"Katliamı araştırın, sorumluları bulun" kararı da uygulanmadı: Yargı kararlarına uymama dönemi ve linç -Gökçer Tahincioğlu-
Anayasa Mahkemesi'nin kararı dramatik. Mahkeme, daha önce aynı konuda 2018 ve 2021 yıllarında verdiği üç ayrı kararı anımsattı. İdari yargının, bu talepleri geri çevirerek, tam yargı davası yolunu etkisiz kıldıklarını, yaşamı koruma yükümlüğüne yönelik ihlalin tespit edilmesi konusunda başvuruculara başarı şansı sunmadıklarını vurguladı. Başvurucuların yaşam hakkıyla bağlantılı olarak etkili başvuru haklarının ihlal edildiğini tespit etti ve yargılamanın yenilenmesine hükmetti.
Kaç kişi yaralandı canlı bomba saldırısında?
Canlı bombaların göz göre göre Ankara'ya gelmesine göz yumanlara ne yapıldı?
Canlı bomba saldırısı dahil terör eylemi yapılabileceği istihbaratını ilgili birimlere ulaştırmayanlar için hangi yaptırımlar uygulandı?
Bütün bu soruların yanıtlarının bir önemi var mı?
* * *
Bütün bu soruların yanıtlarının ne kadar önemli olduğunu anlatacağım ama hepsinden önce yaşadığımız ülkeye gerçekçi bir açıdan bakmak elzem…
Bu ülkede, büyük kalabalıklar, kendisi gibi düşünmeyen, dünyaya böyle bakmayan insanların başına neyin, neden geldiğini zerre önemsemiyor.
Aksine, o kalabalığın büyük kısmı da insanların ölmesini, yaralanmasını, "hak edilmiş" olarak yorumlayarak alkışlıyor. Mesele, Konya Stadyumu'nda ölülerin ıslıklanmasından ibaret değil.
Polisin, askerin eleştirilmesi ihanet sayılıyor. Suç işleyenlerin asıl kendi meslektaşlarına nasıl ihanet ettiği sorgulanmadan…
Sosyal medya hesaplarını gezindiğinizde vahameti anlıyorsunuz.
Onlarca kişinin ölmesi, kendisine büyü yapıldığını söyleyen bir kadın kadar ilgi çekmiyor.
Kötü muamele gören bir vatandaşın isyanı, "devlete baş mı kaldırıyorsun?" diye binlerce etkileşimle bastırılıyor.
Herhangi bir kurumdan herhangi bir bilgi alması mümkün olmayan kişiler, her olaydan büyük komplo teorileri çıkartıp, binlerce kişiyi inandırıyor.
Her yerden cinayet, silah, şiddet görüntüleri geliyor.
* * *
Ancak tüm bunlar birbirinden bağımsız değil elbette. Bütün ipler birbirine bağlı. Öyle komplo teorilerine de ihtiyaç yok… Manzara açık…
* * *
10 Ekim Ankara Garı katliamı, AKP'nin ilk kez tek başına iktidar olma şansını kaybettiği 7 Haziran 2015 seçiminden sonra gerçekleşti.
Ne hikmetse, HDP'nin yüzde 13 ile rekor oy aldığı ve AKP'nin uyarılarına rağmen seçime parti olarak girdiği bu seçimden hemen önce Diyarbakır HDP mitingine bombalı saldırı yapılmıştı. MHP lideri Devlet Bahçeli'nin CHP'ye koalisyon kapısını kapatmasından ve yenileme seçiminin yapılacağının daha o günlerde anlaşılmasından hemen sonra da Suruç'ta canlı bomba saldırısı gerçekleşti. Ardından Ceylanpınar'da iki polis yatağında öldürüldü ve katilleri hâlâ bulunmuş değil. Bunu büyük kentlerdeki bombalı saldırılar izledi. Çözüm süreci bu arada bitti.
Ardından 10 Ekim'de, Ankara Garı'nda yapılan barış mitingine IŞİD'li iki canlı bomba saldırdı. 105 kişi hayatını kaybetti. Hemen ardından yapılan seçimde AKP, tek başına iktidar olabilecek oyu aldı.
Bir sene sonra 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti. OHAL dönemi başladı. OHAL döneminde Bahçeli'nin desteğiyle başkanlık sistemine geçildi ve yapılan ilk seçimi Erdoğan kazandı.
* * *
OHAL bitti ama normalleşme olmadı.
Bugün Türkiye, en temel hak arama yollarının terörizmle eş tutulduğu, ifade özgürlüğünün sınırlanmasının olağan sayıldığı, mahkeme kararlarına uyulmamasının alkışlandığı, "milli yargı" gibi garip kavramların icat edildiği bir ülke.
OHAL'in bitmesinden sonra geçilen bu yeni dönemde artık kuvvetler ayrımından söz etmek de mümkün değil.
TİP Milletvekili Can Atalay'ın vekilliğinin düşürülmesi, Anayasa Mahkemesi'nin üç ayrı kararına rağmen hukuk üretilerek içeride tutulması bunun en bariz kanıtlarından. Gezi davası, Demirtaş dosyası da öyle…
İsme göre hukuki süreç icat etmekte ustalaşmış, vaktinin çoğunu bu konuda kamuoyunu ikna etmeye ayırmış bir sistem.
* * *
İşte anayasanın fiilen uygulanmadığı bu yeni dönemin belki de en çok hırpalanan anayasal kurumlarından olan Anayasa Mahkemesi'nin kısa süre önce verdiği önemli bir karar var.
Başvuru, 10 Ekim katliamı sırasında yaralanan bir kişi tarafından yapılmış.
Malum, 10 Ekim katliamında istihbaratı gerekli birimlere iletmeyen, canlı bombaların gelişini engelleyemeyen emniyet mensupları hakkında müfettiş raporuna rağmen işlem yapılmadı.
Ceza soruşturması ya da davası yok.
Ölenlerin yakınları ve yaralananlar, idarenin kusuru nedeniyle tazminat davaları açtı. Bunların bir bölümünde tazminat kararları çıktı ama büyük bölümünde talepler reddedildi.
Talebi reddedilen mağdurlardan biri de Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu.
Anayasa Mahkemesi'nin kararı dramatik.
Mahkeme, daha önce aynı konuda 2018 ve 2021 yıllarında verdiği üç ayrı kararı anımsattı. İdari yargının, bu talepleri geri çevirerek, tam yargı davası yolunu etkisiz kıldıklarını, yaşamı koruma yükümlüğüne yönelik ihlalin tespit edilmesi konusunda başvuruculara başarı şansı sunmadıklarını vurguladı.
Başvurucuların yaşam hakkıyla bağlantılı olarak etkili başvuru haklarının ihlal edildiğini tespit etti ve yargılamanın yenilenmesine hükmetti.
Karara da şu notu düştü:
"Anayasa Mahkemesi'nin, önceki kararlarından ayrılmasını gerektiren bir durum bulunmamaktadır…"
Aslında önceki kararlarının dikkate alınmadığının, yerel mahkemelerin bildiğini okuduğunun itirafı.
Nisan 2024 tarihli bu kararın da nasıl sonuçlar üreteceğini göreceğiz…
* * *
10 Ekim katliamı ile ilgili olarak hakkında soruşturma açılması istenen ancak idarenin engel olması nedeniyle açılamayan emniyet müdürlerinden Alp Arslan, Ayhan Bora Kaplan dosyası nedeniyle açığa alındı ve yargılanıyor.
Başka bir ülkede 10 Ekim'den sonra bu kadar etkili görevlerde bulunması mümkün değildi. Soruşturulmaması mümkün değildi…
Ama burada böyle…
Anlaşılıyor ki Can Atalay kararı uygulanmayan ve buna karşı çaresizce yeni karar almaktan başka bir şey yapamayan Anayasa Mahkemesi'nin kararları, yerel mahkemelerce uzun zamandır dikkate alınmıyor.
Katliamda ölenlerin yakınları, yaralananlar hâlâ adalet peşinde koşuyor ancak Türkiye açısından kapanması istenen defterler bunlar. Yeni bir dönem ancak böyle mümkün.
İpler birbirine bağlı… 12 Eylül'den sonra oluşması beklenen toplum yapısı büyük ölçüde kuruldu, yeni bir sistem icat edildi…
En temel hakların korunması için uzun mücadeleler verilmesi gereken, herkesin her şeye alıştığı, yaşanan hiçbir olayın yadırganmadığı, "muhalif" kimliğe sahip olanların bile şiddet eylemlerinden sonra, "o da öyle yapmasaydı" diyebildiği bir sistem… Kürsüde linç edilenlerin eleştirilip, linç edenlerin alkışlandığı bir sistem…
Haftanın kitabı: "Bilinmeyen Boyut"
Bir darbe, faşist bir rejim, bir diktatörlük insan hayatını nasıl etkiler? İnsanların yaşamı nasıl çalınır, bütün hayatları en temel haklara sahip olma mücadelesiyle nasıl geçer?
Postmodern edebiyatın sırtını döndüğü ve hatta burun kıvırdığı bu soruların yanıtlarını tek bir hayatın içine sızdığınızda bile bulmak mümkün.
Toplumsal bellek ve hakikat odaklı çalışmalarıyla tanınan, Şilili yazar Nona Fernandez'in, İthaki Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan romanı Bilinmeyen Boyut, tüm bu sorulara incelikle yanıt veriyor.
Roza Hakmen tarafından çevrilen romanda Fernandez, edebiyatı, hakikat arayışı için ustaca kullanıyor. Şili'de diktatörlük rejiminin insan kaybetme ve işkence yöntemlerinin titiz bir edebi dille anlatıldığı roman, son derece akıcı. Romanda yaşananları hem işkencecinin, hem araştırmacının hem de mağdurların gözünden, yalın bir biçimde görüyorsunuz. Bağırmadan bağıran, slogan atmadan isyan eden, işaret etmeden gösteren bir biçimde… Darbelerin ve faşist rejimlerin insanların hayatlarına neler yaptığını, kalanların bunu nasıl izlediğini anlamak için son derece etkileyici bir metin.
/././
Bizim iyiliğimiz için yapılan kötülükler -Mine Söğüt-
Şiddeti reddettiğinizde duracağınız yer, bir haksızlığı, hukuksuzluğu kayda geçirmek için avazınız çıktığı kadar bağırmaya başlamak istediğinizde sizden bağıramamanızı talep eder. Bu haksızlığı yapanların sinirlerini bozacak sıfatlar, tanımlar, yakıştırmalar kullanmak istersiniz, o yerde kullanamazsınız. Ortalığı ayağa kaldırasınız gelir. Kaldıramazsınız.
Hormonlarımızın sesini dinleyip canımız istediği anda canımızın istediği kişiyle uluorta sevişmiyoruz.
Engelli doğan çocuklarımızı "Bu nasıl olsa yaşamaz" diyerek ölüme terk etmiyoruz.
Şimşekler çaktığında, hortumlar çıktığında, yer yarıldığında, sular taştığında, yanardağlar patladığında başımıza gelenin nasıl bir doğa olayı olduğunu iyi kötü biliyor, "Tanrılar çıldırdı" diyerek korkudan yerlere göklere tapınmıyoruz.
Yani doğamızda var olan "hayvana"a yakın yığınla güdüyü dizginlemeyi, bilincimizle bilgimizi eşleştirip somut ve soyut kavramlar geliştirmeyi, doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi olumlu ve olumsuz değerler üzerinden bir ahlak belirlemeyi denemeye başlayalı binlerce yıl oldu.
Ama hâlâ arkaik kültüre ait şiddeti, bir sorun çözme yöntemi olarak kullanmayı iştahla sürdürüyoruz.
Düşünerek, konuşarak ve tartışarak mantık çerçevesinde halletmek için ısrar edilebilecek yığınla meseleyi şiddete başvurarak çözümsüz hale getirmek kadim bir insanlık geleneği.
Evdeki babadan, devletteki babaya kadar her türlü otoritenin elinden düşmeyen şiddet kılıcını meşrulaştıran ve sıradanlaştıran insanın en büyük çıkmazı "şiddetsiz" bir dünyayı hayal edemeyecek kadar aklını yitirmiş olması.
Sözlü ya da fiziksel şiddete başvurmadan hakkımızı savunamayacağımızdan eminiz. İhtiyaçlarımızı karşılamak ya da elimizdekileri tutmak için hayatı irili ufaklı şiddet kalkanlarıyla çevreliyoruz.
O yüzden çocuk annenin, anne babanın, baba devletin şiddetinden korkuyor.
Annenin çocuğunu beslerken "Bunu yemezsen büyüyemezsin" demesinin bile şiddet içeren bir tehdit cümlesi olduğunu ne kendisi ne de toplum zinhar fark etmiyor.
Babanın evdeki kadını, bir insan olarak görmeyip önce anne olarak kutsarken onun varlığı üzerinde nasıl bir şiddet uyguladığı kayıtlara geçmiyor.
Çocuğun rasyonel akla değil de içinde bulunduğu toplumun inançlarına, geleneklerine, göreneklerine göre eğitilmesi bile ona uygulanan korkunç bir şiddet ve bunu dile getirmek büyük bir cüret gerektiriyor.
Toplumun bireyden standart başarı beklentisi külliyen şiddet içeriyor.
Silahlandıkça silahlanan ve dünya savaşlarını numaralandıra numaralandıra tarihine kazımayı marifet sanan insanın kurduğu sistemler, insanlara güven ve huzur vaat ederken bunun bedeli birtakım yasaklar ve cezalarla tahsil ediliyor.
İnsan da bu bedeli gıkı çıkmadan son kuruşuna kadar ödüyor. Ve bunun nasıl bir şiddet olduğu da diğerleri gibi kayda bile geçmiyor.
Oysa güçlüyle güçsüzü, akıllıyla aptalı, yeterliyle yetersizi, başarılıyla başarısızı, bütünle eksiği birbirinden ayıran ve onlara farklı değerler yükleyerek sınıflandıran ahlakın ne tür bir şiddet olduğunu düşünmeye başlarsanız…
Son derece masum görülen yarışmaların, müsabakaların hatta çocuk oyunlarının bile insan elinde şiddeti içselleştirmek ve kanıksatmak için nasıl korkunç enstrümanlar olabileceğini görürsünüz.
Ama şiddet üzerine düşünmeye ve şiddetsiz bir dünya hayal etmeye başladığınızda, şiddeti beslememek için durmanız gereken yerin, şu an herkesle birlikte durduğunuz yerden çok uzakta ve farklı olması sizi hemen caydırır.
Çünkü şiddeti reddettiğinizde duracağınız o yer, bir haksızlığı, hukuksuzluğu kayda geçirmek için avazınız çıktığı kadar bağırmaya başlamak istediğinizde sizden bağıramamanızı talep eder.
Bu haksızlığı yapanların sinirlerini bozacak sıfatlar, tanımlar, yakıştırmalar kullanmak istersiniz, o yerde kullanamazsınız.
Ortalığı ayağa kaldırasınız gelir. Kaldıramazsınız.
Çünkü bilirsiniz bunları yaptığınız anda eski yerinize, şiddeti kaçınılmaz bir savunma aracı olarak kabullenen sıradan kalabalığa geri dönersiniz. Sözlü şiddetinizle ayağa kaldırdığınız o fiziksel şiddet yandaşları kalabalığın içine kolayca ulaşır, size bir yumruk atar. Ve şiddet çift taraflı olarak bir kez daha şaha kalkar.
Kalabalıkların meşrulaştırırken sıradanlaştırdıkları şiddetin neyi çoğaltıp neyi azalttığını, neye yarayıp neye yaramadığını tartacak teraziyi kırıp atmanın bile bir şiddet eylemi olduğunu fark etmememenin bedeli çok ağırdır.
İyilik için yapılan kötülükler üzerine artık düşünmez olursunuz.
Daha da kötüsü, siz de iyilik için kötülük yapanlardan biri olursunuz.
/././
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder