23 Ağustos 2024 Cuma

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -23 Ağustos 2024-

 

"Katliamı araştırın, sorumluları bulun" kararı da uygulanmadı: Yargı kararlarına uymama dönemi ve linç -Gökçer Tahincioğlu-

Anayasa Mahkemesi'nin kararı dramatik. Mahkeme, daha önce aynı konuda 2018 ve 2021 yıllarında verdiği üç ayrı kararı anımsattı. İdari yargının, bu talepleri geri çevirerek, tam yargı davası yolunu etkisiz kıldıklarını, yaşamı koruma yükümlüğüne yönelik ihlalin tespit edilmesi konusunda başvuruculara başarı şansı sunmadıklarını vurguladı. Başvurucuların yaşam hakkıyla bağlantılı olarak etkili başvuru haklarının ihlal edildiğini tespit etti ve yargılamanın yenilenmesine hükmetti.

Kaç kişi yaralandı canlı bomba saldırısında?

Canlı bombaların göz göre göre Ankara'ya gelmesine göz yumanlara ne yapıldı?

Canlı bomba saldırısı dahil terör eylemi yapılabileceği istihbaratını ilgili birimlere ulaştırmayanlar için hangi yaptırımlar uygulandı?

Bütün bu soruların yanıtlarının bir önemi var mı?

* * *

Bütün bu soruların yanıtlarının ne kadar önemli olduğunu anlatacağım ama hepsinden önce yaşadığımız ülkeye gerçekçi bir açıdan bakmak elzem…

Bu ülkede, büyük kalabalıklar, kendisi gibi düşünmeyen, dünyaya böyle bakmayan insanların başına neyin, neden geldiğini zerre önemsemiyor.

Aksine, o kalabalığın büyük kısmı da insanların ölmesini, yaralanmasını, "hak edilmiş" olarak yorumlayarak alkışlıyor. Mesele, Konya Stadyumu'nda ölülerin ıslıklanmasından ibaret değil.

Polisin, askerin eleştirilmesi ihanet sayılıyor. Suç işleyenlerin asıl kendi meslektaşlarına nasıl ihanet ettiği sorgulanmadan…

Sosyal medya hesaplarını gezindiğinizde vahameti anlıyorsunuz.

Onlarca kişinin ölmesi, kendisine büyü yapıldığını söyleyen bir kadın kadar ilgi çekmiyor.

Kötü muamele gören bir vatandaşın isyanı, "devlete baş mı kaldırıyorsun?" diye binlerce etkileşimle bastırılıyor.

Herhangi bir kurumdan herhangi bir bilgi alması mümkün olmayan kişiler, her olaydan büyük komplo teorileri çıkartıp, binlerce kişiyi inandırıyor.

Her yerden cinayet, silah, şiddet görüntüleri geliyor.

* * *

Ancak tüm bunlar birbirinden bağımsız değil elbette. Bütün ipler birbirine bağlı. Öyle komplo teorilerine de ihtiyaç yok… Manzara açık…

* * *

10 Ekim Ankara Garı katliamı, AKP'nin ilk kez tek başına iktidar olma şansını kaybettiği 7 Haziran 2015 seçiminden sonra gerçekleşti.

Ne hikmetse, HDP'nin yüzde 13 ile rekor oy aldığı ve AKP'nin uyarılarına rağmen seçime parti olarak girdiği bu seçimden hemen önce Diyarbakır HDP mitingine bombalı saldırı yapılmıştı. MHP lideri Devlet Bahçeli'nin CHP'ye koalisyon kapısını kapatmasından ve yenileme seçiminin yapılacağının daha o günlerde anlaşılmasından hemen sonra da Suruç'ta canlı bomba saldırısı gerçekleşti. Ardından Ceylanpınar'da iki polis yatağında öldürüldü ve katilleri hâlâ bulunmuş değil. Bunu büyük kentlerdeki bombalı saldırılar izledi. Çözüm süreci bu arada bitti.

Ardından 10 Ekim'de, Ankara Garı'nda yapılan barış mitingine IŞİD'li iki canlı bomba saldırdı. 105 kişi hayatını kaybetti. Hemen ardından yapılan seçimde AKP, tek başına iktidar olabilecek oyu aldı.

Bir sene sonra 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti. OHAL dönemi başladı. OHAL döneminde Bahçeli'nin desteğiyle başkanlık sistemine geçildi ve yapılan ilk seçimi Erdoğan kazandı.

* * *

OHAL bitti ama normalleşme olmadı.

Bugün Türkiye, en temel hak arama yollarının terörizmle eş tutulduğu, ifade özgürlüğünün sınırlanmasının olağan sayıldığı, mahkeme kararlarına uyulmamasının alkışlandığı, "milli yargı" gibi garip kavramların icat edildiği bir ülke.

OHAL'in bitmesinden sonra geçilen bu yeni dönemde artık kuvvetler ayrımından söz etmek de mümkün değil.

TİP Milletvekili Can Atalay'ın vekilliğinin düşürülmesi, Anayasa Mahkemesi'nin üç ayrı kararına rağmen hukuk üretilerek içeride tutulması bunun en bariz kanıtlarından. Gezi davası, Demirtaş dosyası da öyle…

İsme göre hukuki süreç icat etmekte ustalaşmış, vaktinin çoğunu bu konuda kamuoyunu ikna etmeye ayırmış bir sistem.

* * *

İşte anayasanın fiilen uygulanmadığı bu yeni dönemin belki de en çok hırpalanan anayasal kurumlarından olan Anayasa Mahkemesi'nin kısa süre önce verdiği önemli bir karar var.

Başvuru, 10 Ekim katliamı sırasında yaralanan bir kişi tarafından yapılmış.

Malum, 10 Ekim katliamında istihbaratı gerekli birimlere iletmeyen, canlı bombaların gelişini engelleyemeyen emniyet mensupları hakkında müfettiş raporuna rağmen işlem yapılmadı.

Ceza soruşturması ya da davası yok.

Ölenlerin yakınları ve yaralananlar, idarenin kusuru nedeniyle tazminat davaları açtı. Bunların bir bölümünde tazminat kararları çıktı ama büyük bölümünde talepler reddedildi.

Talebi reddedilen mağdurlardan biri de Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu.

Anayasa Mahkemesi'nin kararı dramatik.

Mahkeme, daha önce aynı konuda 2018 ve 2021 yıllarında verdiği üç ayrı kararı anımsattı. İdari yargının, bu talepleri geri çevirerek, tam yargı davası yolunu etkisiz kıldıklarını, yaşamı koruma yükümlüğüne yönelik ihlalin tespit edilmesi konusunda başvuruculara başarı şansı sunmadıklarını vurguladı.

Başvurucuların yaşam hakkıyla bağlantılı olarak etkili başvuru haklarının ihlal edildiğini tespit etti ve yargılamanın yenilenmesine hükmetti.

Karara da şu notu düştü:

"Anayasa Mahkemesi'nin, önceki kararlarından ayrılmasını gerektiren bir durum bulunmamaktadır…"

Aslında önceki kararlarının dikkate alınmadığının, yerel mahkemelerin bildiğini okuduğunun itirafı.

Nisan 2024 tarihli bu kararın da nasıl sonuçlar üreteceğini göreceğiz…

* * *

10 Ekim katliamı ile ilgili olarak hakkında soruşturma açılması istenen ancak idarenin engel olması nedeniyle açılamayan emniyet müdürlerinden Alp Arslan, Ayhan Bora Kaplan dosyası nedeniyle açığa alındı ve yargılanıyor.

Başka bir ülkede 10 Ekim'den sonra bu kadar etkili görevlerde bulunması mümkün değildi. Soruşturulmaması mümkün değildi…

Ama burada böyle…

Anlaşılıyor ki Can Atalay kararı uygulanmayan ve buna karşı çaresizce yeni karar almaktan başka bir şey yapamayan Anayasa Mahkemesi'nin kararları, yerel mahkemelerce uzun zamandır dikkate alınmıyor.

Katliamda ölenlerin yakınları, yaralananlar hâlâ adalet peşinde koşuyor ancak Türkiye açısından kapanması istenen defterler bunlar. Yeni bir dönem ancak böyle mümkün.

İpler birbirine bağlı… 12 Eylül'den sonra oluşması beklenen toplum yapısı büyük ölçüde kuruldu, yeni bir sistem icat edildi…

En temel hakların korunması için uzun mücadeleler verilmesi gereken, herkesin her şeye alıştığı, yaşanan hiçbir olayın yadırganmadığı, "muhalif" kimliğe sahip olanların bile şiddet eylemlerinden sonra, "o da öyle yapmasaydı" diyebildiği bir sistem… Kürsüde linç edilenlerin eleştirilip, linç edenlerin alkışlandığı bir sistem…

Haftanın kitabı: "Bilinmeyen Boyut"

Bir darbe, faşist bir rejim, bir diktatörlük insan hayatını nasıl etkiler? İnsanların yaşamı nasıl çalınır, bütün hayatları en temel haklara sahip olma mücadelesiyle nasıl geçer?

Postmodern edebiyatın sırtını döndüğü ve hatta burun kıvırdığı bu soruların yanıtlarını tek bir hayatın içine sızdığınızda bile bulmak mümkün.

Toplumsal bellek ve hakikat odaklı çalışmalarıyla tanınan, Şilili yazar Nona Fernandez'in, İthaki Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan romanı Bilinmeyen Boyut, tüm bu sorulara incelikle yanıt veriyor.

Roza Hakmen tarafından çevrilen romanda Fernandez, edebiyatı, hakikat arayışı için ustaca kullanıyor. Şili'de diktatörlük rejiminin insan kaybetme ve işkence yöntemlerinin titiz bir edebi dille anlatıldığı roman, son derece akıcı. Romanda yaşananları hem işkencecinin, hem araştırmacının hem de mağdurların gözünden, yalın bir biçimde görüyorsunuz. Bağırmadan bağıran, slogan atmadan isyan eden, işaret etmeden gösteren bir biçimde… Darbelerin ve faşist rejimlerin insanların hayatlarına neler yaptığını, kalanların bunu nasıl izlediğini anlamak için son derece etkileyici bir metin.

                                                             /././

Bizim iyiliğimiz için yapılan kötülükler -Mine Söğüt-

Şiddeti reddettiğinizde duracağınız yer, bir haksızlığı, hukuksuzluğu kayda geçirmek için avazınız çıktığı kadar bağırmaya başlamak istediğinizde sizden bağıramamanızı talep eder. Bu haksızlığı yapanların sinirlerini bozacak sıfatlar, tanımlar, yakıştırmalar kullanmak istersiniz, o yerde kullanamazsınız. Ortalığı ayağa kaldırasınız gelir. Kaldıramazsınız.

Epeydir, ellerimizle avladığımız hayvanları dişlerimizle parçalayıp yemiyoruz.

Hormonlarımızın sesini dinleyip canımız istediği anda canımızın istediği kişiyle uluorta sevişmiyoruz.

Engelli doğan çocuklarımızı "Bu nasıl olsa yaşamaz" diyerek ölüme terk etmiyoruz.

Şimşekler çaktığında, hortumlar çıktığında, yer yarıldığında, sular taştığında, yanardağlar patladığında başımıza gelenin nasıl bir doğa olayı olduğunu iyi kötü biliyor, "Tanrılar çıldırdı" diyerek korkudan yerlere göklere tapınmıyoruz.

Yani doğamızda var olan "hayvana"a yakın yığınla güdüyü dizginlemeyi, bilincimizle bilgimizi eşleştirip somut ve soyut kavramlar geliştirmeyi, doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi olumlu ve olumsuz değerler üzerinden bir ahlak belirlemeyi denemeye başlayalı binlerce yıl oldu.

Ama hâlâ arkaik kültüre ait şiddeti, bir sorun çözme yöntemi olarak kullanmayı iştahla sürdürüyoruz.

Düşünerek, konuşarak ve tartışarak mantık çerçevesinde halletmek için ısrar edilebilecek yığınla meseleyi şiddete başvurarak çözümsüz hale getirmek kadim bir insanlık geleneği.

Evdeki babadan, devletteki babaya kadar her türlü otoritenin elinden düşmeyen şiddet kılıcını meşrulaştıran ve sıradanlaştıran insanın en büyük çıkmazı "şiddetsiz" bir dünyayı hayal edemeyecek kadar aklını yitirmiş olması.

Sözlü ya da fiziksel şiddete başvurmadan hakkımızı savunamayacağımızdan eminiz. İhtiyaçlarımızı karşılamak ya da elimizdekileri tutmak için hayatı irili ufaklı şiddet kalkanlarıyla çevreliyoruz.

O yüzden çocuk annenin, anne babanın, baba devletin şiddetinden korkuyor.

Annenin çocuğunu beslerken "Bunu yemezsen büyüyemezsin" demesinin bile şiddet içeren bir tehdit cümlesi olduğunu ne kendisi ne de toplum zinhar fark etmiyor.

Babanın evdeki kadını, bir insan olarak görmeyip önce anne olarak kutsarken onun varlığı üzerinde nasıl bir şiddet uyguladığı kayıtlara geçmiyor.

Çocuğun rasyonel akla değil de içinde bulunduğu toplumun inançlarına, geleneklerine, göreneklerine göre eğitilmesi bile ona uygulanan korkunç bir şiddet ve bunu dile getirmek büyük bir cüret gerektiriyor.

Toplumun bireyden standart başarı beklentisi külliyen şiddet içeriyor.

Silahlandıkça silahlanan ve dünya savaşlarını numaralandıra numaralandıra tarihine kazımayı marifet sanan insanın kurduğu sistemler, insanlara güven ve huzur vaat ederken bunun bedeli birtakım yasaklar ve cezalarla tahsil ediliyor.

İnsan da bu bedeli gıkı çıkmadan son kuruşuna kadar ödüyor. Ve bunun nasıl bir şiddet olduğu da diğerleri gibi kayda bile geçmiyor.

Oysa güçlüyle güçsüzü, akıllıyla aptalı, yeterliyle yetersizi, başarılıyla başarısızı, bütünle eksiği birbirinden ayıran ve onlara farklı değerler yükleyerek sınıflandıran ahlakın ne tür bir şiddet olduğunu düşünmeye başlarsanız…

Son derece masum görülen yarışmaların, müsabakaların hatta çocuk oyunlarının bile insan elinde şiddeti içselleştirmek ve kanıksatmak için nasıl korkunç enstrümanlar olabileceğini görürsünüz.

Ama şiddet üzerine düşünmeye ve şiddetsiz bir dünya hayal etmeye başladığınızda, şiddeti beslememek için durmanız gereken yerin, şu an herkesle birlikte durduğunuz yerden çok uzakta ve farklı olması sizi hemen caydırır.

Çünkü şiddeti reddettiğinizde duracağınız o yer, bir haksızlığı, hukuksuzluğu kayda geçirmek için avazınız çıktığı kadar bağırmaya başlamak istediğinizde sizden bağıramamanızı talep eder.

Bu haksızlığı yapanların sinirlerini bozacak sıfatlar, tanımlar, yakıştırmalar kullanmak istersiniz, o yerde kullanamazsınız.

Ortalığı ayağa kaldırasınız gelir. Kaldıramazsınız.

Çünkü bilirsiniz bunları yaptığınız anda eski yerinize, şiddeti kaçınılmaz bir savunma aracı olarak kabullenen sıradan kalabalığa geri dönersiniz. Sözlü şiddetinizle ayağa kaldırdığınız o fiziksel şiddet yandaşları kalabalığın içine kolayca ulaşır, size bir yumruk atar. Ve şiddet çift taraflı olarak bir kez daha şaha kalkar.

Kalabalıkların meşrulaştırırken sıradanlaştırdıkları şiddetin neyi çoğaltıp neyi azalttığını, neye yarayıp neye yaramadığını tartacak teraziyi kırıp atmanın bile bir şiddet eylemi olduğunu fark etmememenin bedeli çok ağırdır.

İyilik için yapılan kötülükler üzerine artık düşünmez olursunuz.

Daha da kötüsü, siz de iyilik için kötülük yapanlardan biri olursunuz.

                                                                  /././

Cari açık şampiyonu Türkiye -Mustafa Durmuş-

Uluslararası verilere göre, Türkiye ekonomisinden başka stagflasyona girmekte olan bir başka orta gelirli ülke yok

IMF, OECD ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar, ulusal ekonomileri küresel çapta kolektif eylem gerektiren potansiyel risklere karşı uyarmak amacıyla, cari fazla ve açıklarla ilgili olarak düzenli analizler ve değerlendirmeler yaparlar.

Nitekim aşağıdaki tablo IMF'nin Temmuz ayında yayımlanan son raporundan alındı. (1) Buna göre, Türkiye ekonomisi hem "gelişkin ekonomiler" hem de "yükselen ve gelişmekte olan ekonomiler" içinde, 2021-2023 döneminde en yüksek cari açık veren ekonomi oldu.

Almanya, İsveç, İsviçre, G. Kore, İspanya, Rusya, Malezya ve Çin gibi ülkeler cari fazla verirken; Birleşik Krallık, ABD, Polonya, Arjantin, Brezilya, Hindistan ve Türkiye gibi ülkeler cari açık vererek küresel dengeyi sağladılar.

Cari açıkla büyüyen ekonomi cari fazla ile daralıyor

Geçmişte asıl olarak yüksek cari açıkla büyüyen Türkiye ekonomisi bu aralar cari açığın azalmasıyla daralıyor.

Nitekim cari işlemler dengesi, yaz ve turizm mevsimi etkisi ile bu Haziran ayında 407 milyon dolar fazla verdi. Diğer taraftan geçen yılın aynı ayındaki cari fazlanın 768 milyon dolar olduğu dikkate alındığında, aslında cari fazlanın bu ayda yüzde 47 gerilediği ve cari dengenin yapısal sorunlarının sürdüğü görülüyor. Bu yılın ikinci çeyreğinde GSYH büyümesinin yüzde 2'nin altına düşmesi sürpriz olmaz.

Stagflasyon tehlikesi

Diğer yandan, cari açığın azalmasıyla birlikte bir başka ciddi sorun başladı. Ekonomik durgunluk, iflaslar, işten çıkarmalar, konkordatolar giderek arttı. Ekonomi yumuşak inişle değil, sert bir çakılmayla belirsizliğe sürükleniyor.

Yani artık yüksek enflasyonun yanı sıra durgunluk ve yüksek işsizlikle kendini gösteren ve adına stagflasyon denilen bir sorunumuz var. Uluslararası verilere göre, Türkiye ekonomisinden başka stagflasyona girmekte olan bir başka orta gelirli ülke yok.

Emperyalist kapitalist sisteme göbekten bağımlı ve etrafını zenginleştirmek ve iktidarda kalabilmek için antidemokratik her yolu deneyen bir oligarşinin uyguladığı ekonomi politikalarının başka bir sonuç üretmesi beklenemezdi.

"Aynı gemide değiliz"

Kimse "yeni ekonomi ekibi ile birlikte rasyonel ekonomi politikaları uygulanıyor, krizden çıkacağız, ancak bunun da bir bedeli olacak, hepimiz aynı gemideyiz sabır göstermek lazım" masallarına kanmamalı.

Bu toplumsal çöküşten kurtulmanın tek bir yolu var: Hemen emekten ve doğadan yana sosyo ekonomi politikalarını hayata geçirebilecek iradeye ve güce sahip bir  demokratik iktidarı iş başına getirmek.

Türkiye ekonomisi 2028'e kadar böyle gidemez, gitmemeli. Bu sadece ekonominin yıkımı değil, halkın iyice perişan olacağı anlamına gelir. Bunun sadece ekonomik değil, çok kötü sosyal sonuçları da olur. Son günlerde artan şiddet örnekleri aslında bunun bir fragmanı.

Özetle, erken bir genel seçim kaçınılmaz görünüyor. Hem toplumsal muhalefet hem de siyasal muhalefet bu ekonomik ve sosyal yaşamdaki bu gelişmeleri iyi değerlendirmeli, gerçekçi çözümlerini halka sunmalı ve erken bir seçimde demokrasiyi iş başına getirmek için çok çalışmalıdır.


Dipnotlar:

(1) https://imf.org/en/Publications/ESR/Issues/external-sector-report-2024 (12 July 2024).

                                                                          /././

Diyarbakır - Mersin hattında skunk operasyonundan yansıyanlar ve yeni Emniyet Genel Müdürü’nü bekleyen tablo -Tolga Şardan-

Teşkilat çok karışık. Tam bir ekipler, daha doğrusu cemaatler savaşı yaşanıyor. Üstelik savaşın şiddeti de çok yüksek. Demirtaş, bu ortamda hem teşkilatı yönetmek hem de kamu güvenliğinin sağlanmasında etkin politikalar ve uygulamaları hayata geçirmek zorunda

Skunk (Fotoğraf: Anadolu Ajansı)

Birbiri ardında ilginç olaylar yaşanmaya devam ediliyor, ülkede.

Büyüteç’te bugün, şüphelileri nedeniyle kamuoyuna açıklanmayan ve gizli tutulan bir uyuşturucu operasyonunu aktaracağım.

Yaşananlar henüz çok yeni. Olayların başlangıç noktası Diyarbakır. Son adresi ise, Mersin.

Geçen hafta sonu Gaziantep’te bir araçta arama yapan Gaziantep Emniyeti’ne bağlı narkotik polisleri, yaptıkları aramada bagajda 5 kilogramlık skunk adı verilen uyuşturucuyu buldu.

Aracı kullanan şüphelinin kimliğine bakan polisler, dikkat çekici bir durumla karşılaştılar.

Şüpheli S.N. adlı bir polis memuruydu! Mersin Emniyeti’nde görev yaptığı tespit edildi. Uyuşturucuya el konuldu. Ayrıca üst araması sırasında da 20 gram skunk bulundu. Şüpheli polis memuru, sorguya alındı.

Yeri gelişken, skunk hakkında kısa bilgi vermek uygun olacak.

Esrarın hammaddesi Hint kenevirinin laboratuvar ortamında diğer uyuşturucu maddelerle hibritleştirilerek elde edilen skunk, esrardan 20 kat daha fazla bağımlılık yapıcı özelliği olan bir uyuşturucu türü. Son yıllarda gerek fiyatının diğer uyuşturuculara göre ucuz olması, gerekse kolay bulunabilen ve etkili uyuşturucu olması, tercih edilmesinin ana sebebi.

Beyin üzerinde çok şiddetli etkilere sahip olduğu bilinen skunk, birçok hastalığa yol açmasının yanında ölüme de neden olabiliyor.

Son dönemde yurt içindeki en önemli üretim merkezi Diyarbakır kırsalı. Kentin Kocaköy, Lice ve Hazro ilçelerinde Hint kenevirinden yani esrardan üretiliyor ve normalin üçte bir fiyatına satılıyor.

Devam edeyim; polis memuru S.N., sorguda uyuşturucuyu Diyarbakır’dan alıp Mersin’e götürdüğünü, uyuşturucunun kendisine ait olmadığını, kendisi gibi Mersin Emniyeti’nde görev yapan bir meslektaşına ait olduğunu anlattı.

Sorgudan alınan bilgiler sonrasında Mersin Emniyeti’nde görev yapan polis memuru U.A., Mersin’de hakkındaki iddia nedeniyle gözaltına alındı. Evinde yapılan aramada 20 grama yakın skunk bulundu.

Asıl sorun sicillerde!

Buraya kadar olayın operasyon boyutunu aktardım. Şimdi daha ilginç bir bilgi vereyim.

Kurye olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan polis memuru S.N.’nin yakın zamana kadar Mersin Emniyeti Asayiş Şubesi’nde görev yaptığı ve geçen nisanda Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’ne (KOM) tayin edildiği ve Organize Suçlarla Mücadele Bürosu’nda görevlendirildiği anlaşıldı.

Uyuşturucunun sahibi olduğu iddiasıyla gözaltına alınan polis memuru U.E. ise, Çevik Kuvvet Şubesi’nde görevliyken tıpkı S.N. gibi geçen nisanda KOM Şubesi’ne atandı.

Üstelik Narkotik Suçlarla Mücadele Bürosu’nda göreve başladı!

Sonuç olarak, uyuşturucuyla mücadelede görev alan polis memuru, uyuşturucu ticareti iddiasıyla yakalandı.

Haklarında yapılan adli işlem sonrasında iki polis memuru tutuklandı.

Uyuşturucunun piyasa değerine gelince; Mersin Emniyeti, Mayıs 2022’de yürüttüğü uyuşturucu operasyonunda ele geçirilen 5.8 kilogram skunk’un piyasa değerini 750 bin lira olarak kamuoyuna duyurdu.

Güncel durumu, bu tespitten çok farklı değildir sanırım.

Bu olayın adli soruşturması kadar, idari süreci de çok önemli. Bildiğim kadarıyla her iki polis memuru da orta kıdemde yani en az 10 yıllık polis. Ayrıca her ikisinin üzerinde ve evindeki aramalarda 20 gram skunk bulunması da dikkat çekici.

Eser miktardaki uyuşturucuyu neden üzerinde ve evlerinde bulundurdukları yönünde henüz kesin bilgi olmamakla birlikte, bireysel kullanım olasılığı da var doğal olarak.

Tablo böyleyken, her iki polisin geçmişe dönük sicilleri önemli. Kim/kimlerin referansıyla polis oldukları, mesleğe girişteki sağlık raporları, sonrasındaki mesleki yaklaşımları, kişisel bağlantıları, Mersin Emniyeti’nde kim/kimlerin talebi ya da talimatıyla KOM Şubesi’ne geçiş yaptıkları sorularının yanıtları önemli elbette.

Bir ekleme daha yapayım; Diyarbakır’dan çıkan ve ülkeye yayılan skunk pazarı çerçevesinde son iki ayda bir bekçi, bir astsubay ve iki polis daha Gaziantep’te yakalanarak gözaltına alındı.

Bekçinin Kilis’e, astsubayın yabancı uyruklu öğrencilerin yoğun yaşadığı Karabük’e ve iki polisin de İstanbul’a götürmek amacıyla Diyarbakır’dan skunk aldıkları anlaşıldı.

Kamu güvenliği dip yaptı

Olanları okudukça “Memlekette tuz bile koktu?” dediğinizi duyar gibiyim.

Fakat memlekette tuz kokalı çok oldu maalesef.

Kurumların, kamu görevlilerinin, siyasetçilerin, yurttaşın, kısacası hemen herkesin ayarı iyiden iyiye bozulmuş durumda.

Gazetelerin “üçüncü sayfa haberi” olarak tanımladığı, memlekette günlük asayişi ve kamu güvenliğini bozan, “basit olaylar” şeklinde değerlendirilen vakalar, her geçen gün boyut değiştirerek ve hızla artarak toplumu fazlasıyla tehdit eder duruma geldi.

Toplum çıldırmış durumda adeta. Akıllara gelmeyecek, “Bu kadarı da yaşanmaz” denilen olaylar yaşanıyor, suçlar işleniyor. Hem de ülkenin dört bir yanında, her an karşımıza çıkarak.

İktidar, Gezi süreci benzeri olaylar zincirinin tekrar etmesinden fazlasıyla endişe duyuyor. Bu endişeyi iktidarın hemen her adımında görmek, hissetmek, anlamak mümkün.

Buna karşın, sokak olayları almış başını gidiyor. Üzerine bir de sokak suçlarıyla mücadele etmesi beklenen kolluk birimlerinde yaşananlar, gelecek için pek ümit vaat etmiyor, ne yazık ki.

Yeni Genel Müdür’ü bekleyen tablo

Yeni Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş, pazartesi itibarıyla görevine başladı. Demirtaş, tecrübeli bir mülki idare amiri ve vali. Mardin, Adana, Adıyaman ve Bursa gibi kritik kentlerde valilik yaptı.

Mülkiye Başmüfettişi kökenli olması ve dört kentte valilik yapması sayesinde Emniyet Teşkilatı’nı yakından tanıyan bir genel müdür.

Ancak yeni görevinde işi hiç kolay değil, fazlasıyla zor. Teşkilat çok karışık. Tam bir ekipler, daha doğrusu cemaatler savaşı yaşanıyor. Üstelik savaşın şiddeti de çok yüksek.

Demirtaş, bu ortamda hem teşkilatı yönetmek hem de kamu güvenliğinin sağlanmasında etkin politikalar ve uygulamaları hayata geçirmek zorunda.

Kendisinden beklenti büyük. Öncelikle teşkilat içinde tasfiye edilen Atatürkçü, liyakatli ve kıdemli amir ve müdürlerin yeniden sisteme kazandırılması meselesini çözmesi, aynı zamanda adeta Teksas’a dönen İstanbul’da neşter vurması gerekecek.

Belirtmek gerekir ki; kendisinden önce aynı koltukta oturan şimdinin İçişleri Bakan Yardımcısı Mehmet Aktaş, “düşük profilli genel müdür”, makamını devraldığı Erol Ayyıldız ise, “etkisiz eleman genel müdür” olarak anılıyor teşkilatta.

                                                                /././

Kendi canımızdan bile vazgeçmişlik düzeyinde bir tepkisizlik hâli -Tuğçe Tatari-

Kahramanmaraş merkezli depremlerin yarattığı hasarların hesabı, sorumlularından sorulamamaktadır. Bizler Ankara’dan, İstanbul’dan, İzmir’den bu haksızlıklara karşı toplumsal bir destek verebildik mi? Peki, beklenen İstanbul depremi uzmanların da uyardığı şiddette yaşanınca, İstanbullunun sesi için kimler bu ‘işler’e yeltenecek?

6 Şubat depremleri (Fotoğraf: Reuters)

İnsanın vatandaşı olduğu ülkenin devletinden ne bekleyeceği üç aşağı beş yukarı bellidir.
Toplumların yapısı, ahlaki değerleri, medeniyet düzeyi değiştikçe insanın devletten beklentileri de değişkenlik gösterebilir evet ama belli başlı konular sabittir.

Geri kalmış / bırakılmış ülkelerde belki halkın devletten birebir hesap sorabileceği gerçeği sümen altı edilmiş olabilir, bizde de başarılmak istendiği gibi…

Ama Londra’da yaşayan insanla Giresun’da yaşayan bir insanın devletten ilk bekleyeceği şey kolay kolay değişmez.

Bu da şüphesiz ki güvenlik olacaktır, beraberinde gelen güven ve adalet duygusu olacaktır.
"Adalet bir duygu olabilir mi?" diye soracak olursanız, adaletin cereyan etmesi kadar önemlidir vatandaşın hayat karşısında adalet duygusunu hissetmesi.

Olası bir mağduriyet durumunda devletin onun adına adaleti sağlayacağını bilmek hatta gerekirse tek bir vatandaşın hakkı için kendi içinde de olsa değişime gideceğini bilmek kıymetli bir güvenlik hissini de beraberinde getirir.

Bir devletten alınacak en temel hizmet de budur aslında.

Alacaklı tarafın en doğal beklentisidir de aynı zamanda. İnsanın kaliteli bir yaşamı sürdürebilmesinin tek yoludur bu duyguların sağlanması.

Ve aslında, yani normalde bir devletin büyüklüğü, ‘yüce’liği, diğer ülkelerden üstünlüğü sadece ve sadece vatandaşlarına sağladığı, sağlayabildiği haklar ve o hakları koruma düzeyi üzerinden değerlendirilebilir.

Siz kendinizi güvende, hakkı aranmış ve hatta teslim edilmiş, hukuk mekanizmaları doğru çalışmadıysa, adalet sağlanmadıysa, sağlanması için sistemi o yönde çalışmaya zorlayan bir devlet şemsiyesi altında yaşıyor hissediyor musunuz?

Bence bu sorunun cevabı çok önemli, üstelik sadece Türkiye için de değil. Dünyanın neresinde olursanız olun, alacağınız cevap o ülkenin röntgeni niteliğinden olacaktır.

“Bu girizgâhı neden yaptın, biz zaten durumumuzun röntgeni ile her saniye yüzleşerek, burun buruna yaşamaya çalışıyoruz” diyenler olacaktır.

Ben asla durumun gerçekliği ile yeterince yüzleştiğimizi düşünmüyorum, aksine yüzleşmekten kaçınmaya çalıştığımız görüşündeyim.

Gerçeğin üzerine düşünmeden, yüzleşmeden yaşayıp gidiyoruz bir şekilde.

Aslında yazı yazmanın son yıllarda en belirgin motivasyon kaynağı hâline gelen, okuru soğuk duş etkisinde düşünmeye, hareketlenmeye, hakkını bilmeye / aramaya yönlendirme çabasıdır da biraz.

Bu çaba güdüsü bittiği noktada umut da biter.

O yüzden devam edelim biz…

Bakınız Türkiye bir deprem kuşağı ülkesi.

Depremden muaf bölgesi az...

Türkiye insanının en büyük korkularından biri de şüphesiz deprem.

Özellikle İstanbul’da yaşayanları, adeta ‘dünyanın son günü’ filmlerini aratmayacak bir ‘son’ bekliyor gibi duruyor.

İstanbullu da öylece bekliyor, o gün artık ne kaldıysa elinde, onu kullanarak yaşayabilecek mi yoksa yaşayamayacak mı?

Dağcılık, ilk yardım, arama kurtarma eğitimleri alsaydık iyiydi, onu da yapmadık. Saçma bir şekilde devlete güvendik herhâlde.

Gerekçesiz olduğunu bile bile.

Bakınız daha sadece 1,5 sene geçmiş Kahramanmaraş merkezli depremlerden bu yana. Ve konuya dair yürüyen tüm hukuk davaları bir şekilde akamete uğramış, donmuş veya tutuklusu salıverilerek sürmekte. Yani ülkenin bu derece göz önündeki bir konusu bile hasır altı edilmek üzere!

Anka Haber Ajansı'ndan Mehmet Oflaz’ın hazırladığı derleme, bu konu özelinde çok kıymetli.

11 şehri etkilemiş, 53 bini geçkin cana mal olmuş, 107 bini aşkın insanı yaralamış ve sayısı belirlenememiş kayıplarıyla dev bir acı yaşadık.

Toplumsal meseleleri üzerimizden yağ kadar hızlı atmamızla ünlendik evet ama insan yine de kendi canı mesele olduğunda daha mücadeleci olunacağını sanıyor, demek kendi canı da vereceği o efordan, çabadan değersiz…

Oysa oluşan toplumsal baskıların devleti harekete mecbur bıraktığı da biliniyor ama yine de oluşmuyor.

Kardeşlerim, köpekleri bir barınağa doldurup öldürmek istiyorlar, evet ama hepimizin aynı şekilde ölecek olmasını da sorun etmiyorlar ki!

Neyse ben konuya döneyim…

Yaşadıkları binaların çürüklüğü, kendilerine sunulan farklı deprem yönetmelikleri eşliğinde AKP’li kimi bürokratların da kamu görevlilerinin de ‘adı sanı belli’ inşaat firmalarının da yargılanmasını istiyor acılı insanlar, çok da normal.

Evlatlarının, sevdiklerinin cenazelerini, kendilerine ‘sağlam vaadi’yle satılmış binaların, dairelerin, evlerin, otellerin göçüğünden bile çıkaramadı insanlar.

Başına gelse, o göçüğün önünde kaybedersin sahip olduğun tüm insanlığı.

‘Sorumluları bulunsun’a adarsın kalan ömrünü.

Ama işte burada işler öyle yürümüyor.

Sen ölüyorsun, aslında öldürülmüş oluyorsun, yakınların üzerine bir bardak soğuk su içmeye davet ediliyor. Aksi yönde çabaların, hep devletin duvarına çarpmanla son buluyor.

Yazının başında devletin hissettireceği güven ve güvenlik meselelerinden söz etmiştik. Evet, devletin medeniyet ölçüsü düştükçe öldüğün için sen suçlu, bunun hesabını sorduğun için daha da suçlu olacağın bir kuyuda bulursun kendini!

Ondan diyoruz liyakat önemli diye, ondan diyoruz kadrolaşmada akrabasal özellikler değil; işlevsel, çözümsel, hizmeti vatandaşa verebilecek, deneyimli ve gerçekten hakkını vererek çalışacak insanlar gerekiyor diye.

Özetle… Gaziantep; Furkan Apartmanı, Kavak Apartmanı, Adıyaman Grand Isias Otel, Üzümkent Sitesi, Suedakent Sitesi, Burak Yapı Sitesi, rezidans, Emlakbank Konutları, Atilla Eren Apartmanı, Özkan City Blokları, Cemil Çapar Apartmanı, MGG Tower, Fuat Koku Sitesi, Ilgın Apartmanı, Selim Köse Apartmanı, Farklı Yaşam Rende Sitesi, Yağmur Apartmanı, Rana Apartmanı…

Malatya’da Kırçuval Otel, Hakim Bey Apartmanı; Kahramanmaraş’ta Ebrar Sitesi, Palmiye Sitesi, Ezgi Apartmanı, Sait Bey Sitesi, Penta Park Sitesi, Fazilet Apartmanı…

Adana; Hasan Alpargün Apartmanı, Tutar Yapı Sitesi…

Hepsi de hak arayışında yılgınlaştırılmış depremzede dosyaları. Çözümsüz kılınmış, zamana bırakılmış, yok olmaya mahkûm edilmiş davaların şikâyetçileri!

Bu saydığım şehirler ve yıkılan yapıların mağdurlarının giriştiği hukuki mücadeleye yönelik bilgiler detaylı şekilde haberde var, dileyen okuyabilir.

Ben bir özet paylaştım.

Ve paylaştığım bu özetin ortaya koyduğu fotoğrafı netlemeye çalıştım. Geri çekilmek isteyen bilirkişiler, daha iddianamesi bile hazırlanmayan dosyalar, AK Partili müteahhitlerin tahliyesi, büyük bölümü vatandaşların çabası ile yakalanmış ve tutuklanmış ‘kaçaklar’ın çoğunun kısa sürede tahliye edilmesi, asli kusurluların dahi salıverilmiş olması ve bunların ‘samimi beyanları’ gerekçe gösterilerek yapılması, tek bir kamu görevlisinin dahi yargılanmaması, deprem mağdurlarının hak arama şansı olmadığının, hukuk yollarının ‘devletin uygun bulduğu yönde’ kapalı olduğunun da ilanıdır aslında.

Kahramanmaraş merkezli depremlerin yarattığı hasarların hesabı sorumlularından sorulamamaktadır, İstanbul’unki sorulabilecek midir?

Bizler Ankara’dan, İstanbul’dan, İzmir’den bu haksızlıklara karşı toplumsal ve istikrarlı bir destek verebildik mi?

Devleti depremzede karşısında adaletli davranmaya, gerekirse bir kolunu kesmeye mecbur edebildik mi, ettik mi, etmeye yeltendik mi?

Peki, beklenen İstanbul depremi uzmanların da uyardığı şiddette yaşanınca, İstanbullunun sesi için kimler bu ‘işler’e yeltenecektir?

Bu soruları da soralım, bunlar da önemli sorular.

Depremden sağ kurtulursak bize ne olacak, nasıl devam edeceğiz, devlet bize vaat ettiği hangi görevleri yerine getirecek ve devlet hangi mağduriyetimiz karşısında ölümün, adaletsizliğin, sefaletin, acının, yokluğun düştüğü yönden taraf olacak?

Bunları soralım, lütfen sorgulayalım.

Depremzedeye dahi hukuki haklarını, sırf kendine de dokunacak diye vermeyen bir devletten kim, ne kadar ve hangi beklentide olmalıdır?

Bunları düşünelim ve hiç değilse ‘kendi canımız’ için devlette deprem konusunda bir yaptırım mecburiyeti, en azından ihtimali yaratalım…

Bunun için de her şeyden önce yapmamız gereken şey, ‘canı ilk yanan’ın mücadelesine destek vermektir. Bu konuyu zamana yayarak unutturmak isteyenlere karşı konuyu unutulmaz kılmak ve siyasetçileri deprem konusunda baskı altına alarak elle tutulur iyileşmeler için çabalamak durumunda bırakmak lazım.

Bakın, erken seçim lafları havalarda dönerken, hiç değilse bari oyunuzla, oy verme vaadi ile güç çok kısa süreli olarak sizdeyken, devleti yönetenlerin / yönetmeye talip olanların depremi önceliklendirmelerini sağlayın!

                                             T24 - GÜNDEM

ÇEDES'e karşı çıktığı için görev yeri değiştirilen öğretmen anlattı: "Çocuklar, üzerinde Atatürk resmi var diye parayı tutmuyor"

Sınıf öğretmeni Serkan Bebek, kamuoyunda tartışma yaratan "Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum" (ÇEDES) projesine karşı çıktığı için Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü'nce kınama cezası aldı ve görev yeri değiştirildi. Okul bölgesinde tarikatların etkili olduğunu iddia eden Bebek, "Bir kıraathane kiralamışlar. 'Çocuğum buraya gitti, Atatürk’e düşman ettiler. Paranın üzerinde Atatürk’ün resmi var diye parayı tutamayacak hale geldi' diyen veliler var. 'Tarikat istemiyoruz' demek Anayasa’yı savunmaktır. Ama beni sürdüler." dedi.(https://t24.com.tr/haber/cedes-e-karsi-ciktigi-icin-gorev-yeri-degistirilen-ogretmen-anlatti-cocuklar-uzerinde-ataturk-resmi-var-diye-parayi-tutmuyor,1180607)
                                                                 ***

Diyanet’e bütçe dayanmıyor: Vakfı AB’den 45 bin 870 Euro’luk hibe aldı -Ceren Bala Teke

2023 yılı bağış geliri 6 milyar TL’yi aşan ve iktisadi işletme geliri de 50 milyon TL’ye dayanan Türkiye Diyanet Vakfı, Erasmus+ kapsamında ‘Gençliğe Yönelik Çalışmalar İçin Kurumsal Kapasite Geliştirme’ projesi ile AB’den 45 bin 870 Euro’luk hibe aldı. Vakfın 2023 yılı mali bilançosuna göre; 2022 yılına oranla 57 kat artış kaydedildi. Buna göre, 2022’de 847 bin 254 TL olan vakfın ticari geliri, 2023 yılında 48 milyon 871 bin 23 TL’ye yükseldi. Vakfın ticari geliri büyük oranda, basın yayın alanında faaliyet gösteren TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi aracılığıyla sağlandı. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olan ve denetlenemeyen Türkiye Diyanet Vakfı, Erasmus+ kapsamında ‘Gençliğe Yönelik Çalışmalar İçin Kurumsal Kapasite Geliştirme’ projesi ile AB’den 45 bin 870 Euro’luk hibe aldı.(https://t24.com.tr/haber/diyanet-e-butce-dayanmiyor-vakfi-ab-den-45-bin-870-euro-luk-hibe-aldi,1180552)

                                 ***

Sağlıkçılar uyarıyor: Aşı karşıtlığı tehlikeli boyutlara ulaştı, Bakanlık rakamları paylaşmıyor!

aşı karşıtlığı

"İstanbul’da 17 bin doza yakın aşının yapılmadığını görüyoruz. Bunların yüzde 90’ı aşı reddi"

Türk Tabipleri Birliği Aile Hekimliği Kolu (TTB-AHEK) İstanbul’da aylık yaklaşık 10 bin aile hekimliğine kayıtlı çocuğun aşısının yapılamadığını bildirdi. Cumhuriyet’ten Merve Kılıç’a konuşan TTB-AHEK Başkanı Emrah Kırımlı, “Biz aşıyı yapamadığımız zaman il sağlık müdürlüklerine bilgi veriyoruz. Her aşı için 10 sayfa kağıt doldurarak belgeleri toplayıp gönderiyoruz. Onlar kontrol ediyorlar. Sonra da kabul edip etmediklerini kendi internet sitelerinde yayımlıyorlar. Biz böylelikle bütün illerde kaç doz aşı yapılmamış görebiliyoruz. Buna baktığımızda İstanbul’da 17 bin doza yakın aşının yapılmadığını görüyoruz. Bunların yüzde 90’ı aşı reddi. Bu da yüzde 5’lik nüfusa denk geliyor. Aşı reddi çok artmış durumda"  dedi.(https://t24.com.tr/haber/saglikcilar-uyariyor-asi-karsitligi-tehlikeli-boyutlara-ulasti-bakanlik-rakamlari-paylasmiyor,1180610)

(T24)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder