22 Ağustos 2024 Perşembe

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -22 Ağustos 2024-

 Yıllar sonra 17–25 Aralık anımsatması: Dam üstünde saksağan -Ali Rıza Aydın-

Umudun düşmanlarından, insanlığın, hayvanların ve doğanın düşmanlarından umut çıkmaz.

Büyük sermayenin seslerinden Ali Koç’un Fenerbahçe Başkanı unvanıyla CHP ve MHP genel başkanlarını ziyareti ve Devlet Bahçeli buluşmasında “17-25” saat görüntüsü farklı yorumlarla gündeme oturdu, düzen içinde bir kesimde heyecan yarattı. 

Düzen içi siyasetçilerin sermaye sınıfının örgütü TÜSİAD ziyareti, bu örgütün ya da kimi büyük patronların düzen içi siyasi partileri ziyareti hep manşet olur. Demokrasi, uzlaşma yorumları yapılır. Günümüzde bu yorumlara AKP ve liderinden kurtulma umutları da ekleniyor. 

Cumhuriyetin yıkılmasına göz yumanların, NATO’cuların, laikliği yok eden gericilikle ve yurtseverliği yok eden milliyetçilikle işbirliği içinde olanların, iktidarları için emekçilerin genel oy hakkını çalanların, özelleştirmeci ve yağmacıların, işgücünü meta olarak görenlerin, sömürüyü savunanların bir araya gelmesi sömürülen emekçi halk için heyecan olabilir mi? 

Konu, 17-25 Aralık 2013’ün başbakanı, günün cumhurbaşkanı, daha önce de gündeme getirilen CHP-MHP koalisyonu gibi alt başlıklara indirilip Yüce Divan’a kadar, seçimlerin yenilenmesine kadar getirildi. 

Bahçeli’nin Cumhur İttifakına toz kondurmayan açıklaması durumun hiç de öyle olmadığını gösterdi. Koç Holdingin mal varlığı ve yüksek kâr oranları açıklanınca da Ali Koç’un Fenerbahçe Başkanından öte biri olduğu anımsandı. 

İki konuya, Yüce Divan ve seçimlerin yenilenmesine kısaca değinelim ki bunların  düzen içinde umut olamayacağı anlaşılsın. Nitekim, Bahçeli’nin küresel ekonomi-politik sisteme gönderme yaparak “iç kargaşa riski en yüksek ülke olarak Türkiye’nin haksız ve hayasızca gösterildiği bir dönemde” “milli güvence ve milletin özgüveni” olarak tanımladığı Cumhur İttifakının büyük ortağı AKP de Yüce Divan ve seçimlerin yenilenmesini gündeme getirmeyi düşünmediğini hep yaptığı gibi “yeni anayasa” söylemine sığınarak gösterdi. 

Dört Bakan (Egemen Bağış, Muammer Güler, Zafer Çağlayan, Erdoğan Bayraktar), aile çevresi, kamu görevlileri ve iş insanlarıyla (popüleri Rıza Sarraf olmak üzere) seksenden fazla ismin içinde olduğu, ayakkabı kutularında paraların bulunduğu, ucu İran ve ABD’ye kadar uzanan, “görevi kötüye kullanma, yolsuzluk, rüşvet, kara para aklama, ihaleye fesat karıştırma, evrakta sahtecilik” içerikli bir operasyonun unutulması olanaklı değil. Böylesine açık seçik, geniş boyutlu olaylar zincirinde soruşturma takipsizlikle sonuçlandırıldı ve bakanlar için Yüce Divan (YD) yolu açılmadı, 5.1.2015’de TBMM’den YD’ye gönderilmeme kararı çıktı. 

Dört bakandan biri (yukardaki sıraya göre ilki) görevden alındı, üçü istifa etti. Dönem R.T. Erdoğan başbakanlığında ve sorumluluğundaki 61. Hükümet dönemiydi. Ve aynı zamanda Erdoğan-Gülen uzun ortaklığının çatırdama dönemiydi.       

Olayların yargılama süreci davasızlık ve cezasızlıkla sonuçlanırken ana etken ceza hukuku ve yargılama süreci değil, hükümete karşı paralel devlet operasyonu olarak değerlendirilip algılatıldı. Soruşturmanın içindeki birçok emniyet ve yargı mensubu görevden alındı, meslekten menedildi, görev yeri değiştirildi. Bu olaylardan sonra kimi AKP milletvekilleri partisinden ayrıldı. Hakimler ve Savcılar Kurulunun yapısı değiştirildi. Adalet Bakanına geniş yetkiler verildi. Bu yetkilerin bir bölümü Anayasa Mahkemesince iptal edildi.  

Paralel devlet operasyonu birçok konuda devreye sokulurken suçların cezasız kaldığı, siyasal iktidarın isteği ve çıkarına göre cezasızlık iklimi için paralel devlet içindeki kimi yargı mensubunun -bu mensupların cezasızlık ikliminden yaralanması koşuluyla- kullanıldığı, yine siyasal iktidarın isteği ve çıkarına göre aynı yargı mensuplarının suçsuz olduğu halde cezalandırılması istenenler için kullanıldığı, bu yolla halk arasında korku ve panik yaratıldığı çok yazıldı, çizildi. 

Sermaye sözcüsüyle siyasi temsilcinin buluşması 17-25 Aralık olaylarını anımsatırken, “acaba suçlular hakkında dava yolu açılır mı, dört bakan, hatta onlardan sorumlu olan başbakan Yüce Divana gönderilir mi” sorularını soranlara siyaseten verilecek yanıt AKP’nin hâlâ iktidarda olduğu. 

Başbakan ve bakanlar yönünden Yüce Divan yargılamasına, Meclis süreciyle bakmak gerekiyor. Anayasa’nın 100. maddesinde tanımlanan “Meclis soruşturması” usulünde, soruşturma ve kovuşturma, yargının iddia ayağı olan savcılık yerine, Meclis soruşturma komisyonu ve Genel Kurul tarafından yapılıyor. Kısaca, burada siyaset devrede; her türlü pazarlık ve ilişki devrede.

Daha önce Başbakan Mesut Yılmaz’ın ilk soruşturmada TBMM’ce YD’ye sevk edilmediği halde sonraki yasama döneminde aynı konuda YD’ye sevk örneğinde olduğu gibi, dört bakanın aynı suçlar için YD’ye sevki olanaklı. Ancak mevcut Meclisin sandalye dağılımı, -AKP’nin 266 milletvekili olduğu dikkate alındığında, MHP dahil tüm diğer siyasi partiler ve bağımsız milletvekilleri sevk kararı verse de-, soruşturma açılması istemine (üye tamsayısının salt çoğunluğu 301 milletvekili) yetiyor ama soruşturma açılması kararına (üye tamsayısının 3/5’i 360 milletvekili) yetmiyor. YD’ye sevke (üye tamsayısının 2/3’ü 400 milletvekili) hiç yetmiyor. 

Kaldı ki konunun bir de dava zamanaşımı gibi “devletin yargılama hakkının sona ermesi” boyutu var. Bakanların görevleriyle ilgili suçlarında bu konuda hüküm yok ama önceki YD kararları bakanlar için milletvekillerine uygulanan “üyelik süresince zamanaşımı işlemez” kuralının uygulanacağını söylüyor. Zamanaşımı her bir bakan için üzerlerine atılı suçlara göre hesaplanması gereken teknik bir konu ve yazı konumuz dışında.  

Görüldüğü gibi AKP içi çelişkilere veya AKP dışındaki düzen içi siyasi partilere bel bağlayarak umutlanmak dipsiz kuyu. Paralel devlet gerekçesiyle yok sayılan suçlar siyasi iktidarın gücüyle cezasız kalıyor. Konu yalnızca suç işleyen bakanların iktidar partisinin çoğunluğuyla YD’ye sevk edilmemesiyle sınırlı değil. Parlamentonun siyasi iktidarı denetleme yollarının tıkanmasıyla ya da yargının siyasi iktidarın güdümüne girmesiyle de sınırlı değil.

Seçimlerin yenilenmesinde de benzer Meclis aritmetiği söz konusu. Ya Cumhurbaşkanı seçimlerin yenilenmesi kararı alacak ya da TBMM üye tamsayısının 3/5’i 360 milletvekili. Birincide CB’nin yeniden adaylığı yolu kapalı, ikincide açık. Tabi bu açıklık son seçimlerdeki Anayasayı yok sayarak aday olma durumunun da yeniden tartışma konusu yapılmasına engel değil. Seçimler hangi yöntemle yenilenirse yenilensin her durumda CB ve TBMM seçimleri birlikte yapılacak.

Yargılama, seçim gibi konular -anayasal olmakla birlikte- uygulanmayan ya da gereksinmeye göre yorumlanarak(!) uygulanan anayasasızlık hallerini yansıtıyor. Buradan umut çıkmaz. Aynı konular egemen sermaye sınıfının ve siyasi temsilcilerinin düzenini sürdürme araçları. Buradan da umut çıkmaz. Umudun düşmanlarından, insanlığın, hayvanların ve doğanın düşmanlarından umut çıkmaz.    

Sömürücü düzen yasamasından yargısına, eğitiminden sağlığına tüm devlet organlarını, hukuku, kamusal araçları ve hizmetleri biçimlendiriyor. Buna devletin ve hukukun sınıfsallığı diyoruz. Düzen, özel mülkiyetin saltanatı için emekçi halkı ucuz, esnek, güvencesiz çalışmaya ve gericiliğin karanlığına mahkum ediyor. Buna da sömürü diyoruz. Sınıfların ve sömürünün ortadan kaldırılması, aydınlanma ve sosyalizmin getirilmesi toplumsal seferberliği gerektiriyor.   

                                                             /././

Zenginlerin kâbuslarındaki hayalet -Nevzat Erim Önal-

Bu yüzden komünizm, tüm zenginlerin en büyük öcüsü, kabuslarındaki hayalet olmaya devam ediyor.

Önce Donald Trump’a suikast girişimi, ardından Biden’ın saha kenarına alınıp Kamala Harris’in oyuna girmesiyle ABD başkanlık yarışına tekrar heyecan geldi. Geçtiğimiz günlerde milyarder Elon Musk, Trump yanlısı bir manipülasyon hesabından atılan, Harris’in “eşitlik istediği, dolayısıyla komünist olduğunu” savunan bir tweet’i RT’ledi. Ardından Trump, Harris’in adaylığının resmiyet kazanacağı Demokrat Parti ulusal kongresini bir komünist parti mitingine benzeten bir görsel paylaştı.1

Trump’ın kampanya ekibi muhtemelen kendisi gibi hırbolardan oluştuğu için pek ince çalışmıyor. Doğrusu Çin Komünist Partisi orak çekicini kullanmalarıydı ama görselde Sovyetler Birliği orak çekici kullanılmış. Öte yandan, herhalde böyle inceliklere ihtiyaçları da yok. Zira aklı başında herkes Trump ne kadar komünistse Harris’in de o kadar komünist olduğunu biliyor; ama söylemin hedefi aklı başında olmayan, aklı yüz yıldır komünizme dair anlatılan korku hikayeleriyle sulandırılmış seçmenler. ABD siyasetinde liberal-muhafazakârların biraz olsun sosyal demokrat önerilerde bulunanları (mesela evrensel sağlık hizmetini savunanları) komünist ilan etmeleri bir çeşit ata sporudur. İnternet çöplüğünü karıştırırsanız en azından 2. Dünya Savaşı’nın bitişinden bu yana her ABD başkanlık seçiminde, demokrat parti adayının birileri tarafından komünistlikle suçlandığını görürsünüz.

Musk gibi, parası olmayanın sağlık hizmeti alamayıp ölmesi gerektiğini savunan liberaller için komünizmden büyük öcü yok; ama düzgün sağlık hizmeti alamayacak milyonlarca insanı kendi öcüleriyle korkutmayı başarıyorlar.

Peki, bu sadece onların mı başarısı? Gelin, inceleyelim…

***

Türkiye’nin son başkanlık seçimlerinde CHP’nin baş ekonomi kurmayı Daron Acemoğlu’ydu. Acemoğlu, kariyeri boyunca demokratik rejimlerin ekonomik kalkınmayı kolaylaştırdığını, diktatörlük rejimlerinin ise engellediğini savundu. Dolayısıyla bir ABD vatandaşı olan Acemoğlu’nun (eğer oy vermekle uğraşacaksa) başkanlık yarışında Harris’e oy vereceğini tahmin edebiliriz.

Acemoğlu, 20 Haziran’da Project Syndicate internet sitesinde yayınlanmak üzere “Eğer Demokrasi İşçiden Yana Olmazsa, Ölecek” başlıklı bir yazı kaleme aldı.2 Yazı, Türkiye basınının önemli sol liberal organlarından Ruşen Çakır’ın Medyascope’unda da genişçe haberleştirildi.3

Acemoğlu özetle şunu söylüyor: “Batı demokrasisi 2. Dünya Savaşı’ndan sonra genel anlamda başarılı olsa da; 1980’lerden bu yana verdiği sözleri tutamadı. Emekçilerin gelirlerinde bir iyileşme olmadı, ekonomik büyüme gerçekleşmedi; buna rağmen sağ da sol da finans öncelikli politikalar uygulamaya devam etti ve bir bakıma 2008 krizine giden yolun taşlarını döşedi. Tüm bunlar demokratik kurumlara olan inancın sarsılmasına neden oldu ve faşizm yükseldi.”

Saydığı bu olgularda sorun yok, ama Acemoğlu politika önerilerine geldiğinde zurnası zırt diyor. Acemoğlu’na göre neoliberalizmin en sivri uçlarını (bilhassa da dizginsiz finansallaşmayı) törpüleyecek ve gelir eşitsizliğini azaltacak politikalara ihtiyaç var; ama bunları merkez sağ partiler uygulamalı.

Çünkü Acemoğlu’na göre Fransa’da seçimleri kazanmış olan Yeni Halk Cephesi gibi sol popülist siyasetler kapitalizm koşullarında başarısız olmaya; Çin gibi “otoriter” rejimler ise, ne denli ekonomik başarı gösterirse göstersin uzun erimde büyümeyi frenlemeye mahkûm. (Meraklısı için: Çin ekonomisi 1977 yılından bu yana hiç küçülmedi ve büyüme oranı nadiren yüzde 5’in altına indi.4)

Acemoğlu, iddialarını kendince demokratik ve otoriter olarak tanımladığı rejimleri karşılaştıran ekonomi modellerine dayandırıyor. Dışarıdan baktığımızda ise şunu görüyoruz: Acemoğlu’nun siyasi rakibi neofaşizm, ama onun öcüsü de aynı Musk ve Trump gibi komünizm.5

Devam edelim...

***

Türkiye 2001 krizine doğru yuvarlanırken, bir grup iktisatçı ekranlarda ekonomi konusunda şaklabanlık yapıp halkı bir futbol maçı izliyor olduğu hissiyle uyutuyordu. Bu yüzden adları “Televole iktisatçısı”na çıkmıştı. Bunlardan Ege Cansen, geçenlerde Medyascope’la benzer çizgide, AKP karşıtı liberal bir yayın organı olan Oksijen’in televizyon kanalında konuktu.6 Cansen’e göre enflasyonun düşmesi için ücretlere gerçekleşen değil hedeflenen enflasyon oranında zam yapılmalı. Dolayısıyla önümüzdeki Ocak ayında asgari ücret belirlenirken, 2024 yılı enflasyonu yüzde 40 gerçekleştiyse ve 2025 enflasyonu yüzde 15 hedefleniyorsa, asgari ücrete de yüzde 40 değil yüzde 15 zam yapılmalı.

Cansen bilindik bir teorik üçkağıtçılık yapıyor ve 2025 başında yapılacak ücret zammının 2024 boyunca gerçekleşen enflasyonun yarattığı değil, 2025’te gerçekleşmesi beklenen enflasyonun yaratacağı ücret aşınmasının telafisi olduğunu söylüyor. Oysa enflasyon ortamında her sene başında yapılan ücret zammı geçmiş yıl boyunca yaşanan kaybın telafisidir. Eğer gerçekleşmiş enflasyondan düşük zam yapılırsa, ücretler aradaki fark kadar düşürülmüş (yani enflasyonu yakalayamamış) olur. 

Ama bunun bile çok önemi yok, zira iki cümle sonra Cansen’in zurnası da zırt diyor: “Dar ve sabit gelirlilere baskı yapmadan enflasyonu düşürmek imkânsızdır.”

Kapitalizm koşullarında dahi tek çözüm bu değil, Cansen de kuşkusuz bunu bilir. Ama enflasyonu düşürmeye yönelik kimi alternatif çözümler, Cansen’in kariyerinin önemli bir kısmı boyunca doğrudan hizmet ettiği Koçzadeler başta olmak üzere, hayatı boyunca hizmet ettiği sermaye sınıfının çıkarlarına biraz da olsa dokunulmasını gerektirir. Bu yüzden kendisi gibi liberallerin dillerinden düşürmediği “alternatif yok” iddiasını tekrarlıyor.

Ama beni asıl videonun başlarında söyledikleri ilgilendiriyor. Zira Cansen, güzel güzel Türkiye ekonomisinden bahsederken durduk yere konuyu Sovyetler Birliği’ne getiriyor ve özetle şunları söylüyor: “Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluş yıllarından itibaren (kullandığı terim ‘Stalin’in diktatörlüğü’) yaşanan olağanüstü ekonomik büyüme bir ‘anormallik’ti. Bu büyüme 1917-1923 yılları arasında yaşanan yıkımın toparlanmasını içerdiği için gerçekte olduğundan yüksek göründü, uzun erimde de ‘normalize’ olması gerekirdi ve nitekim oldu.”

Sovyetler Birliği ekonomisi, Ekim Devrimi sonrası yaşanan iç savaş dönemi ve Nazi işgali yılları dışında kesintisiz ve ABD ekonomisinden çok daha hızlı büyüdü. Bunun bir sebebi kuşkusuz başlangıçta daha geri bir ekonomi olmasıydı, ama bu yıllarda planlı ekonominin ekonomik kalkınmayı çok daha hızlı gerçekleştirdiği dünyaca kabul ediliyordu ve batıda da beş yıllık kalkınma planları uygulanmaya başlamıştı. Sovyet kalkınması 1960’lardan itibaren, sosyalizm ideolojik olarak gevşemeye başladıktan sonra tavsadı.

Cansen’in “normalleşme” dediği şey ise 1991’de sosyalizmin yıkıldığı karşı devrim. Öncesinde ülkede nüfusun en düşük gelirli yüzde 50’si gelirin yaklaşık yüzde 40’ını, en düşük gelirli yüzde 90’ı gelirin yaklaşık yüzde 80’ini alıyordu. Sonrasında ise bu oranlar sırasıyla yüzde 20 ve yüzde 60’ın altına düştü.7 Yani Cansen’in normalleşme dediği, Rusya ve tüm diğer Sovyet ülkelerinde kapitalizmin tekrar egemenlik sağlaması ve eş zamanlı olarak zenginlik ile yoksulluğun, yani eşitsizliğin geri gelmesiydi.

Cansen’in ABD başkanlık seçimlerinde verecek oyu var mı bilmiyorum, olsaydı herhalde o da Harris’e verirdi; zira kendisi sermaye sınıfının tamamına hizmet etmeyi düstur edinmiş biri ve Trump ona muhtemelen sermaye sınıfının güncel temsilcisinden ziyade maceracı bir hizipçi gibi görünüyordur.

Asıl önemli olan ise şu: Güncel pozisyonu ne olursa olsun, “Old School” (dilerseniz “ihtiyar” da diyebilirsiniz) bir liberal olan Cansen’in öcüsü de komünizm.

***

Peki, düzenin sağcısının da solcusunun da; muhafazakârının da liberalinin de sosyal demokratının da derdi neden komünizm? İkide birde söyledikleri üzere, Sovyetler Birliği yıkıldığında komünizm kalıcı olarak yenilmedi mi? Ve daha önemlisi, Marksizm teorik olarak yanlışlanmadı mı?

İki sorunun da cevabı “hayır.” Köleci Roma İmparatorluğunun en kudretli yıllarında insanlığın özgürlük arzusu nasıl ortadan kalkmadıysa; emperyalist aşamasına ulaşmış kapitalizmin tarihinde en kudretli dönemi olan günümüzde de insanlığın eşitlik arzusu ortadan kalkmadı. Marksizm o eşitlik arzusunun teorisi, komünizm ise o eşitlik arzusunun siyaseti. Eşitsizlik düzeni, var olduğu müddetçe, bu belalardan kurtulamayacak.

Bu yüzden zenginler özel mülkiyetlerini korumak için sadece sürekli büyüyen polis ve asker ordularına değil, aynı zamanda binlerce propaganda kanalından sürekli komünizmi kötülemeye muhtaç. Çıkarları kapitalizmin devamından yana her insan, siyasi pozisyonundan bağımsız ve bu onu ne kadar çelişkiye düşürürse düşürsün komünizme düşman olmalı. Sadece düşman olması yetmez, bunu asla dilinden düşürmemeli; sanki takıntılı biriymiş, kişisel bir kuyruk acısı varmış gibi konuyu sürekli komünizme getirmeli.

Ne var ki, tarihin herhangi bir anında halk eşitsizliği ne kadar kabullenmiş olursa olsun, insanlığın eşitlik arzusu asla ortadan kalkmayacak. Öte yandan kapitalizm var oldukça her kuşak, öncekilere göre daha büyük bir eşitsizlik altında yaşayacak. Çünkü sermaye daima kâr edip birikmek zorunda ve emekçiler mülksüz kalacağına göre, sermaye biriktikçe eşitsizlik derinleşecek. Bu yüzden emekçiler ayaklanmadığı, iktidara el koymadığı, özel mülkiyeti ortadan kaldırmadığı ve komünist dünyayı kurmadığı müddetçe, demokrasi de asla emekçiden yana olmayacak, Acemoğlu’nun değil Cansen’in önerdiği politikalar uygulanacak.

Dolayısıyla her kuşağın, yeni doğan her insan evladının komünizmin kötü bir şey olduğuna ikna edilmesi gerekecek.

Tabii toplum kaval dinleyen bir koyun sürüsü olmadığı için, propaganda aygıtı da Musk ve Trump gibi milyarderlerin tweetleri veya Acemoğlu ya da Cansen gibi maaşlı ideologların anlattıklarından ibaret kalmıyor. Kapitalizmin devamından hiçbir çıkarı olmayan bir sürü yoksul insan da bir kere ikna olduğunda canla başla başkalarını ikna etmeye çabalıyor ve kendisine ezberletilen antikomünist zırvaları “bunlar dinsiz, bunlar herkes yoksul olsun istiyor, bunlar karılarını paylaşır, Stalin, Mıtalin…” diye tekrarlıyor. Acemoğlu ve Cansen gibilerin maaş karşılığı yaptığını bedavaya yapan bu insanlar, Nâzım’ın bir şiirinde “vebalı farelerden bile ucuz” diye nitelediği aletlere dönüşüyor.

Zenginin eşitsizliği savunması çıkarı gereğidir; yoksulun eşitsizliği savunması ise onu kişiliksizleştirir, insanlıktan çıkartır. Ne var ki, efendisine âşık olup onurundan vaz geçmiş böyle zavallıların, bilhassa da sosyal medyada çıkarttığı gürültüye bakıp insanlığın yenildiğini zannetmek büyük hata. Emekçi halkın büyük çoğunluğu her gün eşitsizliği sessizce sineye çekiyor; ama içselleştirip alçalmıyor.

Bu yüzden komünizm, tüm zenginlerin en büyük öcüsü, kabuslarındaki hayalet olmaya devam ediyor.

Ve son haftalarda o hayalet, cüret edip zenginlerin kapısına dayanıyor. “Holdinglerin mal varlıkları ve kârları halkımıza feda olsun!” diyor.8

Omuz verin, o kapılar kırılsın. Zenginlerin kâbusu gerçek olsun.

Sokak hayvanları yasasından sonra istifa eden veteriner hekimler: 'Gözü dönmüşlerin maşası olmak istemedik' -Özkan Öztaş-
Sokak köpeklerinin barınaklara alınmasının ve öldürülmesinin yolunu açan yasadan sonra birçok ilde belediyede çalışan veteriner hekimler görevinden ayrıldı: "Yaşatmak için okuduk öldürmek için değil."

Sokak köpeklerinin barınaklara alınmasının ve öldürülmesinin yolunu açan yasanın Meclis'ten geçmesinin ardından birçok yerde barınaklara toplanan sokak köpekleri ve birden fazla köpeğin gömüldüğü toplu mezarlar haber oldu.

Bu süreçte görev almak istemeyen veteriner hekimler istifa ediyor. "Biz bu okulu hayvanları yaşatmak için okuduk, öldürmek için değil" diyen hekimler, "Veteriner hekim olmayan, bir hayvanın hayatını kurtarmanın ne demek olduğunu bilmeyen insanların hayvanlar adına karar vermesini kabul edemeyiz" diyorlar. Bu süreçte istifa eden İlker* ve Elif* ile konuştuk.

'İki seçeneğim vardı. Ben vicdanımın sesini dinledim'

İlker il belediyesine bağlı veterinerlik hizmetleri dairesinde çalışıyordu. Bundan yaklaşık üç yıl önce girdiği işi çok aradığını ve öncesinde belediyelerde çalışmanın avantajlı olacağını düşündüğünü söylüyor. Ancak işler pek de tahmin ettiği gibi gitmemiş. Belediyelerin bu hizmetleri ihale ile taşeronlara verdiğini, kendisinin de yıllarca taşerona bağlı çalıştığını söylüyor.

İlker yasa çıkmadan öncesini ve sonrasını şu sözlerle anlatıyor: "Ben belediyeye işe girdiğimde inanılmaz sevinmiştim. Ama girince gördüm ki işler pek de öyle değil. Mesela personel sayımız çok azdı. Hiçbir işe yetişemiyorduk. Bazen ihbar geliyordu, falanca yerde bir köpeğe araba çarpmış diye. Bir ben bir de şoför gidiyorduk. Adamın yükümlülüğünde değil belki ama inip o köpeği araca yüklemeye falan çalışıyordu, yardımcı oluyordu bana.

Ama yine de tahammül ediyordum. Sonuçta bunun için okudum, 'bu benim görevim' diyordum. Ama bu son çıkan yasadan sonra işler değişti. Normalde sokak hayvanlarını toplamak çok nadir yapılan bir işti. Ama yasa geçtikten sonra her gün 'ekipler çıkacak, hayvanları toplayacak' diye talimatlar gelmeye başladı. Biz zaten hayvanlar nerelerde bekliyor, nerelerde yaşıyor biliyoruz. İşte şehrin az uzağındaki çöplerde ya da bazı mahallelerde sürü halinde gezerlerdi. Normalde barınak vardı. Ama toplamazlardı. Şimdi sanki kırk yıldır arıyorlardı da bulamamışlar gibi davrandılar. 

'Bunları toplayıp ne yapacağız?' diye sordum. Bizim bir amir var, 'Ne yapacağız, uyutacağız' dedi. Durdum düşündüm. Bunu uyutma görevi bende. Yani öldürecek olan benim. Çok düşündüm. Nasıl olsa başka bir yerde iş bulurum dedim. Ayrıldım oradaki görevimden. İki seçeneğim vardı. Ya görmezden gelecektim. Ya da vicdanımı dinleyecektim. Ben vicdanımın sesini dinledim. Bu cinayete ortak olmak istemedim." 

'Belediyeler cinayetleri durdurabilir mi? Emin değilim, tüm süreç özel şirketlere emanet'

Elif de bu süreçte istifa eden veteriner hekimlerden. Bir ilçe belediyesine bağlı olarak veteriner hekimlik görevi yürütürken çıktı yasa. "Belediye CHP'de mesela. Ama daha önce AKP'deyken ihalesi verilmiş. Bırakın işini doğru düzgün yapanı, ben veteriner hekimlik hizmeti yapan ama veteriner olmayan kişiler dahi gördüm. Özel şirket. Almış adamı çalıştırıyor. Bir sürü şikayet var, hem meslek odası hem belediye soruşturuyor. Sonuç? Sonuç adamın maaşı teknik personel olarak yatıyor. Kimse sormuyor tabii sahada 'Bu adam neden aşı yapıyor, neden ilaç veriyor?' diye. İspat yok, delil yok. Herkes de korkuyor. Vallahi benim gördüğüm, belediyelerin bu özel şirketlere çok da sözünün geçmediği. Engelleyebilirler mi? Emin değilim" diye anlatıyor.

Elif, şöyle devam ediyor:

"Öğrencilik yıllarımda bana, veteriner hekim olmayan, bir hayvanın hayatını kurtarmanın ne demek olduğunu bilmeyen insanlar hayvanlar adına karar verecek ve bu kararı da veteriner hekimlerin boynuna yük edecekler deselerdi büyük ihtimalle o zamanki aklımla böyle bir kötülüğü yapacaklarına inanmazdım. İnanmak istemezdim. Fakat ne yazık ki şu an içinde olduğumuz şartlar artık okuduğumuz kitaplardan ve bilimden uzak bir noktaya ilerliyor. Her geçen gün bunu daha sık hissediyoruz."

'Meslek etiği ötanazi gerektiren örneklerde dahi reddetme hakkımız olduğunu söylüyor'

Elif ve İlker farklı şehirlerde görev yapıyor. Bu kararı alma sürecinde istifa etmeyi düşünürken, tanıdık meslektaşlarının da benzer karar verdiklerini görünce kendilerinin yalnız olmadığını anladıklarını söylüyorlar. İlker, "Ben gider olmadı bir firmada çalışırım ya da bir klinikte görev alırım. Ne olacak! Ama her gece bu kabusla uyuyup uyanmak istemem" diyor.  

Elif ise başka bir ayrıntıya dikkat çekiyor. Çıkan yasayla mesleki etik arasındaki uçurumu anlatıyor.

"Veteriner hekimlerin terminal döneminde olan ve artık tedavi göremeyecek prognozu iyi olmayan bir hayvanın ötanazi kararında dahi vicdani ret hakkı mevcutken sağlıklı bir hayvanın uyutulmasını reddetme hakkı da mevcut. Ve ben inanıyorum ki meslektaşlarımın vicdanına bırakılsa hiçbiri bu yasayı uygulamak istemezler. Fakat yeni yasa barınakta çalışan veteriner hekimler için bir seçenek sunmuyor. Vicdanı ve etiği hiçe sayarak cezalarla tehdit ederek etik dışı bir uygulamayı dayatıyor. Bu durumda dayatmalarla çalışarak meslek etiğini hiçe saymak okunulan beş seneye ve onca emeğe yazık olur diye düşünüyorum."

'İşsizlikle korkutup cinayet işletecekler'

"Peki geride kalan meslektaşlarınız ne olacak?" diye sorunca veteriner hekimler çaresizce bakıyor. Her ikisi de "İşsizlikle korkutuyorlar" diye başlıyor söze. "Çalışanları işsizlikle korkutarak cinayete eşlik etmesini istiyorlar" diyor İlker. Elif ise bu nedenle görevinden ayrılan her meslektaşıyla gurur duyduğunu ifade ediyor. 

"Açıkçası barınaklarda çalışan veteriner hekimler olsun diğer alanlarda çalışanlar olsun, işsizlikle korkutularak etik dışı ve vicdanı yoracak bir işin parçası olmaktansa alan değiştirmek en doğru tercih olarak geliyor bana. Veteriner hekimliğin çalışma alanı geniş. Bence kimse korkmasın. Evet kolay değil, zor yeniden iş bulmak. Ama mümkün. O yüzden vicdanımızın rahat edeceği işlerde çalışmayı diliyorum hepimize ve yasa yüzünden işinden ayrılan meslektaşlarımla da gurur duyuyorum."

'Gözü dönmüş insanların maşası olmak istemeyen mücadele eder'

İlker de benzer şekilde "Bunun için okumadık, böyle bir işte de çalışmayı reddediyorum o yüzden. İnsanların, ailemin yüzüne, her şey bir kenara aynaya nasıl bakarım ben bu talimatları uygularsam?" diyor ve ekliyor:

"Ben meslektaşlarımın ne olursa olsun meslek etiğine uyacaklarına inanıyorum. Bugün yasa olumsuz yönde değişti diye, yaşatmak için sabahladıkları hayvanları öldürecek değiller. Ve bu yasa yarın olumlu yönde de değişebilir değil mi? Bu ülkede bunlar mümkün. O zaman ne olacak? Hem bu vicdan azabını üstlenmemek için hem de değişim için mücadele etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Artık hayvanların da hayatına kast etmek isteyen gözü dönmüş insanların maşası olmak istemeyen mücadele eder. Ben böyle düşünüyorum."

Elif ve İlker çalıştıkları yerlerdeki görevlerinden ayrılarak doğru karar verdiklerine inanıyorlar. Şimdi ise yeniden iş arıyorlar. "Bizim için zor ama içimiz çok rahat. İş dediğin bulunur, bir çare olur mutlaka. İnsanlığımızı kaybetmeyelim yeter" diyorlar. 

* Veteriner hekimlerin, gerek daha önce imzaladıkları sözleşmeler nedeniyle sorun yaşamamaları gerekse yeni iş arayışlarında zorluklarla karşılaşmamaları adına isimleri değiştirilmiştir. 

                                                                      soL - GÜNDEM

Kıdem tazminatını kaldırmaya yönelik oyun yine başladı

'30 milyondan fazla çalışanı doğrudan ilgilendiren Türk İş Kanunu adı altında düzenleme çalışmaları adı altında yapılmaya çalışılan değişiklik' başlığının altında yatan ne?

“Haftalık çalışma 40 saate düşecek”, “Esnek çalışma düzenlemesinin detayları netleşmeye başladı” başlıkları birkaç gündür haber sitelerinin ve gazetelerin manşetinde yer alıyor.

Yıllar önce sinyalini verdikleri fakat sonrasında geri çektikleri “kıdem tazminatı” oyunu yeniden sahada. Önemli birkaç noktasını TKP MK üyesi Alpaslan Savaş anlattı.

Epeydir gündemlerinde olan çalışma yasalarında bir dizi değişiklik yapmak için patronların kolları sıvadığını söyleyen Savaş, “‘Çalışma sürelerini düşüreceğiz’ söylemi esnekliğin pozitif dayanağı olarak anlatılır hep. Aslında esneklikle çalışma süreleri düşmez. Bu bir kamuoyu propagandasıdır, çalışma süreleri belirsizleşir. Dolayısıyla bu sefer ‘çalışma sürelerini düşürüyoruz’ söylemini öne çıkardılar” dedi.

Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) 2019 yılında da toplanıp bu gündemi görüşmüştü. O zaman da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “25 yaş altı, 50 yaş üzeri işçilerin istihdamını sağlayacağız” sözleriyle bu paketi öne çıkarmıştı. İstihdam Kalkanı Paketi ismi verilen paketin içeriği aslında şimdi öne çıkarılan paketle aynı. 

Erdoğan yaptığı açıklamada 25 yaş altı ve 50 yaş üzeri işçilerin istihdamını “esnek çalışma” ile teşvik edeceklerini söylemişti. O dönemde basına sızdırılan bilgilere göre de esnek çalışma “süreli sözleşmeler” ile teşvik edilecekti. Yani belirli süreli sözleşmeler ile.

Belirli süreli sözleşme İş Kanunu’nun 11'inci maddesinde yer alır. Süresi belirli olan işlerde ya da belli bir işin tamamlanmasında yapılır. Objektif koşullara bağlıdır, yani yapılacak işin bu sözleşme için uygun olması gerekir. Objektif koşul, öngörmedik şekilde artan siparişler, işyerinde geçici olarak yapılması söz konusu olan ya da mevsimlik işler gibi durumlardır. Yani patron kafasına göre belirli süreli iş sözleşmesi ile işçi çalıştıramaz. Belirli süreli iş sözleşmesi birden fazla üst üste yapılamaz. Belirli süreli iş sözleşmesiyle çalışan işçinin işi, sürenin tamamlanmasıyla sona erer. Belirli süreli sözleşmeyle çalışan işçiye ihbar ve kıdem tazminatı ödenmez. İş güvencesi kapsamında değildir, yani işe iade davası açamaz.

Savaş perde arkasındaki amacı şöyle anlattı:

“Evet, bu esnek istihdam biçimidir ve bunu yaygınlaştırmak istiyorlar. Ancak esas hikâye kıdem tazminatı hakkının ortadan kaldırılmasını sağlamak. Objektif şart ortadan kaldırıldığında, üst üste ikiden fazla belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasına imkan tanıdığında kıdem tazminatından kurtulmuş olursun. Hiçbir işveren bu koşullarda belirsiz süreli iş sözleşmesiyle işçi çalıştırmaz neden çalıştırsın ki?”

Burada Savaş bir noktaya dikkat çekiyor, Mehmet Şimşek programına. Ona göre Şimşek programı faiz ayarlaması, kur düzenlemesi, enflasyon adımları, bütçe planlaması üzerinden tartışılıyor ancak bununla sınırlı değil. Yani Şimşek’in programı yalnızca bir ekonomi programı değil, bu adım da programın bir uzantısı.

Savaş, “Programının çok önemli bir ayağı var, o da çalışma yaşamındaki düzenlemeler yani işçi hakları” diyerek şu noktalara dikkat çekti:

“Sadece zam yapmayarak değil patronları her türlü iş gücü maliyetini her kanaldan düşürmeye dönük bir çabası var. İşçi giriş-çıkışlarında patronların maliyetini sıfıra düşürmek de bu Şimşek programının başında geliyor. O da bir nevi işçi maliyetini düşürmek çünkü. İşe iade hakkını elinden alıyor, kıdem tazminatını ortadan kaldırıyor bu şekilde.”

 soL



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder