3 Ağustos 2024 Cumartesi

soL "KÖŞEBAŞI"+"GÜNDEM" -3 Ağustos 2024-

Günün sonunda kim kazanır? -Aydemir Güler-

Ama başaramazlarsa anketlerle ölçülemeyecek halk hareketlerini de önleyemeyecekleri kesindir. Bu ise laiklerin, halkçıların, yurtseverlerin, komünistlerin işi… 

Anketler AKP tabanından CHP’ye akış olduğunu söylüyor, ama bu haber biraz daha yakından bakılmayı hak ediyor. Siyasi iktidarın destekçi kesitlerinden en alttakileri orada tutan, “sadaka mekanizmasıydı.” Bu mekanizma lağvedilmiş değil, ama hayat pahalılığı karşısında verimi düşmüş olmalı. Ücretli kesimler ve emekliler, kendilerine ara ara sus payı verildiğinin gayet farkındalar. AKP’nin genel olarak el üstünde tuttuğu küçük ve orta burjuvazinin kredi imkânlarına ve “hamili kart düzeninin” nimetlerine giderek daha zor eriştiğini de görebiliyoruz. Bütün bunların bir sonucu olacak ve anketlerde görünecek elbette… 

Ama her şey ekonomiden ve ilgili tepkilerden ibaret değildir. Nitekim AKP iktidarı nice krizi kitlesel gelirleri yöneterek ve krizi büyük sermaye için fırsata çevirerek aşmadı mı? Bugün de bu seçenek gündem dışı sayılamaz. 

Bu konuda bir yargıya varabilmek için ideolojik, politik ve kurumsal düzeyde nelerin değiştiğine de bakmak gerekir. AKP’nin yığınları kendi ekseninde tutmasında ideolojisinin önemli bir etkisi vardı. Ancak kitlelere şırınga edilen gerici ideolojilerde çoktandır bir “bağımlılık evresine” girdik. Aynı etkiyi elde etmek için dozajın sürekli arttırılması gerekiyor! 

Dozaj arttıkça, gericiliğin konsantre özü olarak tarikatçılığa varıyoruz. İşte bu yol ters tepmektedir. Tarikatçı özü çıplaklaşan gericilik çoğunluğa bıkkınlık veriyor, ikna etme, heyecanlandırma gücü azalıyor. Bir yandan da bu yapılar holdingleştiklerinden işleri başlarından aşkın. Para saymaktan ideolojik örgütlenmeye eğilecek halleri kalmıyor!

Üstelik bu yol sadece Diyanet’e tarikat mührünü vurmakla da kalmıyor. Eğitim, sağlık, yargı, güvenlik bu yolun yolcuları. Gericiliğin bu kurumsal şişkinliği, düzenin egemenlik mekanizmalarında politik yarılmalara yol açmış bulunmaktadır. Ortaya sayısız özne çıkmakta, tarikatlar, partiler, parti içi hizipler, kurumlar, uluslararası bağlantılar kendi aralarında ve içlerinde kaotik bir çatışma yaşamaktadırlar. Örneğin MHP iktidar blokunun parçası olduğu kadar devlet içinde bir öznedir. AKP tek bir parti olmak bir yana, Saray’ın danışmanları ve bakanları paylaşım savaşlarının taşıyıcıları durumundadır. Bu yazının yazıldığı sıralarda İletişim Başkanlığı ile Anayasa Mahkemesi bir çete savaşına tutuşmuşlardı…

AKP şimdiye dek kitlelerin hoşnutsuzluğuna seslenebilmişse, tutan mesaj, yoksunlukların nedeninin “eski Türkiye” olduğu değildi aslında. Ama insanları kuyunun dibinden çıkartacak biricik kuvvetin kendisinde olduğuna inandırmasıydı. AKP’nin Şubat 2023 depreminin altında kalmamasının açıklaması da buradaydı. İktidarın “güçlülük imajı” zayıflasa da, milyonların muhtaçlığı o kadar şiddetliydi ki, yine de bir tek AKP’nin ipine tutunulabilirdi… 

2024 yazında durum, Gülen-Erdoğan iç savaşının bu imaja verdiği hasarla karşılaştırılabilir düzeydedir.

Gerekli bir not: Yarılan hatların herhangi bir yakasında laikliğin üremesi, 20 küsur yıl sonra artık mümkün olmaktan çıktı. Sekülarizmin babası CHP’nin köklerine yabancılaşması ilk kez olmuyor, ama geri dönüşsüz nokta geçilmiştir. CHP’nin solunda umutlanmak için hazır bekleyenler, umutlansın ve umut yaysın diye beslenenler olsa da, düzen siyasetinin alanı içinde laikliğin serpilemeyecek olması doğrudan sermaye sınıfının istemleriyle bağlantılıdır. 

Devam edelim… Bugünlere alternatifsizlik iddiası ve imajıyla gelen AKP’nin ülkenin birliğini, dolayısıyla devletin yönetilebilirliğini temsil gücü zayıflamış görünüyor. Bunda, yerel yönetimlerdeki CHP ağırlığının muhalefet olmaktan çıkıp düzen içi bir başka iktidar odağı haline gelmesi kritik rol oynamıştır. Yukarıda sayılan iktidar kurumlarının arasına katılmış bulunan CHP’nin, yeni arayışlara gayet açık durumdaki halk kitlelerine sözcülük ve önderlik etmek yerine düzenin diğer otoriteleriyle ortak dil tutturma gayreti bu anlamda tamamen stratejik bir tercihtir. Örneğin yoksulluğa karşı toplumsal bir hareketi arkasına alıp ufuktaki iktidara yürümek geçersizdir. CHP zaten iktidarın parçası olmuş bulunmaktadır. Bu arada CHP’nin içindeki hiziplerin de sözünü ettiğimiz kaos görüntüsünden bir eksiklikleri yoktur!

Ancak AKP de, elini ateşe sokmayıp kendi iktidar alanını sakin sakin genişletecek bir CHP karşısında, doğal olarak armut toplamayacaktır. CHP’yi girdiği iktidar alanından geri püskürtmek için çeşitli cephelerde güçlü operasyonlar yürütülmektedir. 

Örnek olsun; birincisi, belediyelerin CHP’nin yönetme yeteneğini göstermek yerine, tam tersine beceriksizliğinin kanıtlandığı kurumlar olması için baskı kurulmaktadır. Yerel yönetimlerin borçlarının merkez tarafından tahsil edilmesi, bunun için kaynakların radikal biçimde kesilmesi planı budur. Yoksa devlet bütçesini kemiren asıl faktörün sermaye olduğu açıktır. CHP’nin sıkıntısı ise bu konuda Beşli Çete lafının ötesine işaret edemeyişidir. Borçları yaratanın AKP belediyeciliği olduğu tezi, dümende CHP varken fazla yankı yapamaz. Asıl söylenmesi gereken, kamu kaynaklarını yağmalayanın belediyelerden önce tekeller olduğudur. Oysa CHP’nin iktidar blokuna giriş vizesi TÜSİAD sermayesinin mührünü taşımaktadır.

İkincisi, CHP, yerli-milli söyleminin patentinin AKP’de olması durumuyla başa çıkamamaktadır. Çünkü CHP yine iktidar blokuna giriş vizesini Batı emperyalizminden almaktadır. AKP Türkiye’den bir Türk-İslam emperyalisti türetmek için sermayenin bütün kesimlerinin hoşuna giden ve  kitlelerin ideolojik beklentilerinde de karşılığı olan bir yol haritasına sahiptir. Bu haritanın önemli kısmı uyduruk, demagojik falan olabilir. Ama mesele CHP’nin bu alana, 20 Temmuz’un yıldönümünde alıcısı çok sınırlı Kıbrıs afişleri yapıştırmanın ötesinde giremiyor olmasıdır. O kadar ki, AKP çoktan boşa düşmüş Mavi Vatan başlığını hatırlatınca, mesleği NATO’culuk olan CHP uzmanları tuzağa balıklama atlamakta ve aslında bağımsızlıkçılığı alaya almaktadırlar. O kadar ki, Özgür Özel’in ağzından Hamas liderinin öldürülmesini kınamak sözcüğü bile çıkamamakta, İsrail’in eylemini “tasvip etmiyoruz” şeklinde bir skandala imza atmaktadır. Belli ki, CHP Hamas’ın Batıda olduğu gibi Türkiye’de de yığınlar tarafından terör örgütü sayıldığını zannetmektedir! O sıralarda AKP, Rusya ile NATO arasında esir değişimine aracılık etmekte, Filistin’e diplomatik pencere olmak için -Çin’e yetişme şansı olmasa da- boş durmamaktadır. 

Bu köşede başka vesilelerle, anket denen olguya nasıl baktığımı yazmıştım. Toplumsal durumu yansıtmaya yaradığı düşünülen kamuoyu araştırmaları, bundan ziyade toplumsal durumu biçimlendirmenin aracıdır. Oy oranlarının doğru tahmin edilip edilmediği bir yana, CHP’nin bu biçimlendirme mecrasında AKP’nin önünde olduğu açıktır. Ancak belki de tek örnek budur! 

AKP’nin imza attığı toplumsal kaynamada yoksulluk var, liyakatsizlik var, laikliğin tasfiyesi var, ülkenin savaş tehdidine sokulması var. CHP’nin bu başlıklara doğru düzgün girmeden iktidara ilerlemesinin ise tek koşulu var: Elbirliğiyle bu sorunların kitlelerin davranışlarını etkileyemeyecek hale getirilmesi. Kah yoksulluğu eskiden olduğu gibi yöneterek, kah şovenizmi yükselterek… 

Ama başaramazlarsa anketlerle ölçülemeyecek halk hareketlerini de önleyemeyecekleri kesindir. Bu ise laiklerin, halkçıların, yurtseverlerin, komünistlerin işi… 

                                                               /././

Bir dünya sorunu olarak Filistin -Erhan Nalçacı-

Bizse barışın ancak insanlığın tekrar adalet ve sömürüsüz bir dünya hayalinin cisme kavuşmasıyla geleceğini biliyoruz.

Uluslararası bir cinayet makinesi haline gelen İsrail’in ve yönlendiricisi mi yoksa hamisi mi olduğu toz dumanın arasında karışan ABD’nin son eylemleri bir kez daha dünyayı savaşın eşiğine taşıdı. Kemal Okuyan’ın dün yayınlanan yazısındaki önemli saptamalara kaçırdıysanız bakabilirsiniz.1

İsrail önce yoksul ve günümüzün yaygın namussuzluğuna uymayan Yemen halkının direncini cezalandırmak için 1800 km’den Hudeyde Limanı’nı vurdu. Sivil ölümlerin yanında yoksullukla mücadele eden Yemen halkına ağır bir ekonomik darbe indirdi.

İsrail tarafı hala kabul etmese de Lübnan sınırında futbol maçı yapan Dürzi gençlerin vurulup öldürülmesi planlı bir İsrail işiydi ve Lübnan halkının kendi içinde bölünmesini hedefliyordu.

İsrail ve Hizbullah henüz angajman kurallarını bozmamışlar ve düşük yoğunluklu bir çatışma sergiliyorlardı. İsrail bunu ihlal etti ve önemli bir Hizbullah komutanına Beyrut’da bir füzeyle suikast düzenleyerek topyekûn savaşın kapısını araladı. Hemen sonra Hamas lideri Haniye’yi Tahran’da suikastla öldürdü. 

Artık her şey olabilir. Önümüzdeki hafta bütün dünya emekçi halkları kendilerini nereye yayılacağı belli olmayan akılsız bir yıkıcılığın içinde bulabilir.

Ama biz soğukkanlılığımızı koruyup, bir dünya meselesi olarak Filistin sorununu dönemlendirmeyi deneyelim. Böylece yaşananları daha kolay değerlendirebiliriz.

Uluslararası ilişkiler açısından önereceğimiz üç dönemin çok büyük bir olgusal zenginlik barındırdığını ve birçok önemli ara dönemi içerdiğini tahmin edersiniz. Ancak süreci “düşünülebilir” kılmak için bu genellemelere gereksinim var.  Bu konuda bu köşede kısa bir süre önce yapılan bir değerlendirmeye de bakılabilir. 2

1-Emperyalist müdahaleye karşı sınıf tavrı (1945-1990)

Önce İngiliz sonra ABD emperyalizminin Ortadoğu’da halkları bölmek ve kontrol etmek için başlattığı İsrail’in kuruluşu başından itibaren bir işgal projesiydi. Sovyetler Birliği dönemin özgünlüklerine bağlı olarak kısa bir bocalamadan sonra Filistin halkının yanında yer aldı. Daha adaletli ve sömürüsüz bir dünyanın kurulabileceği tezi Filistin mücadelesine hâkim oldu, hemen bütün Filistin direnişini temsil eden örgütler sol kanattaydı, İslamcılığın bir mezhebine dayalı direnişten pek bahsedilmiyordu.

Mısır Arap Cumhuriyeti’nin İsrail’i tanımasıyla sonuçlanan 1978 Camp David Anlaşması bu dönemin bir karşı-devrim furyasıyla sonlanmasının nedenlerinden biri miydi yoksa sonucu muydu, ayrı bir tartışma konusu. Ancak Sovyetler Birliği ve sosyalist dünyadaki karşı-devrim dalgası sınıf tavrına dayalı dönemin sonu oldu.

2-Dünya yeniden yapılandırılırken Filistin’de emperyalist barış (1993-2020)

Bu köşede çok işlediğimiz bir konu emperyalist hegemonyanın sadece savaşlarla değil barış anlaşmaları ile de sağlandığıydı. Sovyetler Birliği ortadan kalkınca ABD’nin kendi hegemonyasını dayatan Oslo Anlaşmalarına hem siyasi hem ideolojik zemin sağlanmıştı. Nasılsa daha adaletli ve sömürüsüz bir dünyanın imkânsız olduğu ve iyi kötü herkesin kapitalizme razı olması gerektiğine ilişkin öğütücü ideoloji 1993 ve 1995 Oslo Anlaşmalarının ruhunu oluşturdu.

Anlaşmalara Oslo adının verilmesi Norveç burjuvazinin bugün olduğu gibi emperyalizmin ikincil pis işlerinin taşeronluğunu yapmasıyla ilgiliydi. Filistin ve İsrail arasında görüşmeler Oslo’da pişirilmişti.

Anlaşma Washington’da 13 Eylül 1993’te imzalandı. İsrail’den Şimon Perez, Filistin Kurtuluş Örgütü’nden halen başta olan Mahmut Abbas katıldı. Ama törene katılan ilginç bir ismi hatırlamalıyız: Rusya’daki karşı devrimcilerin ilk Dışişleri Bakanı Andirey Koziref. Henüz Putin’in liderlik ettiği Rus burjuvazisinin ABD kuyrukçuluğuna dayanmayan politik hattı ortaya çıkmamıştı.

Oslo 1 Antlaşması’nın 13 Eylül 1993’te Washington’da imza töreninden bir sahne, Bill Clinton’ın patronajında İzak Rabin ve Yaser Arafat el sıkışıyor. El Fetih lideri Yaser Arafat’ın kendi katilleri olacak devletin başkanına gülen gözlerle bakması ve Clinton’un mağrur pis sırıtışı törene damgasını vurmuş.

Çok kısaca Oslo Anlaşmaları şunu getirdi: İsrail işgal ettikleri toprakların önemli bir kısmını koruyacak, Filistin Kurtuluş Örgütü İsrail’i tanıyacak, Filistinlilere yaşadıkları küçük bir alanda kısmi otonomi sağlanacak, kendi polis teşkilatını vb. oluşturabilecekler. Daha sonraki yıllarda İki devletli bir çözüm için görüşecekler.

Bu tam anlamıyla bir teslim projesiydi ve gerçekten sonuç İsrail’in daha fazla bölgeyi işgal etmesiyle, yaşamı Filistinliler için Gazze’de bombaların altında ve Batı Şeria’da örülmüş duvarların arasında yaşanmaz hale getirmesiyle sonuçlandı. Filistin halkı intifadalarla ayaklandı birçok kez, İslamcı örgütler direnişin bayrağını ele geçirdiler bu boşlukta. Filistin Yönetimi’nin bulunduğu bölge mağaza ve lokantaları ile emperyalist devletlerden gelen paraya yaslanarak kapitalizmin sahte tatlılıklarını dışa vuran bir görünüm kazandı.

2020’de ise Trump’ın döneminde belki Batı emperyalizminin Filistin’de son barış anlaşması olan İbrahim Anlaşmaları kabul oldu ve Körfez ülkeleri İsrail’i tanıdılar.

3-Emperyalist paylaşım savaşının fay hattı Filistin’den geçiyor (2021-…)

Çin’in uluslararası olaylara doğrudan kendi hegemonyasını oluşturacak şekilde müdahale ettiği pek görülmemişti. Ortadoğu’ya da sermaye ihracatı ve ticaret yoluyla nüfuz ediyordu. Hatta İsrail’deki Çin yatırımlarının ABD’yi endişelendirdiğini daha önce yazmıştık. 3

Ancak son üç yılda Çin tahminlerin ötesinde bir atak yaptı. Önce İran ve Suudi Arabistan arasında hiç bitmeyecek gibi gözüken husumeti büyük ölçüde çözdü, ikisi birden 2024’te BRICS üyesi oldular. İran 2023’te Şangay İşbirliği Örgütü’ne dâhil oldu ve bir yerde Çin’in güvenlik alanına katıldı.

Son olarak da geçtiğimiz Temmuz ayında, içlerinde Hamas ve El Fetih de olmak üzere on dört Filistin örgütünü Çin’de bir araya getirerek aralarında bir uzlaşmaya varmalarında büyük bir rol oynadı. Aşağıdaki fotoğraf Çin Dışişleri Bakanı’nın etrafında 14 örgütün bir araya geldiği toplantıda çekilmiş.

21-22 Temmuz 2024 tarihlerinde Pekin’de bir araya gelen Filistin örgütlerinin imzaladığı “Pekin Diyaloğu” toplantısından.

Çok kısaca, aralarında büyük sorunlar olan Hamas ve El Fetih başta olmak üzere bir araya gelecekler ve hem Gazze hem Batı Şeria’da ortak bir yönetim oluşturacaklar. Gazze’de hemen barışın sağlanmasından sonra Kudüs’ün Filistin başkenti olacağı iki devletli çözüm için uluslararası düzeyde adım atılacak.

Şimdi ABD desteği ve yönlendirmesinde İsrail’in kudurganlığı daha iyi anlaşılıyor. 

Bu arada Rus bürokrasisinde önemli bir yeri olan Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev Hamas liderine yapılan suikasttan sonra önemli bir açıklama yaptı. Rus devlet geleneğinde kendi keyfine göre açıklama yapma pek görülmediğine göre ona söyletmiş olabilirler. Medvedev “Ortadoğu’da barışı tesis etmenin yolunun topyekûn savaştan geçtiğini herkes biliyor” dedi.

Bu gelinen durumu özetliyor.

Bizse barışın ancak insanlığın tekrar adalet ve sömürüsüz bir dünya hayalinin cisme kavuşmasıyla geleceğini biliyoruz.

AYM’nin Can Atalay kararı: Hukuk(suzluk)la sınanmaya karşı durma bilinci -Neval Oğan Balkız*- 
Edmund Burke “Ne zaman özgürlük ve adalet arasında bir ayrım yapılsa, her ikisinin de güvende olmadığını düşünürüm" der.

Hukuk idesi eşitlik, amaca uygunluk ve hukuk güvenliği öğelerini barındırır. Bu öğeler “insanının birey ve kişi olarak özgürlük, güvenlik ve eşitlik gereksinimlerinden” doğar. Bu gereksinimlerin gerçekleştirilmesini nihai amacı olarak belirleyen ve temel değerler olarak yüklenen devlet de “hukuk devleti” diye tanımlanır.

Böyle bir devlette özgürlük, güvenlik ve eşitlik devletin üç boyutunu oluşturur. Hukukun oluşturulması, kurum ve kuruluşların örgütlenmesi ve işletilmesi bu amaç temelinde gerçekleşir. Teorik ve pratikte genel bir kabul ve ideal bir durum olarak, liberal bir hukuk devletinde devlet gücü, anayasa ile yasal hale getirilmiştir. Bu gücün hukuki sınırlarını temel insan hak ve özgürlükleri çizer. Kuvvetler ayrımı (yasama, yürütme, yargı erklerinin birbirinden bağımsız ve eşit konumlarda, kanunlar çerçevesinde işlev görmesi) ilkesi uygulanır. Vatandaşlara eşit muamele yapılır. Tüm idari makamlar yasalara bağlıdır. Tüm bireylere devlete karşı yargı himayesi sağlanır. Devlet gücünün anayasaya ve yasalara karşı kullanılması halinde, bundan zarar görenlere tazminat hakkı verilir. Devletin alacağı her türlü önlem, “ölçülülük” ilkesine uygun olmak zorundadır. En genel anlamıyla yönetilenlere “hukuk güvenliği” sağlanmış durumdadır.

İnsanın özgürlük, güvenlik ve eşitlik gereksinimleri siyasette ise özel alan, kamusal alan ve resmi alan olarak birimleşir. Düzen diye nitelenen siyasal eylem ve işlemler de bu birimlerin kendi aralarındaki etkileşimleri ve birbirini belirleyici nitelikleri sonucunda ortaya çıkan siyasal yapılardan oluşur.  

Dolayısıyla modern anayasal devlette, devlet organlarını ve erklerini belirleyen, onların birbirinden farklılaşmasını sağlayan “hukuk” oluyor. İktidar hukukla, hukuka başvurarak örgütleniyor. Server Tanilli’nin deyimiyle “hukuk; bir yandan iktidarı örgütler, kurumlaştırır, yönetilenler gözünde meşru da göstermeye yarar”. İktidar hukuku/yasaları ve hukuk uygulamasından doğan yargı işlevini belirle(ye)mez ve denetle(ye)mez. Tam tersine, iktidarın işlevleri hukuk tarafından belirlenir ve denetlenir. Bu ilke politikanın hukuku çelik ağların arasına alma girişimlerine karşı şeffaf, meşru bir koruma zırhı oluşturma anlamı taşır ve demokrasi açısından bir gerekliliği vurgular. Zira bu gereklilik iktidarın hem yürürlükteki pozitif hukuka uygun olma ölçüsünde kanuniliğini sağlar. Hem de toplumda belli bir zamanda yaygın olarak kabul gören “evrensel normlara” uygun yönetim biçimi olma ölçüsünde “meşruluğunu” temin eder. Böylece biri hukuksal (kanunsallık), diğeri sosyolojik (meşruiyet) olan iki koşulun bir arada gerçekleşmesine olanak yaratır. Friedrich Pollock, hukukun bu özelliğini "vücut için kemikler neyse, siyasal kurumlar için de hukukun önemi odur” şeklinde tanımlar. Pollock, hukukun siyasal, ekonomi-politik özelliğini açıklarken de “hukuk, bir bakıma toplumun egemen ideolojisini hem yansıtır hem de bekçiliğini yapar. Birey, grup ve sınıflararası ekonomik, sosyal ve siyasal çıkar çatışmalarının bir sonucu, daha doğrusu geçici dengesidir" der. Marks’a göreyse “hukuksal ilişki, kendisinde ekonomik ilişkilerin yansıdığı bir iradeler ilişkisinden başka bir şey değildir”.

Bu durumda şu sorular gündeme gelecektir. Hukuk; birey, grup ve sınıflararası ekonomik, sosyal ve siyasal çıkar çatışmalarının bir sonucu, geçici bir dengesi ise ve bu denge; bir kısım bireyler, gruplar veya sınıfların lehine veya aleyhine bozuluyorsa ne olacaktır? Ya da bir iradeler ilişkisi olan hukuksal ilişkide, (egemenliği kullanan) irade belirleyici oluyorsa, sonuçları ne olacaktır? Can Atalay dosyasında olanlar olacaktır!

Ne olmuştu?

Can Atalay, Gezi Parkı eylemleri dolayısıyla İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nce zorla hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs suçundan 18 yıl hapis cezasına mahkûm edilmişti. Karara karşı İstinaf Mahkemesinin onayından sonra Yargıtay’a başvurulmuştu. 

Dosya 3. Ceza Dairesi’nin incelemesinde iken 14.05.2023’te Atalay milletvekili seçildi.

Anayasanın 83. maddesi uyarınca dokunulmazlık kazanması nedeniyle Yargıtay’dan yargılamanın durdurulması ve tahliyesi istendi. Mahkeme, anayasanın 83/2 maddesine göre (suçun anayasanın 14. maddesinde sayılan durumlarla ilgili olması, suçun soruşturmasına seçimden önce başlanılması kaydıyla) anayasal düzene karşı suç işlenmesi halinde seçimden önce soruşturmasına başlanılması nedeniyle Atalay hakkında dokunulmazlığın kaldırılmasına gerek olmadığı gerekçesiyle, Atalay’ın yargılamasının durdurulması ve tahliye istemini reddedildi. Bu ret kararına karşı 20.07.2023’te Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuruda bulunuldu. Dava bireysel başvuru incelemesi aşamasındayken 28.09.2023’te Yargıtay hükmü onadı.

Anayasa Mahkemesi, 25.10.2013 tarihli kararı ile “anayasanın 14. maddesinin genel bir ilke koyduğu, hangi suçların madde kapsamına girdiğini belirtmediği, kişilerin işledikleri fiiller dolayısıyla kendilerine ne yapılacağını öngöremedikleri, suçun tarifinin açık ve kesin olmadığı, mevcut haliyle 14. maddenin mahkemelere suçu belirleme yetkisi verdiği, özgürlüklerin anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılamayacağı, özgürlüğü sınırlama yetkisinin 13. madde uyarınca parlamentoya ait olduğu, parlamentonun harekete geçerek anayasanın 14. maddesi doğrultusunda düzenleme yapması gerektiği, suç ve cezaların kanuniliği ilkesi ihlal edildiği için seçilme ve siyaset yapma, özgürlük ve güvenlik haklarının ihlal edildiğini” kabul etmiş; ihlalin ortadan kaldırılması, yeniden yargılama yapılması, infazın durdurulması, tahliyenin sağlanması, yeniden yapılacak yargılamada durma kararı verilmesi gerektiği kanaati ile dosyayı İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. 

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, AYM Kuruluş ve Yargılama Usulleri H.K. kanunun 50. maddesini gerekçe göstererek bireysel başvuruya konu ihlal kararını Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin verdiğini, onama ile davayı nihai karara bağladığını, yeniden değerlendirme yetkisinin yüksek mahkemeye ait olduğu gerekçesiyle dosyayı 3. Ceza Dairesi’ne gönderdi. (Bu gönderme kararı hukuka aykırıdır. Yargıtay hukuki denetim yapan yüksek mahkemedir. Yargılamayı yeniden yapma yetkisi yoktur. Bu nedenle ağır ceza mahkemesinin gönderme kararı “yokluk” ile sakat bir işlemdir. Yoklukla sakat işlem her zaman geri alınabilirdi.) 

Daire, (08.11.2023 tarihli) kararında anayasanın 83/2 ve 14. maddelerine göre seçimlerden önce anayasal düzene karşı suç işlemiş ve hakkında soruşturma açılmış milletvekillerinin dokunulmazlıklarının bulunmadığı, 14. madde kapsamına giren suçları soruşturma ve kovuşturma makamlarının belirleyebileceği, TCK’nin 312. maddesinde düzenlenen hükümeti yıkmaya teşebbüs suçunun da madde kapsamında olduğu, bu nedenlerle yasama dokunulmazlığından faydalanamayacağı, anayasanın 76 ve 84/2 maddeleri uyarınca milletvekilliğinin düşürülmesine, ayrıca mahkemelerinin 28.09.2023 tarihli kararı ile hükmün onandığı, kesinleşen hükmü artık AYM’nin inceleme yetkisinin olmadığı, AYM’nin süper temyiz makamı olmadığı, yetkisini aştığı, böylece anayasayı ihlal ettiği gerekçeleriyle AYM’nin kararına uyulmamasına, TBMM’ye milletvekilliğinin düşürülmesine ilişkin yazı yazılmasına, AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulmasına karar vermişti. 

‘Hukuki değerden yoksun kararı ile milletvekilliğinin düşürülmesi işlemi yok hükmünde’

Bu karara karşı yapılan başvuru üzerine, AYM’nin 1.08.2024 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan  kararında; Yargıtay 3.Ceza Dairesi'nin, Atalay ile ilgili hak ihlali kararını uygulamamasına ilişkin kararın mahkumiyet kararı değil, Türk hukukunda verilmesi mümkün olmayan, anayasanın tamamen dışında kalan ve hukuki dayanağı bulunmayan hukuki değerden yoksun bir yazı olduğuna, bu nedenle TBMM Genel Kurulu’nda okunan hukuki değerden yoksun bu karar ile milletvekilliğinin düşürülmesi işleminin de yok hükmünde olduğu saptandı.

Kurum ve kuruluşlara da hukuk dersi niteliğinde hatırlatmalar yaptı:

“Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararından sonra kararın hüküm fıkrasında belirtildiği şekliyle ihlale yol açan kararın ortadan kaldırılması anayasal bir zorunluluktur. Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararları yol gösterici veya tavsiye niteliğinde olmayıp bağlayıcı ve gereğinin yapılması konusunda otoritelere takdir hakkı bırakmayan kararlardır. Bu kapsamda derece mahkemelerinin takdir yetkisi bulunmamaktadır. Sadece mahkemeler değil diğer kamu otoriteleri de ihlal kararının gereğini yerine getirmek, ihlali gidermek ve ihlalin sürmesini önlemekle yükümlüdür.”

Bu koşullarda derhal; seçilme ve siyasi faaliyette bulunma, özgürlük ve güvenlik haklarının ihlal edildiği farklı tarihli kararla saptanmış olan Atalay hakkında, TBMM yeniden toplanmalı ve milletvekili olarak yemin etmesi ve görevine başlaması sağlanmalı, ihlallerin giderilmesi yönünde mahkûmiyet hükmünün infazı durdurulmalı, ceza infaz kurumundan tahliyesi sağlanmalı ve yeniden yapılacak yargılamada durma kararı verilmelidir. 

Hukukun ve AYM kararının gereğini savunmak bir kişi veya partiyi savunmak değildir

Anayasa Mahkemesi kararının yerine getirilmesini savunmak, “Can Atalay'ı ve partisini savunmak” değildir! 

Anayasadan arındırılmış, adeta anayasa dışına çıkarılmış bir devlet yapısı; anayasal parlamenter demokrasi niteliğinden bütünüyle arındırılmaya çalışılan bir yönetim sistemi; etkisiz ve geçersiz kılınmış kuvvetler ayrılığı ilkesi; insan hak ve özgürlüklerini oluşturan öncül ve ilkelerinden, bunların güvencesini oluşturan kural ve mekanizmalardan arındırılmış bir hukuk ve adaletten arındırılmaya çalışılan bir yargı işlevinin yaratıldığı koşullarda; hukuk devleti ve hukuk güvenliğini, diğer bir deyimle anayasanın uygulanmasını, hukukun üstünlüğünü, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığını ve yargısal karar hiyerarşisini, bu anlamda bağımsız tarafsız yargı güvencesini, temel hak ve özgürlüklerin herkes için ayrımsız şekilde korunmasını, seçme seçilme hak ve özgürlüğünün yerine getirilmesini savunmaktır. 

AKP’nin toplumda, hasımlar arasındaki bir siyasal cepheleşme olması gerekirken, iyi ve kötü arasındaki ahlaki bir karşıt olma, bir mücadeleye dönüştürdüğü biz/onlar ayrımında, “onlar” sayılan muhalif kesimleri sindirme, Ceza Hukukçusu Günter Jakobs’un tanımıyla; düşünceyi sorgulamaya, bu sorgulamadan yapılan çıkarımlara dayalı niyet saptamalarına göre “tehlikenin önlenmesine/ bertaraf edilmesine” yönelik olan “düşman ceza hukukunu” uygulama keyfiliğine karşı durmaktır! Bütün istediği iyi ya da kötü, kendi kişiliği, kendi hayatı ve şahsi onuru olarak gördüklerini korumak olan sıradan yurttaşı bile, tüm zamanlarını bunun için “sürekli bir savunma hali” içinde geçirmek zorunda bırakan  paradigmaya hayır demektir.

Edmund Burke “Ne zaman özgürlük ve adalet arasında bir ayrım yapılsa, her ikisinin de güvende olmadığını düşünürüm" der.

Bu anlamda da, hukuksuzluğa karşı durma bilinci, adalete ve eşitliğe dayalı, özgürlük ve adaletin güvende olduğu bir toplumsal yapıyı oluşturma ve sürdürme sorumluluğunu yerine getirme eylemliliği, bireysel ve toplumsal özgürlük için yeni olanaklar oluşturma arayışıdır.

*Hukukçu/Akademisyen                                 /././

'Önce yaya' ile 'önce vatan' tartışmaları arasında Kürtçe'nin hali ahvali -Özkan Öztaş-
Van ve Diyarbakır başta olmak üzere çeşitli Kürt illerinde yapılan Kürtçe yaya geçidi yazılamaları, Karayolları ekipleri tarafından silindi. Konu iktidarın Kürtçe politikalarını gündeme getirdi.

Kürtçe yazılan yaya geçidi ifadesinin silinmesinde ya da Kürtçe yazılmasında ne var ki diye düşünmeyin. Mevzunun evveliyatı ve iktidar açısından da Kürt diline yönelik politikaların ne kadar pragmatik olduğuyla alakalı bir yanı var. 

Konu gündeme ilk önce Van'da geldi. Van Büyükşehir Belediyesi, şehrin çeşitli noktalarındaki yollara Kürtçe ve Türkçe trafik uyarıları ekleyerek kentin çok dilli belediyecilik faaliyetlerini genişletmişti. Ancak bu uygulamanın ardından "Pêşî peya" yani "Önce yaya" gibi Kürtçe ikazların üzerine "Türkiye Türk'tür, Türk Kalacak" şeklinde yazılar yazılarak Kürtçe ifadeler kapatıldı. 

Konu da böylece tüm ülkenin gündemi haline geldi. Van'ı Diyarbakır ve Mardin'de yapılan uygulamalar takip etti. Van'daki örnekte Kürtçe yazılamaları silen 16 yaşındaki lise öğrencisi bir genç polis tarafından bilgilendirilmiş ve korunduğunu söylemişti. Ancak AKP iktidarı bu işlerin böyle basit biçimlerle ilerlemeyeceğine ikna olmuş olacak ki diğer örneklerde İçişleri Bakanlığı tarafından verilen talimatla Karayolları ekipleri tarafından silindi Kürtçe uyarılar. Hal böyle olunca da konu yargıya taşındı ve Diyarbakır Barosu yürütmeyi durdurma talebiyle dava açtı. 

'Sorun' yabancı dil mi yoksa Kürtçe mi?

Türkiye'de birçok örnekte farklı dillerde uyarı, ikaz, yönerge ya da reklam panoları yer alıyor. Bu tür örnekler kamusal alanlarda düzenlemeler ve uyarılar için yapılsa da yaygın örnekler, ekonomik alanlarda. Yani ya bir alışveriş konusu ya da ücrete tabi bir müzenin duyurusu. Muhatabı ise daha çok turistler. 

Akla ilk gelen örneklerden biri Trabzon. Yer yer milliyetçilerin "gazını almak" adına belediye tarafından "Arapça tabelalar söküldü" ya da "Arapça tabelalara izin verilmedi" gibi haberler duyulsa da gerçek pek de öyle değil. Sonuçta Trabzon için Arap turistler ciddi bir gelir kalemi oluşturuyor ve Trabzonlu esnaf bu durumdan pek de şikayetçi gibi görünmüyor. Dolayısıyla da yer yer özel kurumlar yer yer de belediye ve İl Turizm Müdürlüğü tarafından yapılan tabelalarda Arapça yazılara sıkça rastlıyorsunuz. 

          Trabzon'da yer alan Arapça trafik ve uyarı levhaları


















Trabzon'daki Arapça yazıların yanı sıra Antalya'da Rusça ya da Ukraynaca, İstanbul'da Çince tabela örnekleri de gündem olmuş, tartışılmıştı. 

Hal böyle olunca da "Sorun sadece Kürtçe olunca mı yaşanıyor?" sorusu geliyor akıllara. Oysa geçmişte AKP'nin "Açılım" ya da "Barış Süreci" adını verdiği dönemde yapılan farklı uygulama ve örnekler mevcut. 

Antalya ve İstanbul gibi örneklerde alışveriş reklamları ya da turistler için hazırlanan içeriklerde farklı dillere yer verildiği örnekler mevcut


















AKP'nin Kürt illerindeki Kürtçe faaliyetleri hala hafızalardaki yerini koruyor. AKP'nin özellikle seçim dönemlerinde artan Kürtçe faaliyetleri zaman zaman küçük ortağı MHP tarafından eleştirilse de seçimlere dönük bir yatırım olarak görülen Kürtçe faaliyetler, özellikle de Kürt illerindeki AKP'li Kürt adaylar ya da temsilciler tarafından sürdürülüyor. 

Zaman zaman aşı kampanyalarında İl Sağlık Müdürlükleri'nin ya da AKP'li belediyelerin de Kürtçe yaptığı duyurular mevcut. Hatta AKP'nin açılım süreci adı verilen dönemde yaptığı Kürtçe faaliyetler, Kürtçe kanalların açılması ve üniversitelerde Kürt dili bölümlerinin kurulması yine AKP'li isimler tarafından "devrim" olarak duyuruluyordu. 

AKP seçimlerde Kürt illerinde Kürtçe'yi özel olarak öne çıkarırken, "Barış Süreci" adı verilen dönemde yaptığı faaliyetler ise bir tür "devrim" olarak lanse ediliyordu. 





















Aynı uygulamayı AKP'li belediyeler yapsaydı yazılar silinir miydi?

Eskiden tabu olarak görülen ve varlığı dahi kabul edilen Kürtçe şimdilerde bir hegemonya tartışmasının konusu. Ya da farklı bir ifadeyle eğer Kürtçe tabela ve uygulamaları, bugün DEM Parti belediyelerinden önce kayyım belediyeleri ya da çok farklı manaya gelmemekle beraber AKP'li belediyeler yapmış olsaydı bu yazılar silinir miydi?

Soruyu biraz ayrıntılandıralım. Kayyum ya da AKP belediyelerinin yaptığı Kürtçe uyarı, ilan ya da uygulamalar neden daha önce silinmedi?

AKP şu an tek başına Kürtçe'den rahatsız demek bu nedenle sorunu ya da süreci biraz daha anlaşılmaz kılıyor. Sorun çünkü anadili sorununa sığmayacak kadar bütünlüklü ve ciddi.

Öncelikle AKP Kürtlerin, AKP dışındaki siyasi öznelerle yan yana gelmesinden duyduğu rahatsızlığını ortaya koyuyor. Yarın DEM Partili belediyelerin çok dilli programlarına destek vermek için Kürt illerindeki Hüda-Par ya da YRP belediyeleri benzer uygulamaları yapsa ne olacak? O örneklerde de silinecek mi?

Pek sanmıyorum. Tam da bu nedenle örnekteki belediyeler AKP ile ters düşmemek için bu tür uygulamalardan en azından şimdilik imtina edeceklerdir. Gelecekte de böylesi bir siyasi yatırımı asla boş geçmeyeceklerdir. 

Ağrı'nın Diyadin ilçesindeki Kayyım Belediyesi'nin "yanlışlıkla" kaldırdığı Kürtçe tabelalar dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun talimatıyla yeniden asılmıştı.










Sorun hiçbir zaman tek başına Kürtçe anadili meselesi değildi. Sorun her zaman bir yandan Türkiye burjuvazisinin tercihleri, eğilimi ve çıkarlarıyla ilgili bir konuydu. Bugün bu gerçek biraz daha bariz şekilde hissediliyor ve anlaşılıyor. 

Örnek olsun Kürtçe yapılan yaya geçidi yazılamalarının silinmesi için hiçbir hukuki gerekçe yok. Aynı durum halay çektikleri için gözaltına alınanlar için de geçerli. Zaten gözaltına alınanlar bir süre sonra sessiz sedasız bırakılıyor. Çünkü Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda geçmiş zamanlarda ilgili durumun suç olmadığına dair kararları var. 

"Önce Yaya" yazısının Kürtçe ifadesi milliyetçiler tarafından "Önce vatan" çıkışıyla mukayese ediliyor. Güya Kürtçe yapılan yazılamalar ülkenin birlik ve bütünlüğü başta olmak üzere bilcümle sorunu tetikleyebilirmiş. Müsade edilmemesi gerekirmiş ve İçişleri Bakanı'nın adımları yerindeymiş. 

Oysa bu uygulamalara AKP içinden de tepkiler yükselmeye başladı. Eski AKP milletvekili ya da bakanlar yapılan uygulamaların yerinde olmadığı ve vazgeçilmesi gerektiğine dair görüşler beyan etti. İçlerinden biri de Orhan Miroğlu'ydu. Kürtçe yavaş manasına gelen "Hêdî" kelimesinin silinesine "Yavaş babam yavaş" diyerek tepki gösteren Miroğlu, sorunun çözüleceğine dair beklentisini de ifade ediyordu.

Sorun bir yerlere Kürtçe ifade edilen uyarıların ya da ikazların ülkenin birlik ve bütünlüğüne dönük tehdit oluşturması değil elbette. Zaten bu kadar basit olsaydı o "birlik" ya da "bütünlük" aracın aldığı ilk virajda devrilirdi. Uyarının Kürtçe yazılıp yazılmadığı kazayı engelleyecek bir sonuç yaratmazdı. 

Diğer yandan yaşananlardan AKP'nin henüz bu başlıkta atacağı adımların zamanlaması konusunda bir karara varmadığı sonucu çıkıyor. Günü gelene kadar ise küçük ortak ve yerel muhataplar kabahatler işleyecek sonra da Erdoğan kahraman gibi devreye girerek sorunu çözmüş olacak.

Peki o zaman bu gündemin neden üzerini kaşıyorlar sorusu geliyor akla. Bunun cevabına "Onca yoksulluk varken" diye başlayabiliriz. Son zamanlarda meclise gelen kanun teklifleri ya da Kürt illerinde yaşanan Kürtçe yaya geçidi yazılarının gündemi bu kadar meşgul etmesi bir yandan da milyonlarca emekçinin yaşadığı yoksulluğu ve sefaleti en iyi manipüle eden araçlar olarak kullanılıyor iktidar tarafından. Yoksa yukarıda da değindiğimiz üzere AKP bu başlıkta, yıllar önce kendi attığı adımları yasaklıyor bugün. Anlaşılan o ki bugün konu sadece Kürtçenin kamusal alandaki kullanımının kısıtlanmasından ibaret değil. Aynı zamandan o dili kullanan milyonlarca emekçiyi de iktidarın tercih ettiği gündeme odaklamak niyetindeler. 

Ancak geriye bir gerçek kalacak. O da Kürt dili için verilecek mücadelenin sadece kültürel ya da dilbilimsel bir içeriğe sığdırılamayacağı gerçeği. Bu ülkede Kürtçe üzerinde yapılan tasarrufların tamamı Kürt emekçilerin bu düzene nasıl eklemleneceği ya da sömürünün hangi koşullarda devam edeceği tartışmalarının sonucu. Diğer bir ifadeyle Kürt emekçilerin verdikleri mücadele Kürtçenin de kaderini belirliyor. 

Yoksa patronlar için mevzu kasaların dolması, işlerin yürümesinden ibaret. Hangi dilde olduğuyla o kadar da ilgilenmiyorlar. Yoksa güya "Kürtçe devrimini" yapan AKP ile asfaltın ortasında Kürtçe yazıya tahammül edemeyen AKP aynı AKP. Dolayısıyla da ne sorunun Kürt diline sıkışmasına izin verilmeli ne de AKP'nin atacağı pozitif adımlarda kafaların karışıp yeni kahramanlar yaratılmasına müsaade edilmeli. 

Kürtçe, Kürt emekçilerinin eşitlik ve özgürlük mücadelesiyle geleceğe taşınabilir yalnızca. Kürt dili mücadelesi bir dil tartışmasından ibaret olsaydı TRT Kurdî ya da meşhur ifadesiyle TRT Şeş, mevcut sorunları çözmenin en önemli adımı olurdu.

Olmadı. 

Kürtçeleri yetersiz olduğu için değil, Kürt emekçileri için hiçbir şey söylemediği için olmadı. AKP hangi dilde konuştuğunuzdan önce kim için konuştuğunuza bakıyor çünkü. Bu nedenle de konunun siyasal önemi bir kez daha kendini hissettiriyor. Hem de hiç olmadığı kadar. 

                                                             /././

Cengiz Holding’den doğal zenginliği yoğun alana maden projesi -Yekta Armanc Hatipoğlu-
Cengiz Holding’in Eskişehir’de 28 endemik bitki türüne ev sahipliği yapan alanda yapmak istediği siyanürlü madencilik, hayata geçirilmesi durumunda bölgedeki yaşamı olumsuz etkileyecek.
Cengiz Holding’e bağlı Eti Bakır Anonim Şirketi, Eskişehir’in Tepebaşı ve Mihalgazi ilçelerine bağlı Alpagut ve Atalan mahallelerine yapılması planlanan “Alpagut-Atalan Altın-Gümüş Maden Ocağı ve Zenginleştirme Tesisi” için Eskişehir Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne 1 Temmuz’da başvuruda bulundu.

Maden ocağı kurulmak istenen alan doğal açıdan oldukça zengin. Projenin yapılması durumunda bölgede doğal hayatın ciddi anlamda yara alacağı ifade ediliyor. Türkiye’de nadir görülen mikroklima iklim özelliğine sahip Sakarya Vadisi’ne yakın olan maden alanında proje hayata geçirilirse bu iklim özelliğinin zarar göreceği de diğer bir iddia. Mikroklima, normalde geniş bölgede yetiştirilemeyen belli başlı bitkilerin küçük alanlarda yetiştirilebilmesine imkân sağlıyor. Bu imkân genellikle kuzey iklimlerindeki bitkilerin yetiştirilebilmesi adına oldukça önemli. Yanı başında siyanürlü maden araması yapılması planlanan Sakarya Vadisi, aynı zamanda Türkiye’nin narenciye ve sebze ihtiyacının yüzde 20’sini karşılıyor.
                                                         
Proje alanının uydudan görünüşü
Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) başvuru dosyasındaki bilgilere göre alan, 28 endemik ve bir tane endemik olmayıp tehlike kategorisi önemli olan bir bitki, 61 omurgalı ve 128 kuş türüne ev sahipliği yapıyor. Tespit edilen endemik bitkilerden bir tür tehdit altında, bir tür tehdit altına girmeye aday ve diğer 26 tür ise en az tehdit altında kategorisinde bulunuyor.
Atalan’a 1300, Avlamış’a 3100, Alpagat’a 3300 metre mesafede kurulması planlanan ocak, yöre halkının hayvancılık ve tarım faaliyetlerine de engel olacak.
ÇED raporunda, proje alanının yerleşim yerlerine olan uzaklığını gösteren tablo.

Cengiz Holding daha önce iki kere başvuruda bulunup geri çekmiş: ‘Önceden istedikleri alan 700 küsur, şimdi istedikleri alan 2740 hektarlık’

Proje, bölgeye vereceği zara nedeniyle meslek odaları ve çevre dernekleri tarafından eleştiriliyor. Eskişehir Çevre Koruma ve Geliştirme Derneği (ESÇEVDER) ve Eskişehir Bilecik Tabip Odası projeye karşı çıkan kurumların başında geliyor.

Projeyi ve detaylarını ESÇEVDER Başkanı Sadık Yurtman ve Eskişehir Bilecik Tabip Odası Başkanı Dr. Nazan Başıbüyük ile konuştuk.

Yurtman, Cengiz Holding’in yerel seçimlerden önce Alpagut ve Atalan mahallelerinde maden ocağı için iki kere başvuruda bulunduğunu ancak ikisini de geri çektiğini söyleyerek sözlerine başladı:

“Cengiz Holding, seçimden önce iki kere Alpagut ve Atalan mahallerinde altın ve gümüş maden ocağı ve zenginleştirme tesisi için başvurularını yaptı ama ikisini de geri çekti. Yerel seçimden dolayı geri çektiğini tahmin ediyoruz, bir diğer sebep de eskiden 700 küsur hektarlıktı istedikleri alan, şimdi 2740 hektara çıktı. 15 yıl olarak planlanıyor ve yılda da 12 milyon tonluk kazı yapılacak; atlatmalı ve açık ocak işletmeciliği, siyanürlü, yığın liç yöntemiyle altın ve gümüş çıkartılacak.”

‘Maden ocağı kurulmak istenen alanda 28 endemik bitki türü, 61 omurgalı türü, 128 kuş türü bulunuyor’

Maden ocağı açılmak istenen alanın yerleşim yerlerine yakınlığına ve bölgenin doğal zenginliğine değinen Yurtman, bu detayların Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) başvuru dosyasında olduğunu söyledi:

“Çıkartma yapılacak maden sahası Atalan’a 1300, Alpagat’a 3300 metre mesafede; dağlık, ormanlık bir arazi. Arazinin bir kısmı yöre halkının tarlası, çoğu da orman arazisi. ÇED başvuru dosyasında kendileri yazmışlar bölgenin doğal zenginliğini. 28 endemik bitki türü, 61 omurgalı türü, 128 kuş türü olduğu; birinci derece arkeolojik sit alanına 220 metre mesafede bu işi yapacaklarını ÇED başvuru dosyasına kendileri yazmış. Normalde bu kadar şey yazılmıyordu, bunları biz bulup yazıyor, itiraz ediyorduk. Burada hepsi yazılmış, dökülmüş. Bölge doğal olarak ciddi şekilde zengin.”

Yurtman, maden sahasındaki yüzde 40 eğimin akıllara İliç’teki faciayı getirdiğini, maden yapılması planlanan alanın İliç’tekinden 3-4 kat daha büyük olduğunu kaydetti:

“Maden sahasının en yüksek noktası 1285 metre, en düşüğü de 340 metre. Yani yüzde 40’tan fazla eğim var. Bu eğimli arazi aklımıza İliç’teki faciayı getiriyor. İliç’tekine benzer bir şeyin burada olmayacağını kimse garanti edemez. Öte yandan, yapılması planlanan alan İliç’tekinden 3-4 kat daha büyük. Bütün risk faktörlerinin üstüne bir de bunu eklemekte yarar var.”

Proje hayata geçerse yöre halkı üretimin yapamayacağı, bölgenin mikroklima özelliğinin yok olacağı iddia ediliyor

Bölgenin Sakarya Nehri ve Sakarya Vadisi’ne yakın olduğunu söyleyen Yurtman, projenin hayata geçirilmesi durumunda nehrin siyanürle zehirleneceğini, yöre halkının tarım ve hayvancılık yapamayacağını ve Sakarya Vadisi’nin mikroklima özelliğini kaybedeceğini belirtti. Yurtman, sözlerini bölge halkını projeye karşı bir araya getireceklerini söyleyerek noktaladı:

“Diğer bir problem Sakarya Nehri. Alanın hemen altından geçiyor nehir. Böyle bir yerde de altın ve gümüş çıkartmak için siyanür kullanılacak. Eğer proje yapılırsa koca bir nehir siyanürle zehirlenir. Aynı zamanda siyanür orada tarım ve hayvancılık yapan yöre halkını bir şey yapamaz hale getirecek. Yöre halkı üretim yapsa da ürettiğini satamayacak bir hale gelecek. Sakarya Vadisi, maden sahasının hemen altında bulunuyor, iklimi mikroklima özelliği taşıyor. Mikroklima ikliminde her türlü meyve-sebze üretilir, senede birkaç kez ürün alınır. Ancak bu maden buraya yapılırsa bölge bu özelliğini kaybeder.

Biz ESÇEVDER olarak yöre halkını bu projeye karşı bir araya getirmek için çeşitli kahve toplantıları yapmayı planlıyoruz. Şimdiden sesimizi çıkardık, devam edeceğiz.”

‘Ormanları, tarım alanları, meraları, akarsuları ve kültürel zenginliğiyle, şehrimizin ve ülkemizin gözbebeği bir bölgeden bahsediyoruz’

Eskişehir Bilecik Tabip Odası Başkanı Başıbüyük, sözlerine bölgenin doğal zenginliğini anlatarak başladı:

“Öncelikle, Cengiz Holding’e bağlı Eti Bakır A.Ş’nin altın madeni açmak istediği bölgeyi kısaca tarif etmek isterim. Bu bölge Eskişehir’e kuş uçuşu 20 dakika mesafede, Orta Sakarya Havzası’nda ve Sakarya Nehri’ne sadece 4 km uzaklıkta, Eskişehir’in Tepebaşı İlçesi Atalan Mahallesi ve Mihalgazi İlçesi Alpagut Mahallesi mevkiinde, verimli toprağı ile İç Anadolu’nun Çukurovası olarak anılan, dört mevsim zeytin ve narenciye dahil çok çeşitli sebzenin, meyvenin yetiştiği bir bölgedir. Ülkemizde Iğdır’la birlikte mikroklima özelliği olan iki bölgeden biridir. Maden projesinin sahasında 28 endemik bitki türü, 61 omurgalı türü ile 128 kuş türü olduğu biliniyor. Ayrıca birinci derecede arkeolojik sit alanına çok yakındır. Yani ormanları, tarım alanları, meraları, akarsuları ve kültürel zenginliğiyle, şehrimizin ve ülkemizin gözbebeği bir bölgeden bahsediyoruz.”

‘Seçim bitti ve maalesef ÇED süreci yeniden hareketlendirildi’

Süreci özetleyen Başıbüyük, yerel seçim öncesi ÇED başvurusunun durdurulmasının nedeninin seçim öncesi halkın tepkisini çekmemek olduğunu söyledi. Başıbüyük, seçimden sonra ÇED sürecinin hareketlendiğini kaydetti:

Süreci şöyle özetleyebiliriz: Şirketin 2022 yılında devraldığı maden arama ve işletme ruhsatı 2019 yılına dayanıyor, o dönemden bu yana bölgede yüzlerce ağaç kesildi, sondajlar açtı. Bu haliyle bile yürek acıtan bir görünüm oluştu.

Yerel seçim öncesi Ocak 2024’te, şirket ÇED başvurusunu durdurdu. Bunun nedeninin seçim öncesi bölge halkının tepkisini çekmemek olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil. Aslında bu bile bölgeye verilecek zararın açık bir kanıtıdır. Bu dönemde Eskişehir-Bilecik Tabip Odası’nın da bileşeni olduğu ‘Eskişehir Kıymetlidir Platformu’nun bölgedeki mücadelesinin çok önemli olduğunu belirtmeliyim.

Seçim bitti ve maalesef ÇED süreci yeniden hareketlendirildi. 5 Temmuz 2024’te, şirket ÇED başvuru dosyasını Eskişehir Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Müdürlüğüne teslim etti ve 5 gün gibi çok kısa bir süre sonra 10 Temmuz 2024’te, 15 Ağustos 2024’te Halkın Bilgilendirme Toplantısı’nın olacağı duyuruldu.

Üzerinde konuştuğumuz işletmede, ÇED ve ünitelerin toplam ruhsat alanı 1836 hektar, ÇED alanı 509 hektardır (716 futbol sahası). Alanda 750 m derinlikte dev bir çukur açılacak. 15 yıllık olarak planlanan projede yılda 12 milyon ton kazı yapılacak ve patlatmalı açık ocak işletmeciliği, siyanürlü yığın liç yöntemi ile altın ve gümüş çıkarılması hedefleniyor.

Bu yöntem sadece 5 ay önce 13 Şubat 2024’de 9 işçimizin can verdiği Erzincan-İliç madeninde kullanılan yöntemlerden biridir. Bu bölgedeki saha da tıpkı Erzincan İliç gibi tepede ve burada da eğim var ve biraz öncede belirttiğim gibi Sakarya Nehri’ne sadece 4 km mesafede. Bu eğimli arazi aklımıza yine hemen Erzincan İliç altın madenindeki siyanürlü yığın liçinin kaymasını getirmelidir.”

‘Bölgede madenciliğe izin verilirse halkımız üç önemli sağlık öğesini de kaybedecek’

Yapılması planlanan madencilik yönteminde uygulanan aşamaların her birinin sağlığa zararlı olduğunu söyleyen Başıbüyük, madenin bölgedeki yurttaşlara işsizlik, umutsuzluk ve ruhsal rahatsızlık olarak yansıyacağını belirtti:

“Patlatmalı açık ocak işletmeciliği, siyanürlü yığın liç yöntemi ile altın madenciliğinde, arama, sıyırma, patlatma, öğütme, siyanürleme ve depolama aşamaları vardır ve bu aşamaların her biri sağlığa zararlıdır. Bizler sağlığı, fiziksel, ruhsal ve sosyal olarak tam iyilik hali olarak tanımlarız. Oysa bölgede madenciliğe izin verilirse, halkımız bu üç önemli sağlık öğesini de maalesef kaybedecek.

Ne olacak? Ağaçlarımız kesilecek, ormanlarımız, tarım arazilerimiz yok edilecek, sondajlar, patlamalar ve işletme için kullanılacak milyonlarca ton su nedeniyle su kaynaklarımız kuruyacak, tarım, hayvancılık, arıcılık yok olacak. Binalarımız hasar görecek, temiz havamız yerini toza bırakacak, yüzyıllardır bu topraklarda üreten halkımız, çaresizce köylerinden göç edecek. İşsizlik, umutsuzluk ve ruhsal rahatsızlıklar olacak.”

Başıbüyük, madenin yapılması durumunda karşılaşılacak hastalıkları detaylandırarak sözlerini sürdürdü:

“Siyanür ve toprakta bulunan ve siyanürle temas edince serbest ve zararlı hale gelen arsenik, kurşun, cıva gibi ağır metaller, buharlaşma ve yağmur, sızma, taşma gibi yollarla Sakarya Nehri’ni de besleyen yer altı sularına karışacaklar, solunum, cilt teması veya bulaştıkları içme ve kullanma suları ve besin yoluyla vücuda girecekler ve kan hastalıkları, kalp yetmezliği, böbrek yetmezliği, akıl hastalıkları, anormal doğumlar, bebeklerde bedensel ve zihinsel gelişme geriliği ve cilt, prostat, karaciğer, mesane, böbrek, akciğer gibi çeşitli kanserlere neden olacaklar. Ayrıca, sondaj, patlatma ve taşıma sırasında oluşacak toz da amfizem, KOAH, silikozis, kanser gibi akciğer hastalıklara neden olacak. Kayaçları patlatma için dinamitler kullanılacak ve bu sırada oluşacak gürültü işitme sorunlarına ve ruhsal hastalıklara neden olacak.”

Maden bölgesinde oluşacak devasa pasa yığınlarının iş cinayetlerine yol açabileceğini söyleyen Başıbüyük, sağlık anlamında en büyük riski madence çalışacak işçilerin yaşayacağını söyledi. Başıbüyük, “vahşi madenciliğe” karşı olduklarını kaydetti:

“Önemli bir durum da siyanürlü yığın liçlerinde ve dev pasa dağlarında oluşacak kaymalar nedeniyle yaşanan iş cinayetleridir. Yukarıda saydığımız hastalıklar açısından en yüksek risk altında olanlar ise, o işletmede çalışan işçiler olacak maalesef. Kısaca anlatmaya çalıştığımız nedenlerle, yaşatmaya yemin etmiş bir meslek grubu olarak bu madene ve ülkemizin tüm varlıklarını talan eden vahşi madenciliğe karşı olduğumuzu ifade etmek isterim.”

                    6 Temmuz 2024, Eskişehir Kıymetlidir Platformu’nun Alpagut ziyaretinde çekilen fotoğraf

‘Bu maden işletmesinin kurulmasına izin vermeyeceğiz’

Bölge halkının da madene karşı olduğunu ifade eden Başıbüyük, yaklaşık beş yıl önce Eskişehir Tepebaşı Alpu Kömürlü Termik Santrali’nin yapımını durduklarını hatırlatarak, bu madenin yapılmasına da izin vermeyeceklerini söyledi:

“Yöre halkı her şeyin çok farkında, çok bilinçli ve yüksek sesle bu madene karşı olduklarını dile getiriyorlar. Eskişehir kent merkezinde ve siyanürün ve ağır metallerin bulaşacağı suların Karadeniz'e kadar ulaşacağı Sakarya Havzası’ndaki diğer illerimizdeki yurttaşlarımızın da konu hakkında bilgilenmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Basının desteği bu açıdan çok kıymetli bizler için. Eskişehir’de, yaklaşık beş yıl önce mücadele vererek Eskişehir Tepebaşı Alpu Kömürlü Termik Santrali’nin yapımını durdurduk. Bu maden işletmesinin kurulmasına da izin vermeyeceğiz.”

                                                     soL - GÜNDEM

İran-İsrail gerilimi: Pentagon bölgeye savaş uçakları ve gemiler gönderiyor

Haniye suikastı sonrası İran'ın İsrail'e misilleme yapacağı iddialarıyla bölgede gerilim arttı. ABD olası İran saldırısına karşı İsrail'e ilave askeri destek gönderiyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/iran-israil-gerilimi-pentagon-bolgeye-savas-ucaklari-ve-gemiler-gonderiyor-394468)

                                                                     ***

Japon Tütün açıklaması ve AKP'den sorulması gereken hesap

Türkiye’de son 12 yıldır artış trendinde olan tütün tüketimi, reel gelirlerin hızla eridiği günümüzde de artmaya devam ediyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/japon-tutun-aciklamasi-ve-akpden-sorulmasi-gereken-hesap-394469)
                                                                   ***

TKP Sabancı Holding’in kapısına dayandı: Telaş yapabilirsin champ!

Türkiye'nin en büyük sermaye gruplarına ait şirketler topluluklarından Yıldız, Rönesans, Koç ve Zorlu holdinglerin ardından TKP kampanyasına Sabancı Holding önünde yapılan eylemle devam etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/tkp-sabanci-holdingin-kapisina-dayandi-telas-yapabilirsin-champ-394467)

                                                                  ***

Rojava’da yüzlerce IŞİD’li serbest kaldı, Irak sınırını tahkim ediyor

ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri’nin bazı IŞİD’li mahkumları serbest bırakmasının ardından Irak İçişleri Bakanı bugün Suriye sınırında yeni karakol açılışına katıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/rojavada-yuzlerce-isidli-serbest-kaldi-irak-sinirini-tahkim-ediyor-394459)

                                                                 ***

AKP medyasında İran’a salvolar: Hızını alamadı, ‘İran derhal durdurulmalı’ dedi

Hamas lideri Haniye’nin Tahran’da suikastla öldürülmesinin ardından AKP medyası İran’a karşı kampanya başlattı. Yeni Şafak yazarı Kaplan “İran derhal durdurulmalı” dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/akp-medyasinda-irana-salvolar-hizini-alamadi-iran-derhal-durdurulmali-dedi-394458)

(soL)




                               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder