Çivisi çıkmış toplumda çocuk olmak -Turgay Olcayto-
Fotoğraf: Rod Waddington CC BY-SA 2.0
Toplumun içinde giderek derinleşen bir yara var. Bu yarayı nasıl iyileştirebiliriz konusunda el birliğiyle bir çalışma yapılması lazım. Öncelikle ülkenin geleceğini oluşturacak çocuklarımızı dini eğitim adı altında ezberciliğe iten kuşak yetiştirme projelerinden kurtarmak lazım. ’50’li yıllarda başlayan ve günümüzde artık eğitimin olmazsa olmazı haline gelen din ağırlıklı müfredatların, çocukların yaratıcılık gücünü yok edeceğinin farkında olmayan siyasetçilerle her gün biraz daha uçurumun kenarına yaklaşıyoruz. Kurultaylar partisi ana muhalefet değişim derken kendi tabanını da aldatıyordu aslında. Çünkü din konusunda öylesine ödünler verilmişti ki, sonuçta "Yok aslında birbirimizden farkımız ama biz Cumhuriyet Halk Partisiyiz" anlamına gelen bir durum çıkmıştı ortaya. "Yumuşama", "Sen özür dile", "Hayır sen özür dile" aşamasında komik bir siyasi oyun sahneleniyor. Oysa toplum, sermaye, siyaset, medya ve mafya sarmalında çalkalanıp duruyor. Ekonomi dengesi bozulmuş ülkenin çocuklarını koruyabilmenin çareleri de giderek tükeniyor artık. İş hayatında çocuk işçilerin sayısı artarken, bir yandan da çocuk ölümleri birbirini izliyor. Çıraklık aşamasında hayata veda eden çocuk sayısının her gün biraz daha çoğaldığını görebilmek için sağlıklı veriler yok elimizde. Ancak, ana akım medyaya yansımayan haberleri taradığınızda üzücü haberlere ulaşabiliyorsunuz.
"Çocuklar geleceğimizin teminatıdır" denir denmesine de matematik, biyoloji, felsefe, psikoloji eğitiminden yoksun kalan bir gençlik bu tanıma uyabilecek mi dersiniz. Türkçe yerine Osmanlıca laf kalabalığına alıştırılan, şiir yerine manzume okutulan, düşünme yetisi daha şimdiden örselenen yeni bir kuşak mı bu ülkeyi kalkındıracak? Ekonomisini, adaletini, insanlara birbirine sevgisini bu kuşaklar mı sağlayacak?
’46 seçimlerinden sonra İsmet İnönü Kasım Gülek’le Adana’ya gider. Orada halkla görüşürken Kasım Gülek der ki "Paşam bizim oy kaybımız hep din propagandasından kaynaklanıyor. Size "dinsiz" diyorlar. Oysa ben sizi ve ailenizi yakından tanıyan biri olarak dinimize ne kadar saygı duyduğunuzu bilen biriyim. Gelin bugün bir camiye gidelim bu tür propagandalara karşı sizi seçmenleriniz bir kez de camide görsün." İnönü’nün cevabı nettir. "Ben devlet adamıyım, devletle dini birbirine asla karıştırmam" der ve elbette camiye gitmez. Dindar görünmekle oy kazanılacaksa zaten bu ülkenin geleceği çoktan karartılmıştır, laikliğin olmadığı bir ülkede özgür düşünce de olmaz, çağdaş demokrasi de…
Şiirimizin doruklarından Çevirmen, Tiyatro Yazarı Behçet Necatigil’i 13 Aralık 1979’da yitirmiştik. Yazın dünyamızda çocuk sorunsalı üzerinde kafa yormuş, çocuk duyarlılığını dizelerine de yansıtmış usta bir ozandı Behçet Necatigil. “Çocuklar” şiiri ile sonlayalım yazıyı:
“Çarşılarda bir şey
Biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı.
Kasaplarda, manavlarda bazı yorgun kadınlar
Hep de tenha saatleri seçerler
Sonra yavaş bir sesle
Çocuk için hasta kaç gündür yemiyor
Biraz et biraz meyve isterler.
Sevdiği bir reçeli gün aşırı yalnız ona
Kaşıklarla beraber büyür bir üzüntü
Yağların, şekerlerin, çayların
Uykularda bile bitiyorsa
Annelere düşündürdüğü.
İnsanlara tezgâhlara kağıtlara kolaydı,
Biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı.”
/././
Nefret öğretisi şiddet doğuruyor -Cemalettin Küçük-
Cankurtaran Hopa’dan zirveye çıktığımız Artvin yolu. Can kurtaran mı, can alan mı? 2016 yılının soğuk bir şubat günü Cerattepe’nin madencilik adı altında yıkımına karşı, Artvin merkezde bir miting çağrısına gidiyorduk. Jandarma ve polis güçleri Cankurtaran’da yolu keserek geçişi kapattılar. Hastası, cenazesi olana bile geçiş yok. Uçurum başında hemen karayollarının bakım işletme binasının düzlüğü var. O alana bile geçiş yok. Askerlerin başında bir binbaşı var. Geçişe asla izin vermiyor. Polis barikat kurmuş. Yanlarında gaz bombaları ile dolu sepetler var. Baskı şiddet ve korkunun oluşturulduğu bir atmosfer yaratılmış. Ortam şiddet kokuyor. Ancak bu şiddeti besleyen ne?
Tartışmalar sırasında birlik komutanı, “Üstlerimle görüşeyim geçiş olup olmayacağına karar vereceğiz” diyor. Trabzon’dan başlayarak her ilçe her beldede yollar kesilerek bırakın seyahat etmeyi toplumun evine ulaşması, işe gitmesi bile engellenmiş. İstanbul’dan getirilen ve akşam olmadan toprağa verilmek istenen cenaze ile cenaze yakınlarına bile yok yoktu.
Bir uzman çavuş yolun kesilmesinden on-on beş dakika sonra şu sözleri sarf edebiliyordu. “Bunlar neden geri dönmüyorlar? Ya içimizden birisi cinnet getirip, bunları tararsa!”
İşte şiddetin nerede saklı olduğu o cinnet sözünde idi. Bir nesil nefret ve cinnet kaosunda yetiştiriliyor. Bir kısmına da kolluk görevi veriliyor. Görevi toplumun yol güvenliğini sağlamak olan kişi, toplumu “Cinnet ile tarayabilecek” şeklinde şiddet söylemini kullanabiliyor. Gerçekten cinnet geçirecek kişi bunu ifade eder mi? Burada “cinnet” sözcüğüdür asıl şiddet. Şiddet söylemle başlıyor.
Aradan sekiz yıldan fazla geçti! Yine Cankurtaran’da bir şiddet olayı gerçekleşti. Yuvalarına girilmesini istemeyen insanlar silahla tarandı. Reşit Kibar yaşamdan koptu, iki kişi fiziki olarak yaralandı. Ancak bir toplumun gerçekte nasıl yaralandığı görülmüyor. Şiddet sadece fiziki zararlarla ölçülmez. Artvin başta olmak üzere tüm coğrafyalarda yaşanan şiddet olayları doğru değerlendirilmelidir.
Özellikle çalışma yaşamında sömürüye karşı, yaşadığı coğrafyanın yıkımına karşı çıkanlara; özgürlük ve hak arayışına karşı, eleştirel yaklaşımlara karşı ağır ve sürekli toplumsal şiddet uygulanıyor.
Şiddetin toplumsal algısını doğru belirlersek, gerçek anlamda neyi yaşadığımızı anlamış oluruz. Şiddeti fiziksel güç dışında baskı, tehdit, korkutma, yıldırma, bezdirme, aldatma gibi birçok alandan ele aldığımızda neredeyse her alanda şiddet ile iç içe olduğumuzu anlayacağız. Bu şiddetin kolluk güçleriyle kullanılması dışında yargısal tacizle de yaşandığını görmemek mümkün değil. Anayasal hak olmasına rağmen birçok etkinliğin ardından çeşitli davalar açıldığını görüyoruz. Bu satırları yazarken maden işçilerinin sendikal haklarını almak için çalıştıkları şirketin Ankara’daki binası önünde yapacakları protesto kolluk kuvvetlerince engelleniyordu. Baskı altında tutuluyorlar, ulaşım haklarına izin verilmiyordu. Bu olayın ardından işçiler hakkında dava açılması normal sayılacaktır. Çünkü bu durumlar toplumsal olarak kanıksanmıştır.
İşte şiddetin çözülemez olması toplumsal kanıksamadan geçer. 1993 yılında gençler 1 Mayıs’a hazırlanıyorlar. Pankart hazırlıyorlar. Bulundukları yerler polislerce basılınca duvardan atlamak isteyen gençlerden birisi orada öldürülüyor. Yargısız infazların yaşandığı yılllar... Silahlı maskeli kişilerce evlere baskın yapılıyor, içeride kim varsa öldürülüyor. Sonra çatışma süsü veriliyor ve ardından dışarıya çıkıp havaya kurşun sıkılarak zafer kutlaması yapılıyordu. Kimlerin kimi neden öldürdüğü bile bilinmeyen durumda, ne acıdır ki bunu alkışlayan insanlar vardı pencerelerde ve balkonlarda. İşte şiddet toplumsal olarak kanıksanmıştı. Yalan haberlerle insanların infazı topluma kabul ettirilmiş ve şiddet toplumsallaştırılmıştı.
Hak ve özgürlük alanında isteklere karşı da her türlü şiddet yanıltıcı haberlerle topluma kanıksatıldı.
Ancak unutulmasın ki; hak ve özgürlüklerden kolay vazgeçilmez. Yuvasına saldırı gelen her canlı şiddete karşı canı pahasına mücadele eder. Bugün gerçekleşen saldırıların hak ve özgürlüklerimizi kısıtladığı ve yuvalarımıza yönelik olduğunun farkındayız. Toplum daha önce yatırım, iş aş diye kendilerine yutturulmaya çalışılan projelerin artık bir yıkım uygulaması olduğunu çeşitli örneklerden görmüştür. Bu nedenle neredeyse her vadide, dağlarda, kentlerde yıkımlara karşı direnişler giderek ses getirmektedir. Kesin söylemler kullanılmaktadır. Yuvaların savunulması tek başına bugünü kurtarmak amaçlı söylemlere bürünmemektedir. Yaratıcı eylemler yıkıma karşı onarıcı olmaktadır. Eğer yuvada maden için sondaj çukuru açılmış ise o çukura ağaç dikerek karşılık verilmektedir.
Ancak şiddet de bitmiyor. Şiddetin anlamını açmak için bazı örnekler vereyim. Hatay Samandağ’da kurulan beton tesisleri var. Etrafına toz saçıyor. Tesis için yargı yıkım kararı vermiş. Ancak yargı kararı uygulanmaması için yürütme engel oluyor. Bu tesisin çalışması Samandağ halkının sağlığına zarar vermesinin yanında, yargı kararının uygulanmaması, hak ve özgürlükler üzerindeki baskı ve geleceği açısından şüphenin oluşturduğu bir durum. Ayrıca şiddettir.
Topluma gerçek dışı beyanda bulunmak da şiddettir. Örneğin Türkiye için “Hak ve özgürlüklerin arttığını” söylemek şiddettir.
Bu yazıyı bitirene kadar maden işçileri fiziki güç, şiddet kullanılarak eylem alanından uzaklaştırıldılar. /././
Özgür Özel’e açık mektup -Mustafa Yalçıner-
Özgür Özel, CHP’nin “sağdan yürümesine” itiraz edip “değişim” isteyerek, bunun “Kişilerin değişmesinden ibaret olmadığını” söyleyerek, genel başkan seçildi.
Sonradan “normalleşme” olarak tanımladığı “yumuşama” politikasının aslında AKP tabanına ulaşmayı amaçlayan bir taktik olduğunu ve muhalefeti yumuşatmayı kapsamadığını söyleyerek yürüdü. “Hem müzakere hem mücadele” dedi.
CHP başlangıçta M. Şimşek’in ekonomi politikalarını “rasyonel” sayar ve örtülü destek verirken, Özel giderek bu politikalara sert eleştiriler yöneltir oldu. Şimşek’in “enflasyonla mücadele” adına sistemin ne kadar ağır yükü varsa tümünü emeğiyle geçinenlerin sırtına yıkan tutumunu eleştirmeye başladı. Emekçilerin taleplerini savunduğunu dile getirdi.
Ve eskiden “Sokağa çıkmayı” yasaklayan Kılıçdaroğlu’ndan farkını belirtmeyi önemseyerek CHP’yi salonlardan sokağa çıkarmaya yöneldi. Mitingler yapmaya başladı CHP. Partisinin kitleselliğiyle kıyaslandığında düşük düzeyli katılımlarıyla bir miktar yasak savma gibi görünmesine karşın emeklilerin, buğday ve çay üreticilerinin… taleplerinin dile getirildiği mitinglerdi bunlar.
Daha ileri gitti. 6 Mayıs’ta mezarına giderek Deniz Gezmiş’i sahiplenmekle kalmadı. Deniz Gezmiş’in “ailesi”nin sözcülüğünü üstlendi. Karşıyaka’da “Deniz Gezmiş’in ailesi olarak hepinize hoş geldiniz diyoruz. Bir kez daha başımız sağ olsun” diye konuştu. İnstagram’da ve başka konuşmalarında “Bizim mücadelemiz Deniz Gezmiş’in mücadelesidir” demekten kaçınmadı, “Denizlerin yolundan yürüdüğünü” söyledi sık sık. Bir tweet’i “Onun yolundan giden tek başına Özgür Özel değildir. Bütün CHP’liler Deniz’dir, Deniz Gezmiş’in yolundan yürümektedir” şeklinde.
Üstelik “yol” deyip geçmedi, “Yaşasın Marksizm-Leninizmin yüce ideolojisi” deyişini atlayıp Deniz’in Kemalistliğini iddia etse de, onun M. Kemal’inkiyle “antiemperyalizm”de kesişen yolunu tanımlamaktan da geri durmadı: “Onların yürüyüşü antiemperyalizm yürüyüşüdür. Onların yürüyüşü sömürüye karşıdır. Eşitsizliğe karşıdır… Gezmiş.. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği demiştir. Kahrolsun emperyalizm demiştir. Yaşasın işçiler köylüler demiştir.”
Kötü müdür? Tabii ki değildir.
Ancak bunları söyleyerek emeğe, emekçiye ve taleplerine sahip çıktığını belirten Özel, söz, açıklama ve tutumlarının yalnızca bir “politika”, sadece bir “laf” ya da aldatıcılık olmadığını kanıtlama sınavında.
Nasıl mı? Şöyle…
CHP son yerel seçimde birçok büyükşehirle birlikte önemli sayıda belediye kazandı. Özel, Hatay’da Lütfü Savaş da dahil CHP adaylarını savundu. Hele gençliğini övdüğü, avukatı da olan Çankaya Belediye başkan adayına “Bu arkadaşa çok güveniyorum” diyerek kefil oldu. Güner şimdi belediye başkanı.
CHP önemsemesinde bir yanlışlık olmayan belediyelerinin icraatlarıyla iktidar yürüyüşünün yolunu açma çabasında. CHP belediyeleri örneğin depremde rol üstlendi. Bu belediyeler “sosyal belediyecilik” yapıyor; toplu taşımaya zam yapmadan edemiyor, ama örneğin “kent lokantaları” açıyor ve halka ucuza yemek sunuyor. Örneğin “askıda ekmek” dağıtıyor. Ucuza yurt açıyor, öğrencilere burs veriyor. Ve üniversiteye hazırlık kursları da dahil öğrencilerin eğitsel ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliyor.
Kötü mü? Palyatif “çözümler” değil farklı bir politika ve tutum gerekli olsa bile, piyasadan daha ucuz ekmek ve yemek dağıtımına kim ne diyebilir?
Ama… Sayın Özel, kefil olduğunuz başkanın başında olduğu Çankaya Belediyesinin uygulamaları söylediklerinize taban tabana zıt.
Öğrencilere eğitim desteği veriyor, ancak tamamen vazgeçmek üzereydi ve son anda öğretmenlerin karşı çıkmasıyla caydı. Caydı ama, öğretmenlerin bu ay maaşlarını ödemedi.
Üstelik siz, Denizler gibi, sömürüye karşı olduğunuzu söylüyorsunuz, ama Çankaya Belediyesinde öğretmenler taşeron olarak çalışıyor. Esnek çalışıyor yani. Ne demek mi bu?
Siz asgari ücretin ortalama ücret olarak genelleştirildiğinden söz ederken, öğretmenler öncelikle asgari ücretle çalışmaya zorlanıyor. Toplu sözleşme hakları olmadığı gibi, kendilerine 10 aylık sözleşme ve sözleşmenin her yıl yenilenmesi dayatılıyor. Üstelik tam gün değil yarım gün sigortalanıyorlar. Bu, sömürü olmak bir yana düpedüz aşırı sömürü. Denizlerin yolunun bu olmadığı kesin!
/././
Tombul kentler tombul insanlar yaratır -Zeki Gül-
Kentlerimiz hızla tombullaşıyor. Bir o kadar da çocuklarımız ve cümle insanlarımız. Şehrin betonu ile insanın yağ oranı aynı hızda artıyor.
Kaldırımı olmayan bir kentte yürüyemezsiniz. Giderek daha az efor harcamış olur, nihayetinde kilo alırsınız. Nicedir kaldırımlar işletmelerin ve araçların işgali altında ya da zaten imar planlarında unutulmuş durumda...
Bir sahil kentiyseniz ve deniziniz kirlendiyse artık kolayından yüzemezsiniz. Yüzme ulaşılabilir olmaktan çıktığında yine kilo alırsınız, D vitamini stoklarınız daha da azalır, insülin direnci bir o kadar kolay gelişir.
Yeşil alan azaldıysa, ulaşılabilir değilse spor yapamazsınız, ruhunuz daralır. Trafik esir aldıysa kenti egzoz koklayarak mesafe alamazsınız. Daha az yürür, daha erken yaşlandırırsınız akciğerlerinizi.
Boş arsa yoksa sokak futbolu oynayamazsınız. Ücretli halı sahalar ve otoparka evrilmiş okul bahçeleri spora ulaşılabilirliği zorlaştırır.
Sağlıklı ve temiz bir çevrede yaşamak temel insan hakkıdır oysa.
Çarpık yapılaşma ve hızla artan betonlaşma ile obezleşen şehirler, modern toplumların sağlık sorununu tetiklemektedir. Bu sorunların başında obezite oranlarındaki artış geliyor.
Şehirlerde yeşil alanların ve rekreasyon bölgelerinin azalmasına neden olan plansız yapılaşma, insanların yeterli fiziksel aktivitede bulunmalarını güçleştirir. Parklar, yürüyüş ve bisiklet yolları, spor alanları gibi olanakların azalması kent sakinlerini daha hareketsiz bir yaşam tarzına hapseder.
Obezitenin engellenmesinde kırsal alanın korunması, sağlıklı kentleşme, sağlıklı yiyecek temini, egzersiz kolaylığı gibi fiziksel ve diyetsel unsurlar önemli.
Yarım asrı aşkındır yaşadığım kent İzmir'den ne zaman uzaklaşsam, yakın çeper ülkelerin bir şehrine düşse yolum, yaşadığım kent adına hüzünleniyorum. Yerel yönetimler ve merkezi hükümetlerin süregelen ihmali/tercihleri, körfezinden sokaklarına, kültür parkından gökdelenlerine, insanından betonuna obez bir kent yarattı.
Bir kez daha gördük ki, siyasal ve sosyal iyilik hali olmadan ne insanlar ne de kentler sağlıklı kalabilir.
Sağlıcakla kalın.
Evrensel - GÜNDEM
Ayşenur Ezgi Eygi'nin otopsi raporu açıklandı: Uzak mesafeden atış
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder