10 Ağustos 2024 Cumartesi

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -10 Ağustos 2024-

Eskiden 'strateji tartışması' diye bir şey vardı -Aydemir Güler-

Ciddi bir kuraklıkla, çölleşmeyle karşı karşıyayız. İleriye gitmeye çalışanlar, devrimi arayanlar bunu kabul edemez. Madem öyle, mecburen geçmişi anmaya devam edeceğiz.

Solda strateji tartışması deyince geçmişe gitmek zorunda kalıyoruz. Zira bugün üstü kapalılık solda geçer akçe.

Örtülülük veya Ezop dili, elbette siyasete içkindir. Örneğin liberallerin gerçek ve tutarlı düşüncelerini büsbütün dışa vurup “parası olmayan hastaneye, okula alınmasın” demelerine sık rastlayamayız. Liberaller uç ve açık örnek, ama farklı gerekçe ve dozlarda genel olarak böyledir...

Diyelim, düzen değişikliğini arayan solun da büsbütün açık konuşmamak için birtakım geçerli gerekçeleri olabilir… Yine de, sol, açıklıkta başı çekmelidir. 

Bugünse, solda CHP’ciliği bir strateji haline getirenlere sorsanız, CHP’yi düzen partisi ilan etmekle kalmayıp bu partinin Cumhuriyetin kurulmasına attığı imzayı bile tukaka ilan edebileceklerdir. Önceliği HDP’ye verenlerse emperyalizm ve dinci gericiliğe karşı durmayı ilke edindiklerini söyleyecek, aslolan diyeceklerdir, işçi sınıfının öncülüğünde…

Uzatmayayım, herkes ilkelerden söz edebilmekte, ama günün sonunda popülizmin kısa erimli faydacılığı davranışları belirlemektedir. Kendisini bu tür ayıplarını örtmek zorunda hisseden, açık tartışmaya girmek yerine, ikna etmek istediğinin kulağına eğilir: “Hocam, o iş bildiğin gibi değil, bunlar var ya…”

Bu durum ne solun kültüründe mazur görülebilir, ne de siyasete içkin olup solun da arınamayacağı “örtülü dil” bu olabilir…
Hal böyle olunca solda sağlıklı tartışmalar yürütmenin yapısal olarak güçleşmiş olduğunu söylemek durumundayız. Mecburen geçmişe göndermede bulunmaya ihtiyaç duyuyoruz.

Solun iki tane verimi yüksek stratejik tartışma dönemi var. Birincisi 1960’lara ikincisi 1980-90’lara tarihlenebilir. Bugün birinciden başlayacağım. Ama maksadım sol tarihten sayfalar çevirmek değil. Solda stratejinin ne olup ne olmadığına ilişkin kimi saptamalar yapmak, ilerletici bir tartışmanın niteliklerine biraz olsun ışık tutmak…

                                                            ***

1960’ların öncesinde solda tek anlamlı özne TKP’ydi. Tartışma mutlaka yaşanmıştır, ama “mutfakta…” Siyasette strateji geliştirmek, entelektüel mesaiden fazlasına ihtiyaç duyar. Üretimi taşıyacak bir politik-örgütsel yapı gerekir. TKP 1950’lerde nefessiz kalmış veya nefesi, kesinlikle önemsiz olmayan radyo yayıncılığına yetmişti.

Bu kısıtlı dönemin ardından, solculuğun yardımına “kendiliğinden işçi hareketi” koştu. Mücadeleci sendikacılar bir baskı grubu olarak Türkiye İşçi Partisi’ni kurdular. Bu öncü işçilerin çoğu, zamanla sosyalist, hatta kimileri komünist oldu. O sıra kendileri solcu muydu; orası belirsiz. Ama kurdukları sahne TKP’nin demokrasiyi genişletmeye ve emperyalizmi geriletmeye odaklanan eski stratejisi için gayet uygundu.

TKP’nin stratejisi 1930 ve 40’larda demokrasiyi ve yurtseverliği merkeze alıyordu. Birinci TİP’in yönetimine giderek eski TKP’lilerin ağırlık koyması rastlantı sayılmamalıdır. TİP işçi lobiciliğinden demokrasiyi genişletme / emperyalizmi geriletme problematiğine evrilmiştir.

Politik bir stratejinin doğruluk testi teorik ölçütlerden fazlasını gerektirir. Stratejinin toplumsal karşılığı olmalıdır. Birinci TİP söz konusu olduğunda, demokratikleşmenin bir anlamı kitlelerin siyasi mücadeleye akması ise, pozisyon doğrulandı, denebilir... Ama kısa sürdü. Çünkü politize olan kitleler, birkaç yıl içinde TİP’i çeşitli yönlere doğru aşacaklardı.

Düşünün, işçi hareketi tek konfederasyon olan Türk-İş merkezini bir kenara itmekte, fabrika işgal edebilmekte, karşıt güçlerle ölümüne göğüs göğüse gelmekte, kıyasıya sınıf kavgasına girmekteydi. TİP bu gözü pek hak mücadelesinin önderi olmaya kalkmıyor, platformu olmakla yetiniyordu. Partide aydınlar ve sendikacılar birbirlerinin işine karışmıyor, Partili işçi önderleri düpedüz “kendiliğinden bir işçi hareketi” olarak yaşamlarını sürdürüyorlardı!

Gençlik 27 Mayıs’ta da hareketliydi, ama iş değişiyordu. Üniversitelerin kapısı halk çocuklarına açılmıştı, dünyada esen rüzgârlar önce onları buluyordu. TİP’li gençlik sosyalizmi aramaktaydı. TİP ise benzersiz bir gelecek vaat eden gençlik eylemlerinin fazla radikal olması halinde Partinin legal statüsünün riske gireceğinden endişeliydi! Üniversiteyi işgal etmek… olacak şey değildi.

Türkiye aydınının tanımına neredeyse TİP’li olmak ekleniyordu. Kürt demokratları TİP’in açtığı siyaset sahnesinde yerlerini alıyorlardı. Alevi kitleleri yüzlerini TİP’e dönüyordu... Lakin TİP’in deneyimli Marksist kadroları, bu farklı dinamikleri uyumlu biçimde yan yana getirebilecek ve bir strateji doğrultusunda devrimci mücadeleye yönlendirecek enerjiye sahip görünmüyorlardı. Sonuçta toplumsal zihinde iz bırakacak olan “yaklaşan seçime hazırlanmak” idi. Türkiye’nin ilerici ve devrimci dinamikleri TİP’in ötesine taşıyordu. 1960’lar Türkiye’nin solculaşma yolu açısından altın yıllardır. Ama Birinci TİP’in “altın yılları” bunun içinde belki kabaca 1963-1967 arasıdır.

Bu tabloya bir strateji tartışmasının eşlik etmesi siyaset yasasıdır. Tartışmanın düğmesine basmak da Doğan Avcıoğlu’na düşmüştür. Avcıoğlu’nun Yön-Devrim hareketini Türkiye’nin has devrimci demokrasisi sayabiliriz. Bu akım da demokrasinin genişlemesini, emperyalizmin geriletilmesini esas alıyordu. Tam da bu çakışma nedeniyle, Doğan Bey en başından itibaren TİP’le strateji tartışmasına ve rekabete girdi.

Sanırsınız ki, sosyalist-komünist bir çizgi, ufku kapitalizmin ötesine geçmeyen devrimci demokratlara göre daha ileri hedeflere sahip olacak. Akla yatkın, ama öyle olmadı. Devrimci demokrasi, “sonraki seçime” değil, en acil ileri sıçrama olanaklarına çağrı yapıyordu. Emperyalizmi geriletip demokrasiyi genişletecek güç, ülkenin asker ve sivil aydın birikiminde vardı. 27 Mayıs tamamlanıp aşılabilirdi. Yeter ki, işçi sınıfı ve sosyalizm üstünden fanteziler kurmak yerine “gerçekçi” olunsun!

Ve mülk sahibi sınıfların ve kurulu düzenin kimi kesimleriyle ittifaklar kurulsun. “Milli Demokratik Devrim” (MDD) budur ve sonuç olarak “ilerici askeri darbeye” bağlanmaktadır. Bu Avcıoğlu’nun ihtilalciliğine halel getirmez. Ama solda sürecek bir tartışma için bu dışsal bir konumlanış olarak kalmaktadır. Strateji tartışmasının iyisi, Marksist kavram setiyle yapılır. İş TKP’den gelen Mihri Belli’ye düşmüştür.

Eğer taraflaşan tezler içerik açısından benzeşiyorlarsa, yapay çelişkilerin öne çıkması da kaçınılmaz olur. Herkes demokratikleşmecidir! Belli’nin tarih tezi yurtdışı TKP liderliğinin geçmişte poliste kötü sınav verenlerle ülkeyi unutmuş mültecilerden oluştuğu iddiasına yaslanacak ve içeriksizleşecekti. Sağlıklı bir tartışmayı öldürmenin en kolay yolu kişiselleştirmedir. TKP’nin o dönemki lideri Zeki Baştımar ile eski TKP’li Belli arasında bir kadro anlaşmazlığı olduğu kesindir. Ama bu, çıkmaz sokaktır.

Avcıoğlu’nun işçi sınıfının ve sosyalizmin önceliğine karşı açtığı cephede ise, darbeyi bir strateji olarak savunmakta da, suçlama konusu haline getirmekte de anlaşılır zorluklar vardı. İyi ki vardı! Belki de bu sayede tartışma teoride, ülke analizinde derinleşti, başkalaştı.

TİP’in akıp giden nehre seyirci kalması mümkün değildi. Eski TKP’li Mehmet Ali Aybar ve arkadaşları seçim hazırlığına layık olmak için dümeni popülizme kıracak, seçmen yüzeyselliğine seslenmeyi seçeceklerdi. Aybarcılık ceberrut devlete karşı mazlumlara çağrıda bulunuyordu. Sınıflar mücadelesi silikleşmeye yüz tuttu. Artık eski TKP geleneğine, sadece legalite kaygılarıyla değil bu nedenle de mesafe konmalıydı. Sovyet çizgisinin üstüne “güler yüzlü sosyalizm” adına koca bir çizik atıldı. Henüz adı tam konmamıştı, ama liberal, sivil toplumcu bakış açısı bayrak açmaya başlamıştı.

Eski TKP’li Behice Boran ve arkadaşları ise milli burjuvaziyle ittifaka, askerden medet ummaya karşı işçi sınıfının iktidarı fethetmesi fikrine yüzlerini döndüler. Türkiye kapitalistleşmekteydi, işçi sınıfı toplumsal dönüşüme öncülük edebilirdi. Boran’ın liderliği devraldığı Birinci TİP, 12 Mart eşiğinde son dönemece sosyalist devrim teziyle girdi.

Strateji denen şeyde tutarlılık aranır. Madem işçi sınıfının sosyalist devriminden söz edilmektedir, bu sürece örgütlü bir özne gerekir. Aranan özne, gençliğin devrimci coşkusuna sahip çıkmayan, Kürt demokratlarını işçi sınıfı partisiyle bütünleştiremeyen, işçi önderlerinin ayrı bir sendika lobisi olarak var olmalarını hoş gören TİP olamazdı!

Strateji tartışması ve tutarlılık arayışı yolu açar. 1960’ların sonuna gelindiğinde Türkiye’de, sanırım üçüncü kez, devrimciler “Parti’yi aramaya” çıkmışlardı. Birincisi, Ekim Devriminin ve ulusal kurtuluş mücadelesinin ileri çektiği 1920’lerdeydi. 10 Eylül’de Bakü’de TKP’nin kurulmasından önce, arayıştan en az üç “parti” veya parti nüvesi çıktığını söyleyebiliriz. İstanbul’da, Ankara’da ve Bakü’de… İkinci olarak, 1940’larda aydınlar ve gençler gericiliğe, ırkçılığa, nazizme karşı biricik odak olduğunu hissettiren TKP’yi arıyorlardı. En iyi Vedat Türkali’nin Güven’de anlattığı gibi… 1960’ların sonunda benzer bir noktadaydık. 

Buradan en fazla TKP’nin 1973-74 Atılımı çıktı. Buradan Leninist partiye dönüşmeyi deneyen ikinci TİP çıktı. Ve başkaları… Üstü örtülmeyen, dar kanallarda boğdurulmayan strateji tartışmalarından çok şey çıkar. Toplumsal karşılığı olan polemik siyaseti ileri taşır.

Solda strateji tartışmaları teorik zeminde yürütülür, ama kararı sosyal pratik verir. TİP ilerici darbe diye bir şey olamayacağını, ne niyetle yapılırsa yapılsın darbeden faşizm çıkacağını savunmuştu. MDD ise 12 Mart faşist darbesiyle devrini doldurdu. 

                                                           ***

Bugün solda neden böyle tartışmalar yok demeyeceğim. Olmaması bir olgudur. Türkiye solu uzun zamandır “aramayı” kesmiş, statükolara tutunmayı seçmiş durumda. TKP’nin bu açıdan da büyük ölçüde yalnızlaştığını söylemek durumundayım.

Ciddi bir kuraklıkla, çölleşmeyle karşı karşıyayız. İleriye gitmeye çalışanlar, devrimi arayanlar bunu kabul edemez. Madem öyle, mecburen geçmişi anmaya devam edeceğiz.

                                                             /././

Savaşı beklerken felsefe: Günümüzü sürecin içine yerleştirmek -Erhan Nalçacı-

Şimdi eğilimin salınımı yeneceği noktaya doğru gidiyoruz. Bu karanlık çağın aynı zamanda sosyalizme geçiş çağı olduğunun bilinciyle davranacağız.

Uluslararası ilişkiler üzerine köşe yazanlar için zor günler, çünkü tüm dünya nasıl ve ne zaman olacağı ve hangi sonuçlara yol açacağı belirsiz İran’ın İsrail’e misillemesine düğümlenmiş durumda.

Bu bekleme anını en iyisi felsefe ile değerlendirmek.

Felsefe tarihi sınıf mücadelelerinden ayrı düşünülemez, aksine onun ürünüdür. Sınıf mücadeleleri tarihine dayanmadan anlatılan felsefe ise anlaşılmazlığın yanında bir bönlük üretiyor.

Tarih boyunca gerici sınıfların filozofları kitlelere insan aklının zayıflığını ve olaylar üzerine düşünmenin beyhudeliğini vaaz ettiler.

Devrimci sınıfların filozofları ise dünyanın anlaşılabilirliğini, bizden bağımsız bir gerçeğin olduğunu söylediler.

Sonuçta genellenmiş bir gerçek bilgisini ve sömürülen kitlelerin akıllarıyla bunu kavrayabileceklerini ortaya koymak devrimci bir etkiye sahip oldu.

Yine gerici sınıfların beslemesi filozoflar dünyanın değişmezliğini ileri sürdüler. “Tarih bir tekrardan ibarettir” önermesi herkesin kulağındadır.

Devrimci sınıfın filozofları ise doğanın, toplumun ve düşüncenin değişimlerle dolu bir hareket içinde kavranabileceğini kitlelere anlattılar.

Devrimci felsefenin kategorileri değişimlerle birlikte giden sürecin anlaşılması için önemlidir, bir düşünme yöntemi ve disiplini sağlar. Sürecin motoru zıtların birliği ve çelişkisi olduğu için kategoriler de zıtlık içinde bulunur.

Bugün yazının el verdiği kadarıyla az tartışılmış bir kategori çiftini ele alacağız.

Felsefe hiç de anlaşılmaz değildir, aksine günümüzü ve geleceğimizi anlamamıza büyük katkısı olur.

Dünyanın 35 yıldır bir gericilik dönemi içinde yaşadığını görüyoruz. 1990’larda doğanlar hemen hiçbir umut ışığı görmeden bugüne geldiler ve şimdi de topyekûn bir savaş olasılığıyla tehdit ediliyorlar. Karanlığı mutlaklaştırmaları ve metafizik olana, değişmeze saplanıp kalmaları çok doğal.

Ele alacağımız kategori eğilim ve salınım olacak.

Aslında bu kategoriyi belki ilk ele alan Jack London olmuştur. Hemen herkes onun taş devri insanları üzerine yazdığı Ademden Önce başlıklı eğlendirici hikâyeyi okumuştur. Hikâyenin bir yerinde iki arkadaş bir köpeği evcilleştirirler ilk kez. Sonra biri mağaraya döndüğünde arkadaşının köpeği yemek üzere öldürdüğünü görür.

Sakın günümüz Türkiye’sine bakıp “işte tarih bir tekrardan ibaret” demeyin sakın!

Hikâyenin şakacı dili ile taş devri insanı köpeğin öldüğünü görünce “köpeğin evcilleştirilmesi nesiller boyunca gecikecekti” der.

Burada eğilim insan kültürünün giderek daha çok artı ürün üretmesi, daha yerleşik hale gelmesi, tarımı ve hayvancılığı keşfetmeye doğru gitmesidir. Bu eğilimin doğal sonucu olarak köpek türü de insanın arkadaşı olarak evcilleşecektir.

Salınım ise toplumun kararsızlığı, açlık ve tokluk arasında gidip gelmesi, doğaya çok fazla bağımlı olması ve henüz üretmeyip asalakça yaşamasındadır. Bir açlık anında ilk evcilleşen köpek feda edilecektir.

Tekrar kategoriye dönersek, bir kavram çiftinin kategori olarak genellenebilmesi için bilimsel verilere dayanarak doğanın ve toplumun tamamına içkin olması gerekir. Yani, bu kategori fiziksel, kimyasal, biyolojik ve toplumsal hareket içinden soyutlanıp alınmalıdır.

Burada her hareket için bunu yapmaya imkân yok ancak aşağıdaki şekilde iki örnek üzerinden tartışacağız.

İlki, evrenin oluşumunun henüz ilk anlarında hidrojen atomunun çekirdeğini oluşturan protonun ortaya çıkışıdır. Burada eğilim; çok sayıda atom altı parçacığın çok yüksek sıcaklıklarda plazma içinde bulunurken, maddenin soğuması ve birbirinden uzaklaşması ile daha kararlı ve daha bütün madde parçalarına dönüşmesidir. Salınım ise zıtların birliği ve çelişkisi nedeniyle sıcaklığın ve mesafenin artıp azalmasıdır. Evrenin şurasında burasında oluşan protonlar tekrar sıcaklığın artması ile parçalanacaktır. Ancak evrenin eğilimi giderek soğumaya doğru gitmektedir ve sonunda protonlar daha kararlı olarak maddenin temel taşlarından biri olarak evrende yerini alır.

Grafikte iki düşey eksen (evrenin sıcaklığı ve sermaye sınıfının gücü) ayrı ayrı gösterilmektedir. Yatay eksen ise maddenin hareketinde iki farklı zamanı dilimini temsil ediyor. Bunlardan biri evrenin oluşumunda ilk mikrosaniyeleri, diğeri ise 1917 Ekim Devrimi’nin öncesi ve sonrasındaki yüzyılları göstermektedir. Salınıma bağlı olarak ilk proton ve sosyalist devrim oluştuktan bir süre sonra dağılmakta, ancak eğilime bağlı olarak daha kararlı olarak tekrar belirmektedir. (Bilimsel yeni verilerin ışığında diyalektik materyalizm kitabının 2018 baskısından)

Toplumsal harekette ise örnek olarak burjuva devrimlerini ele alabiliriz. Fransız Devrimi’nin gerçekleşmesiyle feodal sınıflar alaşağı edilmiştir, ancak 1815’te Hanedan neredeyse 35 yıllığına geriye dönecek, bir karşı-devrim dönemi yaşanacaktır.

Aynı şekilde işçi sınıfı devrimleri ve sosyalizme geçiş için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Kapitalizmin ürünü olan işçi sınıfı ilk kez 1848’de kendi iktidar ve sosyalizm programına sahip olmuştur. Bundan 30 yıl kadar sonra toplumsal pratik burjuvazinin gücünün azaldığı bir anda işçi sınıfının Paris’te iktidarı alabileceğini göstermiştir. Bu deneyimin sadece birkaç ay sürmesinin nedeni burjuvazinin gücünün salınım halinde olmasıdır. Fransız burjuvazisi yenildikleri Alman burjuvazisinin sınıf desteğini yanına almış ve ilk işçi iktidarını ezmiştir.

Ancak eğilim kapitalizmin yayılması, burjuva iktidarlarının çürümesi, sömürünün şiddetlenmesi, işçi sınıfının hem nicel hem nitelik olarak büyümesi ve siyasallaşması yönündedir. Paris Komününden neredeyse yarım asır sonra işçi sınıfının iktidarı Ekim Devrimiyle birlikte kurulacaktır.

1989 karşı devriminin ise nedenlerini burada ayrıntılı tartışmak mümkün değil ancak burjuvaziye ait düşüncenin Sovyetler Birliği’nde güçlenmesiyle gerçekleştiğini biliyoruz. Salınım eğilimi yenmiştir bir süre için.

Şimdi tarihte aslında bir nokta gibi olan 40 yıla yakın bir karşı-devrim çağında yaşamış genç arkadaşlarımıza eğilimi hatırlatıyoruz.

Ekim Devrimi’nin yaşandığı döneme göre bütün dünya dev bir modern işçi sınıfı ile kaplandı. Üretici güçlerin gelişimi artık kapitalizm altında ilerletilemez duruma geldi. Ve emperyalist rekabet tekrar bir paylaşım savaşının kapısını araladı.

Şimdi eğilimin salınımı yeneceği noktaya doğru gidiyoruz.

Bu karanlık çağın aynı zamanda sosyalizme geçiş çağı olduğunun bilinciyle davranacağız.

                                                             /././

Paris’te ciddiyetsizlik ve kucaklaşmalar -Erique Ubieta Gomez - soL/KÜBA GERÇEĞİ-

Her yarışmanın sonunda, daha iyi bir dünya olasılığını yeniden teyit eden kucaklaşmalar beni duygulandırıyor; bu yeni dünya ancak Olimpiyat sahasının dışında inşa edilebilecek olsa bile.

Erique Ubieta Gomez'in 31 Temmuz 2024 tarihinde Cubasí'de yayımlanan yazısını Derya Ünlü Türkçeye çevirdi.

Anlaşılmaz ve anlık olanın ateşi tüm fikirleri tüketiyor. Bugün, şu anda yaşadığımız yakıcı olay ve gündemlerin, dakikalar sonra ya da yarın gölgesinde kalacağı Olimpiyat Oyunları sürerken kişisel bir görüş yazmak zor olsa da her sporcunun, her spor aşığının midesinde, yüreğinde kaçınılmaz olarak halkıyla paylaştığı zafer ya da yenilgi için bastırılamaz bir sevinç ya da üzüntünün iz bıraktığı bir gerçek.

Fakat unutmak için onca uğraştığımız, oldukça yakınımızda olan savaşın dehşetini gizleyen Oyunlar üzerine düşünmemek daha da zor: Açılış töreninde, Paris zenginliğini, gücünü ölçüsüz bir şekilde sergilerken -zenginlik sergilenemeyecekse ne işe yarar- zaman zaman donuklaşıyor ve Fransız Devrimi'nin kanlı olaylarını gülünç ve vodvil tonlarında taklit ediyor: Marie Antoinette'in konuşan kafasını ve Saray'ın pencerelerinden flamalardan yapılmış kanları endişe verici bir ciddiyetsizlikle sergiliyor. Ancak bu gösterilerde sergilenen kanın aksine, bugün Filistin sokaklarında, Fransa'nın Ukraynalı faşistlere gönderdiği silahlarda, ABD ablukasının ve Avrupa hükümetlerinin suç ortağı "laissez-faire"inin Küba'daki hasta çocuklara ulaşmasını engellediği ilaçlarda, Venezüela'daki devrimci hükümetin seçim zaferini gayrimeşru göstermeye yönelik utanmaz komploda gerçek kan var.

Avrupa mahkemelerinin hassasiyetleri değil endişelendiğim konu. Zira köhnemiş kraliyet kurumunun uzun zaman önce ortadan kalkmış olması gerekiyordu. Beni asıl düşündüren sergilenen aldatmaca; Fransız Devrimi’nin gerçek kahramanlarıyla alay edilmesi. Bu gösterilen ne sarı yeleklilerin Fransa’sı, ne de son parlamento seçimlerinde aşırı sağı durduran Fransa. Gerçekten farklılıklara saygı mı? Yoksa sadece bedensel farklılıklara yönelik, şişman ya da zayıf, sakat ya da kör, beyaz, siyah ya da sarı olmana duyulan saygı mı? Sahte bir renk yelpazesi farklılıktan kastedilen. Gerçekten özgürlüklere saygı mı? Yoksa sadece cinsel yönelimimiz ya da bizi hapseden kurallar olmadan hareket etme ve giyinme özgürlüğü mü?

2010’da Berlin’de rastladığım, gençlere yönelik bir giyim markasının reklamını hatırlıyorum: Sloganı “Aptal ol” idi. Fakat mesaj çok daha derindi: “akıllı olanın ya da zeki olanın beyni olabilir, ama aptal olanın taşakları vardır”. Reklamda çeşitliliği ima eden farklı fotoğraflar yer alıyordu. Bu çeşitlilik reklama göre gençliğin isyanını, asiliğini temsil ediyordu: güvenlik kamerasının önünde çıplak göğüslerini gösteren bir kız, rastgele bir caddede trafiği engelleyerek kafasının üzerinde duran bir adam… Aptal (asi) olmak şuydu: saygısız, uygunsuz, komik olmak. Oysa, İspanyol gazeteci Pascual Serrano'nun Olimpiyat Oyunlarının açılış gösterisiyle ilgili attığı bir tweet, geçmişte isyancı olmanın bankaları kamulaştırmak ve topraksız köylülere toprak dağıtmak olduğunu ironik bir şekilde hatırlattı. Hâlâ da öyle. İstiyorlar ki bunun farkında olmayalım, bedenlerimizde kilitli kalalım; modaya, önemsiz şeylere zincirlenmiş, daha ileri, aşkın amaçları olmayan bir özgürlüğün sınırlarını aşmayalım.

Çeşitliliğe ve özgürlüğe saygı ise bunun çok daha ötesindedir: Filistinlilerin toprakları, Venezuelalıların petrolleri üzerindeki egemenlik hakkını, halkların bireysel ve kolektif olarak saygı görme hakkını; herkesin yaşam, sağlık, spor, bilgi, sosyal ve kişisel refaha erişme hakkını içerir: Şişman ya da zayıf, siyah, beyaz ya da sarı, kadın ya da erkek, heteroseksüel ya da başka bir cinsel yönelimden, herhangi bir dinden ya da kültürden olan, ister Avrupa’nın Bahçesi'nde ya da İnsanlığın geri kalanının yaşadığı varsayılan "Orman"da (Oğul Bush’un dediği gibi dünyanın altmış karanlık köşesi) doğmuş olan, herkesin hakkını içerir. Entegrasyonu ya da çeşitliliği temsil ettiğini iddia eden ve Olimpiyat meşalesiyle birlikte dört eski büyük atleti getiren mavna amacının çok uzağında kaldı: Seçilen atletlerin hepsi Avrupalı ya da Amerikalıydı. İkisi elitist bir spor olan saha tenisindendi ve Olimpiyatlarda başarıya ulaşamamış sporculardı. Oysa gerçekten çeşitliliği yansıtmak istiyorlarsa, Afrikalı bir uzun mesafe koşucusunu ekibe dahil etme fırsatını kaçırdılar, -tüm kökenlerden Fransız halkına saygı duymak iyidir ancak dünyanın her köşesinden insanlara saygı duymak daha güzeldir-, Jamaika'dan Usain Bolt ya da Küba'dan Javier Sotomayor’la veya üç Olimpiyat şampiyonluğu ile 20. yüzyılın en iyi voleybol oyuncusu ilan edilen Regla Torres ile temsil edebilirlerdi Olimpiyat Oyunlarını.

Yalan söylemeyeceğim: Oyunlardan, Küba delegasyonunun performansından, dezavantajlı koşullarda antrenman yapan ama bazen ABD ablukasının elektrik kesintilerine maruz bıraktığı şehirlerinin sahip olmadığı ışığı göğüslerinde taşıyan Kübalı kadın ve erkekleri izlemekten hem keyif alıyorum hem de buna üzülüyorum. Ve henüz erken olsa da Filistinli bir yüzücü sert vuruşlarla yüzerek üçüncü olduğunda heyecanlanmadan edemiyorum. Ama üçüncü olmasına rağmen yarı finale kalamadı. Çünkü, o, ev sahibi ülke Fransa'nın tanımadığı, dinle maskeledikleri jeopolitik çıkarlarla yok edilmeye çalışılan bir milleti temsil ediyor. Filistinli yüzücü, İspanyol gazeteci Iván Molero'ya şöyle konuştu: “(Havuzda) bir kulvarım var sadece Filistin için, sadece Filistin için bir zaman belirledim. Bu benim barış mesajım, çünkü dünya bizim de insan olduğumuzu bilmeli".

Kübalı plaj voleybolu ikilisi Amerikalılara karşı geriden gelip sekiz sayı aldığında ve açılış maçını iki sette sıfıra karşı kazandığında sanki ben de oynuyormuşum gibi zıplamaktan kendimi alamıyorum. İki kez Olimpiyat şampiyonu olan Julio César La Cruz, köşesinde Kübalı antrenörler tarafından desteklenen ve hepsi Azerbaycan'ı temsil eden bir başka Kübalı boksöre karşı farklı bir skorla kaybettiğinde de bundan etkilenmeden edemiyorum. Kübalı boksörün, kazanacağı madalya onu yetiştiren ülke için bir anlam ifade etmese de kökenini ve aldığı eğitimi inkar etmediğini bilmek beni biraz olsun rahatlatıyor. Onun bu tutumu, Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin Küba'da zulüm görmeyen ama başka bir ülkede yaşamaya karar veren iki Kübalıyı Olimpik Mülteci takımına dahil etme yönündeki politik kararıyla tezat oluşturuyor. Ancak zaferlerin ve yenilgilerin ötesinde, her yarışmanın sonunda, daha iyi bir dünya olasılığını yeniden teyit eden kucaklaşmalar beni duygulandırıyor; bu yeni dünya ancak Olimpiyat sahasının dışında inşa edilebilecek olsa bile.                                                     /././

Celal Bayar-Rıjov görüşmesi Türk dış politikasında sürekliliği ispat eder mi? -Gözde Kök-

İlle geçmişle bugün arasında bir süreklilik aranacaksa bir pivot noktası olarak emperyalizmle ilişkilerin Türkiye kapitalizminin temel harcı haline getirilmiş olması gerçeğine işaret etmek gerekir.

Dışişleri Bakanlığı dergisi Perceptions'da geçtiğimiz ayın son günlerinde Demokrat Parti dönemi Türk-Sovyet ilişkileri hakkında bir makale yayınlandı. Dili İngilizce olan makalenin başlığı Türkçe çevirisiyle “Türk dış politikası bağlamında Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Sovyet Büyükelçisi Nikita S. Rıjov’un görüşmesi”.1 Makale, yazarları Orhan Karaoğlu ve Hilal Zorba Bayraktar'ın ifadesiyle "özel izinle" Cumhurbaşkanlığı Arşivi'nden aldıkları, Nisan ve Mayıs 1958'de Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Sovyet Büyükelçisi Rıjov'un gerçekleştirdiği iki görüşmenin tutanaklarına dayanıyor. Yazarlar Soğuk Savaşın ortasında ve Türkiye burjuvazisinin en "Amerikancı" zamanlarında gerçekleşen bu görüşmelerden hareketle, Cumhuriyet’in dış politikasının çok yönlülüğe dayalı bir geleneği olduğu ve AKP'nin güncel dış politikasının bunun taşıyıcılığını üstlendiğine işaret ediyor.2 Yazarlara göre, bir Cumhuriyet kadrosu olarak Celal Bayar bu açıdan dış politikada sürekliliği temsil ediyor. Bayar bu dönemde ABD'yle ilişkileri zora giren, umduğu ekonomik desteği göremeyen, kriz halindeki Adnan Menderes hükümetinin Sovyetlere yönelik taktiksel yaklaşımından farklı, stratejik bir akılla hareket ediyor.3 Yazarlar, bugün de Rusya ile ilişkiler söz konusu olduğunda Türkiye jeo-ekonomik ve jeo-stratejik nedenlerle benzer bir yolu takip etmesi gerektiğini düşünüyorlar. Onlara göre bu Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aktarılan ve sürdürülmesi gereken bir politika.4

Türk-Sovyet ilişkilerinin gelişimi ve daha fazla açıklama bekleyen başlıklar

Öncelikle Türk dış politikası ve Türk-Sovyet ilişkileri bakımından önemli olduğu anlaşılan, kamuoyuna yansımamış iki resmi görüşmenin tutanaklarının ortaya çıkarılmış olması önemli bir katkı niteliği taşımaktadır. Aslında Cumhurbaşkanlığı Arşivleri bünyesine alınmış olan Dışişleri Bakanlığı belgelerinin "özel izne" tabi olmadan  olağan olarak bilimsel araştırma yapan herkese açık hale gelmesi gerekir. Ancak bu yapıldığında Türkiye tarihine ve Türk dış politikasına ilişkin karanlıkta kalmış bazı noktalar açıklığa kavuşturulabilir. Türk-Sovyet ilişkileri söz konusu olduğunda durum özellikle böyledir. 1920'li yıllarda gelişen dostluk ilişkileri, 1930'ların ortasına gelindiğinde temelde Türkiye'nin Batıcı yönelimlerinin Batıyla kurulan ekonomik ve siyasi bağlarla gerçek bir zemine kavuşmasına ve özellikle İngiltere'yle gelişen ilişkilere bağlı olarak soğuma emareleri göstermeye başlamıştır. Bu doğrultunun içeride nasıl geliştiğinin anlaşılabilmesi ve bilimsel olarak ortaya konabilmesi için arşiv kaynaklarına başvurmak elzemdir. Türk-Sovyet ilişkilerinde Nazilerin Polonya'ya girmesinin hemen öncesinde iki taraf arasında yürütülen müzakerelerin sonuçsuz kalması hem alttan alta devam eden soğumanın gün yüzüne çıkması anlamına gelmiş hem de gelecekteki krizin habercisi olmuştur. Savaş yılları boyunca Türkiye’nin İngiltere ve Almanya arasında denge ve Sovyetlere düşmanlık temelinde yürüttüğü “tarafsızlık” politikası, savaşın çıkışında yaşanan diplomatik krizin en önemli nedenidir. Tüm bu süreçlerde yaşananları Rusça kaynaklardan takip etmek mümkün olmakla birlikte Türkiye’de resmi tarihçilik adına yazılıp çizilenlerin ötesinde Türk politikasının gelişimini ortaya koyacak kanıtlardan yoksunuz5. Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin soyunduğu rol ve NATO üyeliğiyle beraber Türkiye burjuvazisinin emperyalizmle kurduğu derin ilişkiler biliniyor. Bununla beraber Menderes hükümetinin özellikle son döneminde başlayan Sovyetlere yönelik hamlelerin altında yatan akıl yürütmeyi, devlet içi tartışmayı, beklentileri iyi anlamak gerekiyor. Bu da yine dış politikanın mutfağına ilişkin daha fazla veriyle yapılabilir.

Soğuk Savaş yıllarında Sovyetlerle ilişkiler: “Malentendu” nasıl aşıldı?

Bu bağlam içinde Karaoğlu ve Zorba Bayraktar imzalı makalede ele alınan belgeler iki konuda ipuçları içeriyor: Birincisi Celal Bayar’ın her iki tarafın da diplomatik diyaloğu güçlendirmek istediği bir evrede görüştüğü Sovyet elçisine 1945-1946’da yaşanan ve yaygın biçimde “Stalin’in talepleri" olarak anılan üs ve toprak meselesiyle ilgili krizin Fransızca diplomatik tabirle bir “malentendu" yani yanlış anlamaya dayandığını belirtmesi.6 Ortada bir yanlış anlama olmadığı çok açıktır. Burada Bayar hazır köprünün altından çok su akmış ve arayı yumuşatma ihtiyacı hasıl olmuşken Türkiye’nin geçmişte yaşananların artık üzerinde durmadığını vurgulamak için bir “yanlış anlamadan” söz etmiş olabilir. Ya da Bayar, vaktiyle yaşanan krizin ABD ve İngiltere’nin desteğiyle bile isteye köpürtüldüğünü zımnen kabul ediyor olabilir. Hatırlanacak olursa, Sovyetler Nazilerle savaşında Türkiye’den beklediği asgari desteği bile göremediği gibi Türkiye’nin tarafsızlık siyasetine bile sadık kalmadığı, Montrö’den gelen haklarını Nazilerin lehine kullanmayı tercih ettiği yönünde güçlü bir kanıya sahiptir. Yine savaş yılları boyunca Türkiye’de anti-komünist, Nazi destekli Turancı isimler hükümet tarafından korunup kollanmıştır. Bu ve benzeri gerekçelerle Sovyet hükümeti savaşın sonunda iki ülke arasında var olan dostluk ve saldırmazlık anlaşmasını uzatmayacağını bildirmiş; yeni bir anlaşmanın koşulu olarak Karadeniz boğazlarının güvenliği hakkında ve doğu sınırlarının yeniden ele alınması yönünde şifahen talepte bulunmuştur. Diplomatik krizin ilerleyen safhalarında Sovyetler’e karşı ABD ve İngiltere’nin tam desteğini alan Türkiye bunu ülke ve dünya kamuoyuna Sovyetler’in savaş hazırlığı olarak yansıtmış ve teyakkuz hali aylarca sürmüştür. Sürecin sonunda Sovyetler’le ilişkiler kopmuş, Türkiye ABD’nin ani ve kapsamlı biçimde yörüngesine girmiştir. Sovyet hükümetinin Stalin’in ölümünden birkaç ay sonra savaş çıkışı yeni bir anlaşma için öne sürdüğü taleplerin artık geçerli olmadığını bir notayla bildirmesi ve Hruşçov yönetiminin Üçüncü Dünya ile yeni bir ilişkilenme konusundaki açılımı yumuşamanın vesilesi olmuş ancak temelde Türkiye’nin değişen ihtiyaçları yeniden bir düzeyde ilişki tesis edilmesinin önünü açmıştır.

Ekonomik ilişkilerin siyasi boyutu

Bayar-Rıjov görüşmesinin ikinci dikkat çekici boyutu ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine yapılan vurgudur. 1960’larda Sovyetler’in Türkiye’nin planlı kalkınma çabalarına sunduğu kapsamlı destek biliniyor. 1967 yılında Adalet Partisi hükümetinin Sovyetler’le imzaladığı anlaşma uyarınca Türkiye’de Sovyet kredisi ve teknik desteğiyle çok sayıda büyük çaplı sanayi tesisinin inşası gerçekleşmişti. Bayar-Rıjov görüşmesinin tutanakları ekonomik işbirliği adına arayışların Demokrat Parti dönemine dayandığını hatırlatıyor. Nitekim bu görüşmeden önce 1957’de İş Bankası yönetimi Sovyet hükümeti ile yaptığı kredi anlaşmasının yanı sıra Çayırova’da bir cam fabrikasının kuruluşu için anlaşmış,  bundan bir yıl sonra bu kez Sümerbank ile Sovyetler arasında yeni bir tekstil fabrikası için imza atılmıştır.7

27 Mayıs 1960 Darbesi sonrası Türkiye’de iktisadi politikalar bakımından yeni bir dönem başladı. Uluslararası iş bölümünde Türkiye sanayileşmiş bir kapitalist ülke olma yolunda yeni bir arayışa girdiğinde bu arayışı destekleyecek unsur olarak bir tek Sovyetler Birliği vardı. ABD ve Avrupa ülkeleri Türkiye’deki sınai kalkınma çabalarına destek verme eğilimde değildi. Makalede de belirtilen bu durum8 Amerikancılığı ve anti-komünistliği siyasi kimliğinin en belirgin özelliği olan Demirel’i Sovyetlerle anlaşmaya sevk etti. Menderes de koşullar farklı olsa da benzer bir pragmatizmle Sovyetlere yaklaşmıştı. 
Batıdan aranan ekonomik desteğin alınamamış olmasının dışında, Türkiye’yi Sovyetlerle yeniden ilişki tesis etmeye sevk eden ve Celal Bayar’ın Sovyetler’e verdiği ılımlı mesajların altında da yatan bir siyasi olguya işaret etmek yerinde olur. NATO’ya üyelik sonrası Türkiye’nin emperyalizmle yaşadığı iç içe geçme durumu Türkiye’nin bağımsız bir birim olarak siyasi varlığını tehdit eder hale gelmiş, Türkiye’yi yönetenler de ülkenin siyasi egemenlik kaybının telafi edilemez bir noktaya gittiğini görmüştür. İsmet İnönü’nün 1963’te, Füze Krizi’ne ABD’nin Türkiye’ye yerleştirdiği nükleer silahlar nedeniyle Türkiye’nin fiilen dahil olmasının ardından bunu oldukça açıklayıcı biçimde ortaya koyduğunu görüyoruz: “Bir görev veriyorum. Sonucu bana gelmeden Washington'un haberi oluyor. Böyledir bu işler. Peygamber edasıyla sana dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mı, ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsek sök. Gitmezler.”9 Siyasi egemenlik ve ülkenin güvenliğine ilişkin çok temel bir refleksle, emperyalizmle ilişkilerde köklü bir değişikliğe gitmeden bu ilişkileri bir düzeyde dengeleme çabasının en fazla kendini Sovyetlerle ekonomik işbirliği alanında gösterdiğini söyleyebiliriz.

'Geçmiş yabancı bir ülkedir'

Buradan bakıldığında makalenin yazarlarının Türk dış politikasında ilkesel süreklilik iddiasının tam olarak gerçek durumu yansıtmadığı görülür. Soğuk Savaş dünyası ya da Sovyetler Birliği’nin var olduğu bir dünyayla bugünkü dünya arasında genel bir süreklilikten söz etmek mümkün olmadığı gibi. Dünyanın neredeyse yarısının sosyalizmle yönetildiği değil tekellerin yerkürenin tamamını ele geçirdiği bir dünyada yaşıyoruz. O gün Türkiye yönetici sınıfı tüm düşmanlığına rağmen Sovyetler Birliği’nin varlığının bağımlı kapitalist gelişim içindeki Türkiye kategorisinde ülkelere belirli bir hareket alanı ve güvenlik sunabildiğinin farkındadır ve tüm bunlara istinaden temelde -Menderes döneminin bazı maceracı aşırılıklarını saymazsak- kendini savunma refleksiyle adım atmaktadır. Bugünün dünyasında AKP iktidarının Batı emperyalizmi ile Rusça-Çin eksenindeki zikzakları eşit derecede pragmatik olmakla birlikte daha çok fırsatçı olarak nitelendirilebilir. Kızışan emperyalist  rekabette AKP Türkiye’si kendine yer açma telaşındadır. Türkiye sermayesi de Soğuk Savaş yıllarındaki ürkekliği üzerinden atmış, uluslararası tekelci rekabetten payını alma hırsındadır. İlle geçmişle bugün arasında bir süreklilik aranacaksa bir pivot noktası olarak emperyalizmle ilişkilerin Türkiye kapitalizminin temel harcı haline getirilmiş olması gerçeğine işaret etmek gerekir. Dün olduğu gibi bugün de Türkiye burjuvazisi farklı saiklerle de olsa çatışan taraflar arasında bir denge bulma değil emperyalist dünya içinde konumunu güçlendirme arzusundadır. 

  • 1.Karaoğlu, O.,& Zorba Bayraktar, H. (2024) The Meeting Between President Celal Bayar and Soviet Ambassador Nikita S. Ryzhov in the Context of Turkish Foreign Policy, Perceptions, Journal of International Affairs, 29(1), 72-89. 
  • 2.Yazarların iddiasına göre II. Dünya Savaşı’nda yaşanan diplomatik kriz ve “Stalin'in talepleri” nedeniyle Türkiye'nin tehdit algısı tamamen Sovyetlere odakladı. Bu nedenle DP döneminde Türkiye geleneksel denge politikası terk edildi ve Amerikancı olundu (s. 77). Türk-Sovyet ilişkileri yazınında genişçe kabul gören bu tezin doğruluğu çok şüphelidir. Türkiye’de yönetici sınıf savaş yılları boyunca giderek Sovyetlere yönelik düşmanlığın dozunu arttırdı. Aynı oranda  tehdit  algısı da güçlendi. Savaş yılları boyunca  Sovyetlerin Nazileri ezdiği bir senaryodansa İngiltere ve Almanya’nın anlaştığı bir senaryoyu kendileri için daha uygun gördüler ve bu doğrultuda hareket ettiler. Savaş sonrası gelen Sovyet talepleri tehdit algısını köpürtmek ve Türkiye’nin emperyalist kamptan yana dış politika tercihini daha meşru bir zeminde yapmak için vesile oldu. 
  • 3.Karaoğlu, O.,& Zorba Bayraktar, H. (2024), s. 78
  • 4.Karaoğlu, O.,& Zorba Bayraktar, H. (2024), s. 87
  • 5.Araştırmacı-yazar Hazal Yalın’ın “1939 Avrupa Sovyetler Birliği Türkiye” ve “1945 Türkiye-SSCB İlişkileri" Türkiye-Sovyetler Birliği arasında II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesi ve sonunda yaşanan gerilimlere ilişkin bugüne kadar yazılmış en kapsamlı ve en gerçekçi çerçeveyi sunan eserler olarak not edilmeli. (2023, Notabene; 2021, Kırmızı Kedi Yayınları)
  • 6.Karaoğlu, O.,& Zorba Bayraktar, H. (2024), s. 77
  • 7.Karaoğlu, O.,& Zorba Bayraktar, H. (2024), s. 79
  • 8.Karaoğlu, O.,& Zorba Bayraktar, H. (2024), s. 74
  • 9.Doster B (2020) “Soğuk Savaş Döneminde Türkiye-ABD İlişkileri”, Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni, B. Özkan (ed.), İstanbul: Tekin Yayınevi, s. 299
                                                                               /././
Hatay'da rezerv alan zorbalığı: Halk gitsin diye elektrikler kesildi, sokaklar karartıldı -Özkan Öztaş-
Defne'de rezerv alan boşalsın, tüm bölgede inşaat başlasın diye sağlam binalara hasarlı raporu yollanıyor, elektrik ve su kesiliyor, sokaklar karanlıkta bırakılıyor. Amaç halkı bezdirmek.
Rezerv alan uygulaması, binaları parsel parsel değerlendirmek yerine, tüm bir bölgeyi yıkıp baştan inşa etmeyi amaçlıyor. Hatay'da daha önce sağlam raporu verilmiş binalarda oturan yurttaşların bölgeyi terk etmesi için bezdirme taktikleri uygulanıyor.

Rezerv alan ilan edilen bölgelerde sağlam evi olan depremzedelerin, evlerini terk etmeleri için baskı ortamı oluşturuluyor. Mahalle halkının Defne Halk Temsilcileri Meclisi üyeleri ve TKP Defne Belediye Meclis üyeleriyle yaptıkları basın açıklamasında evlere yapılan asılsız ihbarlar ve tebligatlarla sokak lambalarının kapatıldığı, suların kesildiği uygulamalara dikkat çekildi. 

Konuya dair Hatay'ın Defne ilçesindeki Gültepe Mahallesi sakinleri binlerce imza toplamasına ve sorunlarını dile getirmesine rağmen muhatap bulamıyor. Sorunlarının dinlenmesini ve yetkililerin süreci aydınlatmasını talep eden depremzedeler, depremde yıkılmayan ve sağlam raporu olan evlerinin gözden çıkarılmamasını talep ediyor. 

Hasarsız evlere 'ağır hasarlı' tebligatı yapıldı

Gültepe Mahallesi'ni ziyaret eden Defne Halk Temsilcileri Meclisi sözcüsü Hizam Hasırcı ve TKP Defne Belediye Meclis üyelerinin mahalle halkıyla buluşmasında depremzedeler yaşadıkları sıkıntıları dile getirdi. 

Depremde evleri yıkılmayan ve evlerine "hasarsız" ya da "oturulabilir" belgesi verilen depremzedelere geçtiğimiz günlerde, kaldıkları evleri rezerv alan uygulamasına dahil etmek için "Ağır Hasarlı-Yıkılacak" içeriğinde tebligatlar ulaştırıldığı ortaya çıktı.

Gültepe Mahallesi'nden soL'a konuşan bir depremzede, "Biz burada depremden bu yana oturuyoruz. Evimiz ayakta kaldı. Bir sorun da yok. Daha önce yetkililer geldi ve sağlam raporu verdiler. Bu evler 6 Şubat depremine dayanan, ayakta kalan sağlam evler. Şimdi rezerv alan uygulaması çıktı. Sağlam raporu verdikleri evlere ağır hasarlı diye tebligat yolluyorlar. Şimdi bu haydutluk değil de nedir?" sözleriyle anlatıyor yaşadıklarını.

Depremzedelerin anlattıkları sorunlar, depremde ayakta kalmayı başaran yurttaşların rezerv alan uygulamasıyla mağdur edildiklerini gösteriyor.

'Susuz yıkım yapılıyor nefes alamıyoruz'

Sorunun yaşandığı rezerv alanlardan Gültepe Mahallesi'nde susuz yıkıma devam edildiği için yurttaşlar nefes alamıyor. Bir yandan rezerv alan uygulamasının yarattığı belirsizlikler ve sorunlar diğer yandan da susuz yıkım nedeniyle yerinde ayrıştırma sırasında yaşanan tozuma sorunu tahammül edilmez bir hal almış. Gerek yıkılan binalardaki asbest tehlikesi gerek yıkım sırasında ortaya çıkan toz burada yaşayan mahalle sakinlerini mağdur etmiş durumda.

Depremzedeler yaz aylarında Hatay'daki sıcak havalar nedeniyle, yaşanan tozumaya rağmen pencereleri kapatıp oturmanın mümkün olmadığını ifade ediyor. Özellikle de solunum yolu sorunları olan hastalar ve çocuklar durumdan kötü etkileniyor.

Defne Halk Temsilcileri Meclisi sözcüsü Hizam Hasırcı ve TKP Defne Belediye Meclis üyeleri, mahalleliyle konuşuyor.

'Bizi bıktırıp göndermek istiyorlar: Elektrikler kesildi, sokak lambaları kapatıldı'

Gültepe Mahallesi sakinlerinden Mehmet, sorunlarını anlatırken mevcut uygulamaların depremzedeleri bıktırmak ve yaşadıkları mahalleleri terk etmelerini sağlamak için yapıldığına dikkat çekiyor. 

"Burada sokak lambalarımız kapatıldı. Çoluk çocuk var. Karanlıkta herkes evine çekilmek zorunda kalıyor. Ancak evlerin de elektrikleri kesildi. Havalar sıcak. Yemekler bozuluyor. Hastalar var, çocuklar var. Burada bir sürü sokak gece olunca zifiri karanlığa gömülüyor. Bizi bıktırıp buraları terk edip rezerv alan uygulamasına başlamak istiyorlar" sözleriyle anlatıyor yaşananları. 

'Gereken yapılmazsa halk mücadeleyle bu sorunların üstesinden gelir'

Defne Halk Temsilcileri Meclisi sözcüsü Hizam Hasırcı, TKP meclis üyeleri Fikret Çolakoğlu, Mehmet Oflazoğlu, İlker Aynacı ve Parti İl Yönetiminden Mehmet Ceylan ile İsmail Nergüz, Gültepe Mahallesi'nde yaşayan yurttaşların yaşadıklarını incelemek için mahalleyi ziyaret etti. 

Mahalledeki sorunların sadece rezerv alan başlığında yaşanmadığını ifade eden Defne Halk Temsilcileri Meclisi üyeleri ve TKP Defne Belediye Meclis Üyeleri, elektrik ve su ihtiyacının karşılanmaması, susuz yıkım ve yerinde ayrıştırma sorunlarına dikkat çekti. 

Mahalle halkının kaderine terk edilmiş olduğunu ifade eden Hasırcı, rezerv alanı sorunu yanında mahallenin birçok sokağında yaşanan su kesintilerini de gündeme getirdi. Yapılan basın açıklamasının sadece bir uyarı olduğunun altını çizen Hasırcı, gereken yapılmadığı takdirde halkın kendi mücadelesiyle bu sorunların üstesinden geleceğini belirtti.

"Rezerv alanı belirsizliğinin yanında elektriğin kesilmesi, suların verilmemesi gibi basit sorunların yaşanmasının arkasındaki gerekçeyi çok iyi biliyoruz. Bizleri yaşam alanlarımızdan koparamayacaksınız. Halkla birlikte mücadele etmeye devam edeceğiz"  diyen Hasırcı, yetkililerin vakit kaybetmeksizin yaşanan sorunlara çözüm bulmaları gerektiğini ifade etti.                          /././

'Kara' pazartesiden sonra: Kapitalizm nereye gidiyor? -Serdal Bahçe-

Özünde krizden bir türlü kurtulamayan kapitalizmin krizi erteleme refleksidir; ancak pek tabi ki bu ertelemenin azgelişmiş kapitalist ülkeler ve bilcümle emekçiler için maliyeti büyüktür.

ABD ekonomisiyle ilgili bazı temel göstergelerin bir duraklamaya işaret etmesiyle birlikte önce ABD sermaye piyasalarında başlayan, sonra bir tür salgın hastalık gibi küresel kapitalizmin diğer temel tapınaklarına yayılan panik ve düşüş son günlere damgasını vurdu. Gerçekten iktisat ilminin teknik jargonuyla durgunluk ve gerileme olarak adlandırılabilecek bir sürece mi giriyor dünya kapitalizmi? 

Bu sorunun cevabını iki şekilde cevaplandırmak mümkün. Burjuva iktisadının içinde, sınırlarında, çeperlerinde kalarak cevaplandırmayı seçerseniz net bir cevap vermek mümkün değil. Nitekim şu aralar küresel sermayenin borazanı yayın organlarında bu ani çöküşün daha uzun erimli bir durgunluğa işaret edip etmeyeceği tartışılıyor. Karamsarlar bunun Amerikan kapitalizminde başlayan ve tüm kapitalizme yayılacak olan bir durgunluk olabileceğini ifade ederken, iyimserler “abartmayın, uzun vadeye etkisi olmayacak kısa vadeli ani bir panik süreci” diyerek geçiştirmeye çalışıyorlar. 

Buraya kadar her şey iyiydi...

Peki ne oldu? ABD Merkez Bankası FED 2022’de başlayan enflasyonist sürecin önünü alabilmek için o vakitten bu yana faiz oranlarını artırma veya yüksek seviyede tutma kararı almaktaydı. Aslında bunda da başarılı oldular, enflasyon gerçekten düştü. Dahası yüksek politika faizleri ve onları takip eden diğer faiz oranlarında artış Amerikan kapitalizminin son yıllarda yekünüyle küresel sermaye çekmesine yol açtı. Bunun iki etkisi oldu. Birincisi, faiz oranının yüksekliğine rağmen sermaye girişi hem ekonomik büyüme oranını makul bir düzeyde tuttu hem de tüketim harcamalarında büyümeye eşlik eden bir atışa yol açtı. Bunlara ek olarak, giren sermayede artış ABD kapitalizminin en mahrem mekanı olan Wall Street sathında hisse getirilerinin ve fiyatlarının artışına da yol açtı. Kapitalizm artık tam bir gazino kapitalizmi formunda olduğu için bu artış tüketim artışlarını da besledi (en azından zenginler için). Buraya kadar her şey iyiydi. Hatta 2024’ün birinci çeyreğinde görece idare eder bir büyüme oranının üstüne ikinci çeyrekte hatırı sayılır yüksek bir büyüme oranı gelince burjuva iktisatçılarının ve sermayenin yayın organlarının ağzı kulaklarına vardı.

6,4 trilyon dolarlık bir kayıp söz konusu

Ancak son açıklanan makroekonomik göstergeler birden tüm havayı tersine çevirdi. Son açıklanan rakamlarda işgücü piyasalarında yavaşlama emareler ortaya çıktı. İşsizlik oranının yüzde 4,3’e yükseleceğine dair uyarı kendi gölgesinden korkan spekülatör kapitalistleri birden satış baskısına soktu. Böylece Wall Street ve diğer sermaye piyasalarında hisse senetleri kısa bir süre içinde hızla değer kaybettiler. Üstelik son zamanların en gözde sektörlerindeki son model gözde şirketlerin hisseleri en çok kaybedenler arasındaydı. Özelikle bilişim ve dijital ticaret şirketleri en çok kaybedenler listesinde zirveye çıktılar. Bir hesaplamaya göre 6,4 trilyon dolarlık bir kayıp söz konusu. Üstelik ABD kapitalizminin hastalanması dünya kapitalizminde de sarsıntıya neden olduğu için çöküş dünya kapitalizminin diğer arenalarına da taşındı birden. 

Bizim açımızdan sorun, burjuva iktisadının jargonuyla kısa vadeli bir çöküntü müydü, yoksa uzun vadeli yaygın ve derinlikli bir durgunluğun ilk semptomu muydu sorularına cevap vermek değildir. Bu jargonla düşünmüyoruz. Kısa sürede bir tür yangına dönüşen bu çöküntü hangi sistemik soruna işaret etmektedir? Bizim için anlamlı soru budur. 

Kısa süreli iyiye gidiş ani çöküntülerin tohumlarını ekiyor

Peki neye işaret etmektedir? Birincisi dünya kapitalizmi (hem merkezi hem de çevresi) yapılanmasından ve sistematik örüntüsünden gelen sorunlarla baş edemiyor artık. Üstelik kısa süreli iyiye gidiş ani çöküntülerin tohumlarını ekiyor. Nitekim Amerikan kapitalizminin yaşadığı enflasyonist sürece verilen politika düzeyindeki tepkiler bugünkü anlık çöküşü getirdiler. ABD Merkez Bankası’nın faiz artırımı tüketici harcamalarını kısmak yerine, spekülatif ve yağmacı bir finansallaşmayı tetikledi, bu ölçüde finansallaşma ise gelir dağılımı iyice bozulmuş Amerikan kapitalizminde servet, sermaye ve mülk sahiplerinin hem finansal yatırımlarını hem de teşhirci tüketimlerini arttırdı. Dahası bu kesimlerin finansal yatırım aracı talebi artmaktaydı. Ama bu tam olarak içi boş bir şişmeydi. Bu ölçüde bir şişkinliği açıklayacak reel bir büyüme düzeyi yoktu. Bu sadece Amerikan kapitalizmi için değil küresel kapitalizm için de geçerliydi.

Finansallaşma sermeye birikiminin krizine verilen bir cevaptır, ancak kalıcı olarak çözmek yerine kısa vadede semptomları hafifleten ve uzun vadede daha büyük bubi tuzakları yaratan bir süreçtir. Zımni olarak emek gelirlerini ve borçlu azgelişmiş kapitalist ülkelerin gelirlerini eriten bir süreçtir. Diğer taraftan bundan kârlı çıkan gelişmiş kapitalist ülkeleri de kısa vadeli iyileşmeler- etkisi uzun olacak ani çöküşler sarmalına sokan içi boş köpükler ve balonlar yaratan bir süreçtir. Özünde krizden bir türlü kurtulamayan kapitalizmin krizi erteleme refleksidir; ancak pek tabi ki bu ertelemenin azgelişmiş kapitalist ülkeler ve bilcümle emekçiler için maliyeti büyüktür. Şimdi başa döndük, bu ölçüde bir çöküş sistemik durgunluğun artık daha fazla gizlenemeyeceği bir ortam yaratacaktır.

Şimşek’in iyimserliğinin boş bir iyimserlik olduğu çabucak görülecektir

Türkiye kapitalizmi mi? Yapısal olarak yürüyen bir kriz olduğunu söylemiştik. Nitekim Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmden gelen dalgalara ve artçı şoklara karşı hiçbir korunağı yoktur. Bu kısa anlık ve derin çöküntü eğer ardından gelecek küresel sistemik durgunluğun bir göstergesiyse eğer Mehmet Şimşek’in iyimserliğinin (petrol ve enerji fiyatları düşer ve bu bizim lehimize olur türünden bir kelam etmişti en son) boş bir iyimserlik olduğu çabucak görülecektir. Nitekim ithalatta yavaşlama zaten Türkiye kapitalizminin durgunluğa gireceğinin göstergesiyken dünya kapitalizmindeki durgunluk eğilimlerinin daha da güçlenmesi Türkiye kapitalizminin yapısal durgunluğunu derinleştirecektir. Düşürülmeyen bir enflasyonun yanında büyük bir ihtimalle işsizlik daha da yükselecek ve stagflasyonist eğilimler daha baskın hale gelecektir.  

                                                                   /././

                                                 soL-GÜNDEM

The Jerusalem Post: İsrail Ordusu’nun elektriği Zorlu Holding'den

Zorlu Holding'in ortak olduğu Dorad Energy, İsrail Savunma Kuvvetleri üslerine elektrik sağlıyor. Dorad Energy'nin yüzde 25 hissesi Zorlu’ya ait.(https://haber.sol.org.tr/haber/jerusalem-post-israil-ordusunun-elektrigi-zorlu-holdingden-394564)   

                                                     ***      

Zorlu ifşa olunca açıkladı: İsrail'deki santrali satmaya çalışıyoruz

Zorlu Enerji Grubu, 2003'ten beri İsrail'de ortakları oldukları Dorad doğalgaz santralini portföylerinden çıkarmak üzere çalışmalarını sürdürdüklerini bildirdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/zorlu-ifsa-olunca-acikladi-israildeki-santrali-satmaya-calisiyoruz-394575)

                                                                ***

Diyanet bilişim şirketi kurdu: ‘Coin’ işine de girebilecek

Türkiye sosyal medya yasaklarını tartışırken Diyanet’in bilişim şirketi kurduğu ortaya çıktı. Şirketin faaliyetleri arasında NFT, token, coin endüstrileri için yazılım üretmek de var.(https://haber.sol.org.tr/haber/diyanet-bilisim-sirketi-kurdu-coin-isine-de-girebilecek-394567)

                                                          ***

Olimpiyatlarda tarihi hezimete doğru: Türkiye'nin sıralaması kaç?

Paris 2024 Olimpiyat Oyunları'nda Türkiye toplam 5 madalya ile 60'ıncı sırada yer alıyor. 11 Ağustos'ta sona erecek olimpiyatlarda Türkiye'nin başarı sıralaması giderek düştü.(https://haber.sol.org.tr/haber/olimpiyatlarda-tarihi-hezimete-dogru-turkiyenin-siralamasi-kac-394565)

                                                         ***

CHP'li Kemalpaşa Belediyesi'nde 127 işçi işten atıldı

İzmir'deki CHP'li Kemalpaşa Belediyesi’nde sendikalı 127 işçi gerekçe gösterilmeksizin işten çıkarıldı. İşçiler belediye binası önünde eyleme başladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/chpli-kemalpasa-belediyesinde-127-isci-isten-atildi-394563)                                            ***

Karşıyaka Belediyesi’nde 93 işçi ‘kanunsuz grev’ gerekçesiyle işten çıkarıldı

Kent A.Ş. bünyesinde çalışan belediye işçileri ödenmeyen maaşlarını talep ettikleri basın açıklamasından bir hafta sonra “kanunsuz grev” yaptıkları iddiasıyla işten çıkarıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/karsiyaka-belediyesinde-93-isci-kanunsuz-grev-gerekcesiyle-isten-cikarildi-394569)

                                                             /././

Koç Holding'den yılın ilk 6 ayında 30,8 milyar dolar gelir

Koç Holding, 2024'ün ilk yarısında konsolide bazda 30,8 milyar dolar gelir elde ettiğini açıkladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/koc-holdingden-yilin-ilk-6-ayinda-308-milyar-dolar-gelir-394566)

                                                                    ***

TKP İzmir'de 4 farklı noktada Gediz Elektrik'in kapısına dayandı: 'Hepimiz aynı gemide değiliz!'

Gediz Elektrik Dağıtım A.Ş.'nin kârlarıyla halk adına neler yapılabileceğini sıralayan TKP, dün şirketin Bornova, Karşıyaka, Konak ve Bayraklı'daki abone merkezlerinin önündeydi.(https://haber.sol.org.tr/haber/tkp-izmirde-4-farkli-noktada-gediz-elektrikin-kapisina-dayandi-hepimiz-ayni-gemide-degiliz)

(soL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder