7 Ağustos 2024 Çarşamba

Türbülans + Temmuz neden 'kayıp ay' oldu; emek ve demokrasi güçlerini nasıl bir dönem bekliyor? + "GÜNDEM" -7 Ağustos 2024- EVRENSEL

                                                                 /././

Türbülans -M.Sinan Birdal-

               “Georges de La Tour’un “Karo Aslı Hilekar” (Le tricheur a l’as de carreau) adlı tablosu

Eğretileme klişeleştiğinde zihni felç edebilir, ancak kolay bir açıklamanın olmadığı veya henüz bütünlüklü bir izahın geliştirilemediği anlarda kaçınılmazdır. Uluslararası ilişkilerdeki güncel gelişmeleri türbülans diye tarif etmek mümkün. Savaş sonrası liberal düzenin bir yandan Rusya/Çin, diğer yandan aşırı sağ tarafından sarsıldığı bir süredir gündemdeydi. İçinde bulunduğumuz türbülansta düzen bizatihi onu kurtarması beklenen liberaller tarafından sarsılıyor. Liberal düzenin tüm uluslararası normlarının ve anayasal ilkelerinin dümdüz edildiği Ortadoğu krizi durumu ortaya koyuyor. Hafta başında ABD’de resesyon korkusuyla Asya borsalarında meydana gelen paniğin başlıca sebepleri arasında Washington’ın Ortadoğu’da yeni bir savaşa dahil olacağı korkusu sayılmaktaydı. Gideceği yönü dahi şaşıran ve birkaç ay sonra emekliye ayrılacak bir başkanın giderek tırmanmakta olan gerilime hakim olamayacağı olasılığının Asyalı yatırımcıları ürküttüğü konuşuluyorsa burada ABD’nin geleceğine yönelik hiçbir uçak gemisinin durduramayacağı ciddi bir risk oluşmuş demektir. Korkunun haklı ya da haksız, gerçek ya da hayali olmasının bir önemi yok. Politikada neticeye bakılır.

Rand Corporation’dan Dalia Dassa Kaye, Foreign Affairs dergisinin sitesinde soruyor: “Neden İsrail tırmandırmayı tercih etti?” başlığının hemen altında cevap veriyor: Caydırıcılığını restore edebilmek için. Hatırlanacağı üzere İsrail nisanda Şam’daki İran elçiliğini bombaladıktan sonra daha önce hiç karşılaşmadığı bir füze ve SİHA saldırısına uğramıştı. İran’ın önceden haber verdiği bu göstermelik saldırılar ancak ABD ve bölgesel müttefiklerinin yardımlarıyla savuşturulabildi. Bu hadise İsrail’in en önemli stratejik değeri olan kendi kendini koruyabilme, kendi güvenliğini sağlayabilme özelliğinin kaybedilmesi anlamına geliyordu. Netanyahu hükümeti böylece Gazze’de güç gösterisine giderken bölgesel caydırıcılığını bir anda harcadı. Geçen hafta girişilen suikastlarla Netanyahu yeniden korkulması gereken bir güç olduğunu ispatlamaya çalışıyor.

Suikastlarla ve taktik manevralarla caydırıcılık kazanmak akla pek yatmıyor, ancak elde başka bir araç var mı? Yine bir güç gösterisinin mevcut çaresizliği, seçeneksizliği ifşa ettiği bir andayız. Netanyahu’nun ordu ve istihbarat kurmaylarıyla yaptığı kavgaların basına sızmasının başka bir sebebi yok. Nitekim kurmay heyet herhangi bir politik stratejinin -yani hedefin ve hedefe ulaştıracak yöntemin- yokluğunda kazanılan askeri üstünlüğün hiçbir netice getirmeyeceğinin farkında. Kaye şöyle diyor:

“İsrail’in bölgesel hamlelerinin sınırını zorlamasının nedeni kendini güçlü değil, zayıf hissetmesi olabilir. Temel olarak, uzun erimli stratejik hesaplarını kararlarına çok az dahil ediyor. Hamas’ın 7 Ekim saldırısı [ülkenin] caydırıcılık duruşuna yıkıcı bir darbe indirdi. Şimdi daha büyük riskler alarak ve daha yüksek maliyetlerin altına girerek İsrail caydırıcılığı restore etmek için çılgın bir çabayla taktik avantajlar elde etmeye çalışıyor.”

Kaye’in tespiti doğruysa Netanyahu tırmanma hakimiyetiyle caydırıcılığı birbirine karıştırıyor demektir. Bir gerilimi tırmandırma inisiyatifini sürekli elinde bulundurmak hiçbir aktörü saldırılmaz kılmaz. Bu bakımdan en azından ilan edilen hedefle uygulanan yöntem uyumsuz. Lakin bu kontrolsüz kumara set çekebilecek bir güç henüz ortada yok.

An itibarıyla edindiğim izlenim tırmanmanın aktörlerin niyetlerinin ötesinde yapısal bir dinamik tarafından belirlendiği. Tam da bu durumlarda niyet analizleri de niyetleri çarpıtan, gizleyen hileler de çoğalır. Her aktör elindeki kartları göğsüne iyice yaklaştırıp blöf yaparken diğerlerinin atacağı adımı kestirmeye çalışıyor. Georges de La Tour’un “Karo Aslı Hilekar” (Le tricheur a l’as de carreau) adlı tablosu durumu güzel özetler. Herkes kendi hilesinin peşindeyken diğerinin yaptığı hileyi gözden kaçırması işten bile değildir.

                                                             /././

Temmuz neden 'kayıp ay' oldu; emek ve demokrasi güçlerini nasıl bir dönem bekliyor? -İhsan Çaralan-

Temmuz ayı sadece meteorolojik bakımdan çok sıcak bir ay değil aynı zamanda emekli maaşları ve asgari ücrete zam ile her sektörden işçilerin “ek zam” taleplerinin ayı olması bakımından emek mücadelesi açısından da sıcak bir aydı. Ama aynı zamanda hatta daha da önemli olarak 2024 Temmuz’u Erdoğan-Şimşek programının emekçilerin boğazını sıkacağı düzenlemelerin Meclisten geçirilip uygulamaya sokulacağı bir ay olması nedeniyle de emek ve demokrasi mücadelesi için de çok sıcak geçmesi beklenen bir aydı. Ama öyle olmadı.

Elbette geçmiş yıllara göre her sektörden işçilerin sorunlarını, çok daha büyümüş olmasına karşın ücretler “zam” ve “ek zam” talepleri açısından bile geriye düşmüş olması 2024 temmuzunu “kayıp ay” yaparken sorunu daha da büyütmüş olarak ağustos ve sonraki ayalara devretti.

Elbette burada “Temmuzda neden böyle oldu?” sorusunun “Sınıfın yeterince örgütlü olmaması” gibi çok genel bir karşılığı olsa da bu yanıt yeterince ikna edici değildir.

Çünkü gazetemize gelen işçi mektupları ve işçiler arasından yapılan haberlerde de somut çeşitli nedenler öne sürülmektedir.

Bu nedenleri;

İktidarın asgari ücrete zam yapmamasını, patronların ”Hükümet bile asgari ücrete zam yapmadı; biz nasıl yapalım?” demagojisini kullanarak işçileri bölmesi,Pek çok iş yerinde işçilerin daha önceki yıllarda öne çıkan işletmelerin adım atmasını beklemesi,“Durgunluk”, bazı iş yerlerinde, özellikle tekstilde işten çıkarmaların artması, bazı iş yerlerinin kapanmasının, patronların, “Biz zaten ayakta zor duruyoruz. Zam yaparsak batarız” propagandasının işçiler arasında etkili olması,Türk-İş, DİSK ve Hak-İş’in ortak bir bildiri yayımlayarak asgari ücrete zam ve diğer ücretlere enflasyonun aşındırmasını karşılayacak “ek zam” talebini de içeren 10 maddelik talepler manzumesinin konfederasyonlar tarafından bir adım atılacağı beklentisi yaratması…. gibi etkenler olduğunu söyleyebiliriz.

ÜÇ KONFEDERASYON 10 MADDELİK TALEPLER MANZUMESİNE SAHİP ÇIKMADI!

Türk-İş, Hak-İş ve DİSK, Erdoğan-Şimşek programının temeline konan vergi düzenlemeleri ve enflasyonun nedeninin asgari ücret ve genel olarak ücret ve maaşların yüksek olmasına bağlayan tutumu karşısında hiçbir tepki veremediler/vermediler!

Sanki o 10 maddelik bildiriyi kendileri ilan etmemiş ya da bu taleplerini tümü yerine getirilmiş gibi!

Türk-İş Başkanlar Kurulu dün toplandı. Bu yazının yazıldığı saatlerde Türk-İş Başkanlar Kurulunun ne karar aldığı belli değildi.

Tük-İş Başkanlar Kurulunun toplanacağının duyulması üzerine Hilal Tok arkadaşımızın Türk-İş’e bağlı sendikaların üyesi işçilerden görüşleri yansıttığı haberi dün gazetemizde yayımlandı. Hilal Tok’a konuşan işçiler sendika başkanlarına özetle “Çay içip pasta yemekle kalmayın temmuz ayında yayımladığınız 10 maddelik bildirideki hepimizin arkasında olduğumuz taleplere sahip çıkıp bundan sonra ne yapılacağına dair kararlar alın!” çağrısı yapıyorlar.

Siz bu haberi okurken Türk-İş Başkanlar Kurulunun ne karar aldığını, özellikle de 10 maddelik 9 Temmuz bildirisinin arkasında neden durmadıklarını, bundan sonra ne yapacakları konusunda bir karar alıp almadıklarını da biliyorsunuz.

İLERİ İŞÇİLER VE MÜCADELECİ SENDİKACILARIN İNİSİYATİF ALMAMASI

Elbette işçilerin, emekçilerin sendikalarının, konfederasyonlarının yöneticilerinin ne karar aldıklarını merak etmeleri, bu kararların beklenildiği gibi olmaması karşısında bir tepki ortaya koymaları sadece normal değil gereklidir. Bu yüzden önemlidir de!

Ama bugün bundan da önemlisi ileri işçilerin ve mücadeleci sendikacıların iş yeri, gerektiğinde iş kolu ve ülke düzeyinde inisiyatif alarak taleplerin elde edilmesi mücadelesinin başına geçemeye cesaret etmeleridir.

Bu sadece bugüne dair değil uzun zamandan beri böyledir.

Geriye dönüp baktığımızda;

İrili ufaklı az çok sınıfın zihninde iz bırakan iş yeri, iş kolu ve ulusal düzeydeki başarılı her grev ve direnişte,1960’ların ikici yarısında başlayıp 15-16 Haziran 1970’e gelen işçi sınıfımızın tarih sahnesine çıktığı büyük işçi eylemlerinde,1989’da “Bahar Eylemleri” denilen ileri işçilerin ve mücadeleci sendikacıların başına geçmesiyle başlayıp ’90’ların ilk yarısı boyunca da ilerleyen ve geri çekilen dalgalarla süren, hatta hükümet devirecek güce ulaşan grev ve direnişler,1998 ve 2015’teki iki büyük metal direnişi, ileri işçilerin ve mücadeleci sendikacıların inisiyatif alarak mücadelenin önüne düşmelerinin eseridir.

Sendika bürokrasisinin simgesi olan kimi sendika yöneticilerinin de bu mücadele içinde öne çıkmış olmalarını nedeni ise, kimi özgül durumlar bir yana bırakılırsa, kabaran işçi selinin önüne katılıp sürüklenmelerinden ibarettir!

Bugünün ileri işçileri ve mücadeleci sendikacıları, bu gerçeği unutmamak, sadece unutmamak değil bu geleneği zenginleştirerek sürdürmek yükümlülüğündedirler.

MÜCADELENİN BAŞARISINI NE BELİRLEYECEK?

 “Kayıp temmuz” derken de bunu, son yıllarda mücadele içinde deneyim kazanmış ileri işçiler ve mücadeleci sendikacıların kendilerinin gerekli inisiyatifi almamasıyla bağlantılı olduğunu bilmek durumundadırlar. Aksi halde temmuzun olduğu gibi ağustos ve sonraki sonbahar ayları da kayıp aylar olurlar.

Buna izin verilmemelidir.

Çünkü;

Sonbaharda yüz binlerce kamu işçisinin TİS süreci başlayacaktır.Önümüzdeki aylarda özel sektörde grup sözleşmelerinde yer almayan pek çok iş yerinde TİS süreçleri başlayacak. Asgari ücrete ve emekli maaşlarına yapılacak zamlar aralık ayında belirlenecektir.Üç konfederasyonun belirlediği taleplerin gündemden düşürülmeyip işçi ve emekçi yığınları içinde tartışmaya açılması.Ekim ayında Meclis açıldığında Öğretmenlik Meslek Kanunu ve 9. yargı paketi TBMM’de görüşülmeye başlanacak.10. yargı paketi ve 2. vergi paketinin önümüzdeki aylarda Meclise getirilmesi bekleniyor.Bu gelişmeler dikkate alındığında önümüzdeki dört-beş ayın emek ve demokrasi mücadelesi açısından çok önemli olacağı besbellidir.

 İleri işçi kesimleri ile mücadeleci sendikacıların yanı sıra emek ve demokrasi güçlerinin de sorumluluklarını buradan belirleyip seferber olmaları mücadelenin nasıl ve ne ölçüde başarıya uluşacağının belirleyicisi olacaktır.

                                                            /././

                                                  Evrensel-GÜNDEM

"Gazetecilik bu şekilde yaşam savaşını kaybetmeye mahkum" -Gözde Tüzer-

Kağıt, kalıp, elektrik, ulaşımdaki giderler; SGK ödemeleri, vergiler… Yerel basın ekonomik sorunlarla boğuşurken, BİK gazetelere “birleşin” diyor, tasarruf tedbirleri nedeniyle şubelerini kapatıyor.(https://www.evrensel.net/haber/524989)

                                                                     ***
Akçakoca'da altın madenine karşı tepki büyüyor: Kaplandede Dağında altın madenine izin vermeyeceğiz! -Özer Akdemir-

İstanbul'un su havzası Düzce'ye bağlı Akçakoca ilçesi yakınlarındaki Kaplandede dağında yapılmak istenen altın işletmeciliğine karşı yöre halkı tepki gösterdi: "Altın madenine izin vermeyeceğiz!"(https://www.evrensel.net/haber/524971)

                                                                   ***

Bangladeş'te Nobel Barış Ödüllü Muhammed Yunus, geçiş hükümetinin başına atandı

Bangladeş’teki geçici hükümete Nobel ödüllü Muhammed Yunus başkanlık edecek.(https://www.evrensel.net/haber/524992)

                                                                        ***
Hamas'ın yeni lideri Yahya Sinvar oldu

Hamas’ın Gazze’deki lideri Yahya Sinvar, İsmail Haniye'nin ardından Hamas’ın yeni Siyasi Büro Başkanı seçildi.(https://www.evrensel.net/haber/524982)

                                                                            ***
Alman tekellerinin karanlık tarihi -Gözde Tüzer-

Gazeteci David De Jong’un hazırladığı “Nazi Milyarderleri-Almanya’nın En Zengin Hanedanlarının Karanlık Tarihi” kitabı, Almanya’daki sanayi devlerinin Hitler rejimiyle iş birliğini belgeliyor.

Kuruluşunda beş parasız olan Adolf Hitler nasıl muazzam bir güç yaratabildi? Dönemin şirket patronları ne yaptı? Bu ailelerin kurucuları Hitler idaresinde nasıl gücünü katbekat artırdı? Nazi Almanyası çöktükten sonra ekseriyetinin elini kolunu sallayarak hayatına devam etmesine neden müsaade edildi? Ve neden üzerinden on yıllar geçtikten sonra varislerin çoğu atalarının işlediği suçları kabul etmek için kayda değer bir çabada bulunmuyor, tarihe bu meselelerin müphem kalmasını sağlayacak bir bakış açısıyla yaklaşıyor? Neden bu ailelerin vakıfları, medya ödülleri ve şirket merkezleri Nazi iş birlikçisi kuruluşlarının adını taşıyor? Ve kim bu aileler?

Tüm bu sorular ve cevapları Hollandalı Gazeteci David De Jong’un belgelerle ortaya koyduğu Kronik Yayınlarından çıkan “Nazi Milyarderleri- Almanya’nın En Zengin Hanedanlarının Karanlık Tarihi” kitabında yer alıyor.

De Jong; Almanya’daki milyar dolarlık şirketleri mercek altına alarak, ABD’nin savaş sonrası, Sovyetlere karşı Nazi destekçisi para baronlarına sahip çıktığını gösteriyor. Kitap hanedanların kuruluş hikayeleri, Nazi döneminde yaptıkları ve aile sırlarını anlatırken, okuyucuda bir “kurgu roman” hissi yaratıyor. Ancak tüm anlatılanlar gerçek ve belgelere dayalı. Kimler yok ki belgelerdeki isimlerde...

BMW, DAIMLER, ALLIANZ, PORSCHE, OETKER…

BMW’nin çoğunluk hissedarı Quandt; Daimler- Benz’in eski sahibi Flick; Allianz ve Munich Re’nin kurucularından von Finck; Volkswagen ile Porsche’yi kontrol eden Porsche- Piech; hamur malzemeleri, hazır gıda, bira ve lüks otel imparatorluğunun müsebbibi Oetker aileleri... Bu ailelerinin kurucuları Nazi milyarderleriydi.

David De Jong kitapta söz konusu ailelerin hâlâ milyarlarca avrosu ve ABD doları olduğunu ve varislerin bazılarının ticaret yapmayıp kendilerine miras kalan serveti idare ettiklerini belirterek “Buna mukabil çoğu kullandığımız arabalardan, içtiğimiz kahve ve biralara, kiraladığımız evlere, yaşadığımız topraklara ve hatta tatillerde iş gezilerinde kaldığımız otellere kadar birçok küresel çapta yaygın meşhur markalara sahip” diyor.

PARTİYE VE SS’YE ÜYE ‘PATRONLAR’

Kitapta bu insanların 2. Dünya Savaşı’na giden yolların döşendiği yıllarda ve savaş sürecinde Hitler rejimi ile iş birliği yaptığını, silah üreterek zorunlu ve köle işçi çalıştırarak Almanya ile Nazi işgalindeki topraklarda Yahudi ya da Yahudi olmayan şirketlere el koyarak hem kendilerini hem de şirketlerini zenginleştirdiği aktarılıyor. Üstelik söz konusu kodamanların bazıları Hitler’in ideolojisini sorgusuz sualsiz benimseyen ateşli birer Nazi’ydi. Fakat ekseriyeti sadece ne pahasına olursa olsun işini büyütmeye çalışan, ihtiyatlı, prensip sahibi olmayan fırsatçılardandı. Tümü Nazi devrinde partiye, SS’ye ya da her ikisine de üye oldu.

‘ELLERİNİ KOLLARINI SALLAYARAK SERBEST KALDILAR’

Savaş suçlarını görmezden gelen hatta bu savaş suçlarına ortak olan kodamanlara ne mi oldu? Amerika ile İngiltere siyasi menfaat namına ve ensesinde hissettiği komünizm tehdidinin korkusuyla bu kodamanların ekseriyetini sessiz sedasız Almanya’ya teslim etti. Kitabın arka kapağında anlattığı gibi: “En önemlisi ise ABD’nin siyasi çıkarları adına bu hanedanların suçlarını nasıl akladığını ve kana bulanmış geçmişi nasıl örtbas ettiğini gösteriyor.” Yazar “Almanlar da bu suçlu patronların çoğunun ellerini kollarını sallayarak serbest kalmasına müsaade etti. Tüm bunlar yaşanırken soykırımla bağlantılarına dair ser verip sır vermediler yahut yalan söylediler” diyor.

(EVRENSEL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder