İlk 4 madde oyunu -Berkant Gültekin-
Meclis 1 Ekim günü açılacak ve anaakım siyasete anayasa tartışmaları yön verecek. Polemikler şimdiden başladı bile. Fitili Cumhur İttifakı çatısı altında parlamentoya giren HÜDA-PAR’ın Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu ateşledi. Yapcıoğlu, Anayasa’nın ilk 3 maddesinin değiştirilmesinin “teklif edilemeyeceğini” düzenleyen 4. maddenin değiştirilmesi gerektiğini söyledi. Bu sözler beklendiği üzere epey tepki üretti.
CHP, HÜDA-PAR’ın Hizbullah’ın Meclis’teki uzantısı olduğunu belirterek Yapıcıoğlu’nun bu sözleri söylemesinin altında, Türkiye’nin “laik bir devlet” olduğunu vurgulayan Anayasa hükmünün değiştirilmesi hedefi yattığını vurguladı. CHP lideri Özgür Özel de “Milliyetçi muhafazakârım diyenler, hele hele Tayyip Bey’in sağ kolunda HÜDA-PAR, öbür kolunda Devlet Bahçeli var. Devlet Bahçeli’ye soruyorum. Sen bu HÜDA-PAR’a ne diyorsun Devlet Bey? Kimler kimlerle beraber” ifadeleriyle iktidar içindeki çatlakları derinleştirmeye çalıştı. İYİ Parti lideri Musavat Dervişoğlu da Yapıcıoğlu hakkında sert sözler söyledi ve Anayasa’nın ilk 4 maddesine sahip çıktı.
Yapıcıoğlu, gelen eleştirilerin ardından yaptığı ikinci açıklamada, ilk 3 maddenin değil, sadece ilk 3 maddenin değiştirilemezliğini vurgulayan 4. maddenin değiştirilmesini talep ettiğini savundu. Bu açıklamayı yaparken “Ahmağa anlatır gibi” şeklinde bir tabir kullanması, tartışmanın alevini daha da harladı.
Daha sonra Özgür Özel’in sosyal medyadaki, “Oy toplarken, vatan, millet, ezan deyip milli ve dini duyguları sömürenler şimdi bayrağımıza, İstiklal Marşımıza, Ankara’nın başkent olmasına karşı olan Hüdapar'ın sırtını sıvazlıyor” paylaşımını alıntılayan Yapıcıoğlu, CHP’nin milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik ilkelerini anayasadan çıkarmayı vadeden 1950 tarihli seçim beyannamesini hatırlatarak kimin ne istediği konusunda suyu hepten bulandırdı.
AKP ve MHP’den de HÜDA-PAR liderinin çıkışına yönelik açıklamalar geldi. AKP Sözcüsü Ömer Çelik konuyla ilgili açıklamasında, “Anayasanın ilk 4 maddesindeki temel prensiplerle ilgili herhangi bir tartışma söz konusu değildir” derken, MHP Genel Başkan Yardımcısı İsmail Özdemir de paralel şekilde, “Anayasanın ilk 4 maddesi ile ilgili başlatılmak istenen tartışmalar boş ve beyhudedir” ifadelerini kullandı.
Meclis’te 4 vekile sahip HÜDA-PAR’ın başlattığı ve günlerdir devam eden Anayasa tartışmasının ülkeye nasıl bir faydasının olduğu muamma. Üstelik gelinen noktada, Anayasa’nın ilk 4 maddesi konusunda partilerin söyledikleri de birbirlerinden fersah fersah uzakta sayılmaz. Sadece biri, “4. maddeyi değiştirelim” diyor ama onun da gücü, çapı belli. Ayrıca HÜDA-PAR’ın lafıyla Anayasa değişse, tek düşüneceğimiz şey de 4. madde olmazdı herhalde.
Fakat bazılarına göre mesele o kadar basit değil. AKP, HÜDA-PAR aracılığıyla nabız yoklamak, halkın tepkisini ölçmek istiyor. Sanki bunun için başka bir partiye ihtiyaçları varmış gibi… Bu ülke çok yakın zaman önce açık açık “Laiklik yeni anayasada olmamalı”, “Allah’ın adı anayasaya girmeli” diyen Meclis Başkanı gördü.
Velhasıl bu ülke nabız yoklanacak aşamayı geçeli çok oluyor. Eğitim sisteminde dinin ağırlığı yıllar geçtikte artırıldı, üniversiteler bilim odaklı olmaktan çıkarıldı, laiklik ilkesi delik deşik edildi, seküler yaşam alışkanlıklarını boğmaya çalışan bir ton uygulama hayatımızın merkezinde… Yurttaşlık değil kulluk, kölelik kültürü inşa ediliyor. Tarikatlar, cemaatler dört bir yanı sarmış. Devlet başkalaşmış, biçim değiştirmiş.
Muhalefet bunlara bakmak yerine Anayasa’da laiklik var mı yok mu ona bakıyor. Anayasa’da laiklik duruyor durmasına da hayatın kendisinde yok, o ne olacak? Biraz da bunu dert etmek gerekmez mi? Biri Anayasa’nın ilk 4 maddesine dil uzatınca herkes yerinden fırlıyor ama savunulan ilkeleri güçlü bir toplumsal tepkiselliğe dönüştürme fikri hiçbirinin yol haritasında yok.
Sonuçta yine aynı oyunu izliyoruz. Kimlik siyasetinin sığ suları aşılamıyor. Resmi muhalefet iktidarda iç karışıklık yaratayım derken HÜDA-PAR’la boy hizasına geliyor. Emeği esas alan bir programla ülkenin gerçek sorunları iktidar açısından bir soruna dönüştürülemedikçe, Anayasa’nın değişmezliği üzerinden kendine alan yaratmaya çalışan muhalif siyaset, tam da bu yüzden iktidara Anayasa konuşturma fırsatı veren bir çıkmazda debelenmeye devam ediyor.
/././
Cumhuriyetin ‘metal yorgunluk’ öyküleri: İnönü’nün ‘yıllık izni’ -Şükrü Aslan-
87 yıl önce bugün, yeni rejimin ikinci adamı başbakan İsmet İnönü, ‘yıllık izne’ ayrılmış, yani görevini bırakmıştı. Görünür gerekçesi de şimdi yaygın olarak bilinen ‘metal yorgunluk ve istirahat ihtiyacı’ydı. Peki, görevden ayrılmanın sahici nedenleri neydi?
Yakın dönemde bazı AKP’li Belediye Başkanlarının görevlerini bırakmak zorunda kaldıkları ‘metal yorgunluk’ vakasına benzer biçimde, Cumhuriyetin de deneyimleri vardı. Onlardan biri 87 yıl önce, bugün gerçekleşmişti. Yeni rejimin ikinci adamı ve başbakan İsmet İnönü, ‘yıllık izne’ ayrılmış, yani görevini bırakmıştı. Gerekçeler de benzerdi: ‘yorgunluk ve istirahat ihtiyacı’! 20 Eylül 1937 tarihli Anadolu Ajansı tebliğine göre “Başvekil Malatya Mebusu İsmet İnönü’ne talep ve ricası üzerine, reisicumhur Atatürk tarafından bir buçuk ay mezuniyet verilmişti.” Yerine atanan Celal Bayar’a gönderilen Atatürk imzalı tebliğde de: “Başvekil İsmet İnönü şiddetli süren teessür neticesi olarak mutlak istirahat şeklinde mezuniyete ihtiyaç hissetmekte olduğundan bahisle, tedavisini bitirebilmek üzere bir buçuk ay müddetle mezuniyet istediği” yazılmıştı. Karara bir de resmi bir açıklama eklenmişti: “Tebeddül, hiçbir fikir ihtilafından doğmamıştır. Atatürk ile İnönü arasındaki arkadaşlık ve sevgi her vakit ki kadar derin ve samimidir.”
Karar türlü tartışmalara yol açmıştı. TAN Gazetesi başyazarı A. Emin Yalman “mezuniyetin tarzı alışılmış şekillere uygun olmadığı için, değişikliğin, ecnebi propagandasına geniş bir faaliyet alanı verdiğini, işin içinde işler var gibi gösterip meseleyi büyüttüğünü, her köşeden akla hayale gelmez rivayetler fışkırdığını” yazmıştı. Çünkü İnönü, görevinden ayrılmayı gerektirecek şekilde hasta olmadığı gibi, devam eden bir tedavisi de yoktu. Yıllar sonra oğlu Erdal İnönü anılarında, resmi açıklama ile gerçek durumun aynı olmadığını “tabii biraz zaman geçince durum anlaşıldı” diye ifade etmişti.
Atatürk, cumhurbaşkanı olduktan ölümüne kadar, dokuz kez hükümet kurma görevi vermiş ve bunların yedisinde İsmet İnönü’yü tercih etmişti. Ama Atatürk ve çevresindeki kişilerle İnönü arasında zaman zaman gerilimler olduğu biliniyordu. Bu gerilim Atatürk’ün çevresindeki kişilerle İnönü arasında çok daha net şekilde izlenebiliyordu. İsmet İnönü de bu durumu, “36 senesi ve 37 başı, olayların gittikçe birikerek yorgunluk ve gerginliğin artmış olması devridir. Türlü meselelerden Atatürk’le aramızda münakaşa çıkmıştır’ diye ifade etmişti.
İNÖNÜ’NÜN ‘YILLIK İZNE’ AYRILMASI
Atatürk, 19 Eylül 1937’de trenle Ankara’dan İstanbul’a gelirken Başbakan İnönü ile özel olarak görüşmüş ve görevini bırakmasını istemişti. Görünür gerekçesi de şimdi yaygın olarak bilinen ‘metal yorgunluk’ gibiydi. Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ün İnönü ile görüşmesini, kendisine birebir söylediğini aktarmıştı:
“İnönü ile yalnız kalınca; Ee, şimdi ne yapacağız diye söze başladım; iki eliyle yüzünü kapadı, heyecanlanmıştı. Teskine çalıştım; ‘sakin ol da meseleyi sükunetle konuşup halledelim’ dedim ve şöyle devam ettim: ‘Görüyorum ki sen çok yorgun ve hatta hastasın, uzun zaman istirahate ihtiyacın var; bu itibarla mesai arkadaşlığımıza bir müddet ara vermemiz muvafık olacaktır... Şimdi karar verelim, yerine kimi tavsiye edersin?’ diye sordum. Bu sualime, ‘sen kime emreder ve zahir olursan o muvafak olur’ cevabını verdi. Tekrar sordum, Celal Bey muvafık mıdır? Bunu da aynı şekilde cevaplandırdı. Fakat arkasından ‘Anayasaya göre yeni hükümetin bir hafta zarfında Büyük Millet Meclisinde programını okuyup, itimat istemesi lazım geldiğini, halbuki meclisin daha yeni dağıldığını, ikinci bir olağanüstü toplantının içeride ve dışarıda türlü tefsirlere yol açabileceğini, binanaleyh bu mühim noktanın da göz önüne alınması gerektiğini’ ileri sürdü. Ben de öyle biliyordum... ‘O halde sen, meclis açılıncaya kadar resmi bir mezuniyet alırsın, Celal bey şimdilik vekalet eder, meclis açıldıktan sonra da icabı yapılır’ dedim. Bunda mutabık kaldık... Ayağa kalktı, yorgun ve uykusuz olduğundan bahsederek sofrada bulunamayacağını söyledi. Ve müsaade alıp ayrıldı. İşte şimdilik vaziyet budur. Yalnız kafam bir noktaya takıldı; acaba anayasadaki hüküm bizim bildiğimiz gibi midir, ne dersin?”
Bu yolculuğu Şevket Süreyya Aydemir de yazmıştı. 19 Eylül 1937’de Atatürk, Ankara’dan özel trenle İstanbul’a hareket etmişti. Bir gün sonra II. Türk Tarih Kongresi Dolmabahçe’de yapılacaktı. Hareketten bir süre sonra Atatürk, yanındakilere, “Bizi paşayla yalnız bırakınız” demiş, hususi trenin arka salonunda başbakanla baş başa kalmışlardı. Diğer yol arkadaşları sofrada beklemekteydiler. Bir müddet geçince önce İnönü görünmüş, fakat yemek salonundan geçerek kendi kompartımanına gitmiş, sofraya oturmamıştı. Az sonra Atatürk gelmiş, sofraya oturmuş ve bir iki arkadaşına bakarak “oldu, bitti” demişti. Olup biten, İnönü’nün başbakanlık görevinden ayrılmasıydı. Tren ertesi sabah Haydarpaşa’ya vardığında, İnönü’ye yaklaşarak “paşam sarayda odanızı hazırlattım” diyen Afet İnan’a, Atatürk, “paşa evinde istirahat edecektir” diye cevap vermişti.
Belli ki İnönü, böyle bir konuşmayı beklememişti. Bundan dolayı şaşkınlık yaşamış, morali bozulmuştu. Dahası Atatürk aslında bu değişikliğe ve yerine Celal Bayar’ı getirmeye önceden kararı vermişti. İnönü anılarında bu yolculuğa ve hadiseye yer vermişti: “Trene girer girmez Atatürk beni yalnız yanına aldı. Akşam vukuu bulan çekişmelere, hadiselere, tartışmalara kısaca işaret ederek, şimdiye kadar beraber çalıştığımız zamanda pek çok defa kavga etmişizdir dedi. Ama bu kadar açıktan, bu kadar serti olmamıştı. Bu sebeple sizin çalışmanıza biraz aralık vermek doğru olacaktır dedi. Ben, onun bu sözünün çok isabetli olacağını söyleyerek atılgan bir tavırla, samimi bir tavırla karşıladım. Çok müteşekkir olurum dedim. Hakikatten yorgun ve çalışamaz bir hale gelmişimdir. Bana izin verirseniz çok müteşekkir kalacağım dedim. Onun üzerine derhal benim yerime getirmek istediği zatın ismini söyledi. Celal Beyi getireceğim dedi. Pek münasip olacağını, isabetli olacağını söyledim. Gerçek şudur ki samimi kanaatimi söylüyordum. O günkü mevzubahis olan beraber çalışma devrinde en iyi seçmenin bu olacağını samimi olarak söyledim.”
Özetle İnönü gerçekte yorgunluk ya da istirahat gerekçesiyle bir izin talebinde bulunmamış, teklif Atatürk’ten gelmişti. Kendisi de Atatürk’ün tercih ve kararına uygun cevaplar vermiş ve bu kararla Atatürk’le kişisel ilişkisi kesilmişti. Ortak arkadaşları Kazım Özalp’in yazdığına göre İnönü, rahatsızlığı süresince, bir kez bile Atatürk’ü ziyaret edememiş ve nihayet 10 Kasım 1938’de Atatürk’ün ölümü gerçekleşmişti.
GÖREVDEN AYRILMANIN SAHİCİ NEDENLERİ
Bu karar üzerine o günden başlayarak çok şey yazılmıştır. Atatürk’ün ‘hür teşebbüs’ fikrine yatkınlığından, İnönü’nün ‘devletçiliğine’ ve daha bir dizi görüş ayrılıklarına kadar iddialar ileri sürülmüş ama meraklılarını tatmin eden makul bir gerekçe bulunamamıştır. Yıllar sonra Abdi İpekçi, Celal Bayar’la yaptığı ve 12 Kasım 1974 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan söyleşisinde İnönü ile Atatürk arasındaki ihtilafın gerçek nedeninin ne olduğunu sormuş ve Bayar, “Ben o meselede İnönü’yü haksız bulurum. O çok uzundur” şeklinde belirsiz bir cevap vermişti. İpekçi “Kısaca lütfetmez misiniz” diye sorunca yanıtı daha da manidardı: “Kısaca izahı mümkün değildir”! İpekçi, ikna olmadığı için “izin verirseniz bu konuları ileride daha geniş ve buyurduğunuz gibi belgelere dayanarak konuşalım” diyerek bitirmişti.
Yıllar sonra yine devletin en üst yöneticilerinin konuşmalarındaki bir ayrıntı, bu kararın sahici gerekçesini daha iyi anlamamıza imkan sağlıyordu. Cumhurbaşkanlığı döneminde Süleyman Demirel’in Çankaya köşkündeki konuşmalarını derleyip, aktaran gazeteci Cüneyt Arcayürek, Demirel’in ağzından şu sözleri aktarmıştı:
“Atatürk ve mareşal Çakmak oturmuş, konuşmuşlar. Tunceli’yi temizlemek lazım geldiğine karar vermişler. İnönü’nün temizlik yapmaya fazla istekli olmadığını bildiklerinden, Bayar’a sormuşlar; “yapar mısın?” Celal bey bize anlattıydı. “Yaparım” demiş. Girişmişler. İsmet paşada bir parça Kürt kanı vardı. Erdal bey de bir iki kez ‘bizde biraz Kürt kanı vardır’ dedi.”
Resmi belgelerde yer almamış olan bu ayrıntı, İnönü’nün izin öyküsüne dair bütün boşlukları doldurmaktaydı. Bahsekonu tren yolculuğu başlamadan hemen önce 18 Eylül 1937’de, İnönü, başbakan olarak mecliste yaptığı konuşmada “birkaç aydır Türk efkarı umumiyesini işgal eden Tunceli hadisesi artık maziye karıştı demişti. İnönü’ye göre bundan sonra yapılacak şey Dersim’de dönüşüm sürecini gerçekleştirmekti. O günlerde ülkede günlük gazeteler, devletin Dersim’deki ‘başarılarını’ anlatan haberlerle doluydu. Üstelik haftalarca ‘Dersim İsyanının elebaşı’ olduğu ileri sürülen Seyit Rıza, diğer bazı aşiret önderleri tutuklanmışlardı ve Elazığ Cezaevi’nde bulunuyorlardı.
Ne var ki başbakan olarak İnönü’nün ‘maziye karıştı’ dediği sorun, Celal Bayar tarafından sanki yeni başlamış gibi anlatılmıştı. Bayar hükümeti için “Dersim sorunu” o kadar önemliydi ki görev süresi içinde çok kez konuyla ilgili demeçler vermiş, ilk yurt gezisini de Atatürk’ün başkanlığında bir heyetle “Doğu İlleri”ne yapmıştı. O kadar ki İhsan Sabri Çağlayangil’in detaylı olarak yazdığı gibi, Atatürk’ün başkanlığındaki heyet Elazığ’a varmadan, yasal süreç zorlanarak, Dersimin kanaat önderleri idam edilmişlerdi.
Bayar, Başbakanlığını takip eden 29.06.1938‘de TBMM’de yaptığı konuşmada sözü Dersim meselesine getirmiş ve şunları söylemişti: “Bu senenin dahili işleri noktayı nazarından size ehemmiyetle bahsetmeğe değer bir mevzuu vardır, o da Dersim meselesidir. (….) Dersim için tatbik ettiğimiz program icabı olarak bu meseleyi sureti katiyede tasfiye etmek için alacağımız bir tedbir daha vardır. Yakında ordumuz Dersim havalisinde manevralar yapacaktır. Ordumuz Dersim için vazife alacak ve umumi bir tarama hareketi ile tedip kuvvetlerine destek olaraktan, bu meseleyi kökünden söküp atacaktır!” Bayar hükümetinin hedefi çok netti.
Bu politik karara uygun olarak 1938’de Dersim’de askeri müdahale için her şey hazırlanmıştı. O kadar ki Elazığ’da Turan Matbaası’nda köy baskınlarının, ev yakmaların nasıl yapılacağını vb. anlatan bir kılavuz kitap bile bastırılmıştı. Genelkurmay tarafından hazırlanan rapora göre yeni harekatın maliyeti de, 100 gün için 979.007 lira olarak belirlenmişti. 1938 yaz ayları boyunca gün gün, insanı dehşete düşüren kitlesel kıyımın belgeleri düzenli olarak tutulmuştu. 1938 yılı Kasım ayında bu kez Bayar, “Dersim sorununun tarihe karıştığını” söylemişti. Tam da Arcayürek’in, Demirel’in ağzından aktardığı bilgilerle örtüşmüş olarak.
SONUÇ
İnönü’nün yerine Bayar’ın göreve getirilmesinin nedeni, gerçekte ekonomi politikalarına dair aralarındaki farklı yaklaşımlar değildi. Aksine Bayar, bu konuda önceki hükümetle farklı bir yaklaşımı olmadığını da açıkça belirtmişti. Bayar’a göre “parti hükümetlerinin kendilerine mahsus bir programı yoktu, takip edecekleri program, Cumhuriyet Halk Partisinin realist ve dinamik programıydı. Ayrıca daha İnönü’nün kabinesinde İktisat Vekili olarak görevdeyken yaptığı bir konuşmada, o zamanki hükümetin, özel teşebbüs ve devletçiliği birleştiren temel ekonomik politikasını kararlı bir şekilde savunmuştu. Yaygın iddiaların aksine asıl büyük ‘millileştirme’ kararları da Bayar hükümeti zamanında verilmişti.
Atatürk’ün ölümüyle birlikte hızlıca gündeme gelen cumhurbaşkanlığı sorununun çözümünde de Bayar’ın tutumu İnönü’nün lehineydi. Milletvekillerini oylamada serbest bırakmış ve İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasının yolunu açmıştı. İnönü de cumhurbaşkanı olarak hükümet kurma görevini yeniden Bayar’a vermişti ki, o koşullar içinde anlaşılır bir durumdu. Ama kabinede olmasını istemediği kişilerden birisinin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya olması dikkat çekiciydi. İnönü, Şükrü Kaya’yı, ‘Doğu’da devleti güç durumda bırakan yasadışı icraatları’ nedeniyle istememişti. İnönü’ye göre Dersim’le ilgili raporları tek kitapta toplama talimatı da onundu, koyu milliyetçi ve şiddet kullanma yanlısıydı.
Dersim, yeni rejimin kuruluşunun her aşamasında devletin merkezi gündemindeydi. Bunu bir dizi belgeden, karar ve uygulamadan izlemek mümkündü. Başbakan İsmet İnönü’nün 1937 Eylül ayında bir tür ‘metal yorgunluk’ ve ‘mezuniyete ihtiyaç duyduğu’ gerekçesiyle önce geçici, sonra da kalıcı şekilde görevinden alınmasında da, rejimin köklü bir tasfiyeyi öngören Dersim politikası belirleyici olmuştu. Tek parti yönetimi geleneğine göre ‘rıza göstermiş’ olsa da, bu elbette kendi tercihi değildi. Belki bu nedenle Cumhurbaşkanı olduğu ilk andan itibaren aldığı kararların bir kısmında, 1937’de doruğuna çıkmış, bu biriken tepkinin izleri vardı. İnönü’nün Cumhurbaşkanlığındaki ilk kararlara bu çerçeveden bakmak ilgi çekici olacaktır.
/././
Dikkat!: TES tuzağı! -Aziz Çelik-
Yeniden gündeme gelen Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) kıdem tazminatını ortadan kaldırma planının bir parçası. TES ikinci emekli aylığı iddiası ile pazarlanmaya çalışılıyor. Ancak bu, teknik olarak da mümkün değil.
Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) 2025-2027 dönemi Orta Vadeli Programı (OVP) ile birlikte yeniden gündeme geldi. OVP’de şu hedefe yer verildi: “Otomatik Katılım Sistemi (OKS)’nin işverenlerin de katkısı ile ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşeceği tamamlayıcı emeklilik sistemi kurulacaktır.”
TES yeni bir hedef değil. Yıllardır gündemde olan bir konu. Tamamlayıcı emeklilik sistemlerinin yaygınlaştırılması hedefi AKP’nin 12 Haziran 2011 seçimleri için hazırladığı “Hedef 2023” programında yer aldı.
Daha sonra 10'uncu Kalkınma Planında (2014-2018) tamamlayıcı emeklilik sistemi hedefine yer verildi 10. Planda ayrıca “bireysel hesaba dayanan bir kıdem tazminatı sistemi oluşturulacaktır” hedefi de yer aldı. 11'inci Kalkınma Planında da (2019-2023) tamamlayıcı emeklilik kurumlarının geliştirilmesi hedeflerin yer verildi. Planda bireysel emeklilik sistemi ile bireysel kıdem tazminatı fonunun entegre edileceği açıkça yazıldı. Son olarak 12'inci Kalkınma Planında (2024-2028) işveren katkısını da içeren ikinci basamak emeklilik sistemi olarak tamamlayıcı emeklilik sisteminin kurulacağı hedefi açıkça yer aldı. Görüldüğü gibi tamamlayıcı emeklilik sistemi uzun bir süredir gündemde olan bir konu. Yeni OVP’de yer alan TES yıllardır gündemde olan eski hedefin tekrarından ibarettir.
Son kalkınma planı ve orta vadeli programda yer alan TES hedefi halen var olan ve bireysel emeklilik sistemi (BES) olarak da bilinen otomatik katılım sisteminin (OKS) işverenlerin de katkısıyla TES’e dönüştürülmesidir. Otomatik katılım sistemiyle halen çalışanlardan yüzde 3 kesinti yapılıyor. Bu kesintiye devlet de yüzde 30 katkıda bulunuyor. Belirli bir süre sistemde kalma karşılığında bu miktar toplu para veya aylık olarak katılımcıya ödeniyor. Bu sisteme katılım otomatik ancak ayrılmak mümkün. Sistemde kalma zorunluluğu yok. İşte TES ile bu sistemin işveren katkısı ile genişletilmesi öngörülüyor. İddia ise ikinci emekli aylığı!
HEDEF KIDEM TAZMİNATI
Kamuoyuna ikinci emekli aylığı olarak sunulan TES’in en önemli boyutu kaynağının ne olacağıdır. Şu anda çalışandan kesilen primlerle kısmen gönüllü olarak işleyen otomatik katılımlı bireysel emeklilik sistemi TES haline geldiğinde kaynağı ne olacak? Konu gündeme geldiğinde TES’in “kıdem tazminatına çökme planı” olduğunu söyledim. Bu görüşümde ısrarlıyım. Büyün işaretler TES için kaynak olarak kıdem tazminatına göz dikildiğini gösteriyor.
11. Kalkınma Planında tamamlayıcı emeklilik sistemi açıkça kıdem tazminatı ile ilişkilendirilmişti. Muhtemelen geçmişte gelen ve gelebilecek büyük tepkiler nedeniyle 12. Kalkınma Planı ve yeni OVP’de TES’in kaynağı konusunda açık bir ifadeye yer verilmiyor. Ancak işverenler TES’in kendilerine yeni yük getirmesini istemediklerini açıkça ifade etti. TİSK Başkanı Cumhurbaşkanı ile görüşmesinde bu tutumlarını açıkladı. Dolayısıyla işverenlerin ek bir prim ödemek istemeyecekleri biliniyor. Bu durumda geriye kıdem tazminatı kalıyor.
TES’in detaylarına ilişkin kamuoyunda yer alan çeşitli haberlerde kaynağın kıdem tazminatı olduğu açıkça belirtiliyor. Örneğin hükümetin resmi ajansı niteliğinde olan Anadolu Ajansı 16.6.2020 tarihli ve “A'dan Z'ye tamamlayıcı emeklilik sistemi” başlıklı haberinde kaynağın kıdem tazminatı olduğu açıkça belirtildi. Yine 2025-2027 OVP’nin açıklanmasının ardından hükümete yakın gazeteler kaynağın kıdem tazminatı olduğunu yazdılar:
"TES taslağında, işverenler her ay çalışanlara maaşlarının yüzde 8,33'ünü tazminat olarak ödeyecek. Bu tutar, çalışanın kişisel hesabında toplanacak ve emeklilikte kullanılacak. TES ile beraber kıdem tazminatı, işten ayrılma durumunda alınamayacak" (Sabah, 8.9.2024). Sabah gazetesi benzer bir haberi 16.6.2020 tarihinde de yapmıştı.
Hürriyet gazetesi şimdilerde TES’in kıdem tazminatıyla ilgisi olmadığını yazan Noyan Doğan’a dayandırdığı 17 Şubat 2021 tarihli haberinde TES’in kaynağının kıdem tazminatı olduğunu yazıyordu.
Görüldüğü gibi TES’te bütün yollar kıdem tazminatına çıkıyor. Kıdem tazminatının tamamı veya bir bölümü bireysel bir fona aktarılarak TES için kullanılacak. Dolayısıyla yıllardır kurulamayan kıdem tazminatı fonu böylece kurulmuş olacak ve kıdem tazminatı tasfiye edilmiş olacak. Hedef kıdem tazminatını bireysel-özel bir sigorta sisteminin kaynağı olarak kullanmaktır.
SAFSATALAR
Kıdem tazminatını TES için kaynak olarak kullanırken muhtemelen iki gerekçeyi öne çıkaracaklar. İlki çalışanların kıdem tazminatını zaten alamadıkları ve TES yoluyla kıdem tazminatının da güvence altına alınacağı ikinci gerekçe ise ikinci emekli aylığı safsatası olacak.
Kıdem tazminatı hakkı ile ilgili çok büyük sorunlar yaşandığı biliniyor. İşçilerin önemli bir bölümü kıdem tazminatına erişemiyor. İşverenler kıdem tazminatını ödemiyor, geciktiriyor. Böylece çalışanların önemli bir kısmı kıdem tazminatından mahrum kalıyor. Dahası kıdem tazminatı hak ediş koşulları nedeniyle çalışanların iş değiştirmesini de zorlaştırıyor. Ancak bütün bu sorumlar kıdem tazminatının önemini ortadan kaldırmaz. Kıdem tazminatı işçinin gecikmiş ve birikmiş alacağıdır. Kıdem tazminatı ücret hakkının bir parçasıdır. Dolayısıyla var olan sorunların giderilerek kıdem tazminatının korunması gerekiyor. Çünkü kıdem tazminatı bir yanıyla işçinin iş güvencesi öte yanıyla emeklilikte toplu bir para olarak mali güvencesidir.
O nedenle kıdem tazminatına erişim kolaylaşmalı. Kıdem tazminatı işçinin kendi isteğiyle işten ayrılmasında da ödenmelidir. İşçi zaten işten ayrılırken ihbarda bulunuyor. Bir de üstüne kıdem tazminatının yanması adil değil. Öte yandan kıdem tazminatı alacağı güvence altına alınmalı ve işverenlerin kıdem tazminatı çökme uygulamalarına son verilmelidir. Bunun için ILO normlarına uygun yasal düzenleme yapılması yeterli olacaktır.
Dolayısıyla kıdem tazminatı bir işçi alacağı olarak korunmalı ve erişimi kolaylaştırılmalıdır. Kıdem tazminatı bir bireysel sigortacılık kaynağı olarak kullanılamaz. Sosyal güvenlik devletin görevidir. Sosyal güvenlik sistemi kamusal bir sistem olarak kalmalı ve güçlendirilmelidir. Kıdem tazminatı TES için heba edilemez.
Kıdem tazminatının her çalışan için erişilebilir olması ve güvence altında olması önemli bir konudur. Bu konuda mutlaka adım atılmalıdır. Ancak bunun yolu ne TES ne de kıdem tazminatı fonudur.
İKİNCİ EMEKLİ HARÇLIĞI
TES ile emeklilere ikinci “emekli maaşı” verileceği iddia ediliyor. TES her şeyden önce mevcut emeklilik sisteminin vahim durumda olduğunun ve mevcut emekli aylıklarının insanca yaşamaya yetmeyecek düzeyde olduğunun itirafıdır. Hükümet emekli aylıkları için bütçeden daha fazla kaynak ayıracak yerde bu kaynakları kısmayı hedeflerken emeklilere şaşırtmaca yapıyor. Hükümet emeklilere “emekli aylıklarını artırmayacağız. Siz en iyisi kıdem tazminatını bize verin biz de emekli olduğunuzda size emekli aylıkları üstüne bir harçlık ekleyelim” demeye getiriyor.
TES ile ikinci emekli aylığı ödeneceği iddiası safsatadır. He şeyden önce TES kamusal bir sistem değil. Bu sistemde primler özel fonlar aracılığı ile nemalandırılacak. Böylece özel sigortacılık ve bankacılık sistemine büyük bir kaynak sağlanmış olacak. Bu sistemin hükümet için düşük faizli borçlanma aracı olacağını da söylemek mümkün. Sistem piyasa risklerine ve belirsizliklerine açık olacaktır.
Dolayısıyla bu sistemde sosyal sigorta sisteminde olduğu gibi sabit bir gelir garantisi mümkün değil. Dahası öngörülen toplam prim kesintisiyle (yaklaşık yüzde 8 civarı) ikinci bir emekli aylığı ödenmesi mümkün değil. Şu anda uzun vadeli sigorta kolları için SGK’ye çalışanlar yüzde 20 prim yatırmaktadır. Bu primlere yüzde 25 oranında devlet katkısı eklenmektedir. Dolaysıyla şu anda SGK’nin uzun vadeli sigorta primi fiilen yüzde 25’tir. SGK’nin yüzde 25 prim kesintiyle verebildiği emekli aylığını yüzde 8’lik TES primi ile vermek olanaksızdır. Nitekim halen uygulanmakta olan otomatik katılım sistemine dayalı bireysel emeklilik sisteminin getiri projeksiyonları ikinci emekli aylığı iddiasının safsata olduğu göstermektedir.
Şu anki otomatik katılım sistemi projeksiyonlarını (emeklilik gösterim merkezinde yer alan projeksiyonlara dayanarak) TES’e uyarladığımızda şöyle bir tablo çıkmaktadır: Örneğin 25 yıl boyunca asgari ücret üzerinden yüzde 8 oranında TES primi ödeyen ve yüzde 30 devlet katkısı alan bir çalışan 25 yıl sonra yüzde 3 reel getiri ile (enflasyonun sabit olduğunu varsayarak) yaklaşık 950 bin TL birikime ulaşır. Reel getiri yüzde 3 olacağı için nominal getiri enflasyon oranı+3 puan olarak düşünülebilir. Hesaplama kolaylığı ve paranın değerini anlamak için bugünkü değerleri sabit aldık. Bu durumda bir çalışan toplam birikimini aylık olarak almaya kalktığında 3 bin 500 TL civarında bir ödeme alır. En düşük emekli aylığının 12 bin 500 TL olacağı düşünülecek olursa TES ile emeklinin eline ek olarak iyimser bir tahminle (bugünkü parayla) 3 bin 500 TL harçlık geçer. Karşılığında ise kıdem tazminatından vazgeçmiş olur.
Dolayısıyla ikinci emekli aylığı iddiası safsatadır. Olacak olan kıdem tazminatı karşılığında emekli aylığına bir miktar harçlık eklenmesidir. Diğer bir ifadeyle çalışanlar dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olabilir.
Öte yandan TES emeklilik sisteminin kısmen özelleştirilmesi anlamına da gelecektir. Emekliler emekli aylıklarının bir kısmını özel sigorta şirketlerinin işletmesine bırakmış olacaktır. Oysa aslolan kamusal emeklilik sistemidir. Yapılması gereken kamu emeklilik istemini güçlendirmektedir. Bir yandan bütçeden sosyal güvenliğe ve emeklilik sistemine daha fazla kaynak ayırarak öte yandan kayıt dışı istihdamı düşürerek ve kayıtlı istihdamı artırarak, işverenler sağlanan pirim teşviklerini azaltarak sosyal güvenlik sistemini güçlendirmek mümkündür.
TES açıkça ifade edilmese de özünde kıdem tazminatına çökme planıdır. Sendikalardan güçlü bir tepki gelirse uzun bir süredir yaptıkları gibi konuyu yine erteleyecekler veya kamuoyu oluşturabilirse kıdem tazminatını emekli harçlığı için heba edecekler. Kıdem tazminatı bu kez daha ince tasarlanmış (sofistike) bir tuzak ile yüz yüzedir.
/././
“Avrupa’nın bütün sermayeleri, birleşin”: Draghi manifestosu -Hayri Kozanoğlu-
Eski İtalya Başbakanı ve Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mairo Draghi, Avrupa’nın geleceğini masaya yatıran 400 sayfalık raporu hazırladı. Katıksız neoliberal Draghi konuya Avrupa sermayesi açısından yaklaşıyor. ABD-Çin mücadelesinde ezilen Avrupa sermayesinin ortak davranmasını öneriyor.Eski İtalya Başbakanı Mario Draghi ile AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen raporu 9 Eylül’de Brüksel’de tanıttı. (Fotoğraf: AA)
Geçtiğimiz hafta Avrupa ekonomisinin gidişatı üzerine, çok konuşulan, önümüzdeki aylarda da tartışması sürecek kritik bir rapor yayımlandı. Geçtiğimiz yıl Avrupa Komisyonu Mairo Draghi’ye Avrupa’nın geleceğini masaya yatıran bir strateji raporu sipariş etmişti. Draghi, eski Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan’ın da saflarından çıktığı ünlü Amerikan yatırım bankası Goldman Sachs’ta çalışmış, sonra Avrupa Merkez Bankası Başkanlığı’na atanmış, kısa bir süre de İtalya’da teknokratik bir geçiş hükümeti kurarak başkanlık koltuğuna oturmuş bir şahsiyet. Daha çok avro bölgesinin 2012’de borç krizi yaşadığı dönemdeki “ne gerekiyorsa yapılacak” ifadesiyle hatırlanıyor, böyle kritik bir dönemeçte paniği önlediği için zorlu sorunların üstesinden geleceğine inanılıyor.
Rapor 400 sayfalık her kritik sektöre bir bölümün ayrıldığı kapsamlı bir doküman. Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı üç temel sorun üzerinde yoğunlaşıyor: Düşük üretkenlik performansı, ekonomik güvenlik ve iklim krizi karşısında nasıl bir dönüşüm sağlanacağı. Sonuçta da “yeni sanayi stratejisinin” hayata geçirilmesi için Avrupa Birliği (AB) ortak bütçesinden 800 milyar avro ayrılmasını talep ediyor. Bu AB ekonomisinin yıllık üretiminin yüzde 4,7’sine denk gelen çok yüksek bir tutar.
Raporun açıklandığı sırada AB ekonomisinin lokomotifi Almanya, İsveç ve Avusturya durgunluk yaşıyor; başta Fransa birliğin diğer önde gelen ekonomileri ise yüzde 1’in altında bir büyüme ile yetiniyordu.
AB’NİN ARTILARI
Metinde önce Avrupa’nın artıları sıralanıyor. 440 milyon tüketicinin bulunduğu, 23 milyon şirkete ev sahipliği yapan, küresel üretimin yüzde 17’sini gerçekleştiren bir ekonomiden söz edildiği vurgulanıyor. Gelir eşitsizliğinin hem ABD’den hem de Çin’den yüzde 10 daha düşük olduğunun altı çiziliyor. Kanun hakimiyeti konusunda en iyi performansa sahip 10 ülkenin 8’inin Avrupa’da yer aldığı; sağlık, eğitim ve çevre koruması konularında da genel hatlarıyla başarı sağladığı söyleniyor. Gerek ortalama yaşam süresinin uzunluğu gerekse çocuk ölümlerinin düşüklüğü açısından Avrupa’nın, ABD ve Çin’in ilerisinde bulunduğu hatırlatılıyor.
AB’NİN EKSİLERİ
AB’nin önüne koyduğu yüksek düzeyde sosyal kapsayıcılık, karbon salımında nötrlük ve jeopolitik düzlemde ABD ve Çin’in gölgesinde kalmama hedeflerine ulaşmak için büyüme temposunun yetersizliğinin altı çiziliyor. Ekonominin büyüklüğü açısından 2002’de ABD’nin yüzde 15 gerisindeyken, bu mesafenin açılarak bugün yüzde 30’a ulaştığı belirtiliyor. Bu farkın oluşmasındaki yüzde 70’lik pay üretkenliğin düşük seyretmesinden kaynaklanıyor.
ABD ile kıyaslanınca Avrupa’nın dış ticarete daha dönük bir yapısı var. IMF’nin projeksiyonlarına göre küresel ticaret orta vadede yılda ancak yüzde 3.2 bir genişleme sağlayacak. Bu oran, 2000-2019 ortalaması yüzde 4.9’un belirgin altında. Dolayısıyla dış pazarlara ağırlık vererek, ihracat üzerinden ekonomiyi canlandırma şansı da çok düşük.
Ukrayna Savaşı da Avrupa ekonomisine büyük darbe vurdu. Çünkü Rusya AB’nin doğal gaz gereksiniminin yüzde 45’ini sağlıyordu. Enerji fiyatlarının yükselmesi, enerji sübvansiyonlarını artırma gereği ve likit doğal gaz ithal etmek için altyapı oluşturma çabaları büyümeyi iyice aşağı çekti.
Küresel hegemonya mücadelesine girişen ABD ve Çin ile AB’nin arasının en fazla açıldığı alan teknoloji. Dünyanın lider 50 teknoloji firmasından sadece dördü Avrupalı. 2013’ten 2023’e birliğin küresel teknoloji gelirlerindeki payı yüzde 22’den yüzde 18’e gerilerken, ABD’nin ağırlığı yüzde 30’dan yüzde 38’e sıçradı. Avrupa’nın nüfusunun yaşlı olması, aktif işgücünün sayısının giderek azalacağının anlaşılması da Avrupa için ciddi bir handikap.
YENİ SANAYİ STRATEJİSİ
Rapora göre Avrupa yeni bir sanayi stratejisi uygulayabilmek için üç temel dönüşüme gereksinim duyuyor. Birincisi, yenilikçilik açığını kapatabilmek için teknolojik ve bilimsel hamleleri hızlandırmak, yenilikleri piyasanın taleplerine göre ticarileştirmek, yenilikçi firmaların önündeki engelleri kaldırmak, finansmana ulaşımlarını kolaylaştırmak, işgücünün beceri açıklarını kapatmak gibi sistemli çabalar harcamak zorunluluğu var. İkincisi, enerji fiyatlarını aşağı çekmek ve karbonsuzlaşmanın yarattığı fırsatları kaçırmamak için üye ülkeler bazında çabalar yerine, karbonsuzlaşma ve rekabet konularında ortak bir plan izlemek gereksinimi bulunuyor. Ancak bu adımları atarken sanayisinin bel kemiğini oluşturan otomotiv, kimya, sivil havacılık gibi sektörleri de gözetmeyi ihmal etmemeli. Üçüncüsü, Avrupa güvenliğini tahkim etmeli ve bağımlılığını azaltmalı. Dış ticarete açıklığını ve hammaddelerden, ileri teknolojiye bağımlılığını göz önüne alarak sahici bir “dış ekonomik politika” geliştirmeli. Bu çerçevede tercihli ticaret anlaşmalarına, doğal kaynak zengini ülkelerle doğrudan yatırım iş birliklerine, temel teknolojilerin arz zincirinin güvenlik altına alınmasına önem vermeli.
SORUN FİNANSMAN MI?
Günün sonunda Draghi uzmanlığı bankacılık olan birisi. Bu nedenle temel sorunu finansman eksikliğine ve ulusal temelli şirketlerin ABD devleriyle boy ölçüşecek çok uluslu devlere dönüşmemesine bağlıyor. Buna da örnek olarak Avrupa’da son 50 yılda sıfırdan kurulmuş, piyasa değeri 100 milyar avroyu geçmiş hiçbir şirket bulunmamasını, buna karşın ABD’de 1 trilyon avronun üzeri değerde altı şirket çıkmasını gösteriyor. Avrupa’da hanehalkı tasarrufları 1.390 milyar doları bulurken, ABD’de 840 milyon avroda kalmasına karşın, AB çapında bir sermaye piyasası bulunmaması nedeniyle bu fonların üretken yatırımlara kanalize edilemediğini söylüyor.
ORTA TEKNOLOJİ TUZAĞI
Draghi özetle, düşük sanayi dinamizmi, düşük yenilikçilik, düşük yatırım ve düşük üretkenlik gelişmesi döngüsünün “orta teknoloji tuzağına” yol açtığı sonucuna varıyor.
Metinde yer yer sosyal anlamda kapsayıcılık, gelir adaleti gibi ifadeler bulunmasına karşın, katıksız bir neoliberal olan Draghi konuya Avrupa sermayesi açısından yaklaşıyor. ABD-Çin küresel hegemonya mücadelesinde ezilen Avrupa sermayesinin ortak davranmasını öneriyor. Gelgelelim İtalya, İspanya, Fransa gibi birliğin önde gelen ekonomilerinin kamu borcu GSYH’nin yüzde 100’ünü aşıyor. Zaten kamu borcunun yüzde 60’ın altında bulunması, bütçe açığının GSYH’nin yüzde 3’ünü geçmemesi gibi mali kurallar çoktan delinmiş durumda. Bir de bunun üzerine 800 milyar dolarlık yeni bir borçlanma paketinin kabulü pek olası durmuyor. Zaten Almanya, Hollanda gibi sınırlı açıklar veren, baştan beri AB ortak borçlanmasına tavır alan ülkelerin bu öneriyi benimsemesi olanaksız görünüyor.
ABD SEÇİMLERİ AB’Yİ NASIL ETKİLER?
ABD seçimlerinde Trump ipi göğüslerse, önce AB ülkelerine GSYH’lerinin en az yüzde 2’si kadar NATO bütçesine katkı yapma kuralını dayatır. Ukrayna’ya yönelik silahlandırma harcamalarını kısar, savaşın mali yükünü büyük ölçüde AB’ye yıkar. “Amerika’yı tekrar büyük yapma” planı çerçevesinde, Çin ile rekabetinde AB’yle iş birliği yapmaya pek yanaşmaz. Kamala Harris’in seçilmesi halinde ise, ABD liderliğinde Uluslararası Dünya Düzeni’ni ihya etme planı çerçevesinde AB’yle bir yakınlaşma sağlanabilir. Ancak her iki durumda da raporun uygulamaya konmasını kolaylaştıracak bir iklim oluşmaz.
Draghi raporu, büyük olasılıkla ilgili tartışmalarda sık sık referans alınacak, Avrupa ekonomileri zora girdiğinde hatırlanacak, uygulanması konusunda 27 üyenin ortak bir irade sergilemesi olanaksız görüldüğü için rafları süsleyen bir belge olarak kalacak.
RAPOR TÜRKİYE İÇİN NE ANLAMA GELİYOR?
Raporda ismi bir kez dahi telaffuz edilmeyen Türkiye açısından da kestirmeden çıkarılacak iki sonuç var. Birincisi, AB bilindiği gibi Türkiye’nin en önemli dış ticaret ortağı. 2023’te 255.6 milyar dolarla ihracatının yüzde 40.8’ini AB’ye yaparken, 362 milyar dolarlık ithalatında Birlik yüzde 29.3 pay aldı. Diğer bir açıdan bakılırsa, Türkiye AB’nin ihracatında 6’ncı, ithalatında 5’inci sırada yer alıyor. İşte bu oluşum ciddi bir “varlık sorunu” yaşıyor. Küresel rekabete ayak uydurmakta zorlanıyor. İkincisi, Türkiye’den birçok kişinin, özellikle gençlerin kapağı atmaya çalıştığı Avrupa bir cennet bahçesi değil; kendi yurttaşlarının sorunlarını dahi çözmekte zorlanan sorunlu bir kıta. /././
Defne’den Datça’ya, hayalden gerçeğe -Yaşar Aydın-
Yıkılmış bir kenti ayağa kaldırmak için uğraş verenlerle kilometrelerce uzakta bu çabaya el verenlerin hikâyesi bile bu coğrafyaya dair hayal kurmaya yeter de artar. İş ki yapay gündemlerin peşine takılmayalım.
Ülke cehenneme dönmüş. Ekonomik kriz yeterince sıkıntı vermiyormuş gibi çocuk ve kadın cinayetleri, mafya hesaplaşması, polis jandarma şiddeti, yargı kıskacı diye uzun bir listeyle karşı karşıyayız. Tüm bunların sorumlusu değilmiş gibi olanca pişkinliği ile medyayı meşgul eden iktidar sözcüleri, bozuk olan sinirleri tamamen laçka durumuna getiriyor. İçeriğinden arındırılmış gündemlerle oyalanan muhalefeti de bu çemberin içine dahil etmek lazım. Oradan bakınca sanki el birliğiyle “bu ülkeden artık bir şey olmaz” duygusuna hepimizi ortak etmeye çabalıyorlar. Oynan ortaoyununa dalıp zaman kaybetmenin anlamı yok. Ülkede çok fazla güzel şey yaşanıyor ve oralara odaklanmakta fayda var.
Bunlardan biri Hatay ile Datça arasında kurulan dayanışma köprüsü. Küllerinden doğup hayata tutunmaya kararlı olan Hataylı çiftçilerin kurduğu kooperatif ürünleri binlerce kilometre kat edip Datça’da pazar yerinde tüketişiyle buluşuyor. Hiçbir karşılık beklemeden Hataylı üreticilere katkı sunmak için her cumartesi gücü Datça pazarında ürünler tüketiciyle buluşuyor. Zeytin, sabun, tahin, salça ne arasanız var.
Köprünün iki ucunda da BirGün emekçilerinin olması bizim için başka bir anlam taşıyor. Hatay’dan Serbay kurdukları kooperatifin ürünlerini kolilerle Datça’ya yollarken orada da Mehmet karşılıyor. Biz pazardan ne olur denmeyin. Serbay, Datça gibi çalışan yerlerin artması Hatay’da hayatın “normal” akışına kavuşmasında çok etkili olacağını söyledi. Serbay’ın ifadesine göre her hafta hatırı sayılır Hatay ürünü Datça pazarında eritiliyor.
Bu küçük örnek onlarca forumda söylenen büyük laflardan daha kıymetli olduğu kadar “biz ne yapabiliriz” sorusuna da verilmiş somut bir yanıt olma özelliği taşıyor. Sürekli, doğrudan ve insan hayatını etkileyen eylem mutlaka sonuç alır. Her hafta küçük pazaryerinde kurulan bir tezgah hem 6 Şubat yıkımını unutturmuyor hem yara sarma konusunda önemli bir çabaya işaret ediyor.
ARTIK DİRENİŞ HARİTASI VAR
BirGün Pazar bu hafta ülkede ilham verenlerin yanında devam eden direnişleri derledi. Neredeyse ülkenin hemen her yerinde işçi grevlerini, emeklilerin isyanını, üretici eylemlerini, doğa ve yaşam savunucularının amansız kavgasını gösteren direniş noktaları mevcut. Bu harita hiç kuşku yok ki etkili bir muhalefetin varlığına işaret ediyor. Şu an için kendiliğinden ve dağınık ilerleyen direnişler bu haliyle bile büyük bir potansiyele işaret ediyor.
Bu haritada yer alan almayan direnişlerin ortak bir hedefe yönelmesi durumunda Türkiye’deki siyasal iklimin değişmesine çok önemli katkı sunacağı açık. Bu hali bile iktidar için yeterince tedirgin ediciyken muhalefet için de umut veren bir özelliğe sahip.
ACABA BU HAFTA NE KONUŞACAĞIZ?
Erdoğan bize her hafta oyalanmamız için bir konu veriyor. Teğmenler, özür dileme polemiği vs. ile bugünlere kadar gelindi. Şimdi yaz da bitti. Her yerden eylem haberleri geliyor. Oturup tüm ülkenin hayat pahalılığını, buna karşı eylemlerin konuşmasını bekleyecek halimiz yok. Erdoğan bize bu hafta da bir konu hediye etmek zorunda.
Muhalefetin de üzerine atlayacağı konuları seçmesi muhtemel. Özür dileme üzerinden gürültü devam edecek gibi görünüyor. Meclis’in açılması yaklaştıkça anayasa tartışması da canlanacak. Horoz dövüşü kılıcı kalkanı, özürleriyle devam ediyor. İktidar da muhalefet de bırakma niyetinde değil. Nasıl oluyorsa herkes bu işten karlı çıktığını söylüyor.
Yapılacak şey belli. Küçük çabalardan büyük bir öykü yaratmanın yolları aranacak. Dayanışma çoğalır, direniş haritalarında kırmızı noktalar artarken tüm bunları birleştireceği günler de çok uzak olamaz.
***
Afrika’daki kriz: Türk gemilerini istemiyoruzAfrika'da Türkiye'nin yakın müttefiki Somali ile Etiyopya arasında yaşanan kriz sürerken TSK'nin Somali'de görevlendirilmesi için sunulan tezkereye bölgeden itiraz geldi.(https://www.birgun.net/haber/afrikadaki-kriz-turk-gemilerini-istemiyoruz-547425)
Saray’a bol kepçe -Havva Gümüşkaya-
Saray harcamada gaza basarken Hazine taşınmaz satışlarına yüklendi. Sekiz ayda taşınmaz satışından 8 milyar 141 milyon lira gelir elde edildi. Taşınmaz satışları bile saatte 85 asgari ücret harcayan Saray’ı finanse edemedi.(https://www.birgun.net/haber/saraya-bol-kepce-559903)
Bütçeyi sekiz ayda tüketti -Mustafa Bildircin-
İktidar, bu yıl için ayırdığı 79,7 milyar TL’lik din eğitimi bütçesinin yüzde 80’ini, yılın sadece 8 ayında tüketti. 2023’te 46,6 milyar TL harcanan dini eğitim için 2024’ün Ocak-Ağustos döneminde yapılan harcama, 64,4 milyar TL’ye ulaştı.(https://www.birgun.net/haber/butceyi-sekiz-ayda-tuketti-559910)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder