eğitim içine alarak bile bile yanlış yaptığını itiraf etmiş oluyor.

Taslağın giriş kısmında, “... toplumun ekonomik ve sosyal refahının artması, gençlere eşit fırsatlar sunan nitelikli eğitimin erişilebilirliğine bağlıdır” diyen bakanlığın, MESEM’ler ve meslek liseleri ile milyonlarca gencin yükseköğretime erişmesini bile bile engellediği belli oluyor. Yükseköğretim görmesi engellenen çocukların genelde yoksul/dar gelirli aile çocukları olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Taslağın giriş bölümünün son kısmında, “Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi, Türkiye’de mesleki ve teknik eğitimin mevcut durumunun ve sorun alanlarının ortaya konulması ile mesleki ve teknik eğitimin geliştirilmesine yönelik politika ve stratejilerin belirlenmesi amacıyla hazırlanmıştır” deniyor. Ancak AKP’nin 22 yıllık icraatlarına bakıldığında, bakanlığın bırakın mesleki teknik eğitimin sorunlarını, eğitimin piyasalaşıp gericileşmesi, eğitimde fırsat eşitsizliğinin artması, okul dışında kalan çocuklar, öğrenci başarısızlığı ve okula aç giden çocuklar gibi eğitimle ilgili hiçbir soruna aldırmadığı ve çözmediği biliniyor. 

Taslağın ikinci bölümünde nüfus bilgileri yer alıyor 

Taslağın ‘Mesleki Eğitim ve İş Gücü Piyasası’ başlıklı üçüncü bölümünde, eğitim durumlarına göre genel liselilerin %56,2’sinin, meslek liselilerin %67,6’sının ve yükseköğretimlilerin de %77,4’ünün işgücüne katıldığı belirtiliyor. Bu veriler, eğitim süreçlerinde yükseköğretime önem verme gerekçesi olarak değil de nedense ortaöğretimde mesleki eğitime önem vermenin gerekçesi olarak sunuluyor!

Türk Milli Eğitim Sistemi’ başlığını taşıyan dördüncü bölümde metin içinde “Ortaöğretim kademesi genel, mesleki ve teknik eğitim ile din öğretimine yönelik programlarından oluşur” deniyor. Ancak bu açıklamadan hemen sonra gelen ve aşağıya kopyalanan Şekil 1’de, ortaöğretim üç program yerine genel ve mesleki teknik eğitim gibi iki program olarak gösteriliyor. 

Bu bölümde Tablo 2’de, eğitim kademelerine göre 2022-23 öğretim yılına ait okul, öğrenci ve öğretmen sayıları veriliyor. Tablodan ortaöğretimdeki toplam okul sayısının 12.681 ve öğrenci sayısının da 6.789.681 olduğu görülüyor. Ancak zaman zaman veriye dayalı politika üretiminden söz eden bakanlık, nedense bu politika belgesinde kaç genel lise, imam hatip lisesi meslek lisesi ve MESEM olduğunu ve buralarda kaç öğrencinin okuduğunu belirtmiyor. Bakanlığın bu bilgileri neden paylaşmadığını anlamak mümkün olmuyor. 

Bu bölümdeki Şekil 3’te, Anadolu teknik lisesi programında, derslerin %73’ünün akademik ve %27’sinin mesleki derslerden oluştuğu ve öğrencinin 4 yılda işletmelerde 40 gün staj yaptığı belirtiliyor. Şekil 4’te, Anadolu meslek lisesi programında, derslerin %43’ünün akademik ve %57’sinin mesleki derslerden oluştuğu ve öğrencilerin dördüncü yılda iki gün okula üç gün staja gittikleri belirtiliyor. Şekil 5’ten de MESEM’de akademik derslerin toplam derslerin %11’i kadar olduğu ve öğrencilerin 4 yıl boyunca bir gün okula dört gün iş yerine gittikleri açıklanıyor. 

Bu belgedeki Tablo 8, ‘Mesleki ve Teknik Ortaöğretim Okul, Program ve Belge Türleri’ başlığını taşıyor. Ancak bu tabloda, resmi ve özel ayırımı üzerinden mesleki ve teknik ortaöğretimdeki toplam okul, öğrenci ve öğretmen sayıları verilse de, program ve belge türleri hakkında bir bilgi bulunmuyor. Sayısal verilerin bakanlığın 2022-23 istatistik yayınından alındığı belirtilen Tablo 8’de, mesleki teknik ortaöğretimde 1’i açık lise, 337’si özel lise olmak üzere toplam 3.790 okul ve 1.745.547 öğrenci olduğu belirtiliyor. Ancak bakanlığın yayınladığı 2022-23 istatistiklerine1 bakıldığında toplam mesleki teknik okul sayısının 4.306 ve öğrenci sayısının da 1.772.627 olduğu görülüyor. Bakanlığın ciddi bir kurum olmadığı bir kez daha belli oluyor. 

Bakanlığın okuyucuyla cidden dalga geçtiği anlaşılıyor: 2009’da meslek liselerine öğretmen yetiştiren fakültelerin kapatılmasına onay veren bakanlık, bu taslakta, “Mesleki ve teknik ortaöğretime yönelik öğretmen yetiştiren bir yükseköğretim kurumunun bulunmamasını” (haklı olarak) meslek eğitiminin temel sorunlarından biri olarak belirtiyor. 

Bu taslakta, öğrencileri mesleki eğitime yönlendirecek ve MESEM’lerin sayısını artıracak stratejilere yer veriliyor. Örneğin taslaktaki stratejilerden birinde, “7 ve 8’inci sınıflardan itibaren modüler mesleki eğitim yöntemi ile temel mesleki becerilerden başlayarak bütün bireylerin mesleki eğitime erişimi eşleştirilmesi sağlanacaktır” deniyor. Bakanlığın 9-12’inci sınıflarda modüler mesleki eğitim yöntemi kullanarak, mesleki eğitime ortaöğretimde ağırlık vermek yerine yükseköğretimde ağırlık vermeyi düşünmemesi, strateji hazırlayanların herhalde piyasacı ve gerici yaklaşımları benimsemiş olmalarından kaynaklanıyor.

Bakanlığa sormak gerekiyor: “Eğitimi piyasalaştırıp gericileştirmenin dışında siz ne yapıyorsunuz?”

 

Diyarbakır'da PTT’nin personel eksikliği mobbinge yol açıyor: İş yükü artıyor, şubeler kapatılıyor -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Nüfusu 2 milyonu aşan Diyarbakır'da PTT’nin yaklaşık 200 dağıtım personeli var. Çalışanların iş yükü artışına yetişemediği kentte kuruma ait şubeler de kapatılıyor.

Posta ve Telgraf Teşkilatı Genel Müdürlüğü’nde (PTT) çalışanlar, personel eksikliği sonucu iş yükünün artması ve buna bağlı olarak gelişen mobbingden şikayetçi. Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır PTT Başmüdürlüğü önünde bir araya gelip basın açıklaması yapan Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’na (KESK) bağlı Basın Yayın İletişim ve Posta Emekçileri Sendikası (HABER-SEN) üyesi çalışanlar yaşananlara tepki gösterdi.

“PTT’de iş çok, personel yok, angarya çalışma istemiyoruz!” pankartı arkasında bir araya gelen işçilerin basın açıklaması PTT idarelerinin “personel eksikliği olmadığı” iddiasının doğru olmadığı sözleriyle başladı. Şikayetlerin aktarıldığı açıklamada Şanlıurfa ve Erzurum’da saldırıya uğrayan PTT çalışanlarına da değinildi.

Personel eksikliğinin mobbing ve iş yüküne yol açtığı belirtilen açıklamada işçilerin pozisyonuna bakılmaksızın çeşitli işlerde çalıştırıldığı söylendi. “Posta dağıtıcıları adeta köle gibi çalıştırılıyor. Şubelerde tek memur ve güvenliğin olmadığı bir çalışma şekli dayatılıyor. Sanki 21. yüzyılda değil de ilkel çağlarda yaşıyoruz” denilen açıklamada, çözümün kadrolu personel istihdamını artırmak ve bir an önce personel alımı yapmaktan geçtiği kaydedildi.

‘Nüfusu 2 milyonu aşan Diyarbakır'da PTT’nin yaklaşık 200 dağıtım personeli var’

PTT’de işçilerin yaşadığı sıkıntıları HABER-SEN Diyarbakır Şube Mali Sekreteri Özgen Erdemci ile konuştuk.

Temel sorunun personel eksikliği olduğunu söyleyen Erdemci, PTT çalışanlarının Diyarbakır’ın artan nüfusuna yetişemediğini kaydetti. Erdemci, PTT’nin Diyarbakır’da toplam 200 civarı dağıtım personeli olduğunu söyledi:

“Diyarbakır nüfusu 2 milyonu aşan bir şehir olmasına rağmen PTT’nin yaklaşık 200 dağıtım personeli var. İlçelerle birlikte veriyorum bu rakamı. 16 ilçeye 200 personel. Türkiye genelinde de bütün birimler dahil toplam 40 bin civarı PTT personeli var. Avrupa ülkelerine baktığımızda Almanya 250-300 bin personelle çalışırken Türkiye 40 bin civarı personelle çalışıyor.”

‘Gönderi adetlerimiz şu an hat safhada olmasına rağmen personel günden güne azalıyor’

Emekli olanların yerinin dolmadığını ve gönderi adetlerinin fazla olmasına rağmen personelin günden güne azaldığını söyleyen Erdemci, PTT’de şu an yapılan istihdam çeşitlerini anlattı, taşeron şirket çalışanlarının kadrolu personelin yarısı kadar ücret aldığını kaydetti:

“Gönderi adetlerimiz şu an hat safhada olmasına rağmen personel günden güne azalıyor, emekli olanların yeri dolmuyor. PTT’de şu an üç şekil istihdam yapılıyor. İdari hizmet sözleşmeli, 399 sayılı kanuna tabi ve taşeron şirket elemanı personel. Taşeron şirket elemanı arkadaşlarla aynı işi yapmamıza rağmen neredeyse kadrolu personelin yarısı kadar maaş alıyor. İdari hizmet sözleşmeli dediğimiz arkadaşlarımızsa performansa dayalı ücret alıyor, yani bir personel belli bir limitin üstüne çıktığı zaman ekstra bir para alır.”

Personel eksikliği şubelerin kapanmasına da neden oluyor

Diyarbakır’ın büyümesine karşın personel sayısının 2016 yılındaki gibi olduğunu söyleyen Erdemci, şubelerin kapandığını, bu durumun da vatandaşları mağdur ettiğini söyleyerek sözlerini noktaladı:

“Diyarbakır büyüyen bir şehir olmasına rağmen 2016’daki personel sayısında kurum. Şehrin nüfusu 2 katına çıktı. Belki siz de fark ediyorsunuzdur, şubeler de kapatılıyor artık. Bu durumda vatandaş mağdur oluyor. Şehitlik’te herhangi bir PTT şubesi yok. Şehitlik’te oturan vatandaş kalkıp Bağlar’a, Suriçi’ne gidiyor.”

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder