13 Eylül 2024 Cuma

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -13 Eylül 2024 -

AKP'nin yeni müfredatı ve yeni ders kitapları: Fen Bilimleri -TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu-

TKP'li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu, yeni müfredata uygun olarak basılan ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alacak. Dosyanın ilk bölümünde Fen Bilimleri kitabını inceliyoruz.

Okulların açılmasıyla birlikte Millî Eğitim Bakanlığı’nın yeni müfredat programı doğrultusunda hazırladığı ders kitapları öğrencilere dağıtıldı.

Müfredat tartışmaları sürerken Bakan Yusuf Tekin ‘’Çocuklarımızın bilgi yükünü, okullarımızdaki müfredatın ağırlığını yüzde 35'in üzerinde azaltmak için müfredatımızı değiştirdik’’ açıklamasında bulunmuştu. Tekin, ders kitaplarının düzenlenmesiyle ilgili ise “Her ülkenin kendine ait bir model ürettiğini görüyoruz. Finlandiya modeli, Singapur modeli, Güney Kore modeli gibi örnekler var. Biz de Türkiye modelini istedik. Kendi toplumsal yapımızın ihtiyaç duyduğu müfredat oluşturabiliriz. Çocuklarımızı toplumsal değerlerimizi, milli birlik ve beraberliğimizi, çocuklarımızın sahip olmasını istediğimiz ortak değerlerimizi, bu değerleri de toplumsal hayatında yaşayabilmesi ve yaşatabilmesi, gelecek kuşaklara bunları aktarabilmesi. Bu da bizim önem verdiğimiz başka bir başlık. Bu üç başlık etrafında Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ilk başlangıç sınıflarından itibaren uygulanmaya başlayacak. Sadece bu sınıflara ait ders kitaplarımızı değiştirdik" dedi.

Ders kitapları incelendiğinde, bilimsel bilginin azaltıldığı, konuların etkinliklerle sunulduğu, basitleştirme adı altında özellikle ana derslerin içinin boşaltıldığı görülmekte. Yeni müfredata uygun olarak basılmış ve okullarda dağıtılan ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alacağız.

Geçmiş yıllarda seçim pusulalarının ihalesinde usulsüzlük yaptığı için gündem olan Korza Yayıncılık'ın bastığı 5. sınıf Fen Bilimleri kitabına bakacak olursak;

Ünitelerde konu anlatımının oldukça az olduğu, daha çok etkinliklere yer verildiği görülmekte.

Her ünite içinde konulara dair etkinlikler planlamış ve bu etkinlikler için gerekli malzemeler listelenmiştir. Kitapta her ünite için tasarlanan etkinlik sayısının fazlalığı dikkat çekiyor. 1. Ünite için öğrencilerin malzeme getirip yapması gereken 6 adet etkinlik tasarlanırken bu sayı diğer ünitelerde 10’a kadar çıkıyor. İstenilen malzemelerinin kolay erişilen materyaller olduğu düşünülecek olsa bile öğretmenin her ders için ayrı malzemeler istemesi ve ders süresi içinde öğrencilerin tamamına bu etkinlikleri yaptırması gerekecek. Bu beklentinin gerçekleşmesi hem sınıfların kalabalık olmasıyla hem de ülkede ekonomik durumun geldiği nokta ile mümkün değildir. Etkinlikler üzerinden dersin öğretilmesi için koşulların da bu yönteme uygun olması gerekir. Çoğu okulda laboratuvarın olmadığı bilinen bir gerçek. Sınıfların kalabalıklığı ise öğretimi zora sokan en önemli başlık.  Kitap hazırlanırken bu durumun göz önünde bulundurulmadığı görülüyor. Halkın alım gücünün yok olmaya başladığı bu zamanda öğrencilerin basit kırtasiye malzemelerine erişmesinin zorluğu da önemsenmemiştir.

Yine ünitelerde konuların sunuş şekline bakıldığında her konu için ‘’karekod okutma’’ uyarısının bulunduğu görülmekte. Bu karekodlarda değerlendirme etkinliklerinin cevapları, etkileşimli etkinlikler ya da konu anlatımının derinleştirilmesine dair bilgiler bulunmakta. Tüm içerikler Eba’ya yüklenmiş durumda. Daha önceki senelerde de olan bu uygulama bu kitapta büyük bir yer kaplıyor. Bu yönteme bakıldığında yine bakanlığın kendi okullarını tanımadığı anlaşılıyor. Belli ki bakanlık her okulda çalışır akıllı tahtalar olduğunu var saymaktadır. Oysa hâlâ akıllı tahtası, bilgisayarı olmayan yüzlerce okul bulunmakta. Bu imkanları olan okullarda ise akıllı tahtaların güncellenmesi ya da bozulan tahtanın tamir edilmesi için ayrı bir bütçe gerekmekte. Geçtiğimiz aylarda okulların kullandığı internetin büyük bir ‘’ mali yük’’ olduğunu söylen Bakan Yusuf Tekin iken aynı bakanlığın böyle bir uygulamayı ders kitabına yerleştirmiş olması tutarsızlığın örneğidir. Öte yandan bu uygulamaya evde kendisi ulaşmak isteyen öğrencinin akıllı telefonu ve yeterli interneti olması gerekmektedir. Bu iki başlıkta görüleceği üzere okulların, öğrencilerin ve velilerin mevcut durumlarına bakılmaksızın bir hazırlık yapılmış diyebiliriz.

Ünite içeriklerine bakılacak olursa; birkaç paragrafla anlatılan konular dışında ‘’Bilgi İstasyonu’’, ‘’Araştırma İstasyonu’’ başlığında verilen bilgiler dikkat çekici.

"Gökyüzümüzdeki Komşular ve Biz" ünitesiyle başlayan derste "bilgi istasyonunda" AKP’nin özellikle seçim çalışmalarında kullandığı Milli Uzay Programına yer verildiği görülmekte. Programın anlatıldığı bölümde yönetim kurulunda Selçuk Bayraktar’ın başkanı olduğu T3 vakfından atamalar yapılan Türkiye Uzay Ajansı tanıtılmıştır. Milli imkanlarla geliştirilen uzay aracının Ay’ın yörüngesine gönderileceğinin bilgisi verilirken, projenin tarihi, aşaması, gerçekliğine dair bilgiler bulunmamaktadır. 2020 yılında kullanılan ders kitabında ise Avrupa Uzay Ajansı üzerinden genel bir bilgilendirme yapılırken Türkiye’nin 2023’te Ay’a insansız hava aracı göndermeyi hedeflendiği bilgisi verilmektedir.

Yine bu başlıklar altında Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Biruni, Fergani, Cacabey Türk-İslam bilim insanları olarak vurgulanıp, katkılarından bahsedilmiş ve başka bir bilim insanı tercih edilmemiştir. Geçen sene kullanılan Fen Bilimleri ders kitabında verilen Neil Armstrong bilgisine ise bu kitapta yer verilmemiştir. Yine geçmiş dönemle kıyaslayacak olursak konuya dair anlatım kısmına ise yok denecek kadar az yer verildiği görünmektedir.

“Kuvveti Tanıyalım” ünitesinde kütle konusu anlatılırken ‘’karat’’ adının keçiboynuzunun Arapça karşılığı olan ‘’karrat’’ sözcüğünden geldiği ve keçiboynuzu çekirdeklerinin kütlelerinin hemen hemen aynı olduğundan bahsedilmiştir. Bilginin doğruluğuna bakacak olursak, kimi kaynaklarda keçiboynuzunun kullanılma sebebi Afrika ve Arabistan’da yaygın olarak bulunması ve çekirdeklerinin biçimsel açıdan kullanıma uygun olması olarak verilmektedir. Ağırlıkların farklı olması ise 1907’de yapılan çalışmalar ve üzerine yazılan makalelerle anlatılmıştır. Ancak farklı büyüklükteki çekirdeklerin farklı ağırlıklara sahip olduğu günümüzde hassas tartıyla bile hesaplanabilir. Karat sözcüğünün nereden geldiği konusunda da farklı bilgiler bulunmaktadır.  Oxford Sözlüğü’nde ilk kez 1555 yılında gözlemlenen, 200 miligram ağırlığa eşit bir kütle birimi olan karat kelimesinin kökeni keçiboynuzunun Latincesi “caretonia”ya dayanmaktadır. Ders kitabında bu bilgilerin altında ‘’Genel ağdan alınmıştır’’ yazmakta. Genel ağ ile ilgili araştırma yapıldığında;

Örnek olarak eklenen sayfalarda bilgilerin var olduğu görülmektedir.

Aynı ünitenin “sürtünme kuvveti “konusunda ise örnek olarak İstanbul’un fethi tercih edilmiş. Yeni müfredatla bilimsel bilgiden ziyade gündelik yaşamdan örneklerin önemini vurgulayan bakanlık bu konuda güncellikten uzak örnekler vermekte bir sorun görmemiştir. Yine aynı konuda Edirne’nin fethinden sonra Murat Bey’in emri ile yapılmaya başlanan Kırkpınar Güreşleri örnek olarak sunulmuştur.

Bölüm sonunda konu ile ilgili olduğu düşünülerek Hazerfen Ahmed Çelebi, Hazini, Cezeri ve Leonardo da Vinci hakkında bilgiler verilmiştir.

Yeni müfredat ile “Canlıların Sınıflandırılması” ünitesi yerine anlatılan “Hücre ve Organeller” ünitesinde hücre konusundan hemen sonra “Destek ve Hareket Sistemi” konusu verilmektedir. Canlılar ve canlıların nasıl sınıflandırıldığı hakkında oldukça kısıtlı bilgiye sahip olan öğrenciler için bu durum bir karmaşa yaratacaktır. Hücre konusunda tek hücreli canlılardan bahsetmezken bu alanda çalışma yürütmüş insanlarının örneklerine Akşemseddin ile başlanmıştır. Akşemseddin için ‘’Akşeyh olarak bilinir. Mikrobu keşfedip bilim dünyasına tanıtmıştır’’ bilgisi verilmektedir. Canlıların sınıflandırılması konusunu müfredattan kaldırıp mikroskobik canlılarda örnek olarak gösterilecek bir tanım bu konu ile verilmiştir. Yine müfredatın kazanımlarında bulunun Türk-İslam bilim insanlarından örnekler verme çabasının sonucu ortaya böyle karmaşık bir tablo çıkarmaktadır.

“Işığın Yayılması” ünitesinde de Kindi için ‘’ışınların düz çizgi halinde yayıldığını keşfetmiştir’’ ifadesi kullanılmaktadır. Kaynaklar tarandığında ise Kindi filozof olarak öne çıkmaktadır. Optik alanında çalışmaları olduğu ve Yunanca kaynakları tercüme ettiği bilinse de kitaptaki gibi ışınların doğrusal yayıldığını keşfettiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Kindi’nin Yıldızların Işınları adlı çalışmasında ‘’Dünya’daki her şey her yöne ışın yayar ve bu tüm Dünya’yı doldurur’’ ifadesi geçmektedir. Bu ifadeden yola çıkılarak bir keşif yaptığını iddia etmek öğrencilere yanlış bilgi sunmak demektir.

“Maddenin Doğası “ünitesinde Madde ve Isı konu örneğine Şanlıurfa’nın Harran ilçesindeki ilk İslam üniversitesinin kalıntılarından ısı yalıtımı örneği verilmiştir. Örnekte yapının dışının balçıkla, içinin yumurta akıyla sıvandığı yazmaktadır. Yaş düzeyi düşünüldüğünde çocukların balçığı bilmeleri ve yeni öğrendikleri bir konu ile bağ kurmalarını beklemek büyük bir hata olur. Isı yalıtımını günlük hayatta çok fazla kullanırız. Öğrencilere buralardan örnek vermek yerine böyle zorlama bir örnek tercih edilmesinin sebebi ise açıktır. Yine aynı konuda ‘’Performans İstasyonu’’ başlığında çocuklardan ısı yalıtımı konusu hakkında güvenilir bilimsel kaynaklardan araştırma yapmaları istenmekte devamında ise ‘’Araştırmalarımızda Türk-İslam bilginlerinin çalışmalarını ve mimari eserlerini ısı yalıtımı açısından inceleyelim’’ ödevi verilmektedir. Tüm konularda konu hakkında çalışma yapan kişilere örneklerini bu kriteri gözeterek veren bakanlık açıkça öğrencilerden de araştırmalarını bu yönde yapmalarını istemektedir.

Bölüm sonunda konu hakkında çalışma yapan kişilerin bilgilerine Nazzam ile başlamıştır. Nazzam için ‘’Suyun buharlaşması ile bulutların oluşumunu söylemiştir’’ şeklinde aktarılan bu bilgiye kaynaklarda rastlanmamaktadır. Nazzam’ın öne çıkan özelliği kelamcı ve teolog (ilahiyatçı) olmasıdır. Kitapta neredeyse su döngüsünü anlattığı iddia edilen Nazzam, Şiiliğe karşı felsefi düşünce gibi başlıklarda öne çıkmaktadır. Doğa olaylarını gözlemleyip onlara İslam’ın öğretisi doğrultusunda anlam yüklediği bilinmektedir.

“Sürdürülebilir yaşam ve geri dönüşüm” ünitesinde ise kısıtlı tutulan konu anlatımı, kültürümüzde israfın hoş görülmediği ve sahip olunanlara daima şükredilmesi gerektiği üzerinden yapılmaktadır. Temizliğin ve temiz olmanın önemini kişisel ve toplumsal sağlık üzerinden anlatmayıp kültürümüzde yeri olduğu için önemli olduğu vurgulanmaktadır. Buna örnek olarak da yine güncelden uzak Osmanlı’yı gezen seyyahların eserlerinde sokakların temizliğine dair yazılar olduğunu çeşme ve hamamların da o eserlerde yazıldığı bilgisi verilmiştir.

Konuyu bilimsellikten uzak anlatmakta sorun görmeyen ve bu durumu ‘’konuları yoğun bilgiden arındırdık’’ diye açıklayan bakanlık dini terimlerle anlatımı normalleştirmeye çalışmaktadır. Derste anlatılan konuların hayattaki karşılığını ise sadece ‘’kültüre’’ bağlamış ve bu kültüre referans olarak Osmanlı’yı göstermiştir. Konu hakkında kişi örneklerinde Mevlana ve İbni Haldun tercih edilmiştir. İkisinin de konu hakkında bir çalışması olmadığı için diğer Türk-İslam alimlerinde yapıldığı gibi burada da genel cümleler kullanıldığı görülmektedir. ‘’İnsanları çevreye karşı duyarlı olmaları konusunda uyarmıştır’’ gibi cümlelerle yapılan açıklama sonrasında Benjamin Lav’dan bahsedilmiştir. Benjamin Lav’ın eski giysilerin, kumaşların geri dönüşümünü geliştirdiği belirtilmiştir. Verilen örnekler arasındaki tutarsızlık ise önemsenmemiştir.

Kitabın tamamına bakıldığında AKP’nin uzun zamandır yapmaya çalıştığı kendi toplumunu yaratma, kendi tarihini yazma çabasının eğitime yansımasını görebiliyoruz. Ders kitabında bilim tarihini gerçek olmayan bilgiler vermeyi göze alarak kendilerince yazdıkları ortadadır. Zaten yıllardan beri azaltılan bilimsel bilgi her konu başlığında daha da azaltılmış, anlatım dini terimlerle yapılmaya çalışılmış, konu tarihle ilişkilendirilmek istenirken İslam devletlerinden örnekler verilmiş, Cumhuriyet tarihi yok sayılmış, öğrencilerin hazır bulunuşluk seviyesi gözetilmemiştir.  Yine örneklerin tamamı güncellikten uzaktır. Konu hakkında çalışma yapan bilim insanlarından bilgi verirken evrensel bilginin önemsenmemesinin yanında seçilen İslam alimleri için yanlış bilgiler yazılmıştır. Çocukların bilim tarihini, bilim evrenselliğini öğrenmeleri hedeflenmemiş aksine yanlı ve yanlış öğrenmesi hedeflenmiştir.              /././

Türk sağının ‘kadrolu’ milletvekilleri: Ensarioğlu ailesi -Yekta Armanc Hatipoğlu-

AKP’li Galip Ensarioğlu, Narin Güran cinayetinde aileyi koruyan sözleriyle gündemde. Ensarioğlu ailesinin siyasi geçmişi, bu sözlerin tesadüf olmadığını gösteriyor.

Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinin Tavşantepe köyünde, kaybolduktan 19 gün sonra cansız bedeni bulunan 8 yaşındaki Narin Güran ölümünün yankıları sürüyor.

Soruşturma derinleşse de henüz cinayetin nasıl ve kim tarafından işlendiği açığa kavuşturulamadı. Sadece şüphelerin yoğunlaştığı amca Salim Güran ve Narin'i dere yatağına gizlediğini itiraf eden Nevzat Bahtiyar tutuklandı.

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, soruşturmayı "bizzat" takip ettiğini söylese de partisinin tutumu Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu'nun açıklamasıyla özdeşleşti.

Ensarioğlu, Narin'in cansız bedeni bulunmadan önce katıldığı televizyon programında cinayeti yorumlarken şu sözleri kaydetti: “Bizlerin bazen bilmediği, bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var. Çünkü aile de bizim dostlarımız.”

Ensarioğlu, bu sözlerine tepki gelince isim vermeden “yurt dışı kaynaklı PKK’li unsurları” suçladı ve “Bir müddet dinleneceğim ve konuşmayacağım” dedi. Bu sözleri siyaseti bırakacağına yorulan Ensarioğlu, daha sonra yorumu reddetti.

Ancak olası failleri koruyan bu skandal açıklama ne Galip Ensarioğlu’nun ne de Demokrat Parti’den AKP’ye Türkiye'de sağ siyasetin “kadrolu” Diyarbakır milletvekilleri olan Ensarioğlu ailesinin ilk vukuatı.

Demokrat Parti’yle başlayan ‘gürültülü’ siyasi hayat

Abdurrezzak Ensarioğlu, Galip Ensarioğlu’nun dedesi. Demokrat Parti’nin kuruluşunda yer alan Ensarioğlu, partiyi kapatıldığı tarihe kadar destekledi. Aynı zamanda bölgede önemli bir figür olan, “kanaat önderi” olarak anılan Ensarioğlu 27 Mayıs Darbesi’nin etkilediği isimlerden.

Ensarioğlu, darbeden sonra “55’ler Olayı” olarak bilinen, 55 ağa ve şeyhin Batı Anadolu’ya sürüldüğü olayda aile üyelerinden birkaç kişiyle birlikte tutuklanarak Sivas’ta bir kampa gönderildi, kamp boşaltıldıktan sonra ise Antalya’ya.

Başbakan Adnan Menderes’in, kendisine gönderdiği bir mektupta “Değerli Ağabeyim, derin muhabbetlerimle ellerinizden öperim” diye hitap ettiği biliniyor.

1962’de tüm suçlamalarda beraat eden Ensarioğlu, aynı yıl Diyarbakır’a döndü ve bir yıl sonra, 1963’te öldü. Ensarioğlu, ölümünden iki ay önce Demokrat Parti’nin ardılı Adalet Partisi’ni destekleme kararı aldı.

İlk vekil Ensarioğlu, Denizlerin idamına ‘Evet’ demişti

Ailenin Ensarioğlu soyadıyla Meclis’e vekil gönderdiği ilk parti de Adalet Partisi oldu. 13. dönemde Adalet Partisi sıralarından Diyarbakır milletvekili olarak Meclis’e giren Abdurrezzak Ensarioğlu’nun oğlu Abdüllatif Ensarioğlu, dört dönem Diyarbakır milletvekilliği yaptı. Tüccar ve çiftçiydi.

Abdüllatif Ensarioğlu Diyarbakır Belediye Meclisi ve Encümen Üyeliği, Diyarbakır Ziraat Odası Başkanlığı, Türkiye Ziraat Odaları Birliği Yönetim Kurulu Üyeliği de yaptı.

Ensarioğlu’nun bir diğer görevi sosyalistlere karşı mücadele etmekti. Ancak başarılı olamadı. Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) ilk kez 1965'te Meclis’e girdi. O isimlerden biri de Diyarbakır’dan seçilen Tarık Ziya Ekinci'ydi.

Abdüllatif Ensarioğlu; devrimci gençler Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için mahkemece verilen idam kararını Meclis’te onaylayan, idam kararına “Evet” diyen vekillerden. Ensarioğlu’nun partisi AP’nin Genel Başkanı Süleyman Demirel ise iki elini kaldırarak idamı onaylamıştı.

Karanlık yılların, koalisyonlar döneminin DYP’lisi, 2010’ların İYİP’lisi: Salim Ensarioğlu

Aile sonraki kuşakta da Meclis'te yer aldı. Abdurrezzak Ensarioğlu'nun diğer oğulları Sait ve Salim Ensarioğlu, Türkiye ve özellikle Kürt coğrafyası için karanlık sayılan yılların, 1990’ların karanlık partisinin, Doğru Yol Partisi’nin (DYP) siyasetçilerinden.

18. dönem DYP Diyarbakır milletvekili, sadece Sait Ensarioğlu oldu. 19, 20 ve 21. dönemde ise milletvekilliği koltuğuna Salim Ensarioğlu oturdu. Ayrıca 51-52 ve 54. hükümetlerde Devlet Bakanlığı yaptı.

Salim Ensarioğlu’nun Diyarbakır milletvekili olduğu dönem partisi ya iktidarda ya da iktidarın ortağı konumundaydı. O yıllarda yaşananlar Ensarioğlu’nun kimi temsilen milletvekili olduğunu gösteriyor.

1990’lar, Kürt illerinde olağanüstü halin (OHAL) “normalleştiği” yıllardı. Köyler yakılıyor, boşaltılıyor; devrimciler, aydınlar, Kürt siyasetine yakın olduğu düşünülen isimler işkencelere, faili meçhul cinayetlere kurban gidiyordu.

1990’dan 1993’e kadar öldürülen aydın, siyasetçi, yazar ve gazetecilerden bazıları şöyle: Prof. Muammer Aksoy, ilahiyatçı yazar Turan Dursun, Prof. Bahriye Üçok, HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın, yazar Musa Anter, gazeteci Uğur Mumcu, ÖZDEP Erzincan İl Başkanı Cemal Akar, Özgür Gündem gazetesi Bitlis muhabiri Ferhat Tepe…

Devletin açıkça seyrettiği iki büyük katliam da yine 1990’larda oldu: Sivas ve Gazi Katliamı.

Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin 1995 yılına ait verilerine göre yaklaşık 312 bin kişi köyünden, mezrasından, evinden ve tarlasından ayrılmak durumunda kalmıştı. 90’lı yıllarda 3 bin köy ve mezra boşaltılmış ve köylerden kentlere göçen insan sayısı katlanmıştı.

Salim Ensarioğlu’nun Diyarbakır vekilliği 90’larda kalmadı. 2000’lerde önce bağımsız olarak, sonra İYİP’ten milletvekili adaylığını ilan etti, ancak seçilemedi. Şansını 2023 seçimlerinde İYİP’ten İstanbul milletvekili adayı olarak denedi, seçildi. Ancak Şeyh Sait’le ilgili yaptığı açıklamadan dolayı gelen eleştiriler nedeniyle İYİP’ten istifa ederek bağımsız milletvekili oldu.

AKP’nin ‘barış yanlısı’ ağzı bozuk vekili: Galip Ensarioğlu

Abdurrezzak Ensarioğlu’nun torunu Galip Ensarioğlu ise 24, 26 ve 28. dönemde AKP Diyarbakır Milletvekili oldu. Gıda toptancılığı yapıyor, benzin istasyonu ve özel hastane işletiyor.

Bölgede yerel ölçekteki birçok patron örgütünün temsilcisi durumda. Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanlığı ve TOBB Ticaret ve Sanayi Odaları Konsey Başkanlığı yaptı.

2015 yılında bir YPG’linin cenazesine katıldığı için hakkında 24 Kasım 2020 tarihinde terör soruşturması başlatıldı ancak aynı gün takipsizlik kararı verildi.

Yer yer “Kürdistan” ve Kürtçe çıkışları da yapan Ensarioğlu, AKP’de Kürt sorununu izin verildiği ölçüde “makul” şekilde dillendiren vekilleri arasında.

Nitekim Meclis'te DEM Parti’nin Çınar-Mazdağı yangınına ilişkin meydana gelen can ve mal kayıplarının araştırılması önerisinin görüşmeleri sırasında tartışma yaşanmış, Galip Ensarioğlu, DEM Parti Erzurum Milletvekili Meral Danış Beştaş’a “Şerefsiz” demişti.

Demokrat Parti'den AKP'ye neredeyse iktidara gelen her sağ partide yer alan Ensarioğlu ailesi son olarak Narin Güran cinayetinde olası suçluları koruyarak adını duyurdu.

Galip Ensarioğlu, önce "Bilip söylemememiz gereken şeyler var. Çünkü aile de bizim dostlarımız" dedi ardından da "Narin’in ‘görmemesi gereken’ bir şey gördüğü için, amcası Salim Güran tarafından öldürülmüş olabileceği düşüncesini akla getiriyor" ifadelerini kullandı. Aile üyelerinden hem dost hem katil diye söz etmeyi başardı.(12/09/2024)

                                                            /././

Hulusi Akar'ın 'Allah korkusu' çıkışına THTM'den tepki: Karanlığa karşı harekete geçmeliyiz -soL/söyleşi-

THTM Aydınlanma ve Laiklik Komisyonu üyesi Orhan Gökdemir, Akar'ın İslamcı geçmişine dikkat çekerek, "Karanlığa karşı harekete geçmeye çağırıyoruz" dedi.

Eski Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar'ın "Eğitimin amacı bilgi değildir; Allah korkusu ve kuldan utanmaktır" sözleri gündemde.

12 Eylül 1980 Darbesi döneminde kurmay subay olan Akar'ın "eğitimin hâlâ yeteri kadar dinselleşmediğini" savunması ülkenin içinde bulunduğu karanlığı da özetliyor.

Bu karanlıkla mücadele için kurulan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'ne (THTM) söz konusu açıklamayı sorduk. 

THTM'nin Aydınlanma ve Laiklik Komisyonu'nda da olan soL yazarı Orhan Gökdemir, Akar'ın İslamcı geçmişine dikkat çekti.

Temel motivasyonun anti-komünizm olduğunu vurgulayan Gökdemir, eğitimin tarikatlara bırakılmak istendiğini belirterek, "Karanlık derinleştikçe iktidar sahipleri kendilerini sultan sanacak. Vatanı sahiplenecek. Bu durumda vatanı savunmalıyız" dedi.

'Temel motivasyonu anti-komünizm'

Bildiğiniz gibi Hulusi Akar eğitimde dinselleşmeyi "yetersiz" buldu, "Eğitimin amacı bilgi değildir; Allah korkusu ve kuldan utanmaktır" dedi. Eski bir Genelkurmay Başkanı ve Bakanın bu kadar rahat konuşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok uzun zamandan beri Genelkurmay Başkanları ile imamlar arasında fark yoktur. Kenan Evren ile başladı, biliyoruz, elinde kuran nutuklar atardı, imam çocuğu olmakla övünürdü. Ordunun “laik geleneği” olduğunu sananlar için şaşırtıcı olmuştu ama bu kişisel bir dönüş değildi. Kenan Evren ordunun yeni yönelimini beyan ediyordu. Ordu ve tabii Genelkurmay Başkanları AKP’den çok önce laik cumhuriyet “bekçiliğinden” vazgeçmişti. Kenan Evren vazgeçmekle yetinmedi, onu yıktı. Din, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ilk defa onun zamanında anayasal bir kurum haline getirildi. Zorunlu din dersleri onun başında bulunduğu cunta marifetiyle yürürlüğe konuldu. Milli eğitimin dinselleştirilmesi 12 Eylül marifetiyle mümkün olmuştur. 

Hulusi Akar işte bu ordunun Genelkurmay Başkanıdır. Başta karakterler de var. Yakında öldü, SADAT kurucusu Adnan Tanrıverdi de o orduda generaldi. 1960’lı yıllardan beri ordu içinde kesintisiz bir irticai faaliyet yürütüyordu. Laik ordu göz yummuş, görmek istememiştir. Hulusi Akar da bir tarikatçıdır, Necip Fazıl’ın tilmizidir. Hatta o ekolden İBDA-C örgütünün lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun mezarını ziyaret etmiş, ortak kökenlerini açığa vurmuştur. İBDA-C onun başkanı olduğu orduya düşmanlığı ile biliniyordu. 

Bir de şu var; Necip Fazıl, Said-i Nursi, yakın tarihimizin bilinen gericilerinin tamamı Nakşibendi tarikatının uzantılarıdır. Hatta Nakşibendiliğin Halidiye kolundandırlar. Demek ki Hulusi Akar da bir Halidi'dir. Çok ilginç, Şeyh Sait de Halidi'dir. İslamcılık Genelkurmay Başkanları ile Şeyh Sait’i birleştirmiştir. Bunun temel motivasyonu anti-komünizmdir. Korkarlar ve birleşirler. Korkarlar ve önlemek için daha fasla İslamcılık, daha fazla şeriat, daha fazla din isterler. Halkımızın tamamının kul olması için ellerinden geleni yaparlar. 
Rahatlar çünkü laik cumhuriyeti yıktılar. Rahatlar çünkü karşılarında bunlara dur diyecek bir güç kalmadı. Rahatlar çünkü ordu artık bütünüyle İslamcılığın silahlı gücüdür. Türkiye artık “milliyetçi dinci” bir rejimin tutsağıdır. 

'Halkımız cumhuriyetin yerine kurulacak rejime rıza göstermiyor'

Sizce bu karanlık cümlelerin bugün söylenmesi tesadüf mü? Hulusi Akar bu cümleleri söylerken ne düşünüyor olabilir?

Tesadüf değil. Fethullahçı darbeyi gerekçe göstererek laik cumhuriyetten geriye ne kaldıysa tasfiye ettiler. Fakat sorun şu ki halkımız yerine kurulacak rejime rıza göstermiyor. Siyasette din çoğaldıkça ahlakın azaldığını görüyor. Siyasette din çoğaldıkça yağmanın, yolsuzluğun önünde bir engel kalmadığını fark ediyor. Bu Hulusi, memleketinde şaşalı bir camii yaptırdı örneğin. Tanrısı kabul etsin de bu şaşalı binayı devlet memuru maaşıyla nasıl yaptırdığı bir muamma. Kimse sormadığı için, muhalif taklidi yapanları kastediyorum, bilemiyoruz. Ama bu gericilerin hepsi çok zengin olmuştur. Demem o ki, karşı devrim kârlı bir iştir. Bu kârlı işin güvence altına alınması gerekir. Güvence ise daha derin dinselleşme, daha koyu karanlıkta. Kendisi de söylüyor zaten, dinselleşmezlerse size başkaldırırlar diyor. Milli eğitimin parçalanması, bütün eğitimin dinselleştirilmesi nihai hedefleridir. İstiyorlar ve söylüyorlar. 

Bu arada unutulmasın mevcut Eğitim Bakanı bir bakan değil, milli eğitimi tarikatlar arasında paylaşma koordinatörü. Eğitimi tarikatlar bırakacaklar, Hulusi’nin söylediği budur. 

'Sermayeye barikat kurmadan, tarikata barikat kuramayız'

Siz aynı zamanda Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin Aydınlanma ve Laiklik Komisyonu'ndasınız. Eğitimdeki bu saldırıyla nasıl mücadele edilebilir?

Bu sadece bir eğitim savunması meselesi değil artık. Bu ağır soygun düzeni, bu tekelleşme, bu arsız büyük patronlar durdurulmadıkça bu karanlık derinleşecek. Karanlık derinleştikçe iktidar sahipleri kendilerini sultan sanacak. Vatanı sahiplenecek. Bu durumda vatanı savunmalıyız. Yetmez, okulumuzu, sokağımızı, yolumuzu, evimizi savunmalıyız. Çocukları ve kadınları bu karanlıktan korumalıyız. Sermayeye barikat kurmadan, tarikata barikat kuramayız. Artık hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Ama bu müdafaa da orduya bırakabileceğimiz bir iş değildir.

Karanlığa teslim olmayan halkımızı ayağa kalkmaya, karanlığa karşı harekete geçmeye çağırıyoruz. Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi bunun için var. Sermayeye, tarikatlara, NATO’ya hayır diyerek açacağız yolu. Yeni ve aydınlık bir cumhuriyet kurmak kurtuluşun tek çaresi.(https://youtu.be/NKwvSX_PTCs)

                                                                  /././

Kayıp çocuklar ülkesi: Kayıp çocukların verileri de kayıp -Özkan Öztaş-

TÜİK 2016’dan bu yana kayıp çocuk sayısını açıklamıyor. Oysa kayıp başvuruları ve ihbarlar her gün yaklaşık 30 çocuğun kaybolduğunu gösteriyor.

Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinin Tavşantepe köyünde 21 Ağustos’ta kaybolan, kaybolduktan 19 gün sonra cansız bedeni bulunan 8 yaşındaki Narin Güran cinayetinin ardından Türkiye'nin kayıp çocukları tartışılmaya devam ediyor. 

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2008 ila 2016 yılları arasında tam 104 bin 531 çocuk kayboldu. Ancak TÜİK 2016’dan itibaren kayıp çocuklara ilişkin verileri açıklamıyor. 

soL'a konuşan Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği Başkanı avukat Müjde Tozbey yaşanan hiçbir örneğin bireysel bir trajedi olarak değerlendirilmemesi gerektiğini ve Türkiye’deki çocukların sistematik olarak ihmal ve istismara maruz kaldığını belirtiyor. Tozbey, kayıp çocukların iktidarın konuya dair politik faaliyetlerinin bir yansıması olduğunu da ifade ediyor.

Tozbey sadece 6 Şubat depremleri sürecinde kayıp olarak bilinen binden fazla çocuk hakkında açılan suç duyurularının takipsizlikle sonuçlandığını hatırlattı ve 2016'dan bu yana açıklanmayan verilerin endişe verici boyutlarda olabileceğine dikkat çekti.

Kayıtlar yok, kayıp çocuk verileri açıklanmıyor

TÜİK 2016 yılından bu yana kayıp çocuk verilerini açıklamıyor. Bu durum yaklaşık 8 yıldan bu yana kayıp çocuklarla ilgili resmi veri ve bilgilerin kamuoyuyla paylaşılmadığı anlamına geliyor. Oysa sadece "Güvenlik Birimine Gelen veya Getirilen Çocuk İstatistikleri" verilerine göre 2022 yılında emniyete iletilen kayıp çocuk sayısı 16 bin 499.

Öte yandan yine Güvenlik Birimine Gelen veya Getirilen Çocuk İstatistikleri verilerine göre, verilerin yaklaşık yüzde 15'ini cinsel suçlar oluşturuyor. Bu rakamlardan sadece adliyeye sevk edilenlerin sayısı 66 bin 138. 2023 yılında ise çocukların cinsel istismarı nedeniyle yargıya taşınan dosya sayısı 66 bin.

Rakamlar korkunç bir gerçeği ortaya koyuyor. Çocuklarına sahip çıkamayan ve yaşanan sorunların verilerini dahi takip edemeyen koca bir ülkenin içindeyiz. Ve AKP iktidarı bu verileri açıklamamak konusunda ısrarcı. 

Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği Başkanı avukat Müjde Tozbey yaşanan sorunun sayılardan ibaret olmadığının altını çizerken, iktidarın da bu konuda bir planının olmadığına dikkat çekti: "Türkiye'de okullaşma oranı ve eğitim gören öğrencilerin sayısında azalma var. Özellikle son iki yılda kapanan liselerin sayısında artış var. Bu okullar kapanınca ne oluyor? Bu çocuklar kayıt dışı çalışıyor ya da evlere hapsoluyor adeta. Zaten çocuklar bu tür örneklerde istismara daha çok maruz kalıyor. Böylesi durumlar istismar örneklerini arttırıyor. Bunun tek bir amacı var. O da sorumluluklardan kaçmak. Bu yüzden bu tür örnekler kamuoyuna yansıdığında yayın yasakları getiriliyor ya da soruşturmalara gizlilik kararı veriliyor." 

'Kamuoyu baskısı olmasa arama çalışmaları bu kadar sürmeyecekti'

Gülistan Doku ya da Narin... Her biri de bu ülke hafızasında ve vicdanında ağır yer etmiş isimler. Avukat Tozbey bu iki örnekte de yoğun çalışma yapılmasının esas nedeninin konunun ülke kamuoyunda yer etmesiyle ilgili olduğunu söylüyor: "Normalde bu tür örneklerde yetkililer iki gün ya da üç gün arar, bulamadık der ve iş biter. Ama kimi örneklerde görüyoruz ki böyle olmuyor. Burada belirleyen şey kamuoyu baskısı. Narin için de öyle oldu. Diyarbakır'ın ilerici kamuoyu ve oradaki gazeteciler olmasaydı bu konu belki de bu kadar gündem olmayacaktı. Bu sayede ülkedeki aydınlar ve gazeteciler konuya eğildiler ve Narin'e sahip çıktılar. Sonuçta aydınlar ve gazeteciler dedi ki bu sorun bireysel bir sorun değil toplumsal bir sorun ve devlet bu çocuğu bulmalı. Narin bu sayede bulunabildi. Bu çocuklara, çocuklarımıza öldürülmeden de ulaşılabilirdi. Ama anlıyoruz ki iktidarın böyle amacı ve çabası yok."

Kayıp çocuklar ülkesi

Türkiye'de son 8 yıldır kayıp çocuk verilerine dair hiçbir veri açıklanmıyor. Ancak "Güvenlik Birimine Gelen veya Getirilen Çocuk İstatistikleri"ne göre günde yaklaşık 30 civarında kayıp ilanı yapılıyor. Bu rakamların ulaştığı sayılar ise korkunç tabloyu gözler önüne seriyor. 

Avukat Müjde Tozbey bu süreci anlatırken "İktidarın çocuklarla ilgili bir çalışması, planı ya da kurgusu yok. Sorumluluktan kaçmak için de bu sayıları gizliyorlar zaten. Yoksa ülkede kuş uçsa haberi olan istihbaratın bu tür örneklerde yetersiz kalması çok tuhaf bir durum olurdu. Son yaşanan Narin örneğinde uçan kuştan haberi olan, her yeri kamera ve izleme sistemleri ile çevrelenmiş, istihbaratın bu kadar güçlü olduğu bir yerde bir çocuğun bulunamaması mümkün mü? Bu veriler bize yetkililerin durumu ciddiye almadığını da gösteriyor bir yanıyla. Ne yazık ki kayıp çocuklar ülkesiyiz" ifadelerini kullanıyor.

Türkiye'de kayıp çocuklara ait verilerin dahi kayıp olması yaşananlara dair yurttaşların kaygılarını arttırıyor.                            /././

Sorumluluk ve cüret -Nevzat Evrim Önal-     

Narinlerin kanını içen gericilerin Türkiye’den temizlenmesi için, toplumdaki herhangi bir gericilik biçimine “bu da toplumun gerçeği” diye hoşgörüyle yaklaşmayacak devrimci bir iktidara ihtiyaç var.

Bocalıyoruz, çünkü kandırıldık ve çok yanlış bir şeye inandırıldık.

İnandırıldığımız şey şuydu: “Bu hayatı insanca yaşamanın birinci şartı, başkalarının yaşantısına ve düşüncelerine saygı duymak, kimseye saygısızlık etmemek ve hayatına karışmamaktır.”

Hoşgörü, nezaket ve şiddetsizlik.

Buna inandıkça, her anlamda silahsızlandık.

Ve şimdi, Narin’in ölü bedeni karşısında nutkumuz tutuluyor. İnsanlıktan nasibini almış herkes çok karmaşık duygular hissediyor kuşkusuz; ama en baskın olanı çaresizlik, elimizden bir şey gelmemesi, yapmamız gerekenleri yapmak için ihtiyaç duyduğumuz araçlara sahip olmama hissi. Ruhumuzu ezip sıkıştıran bu duyguyu kafamızdan atamıyoruz, çünkü bize anlatılanın (ve belki de zannettiğimizin) aksine kendisinden ibaret, izole bir varlık değiliz. Varoluşumuz ve kişiliğimiz her gün, içinde yaşadığımız topluma referansla yeniden üretiliyor ve o toplum sadece bizim gibi insanlardan değil Narinlerden ve Narinleri katledenlerden de oluşuyor. Münferit bir suçla değil, tekrarlanan ve süreklileşmiş bir kıyıcılıkla karşı karşıyayız. Bir suç mahalli varsa Diyarbakır ili Bağlar ilçesi Tavşantepe köyü ile sınırlı değil. Suç mahalli, Gazze’nin yıkıntılarından Akdeniz’de alabora olan göçmen teknelerine, her Eylül ders başı yapılırken “bu sene nerede öğrenci katliamı olacak?” diye tedirgin olunan ABD liselerine, çocukların çalıştırıldığı ve iş cinayetlerinde öldüğü her atölyeden yatağa aç girdikleri her yoksul eve kadar bütün dünya.

İnsanız, ve milyonlarca yıllık insanlaşma yolculuğunda kazandığımız en önemli, en kıymetli, bizi insan yapan en temel kişilik özelliğimiz vicdanımız. O, içimizde yaşayan insanlığımız, toplumsallığımız. Ve şimdi, Narin’in ölü bedeni karşısında, hepimize çok basit bir soru soruyor.

“Bunun yaşanmaması için, üzerine düşeni gerçekten yaptın mı?”

                                                            ***

Esasen ideolojik bir operasyon olan ilericiliğin silahsızlandırması, bireyin toplumsal sorumluluklarının, hatta bir noktadan itibaren toplumsallığının yadsınmasıyla gerçekleştirildi.

Operasyon şunu söylüyordu: “Bu dünyada herkes kendisinden mesuldür ve kimse başkasından mesul değildir. Bireyi tanımlayan onun bireysel hak ve özgürlükleridir. Birey bu hak ve özgürlükleri, başkalarının hak ve özgürlüklerine tecavüz etmediği müddetçe dilediği gibi yaşayabilir ve yaşaması herhangi bir biçimde engellenmemelidir. Devletin tek görevi, bireyin başka bireylerin hak ve özgürlüklerine tecavüz etmesini engellemek olmalıdır.” 

Bu operasyon bir yanda bireyi tüm toplumsal sorumluluğundan kurtararak, yani yalnızlaştırarak “özgürleştiriyor”; diğer yanda devleti, tüm toplumsal sorumluluklarını piyasaya devrederek sadeleştiriyor, yalın bir egemenlik aracı haline getiriyordu. Bu yeni devletin, sosyal adaleti sağlamak şöyle dursun, halkın temel ihtiyaçlarını karşılama, sokaktaki aç insana ekmek verme sorumluluğu bile yoktu. Tek sorumluluğu, bekçiliğini yaptığı özel mülkiyete dayalı piyasa düzeninin güvenliğini ve devamlılığını sağlamaktı. 

Birey yalnızlaştıkça, siyasal anlamda güçsüzleşti. Devlet sorumsuzlaştıkça, ele geçirenin olmadık şeyler yapabileceği, üzerinde neredeyse hiçbir halk denetiminin kalmadığı bir baskı aygıtından ibaret hale geldi.

Bu ortamda toplumun üretici güçlerini tekelinde bulunduran “soylu” egemen sınıf ölçüsüz ve her gün daha da ölçüsüzleşen zenginliğini izah etme zorunluluğundan dahi kurtuldu. Zira piyasa düzeninde bireysel mülkiyet ne kamu yararı ne de toplumsal adalet duygusu ile sınırlanabilecek, mukaddes bir haktı ve bir insan bir ülkenin tek ekmek fabrikasına sahip olsa dahi, o fabrikayı isterse çalıştırır istemezse çalıştırmazdı. Zengin olmayan ama başkalarına muhtaç olmadan geçimini sağlayabilme ayrıcalığına sahip (zira artık bu bile bir ayrıcalık haline gelmişti) “yurttaş” birey ise kendi yalnızlığına kapandı ve satın alabildiği hazları yaşayıp alamadıklarına imrenmeye odaklandı. Zira başkalarının hayatından mesul olmadığına ve nasıl yaşadıklarına müdahale etme yetkisi bulunmadığına inandırılmıştı. 

Ne soylu ne de yurttaş olabilen yoksullara ise tek seçenek kaldı: kulluk.

Dünyanın her yerinde ve Türkiye’de yoksullar, egemen düzen tarafından gerici ideolojilerin eline böyle terk edildi; zira eşitsizliğin benzersiz boyutlara ulaştığı düzeni yoksulların öfkesinden korumak için en güvenli yol buydu.

Toplumun kentli ve eğitimli, yani ideolojik açıdan aydınlanmacı ve ilerici olması beklenecek kesimleri daha eşitlikçi bir toplum için mücadele etmeyi bıraktı; hatta eşitlik arayışının bireysel özgürlükleri hiçe sayan baskıcı bir takıntı olduğunu düşünmeye başladı. Bu kesim “bireysel özgürlükler(im) az mı çok mu ihlal ediliyor?” diye bir toplu iğnenin ucunda kaç meleğin dans edebileceğini tartışırken, gericilik “din ve inanç özgürlüğü sınırsız ve dokunulmazdır”, “tarikatlar sivil toplum kuruluşudur ve örgütlenme özgürlükleri dokunulmazdır”, “ailenin çocuğuna dini inancını öğretme (yani dayatma) özgürlüğü dokunulmazdır” argümanlarıyla, ele geçirdiği devlet otoritesini kullanarak gerici ideolojiyi yoksul kitlelerin gündelik yaşantısına yerleştirdi.

Böylelikle, özel mülkiyet düzeninin yoksul bıraktığı, yani maddi esaret altına aldığı kitlelerin politik eylemi ve bu eyleme yön verecek düşünceleri de esaret altına alındı. Aklı liberal özgürlükçülükle kısırlaştırılmış ilericilik ise tüm bu olan biteni, kahrolarak da olsa, gerçek bir müdahalede bulunmadan seyretti.

***

İslamcı gericilik şakaya gelir bir şey değildir. Bekleneceği üzere, güçlendikçe zincirlerinden boşandı ve korkunç suçlar işlemeye başladı. Şimdi, işin buraya gelmesinde payı olan liberaller kendilerini aklama derdine düşmüş durumda.

Mesela Ümit Kıvanç, çalakalem ve karmakarışık bir yazı yazıp, Narin’in katledilmesini, “henüz aşılmamış çok ilkel güdüler, dürtüler, daha fenası, bunların ideolojileşmiş, gayet güçlü, dayanıklı, kalıcı toplumsal-zihinsel yapılarla tahkim edilmiş halleri”ne, “insan denen hayvan cinsinin erkek denen kısmının bütün medeniyet evrimine rağmen dönüştüremediği ilkel, doğal, güdüsel etkenler”e bağlıyor. 1

İnsanın biraz entelektüel namusu olsa, o çocuğun ölüsü ortadayken lafı bu kadar dolandırmaya utanır. Kıvanç’ın “medeniyet evrimine rağmen dönüşmemiş, ideolojileşmiş, kalıcı toplumsal-zihinsel yapılarla tahkim edilmiş güdüler” derken kast ettiği şey Türkiye söz konusu olduğunda İslamcı tarikatlar, elimizdeki örnekte de Hizbullahçılık. Ve tarikatların temelinde “ilkel güdüler, dürtüler” falan değil düpedüz özel mülkiyet düzeni ve onun egemen politik ilişkileri bulunuyor.

İyi de, sen yıllarca tarikatların politik özgürlüğünü savunmadın mı Ümit Kıvanç? Şimdi ne yüzle olan biten karşısında insanlığın vicdanını oynamaya soyunup, halkın “okullar açıldığı için tatilden dönmek zorunda kalmış uygar kısmına” parmak sallayabiliyor, bu insanların Narin’in ölümünü Kürt olduğu için “görmezden gelebileceğini” ima ediyorsun? 

Sen bu ülkede İslamcılıkla liberalizmin evliliğinin sağdıçlarından değil miydin? Gerici ve ilerici ideolojilerin aynı demokratik haklardan yararlanması gerektiğini savunmadın mı ve bugün de savunmuyor musun? Taraf gazetesinde Fethullahçılığın bir tehdit olmadığını iddia ederken, özel olarak Fethullahçılığın ve genel olarak dinci gericiliğin devlet içinde örgütlenmesine karşı olanlara "memleketin mâlûm laikçi taşkafaları" diye saldırmıyor muydun?2 Yetmez ama evetçi olmadın mı? Kendi liberal özgürlükçü ideolojin açısından bunun yanlış olduğunu (bir zahmet) kabul ederken dahi bu ülkenin komünistlerini nasyonal sosyalistlikle, Kemalistlerini düşkünlükle suçlamıyor muydun? 3

Sen ve senin gibiler, ucu buraya çıkacak gericilik yoluna taş döşediniz. AKP ve Fethullahçılar devlete operasyon çekerken, aynı operasyonun eksik kalsa muhtemelen başarısız olacağı toplumsal ayağını yürüttünüz ve laiklik ilkesine sahip çıkılması gerektiğini düşünen kentli, eğitimli insanları faşistlikle, taşkafalılıkla, nasyonal sosyalistlikle suçlayarak paralize ettiniz. Bunu yaparken, bu ülkede dinciliğin güçleniyor olmasından rahatsız olan, aydınlanmış insanlara “Toplumda ne varsa, ne denli gerici olursa olsun, demokratik siyasette ifade bulmalıdır” yalanını söylediniz.

Tekrar soruyorum: Bugün hala bunu savunmuyor musun?

                                                              ***

Muhtemelen yanıtlamayacaktır, biz yanıtlayalım. Eski müttefiki olan gericiler onu kullanıp atmış olabilir ama Ümit Kıvanç hala aynı aldatıcı, liberal düşünceyi savunuyor. Hala “medeniyet evrimi” diye uyduruk bir şeyden bahsediyor. İnsanlığın medeniyetinin tüm ölçütleri; özgürlük de, eşitlik de, adalet de egemenlerin zararınadır. Bu yüzden medeniyet hiçbir zaman evrimle ilerlemez, ilerlemesine karşı olan gericileri ezen devrimlerle sıçramalar yaparak ilerler. 

Narin’in ve onun gibi kim bilir kaç başka aydınlık yüzlü çocuğun canını alan, almasa da hayatı zindan edip gözlerindeki ışığı söndüren gericiliğin bu topraklarda kökleri tabii ki var. Ama o kökler, hiç de İslamcıların ve liberallerin iddia ettiği kadar derinde değil. 1923 devriminin eksiğini fazlasını tartışabiliriz, ama tarikatlarda örgütlü olan gericiliği ezmiş, onun Osmanlı döneminde sahip olduğu gücü yerle bir etmişti.

Ne var ki, Türkiye kapitalizmi gelişip eşitsizlik arttıkça, yoksulları din ile itaatkâr kılmak, eşitlik mücadelesinin öncü ve devrimci siyaseti olan komünizmi din düşmanı diye yaftalamak düzenin başlıca ideolojik unsurlarından biri haline geldi. Bugün 44. yıldönümünü idrak ettiğimiz Amerikancı ve Türk-İslam sentezci 12 Eylül darbesi ile İslamcı gericilik Türkiye siyasetinin ana akımı olma yoluna girdi, AKP ve müttefikleri tarafından 2002-2010 döneminde gerçekleştirilen, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz operasyonla da tamamına erdi.

Dolayısıyla, Ümit Kıvanç tek bir konuda haklı. Devletin laiklik sicili AKP öncesinde de karanlıktı. Ama bu, laikliğin “denenmiş ve tutmamış bir yöntem” olduğunu, bugün karşı karşıya olduğumuz tarikat enfeksiyonunun ilacının laiklik olmadığını göstermez.

Türkiye halkına büyük zarar vermiş İslamcı gericilik ve onun temel örgütlenme formu olan tarikatçılık, ancak ona siyaseti yasaklayan bir baskı ile temizlenebilir. Bugün Türkiye’de ilerici her insanın kafasından söküp atması gereken yalan, böyle bir ilerici baskının antidemokratik, dolayısıyla gayrimeşru olduğudur. Ümit Kıvanç gibiler yalan söylüyor. Bütün ideolojiler demokratik bir barış içinde yan yana yaşayamaz. Gericilik nasıl ilerici ideolojileri, örneğin laikliği baskı altına almak zorundaysa, aydınlık bir toplumun kurulması ve ilerlemesi için de gerici ideolojilerin baskı altına alınması gerekir.

Bugünkü iktidar, bunu yarım yamalak bile yapmayacak kadar gericidir. Narin’in ölümünün yarattığı infial karşısında en fazla birkaç kişiye bireysel cezalar verilecek, belki köyde çok sayıda bulunduğu iddia edilen lüks arabalardan birkaçı polis arabasına dönüştürülüp şov yapılacak, ama meselenin dayandığı gerici toplumsal örgütlülük tartışma konusu edilmeyecektir.

Narinlerin kanını içen gerici örgütlenmenin Türkiye’den temizlenmesi için, toplumdaki herhangi bir gericilik biçimine “bu da toplumun gerçeği” diye hoşgörüyle yaklaşmayacak devrimci bir iktidara ihtiyaç var. Böyle bir devrimci iktidar da, ancak tarikatların büyüyüp serpilmesini sağlayan enfeksiyon ortamı olan özel mülkiyet düzenine meydan okuyarak kurulabilir.

Türkiye’de bu cüreti taşıyan ve bu sorumluluğa talip olan bir siyasi parti var. İki gün önce 104 yaşına basmış Türkiye Komünist Partisi, cumhuriyet devriminin yaraladığı ama öldüremediği karanlığı tarihe gömmeye kararlı. Sizin de arzunuz buysa, liberallerin yalanlarını kafanızdan atın, bu mücadeleye omuz verin.

(Bitirirken bir not: 14 Eylül Cumartesi günü saat 17.00’de, Maltepe Kitap Günleri kapsamında Maltepe Cumhuriyet Meydanı’nda, “Kentli Bireye Dayatılan Bencillik; İnsan Bencil mi?” başlığıyla son kitabım hakkında sohbet edeceğiz. Civardaysanız, bekleriz…)

                                                               /././

Okullar açıldı! -Rıfat Okçabol-

Çocuğun okula gönderilmesine karar verildiği anda yeni dertler başlıyor. Okula başladığında da yeni dertler beliriyor. Çocuğu mezuniyet aşamasına gelen aile, bambaşka sorunlarla karşılaşıyor.

Ne hale geldik? Okulların açılmasına bile pek sevinemiyoruz!

* Okul çağında olup da okula gitmeyen yüzbinlerce çocuğumuz var. Kimi çocuk yaşta evlendirildiği için okul yüzü göremiyor. Kimi okula kayıt parası bulamıyor. Kimi küçücük yaşta çalışmak zorunda kalıyor. Kimi tarikat niteliğindeki kurumların kaçak dense de iktidar tarafından bilinen ve de hatta desteklenen merdiven altı-sıbyan mektebi-medrese ya da Kuran kursu denen oluşumlara gitmekle yetiniyor. Kimi veli de, “Çocuğum okuyup da ne olacak, işsiz kalacak, bari para kazansın” diyor!

Çocuğun okula gönderilmesine karar verildiği anda da yeni dertler başlıyor:

* Anadilleri Türkçe olmayan veliler, çocuklarının anadilinde öğrenim göreceği okul bulamıyor.

* Deprem nedeniyle yıkılan ya da hasar gören okulların sorunları hâlâ büyük ölçüde devam ediyor.

* Milyonlarca veli çocuğunun "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" ile eğitim görmesine karşı olsa da, çocuğunu okula göndermenin ikilemini yaşıyor.

* Hemen ardından okul seçimi bir başka dert kaynağı oluyor. O okulda ikili, bu okulda taşımalı eğitim var. O okulda tarikatlar hakim, bu okulda zorbalık diz boyu. Şu okulda çeşitli bağımlılık olayları yaşanıyor. Öbür okulun yıllık ücreti cep yakıyor. Ötekinde okul servisini bile karşılamak zor.

* İnsanın "milli eğitim bakanı" demeye dili varmadığı sorumlu kişi, “Veliden kayıt parası alınmayacak” dese de, bu ifadeye kendisi bile inanmıyor. Bırakın özel okul ücretlerini, milyonlarca veli devlet okullarına kayıt parasını ödemede, okullarda istenen bağışları karşılamada ve de okula gidenlerin sahip olması gereken defter ve kalem gibi gereksinimleri almada büyük zorluklar çektiği biliniyor.

Çocuğunuz okula başladığında da yeni dertler beliriyor.

*İstemeseniz de çocuğunuz, dini içerikli seçmeli dersleri almak zorunda kalıyor.

* Çocuğunuzu "öğretmen" diye teslim ettiğiniz kişiler arasında, kız-erkek, zengin-yoksul, Alevi-Sünni ve/ya da etnik köken ayrımı yapabilenler oluyor. Öğretmendense bir imammış gibi davranabilenler çıkıyor. Veli, bu tür öğretmenler elinde çocuğunun kişilik değiştireceğinden korkuyor. Gerçekten "öğretmen" gibi davranan öğretmeler ise geçim sıkıntısı ile idari baskılar altında görev yapıyor.

* Okul diye çocuğunuzu bıraktığınız yerde bir bakıyorsunuz, tarikat niteliğindeki kuruluşlar cirit atıyor.

* Okula aç giden çocuklarımızın olduğu, PİSA raporlarına bile girmiş bulunuyor. Bakanlığın milyonlarca ailenin karşılayamayacağı içerikte beslenme çantası hazırlanması önerisi, bu aileleri daha da kahrediyor.

* Okula kayıt yaptıran yüzbinlerce çocuğun okula devam etmeyeceği de şimdiden biliniyor. Devam edenler de başarısız olduklarında Mesleki Eğitim Merkezi’ne (MEM) gönderilme korkusu yaşıyor.

Çocuğu mezuniyet aşamasına gelen aile, bambaşka sorunlarla karşılaşıyor.

* İlköğretimi bitiren öğrencilerin belki de yüzde 90’dan fazlası istemediği okulda okumak zorunda kalıyor. LGS’de kazananların önemli bir bölümü ilk tercihi olan okulda okuyamıyor. Ailesinin tercihi ya da baskısı nedeniyle imam hatip lisesine, meslek lisesine, MEM’e ya da açık liseye gitmek zorunda kalan öğrencilerin okula istemeden gittiklerini tahmin etmek zor olmuyor. Benzer bir sıkıntı YKS’de yaşanıyor.

* Çocuğu mesleki eğitimde olan veliler ise ayrıca, çocuğunun emeğinin sömürülmesi ile olası iş kazası sıkıntısını yaşıyor.

* YKS’yi kazananlar ise yurt bulmak ve yeterince belenme sorunuyla karşılaşabiliyor. Kimi istemeye istemeye tarikat yurtlarına gidiyor, kimi öğrenimine son vermek zorunda kalıyor. Kimi yarı aç, yarı tok yaşamını sürdürüyor.

* Bazı okullarda mezuniyet töreni bile yapılmıyor. Bazı mezuniyet törenlerinde ise çocuğunuzun laiklik, bilimsellik ve yurtseverlikle ilgili mezuniyet konuşması takdirle karşılanacağı yerde sorun yaratıyor. Barıştan ve insanlıktan yana olması gereken diyanet başkanı kılıçla hutbe okuyor; alkışlanıyor! Harp okullarını bitirenler, asli görevleri gereği ve yıllardır yaptıkları gibi Cumhuriyet rejimini koruyacaklarına ant içince, mecliste benzer bir ant içenler tarafından tu-kaka ediliyor! Başlarına nasıl bir çorap örüleceği bilinmiyor!

Çocuğunuz üniversiteyi bitirse bile, gönül rahatlığıyla bir “Oh!” diyemiyorsunuz. Bir iş bulması şansa ya da bir AKP’li torpil bulmaya kalıyor. İş bulsa da, zar zor geçinecek. Çocuğunuzun lisansüstü öğrenim görmek ya da çalışmak için yurt dışına gidip dönmemesi de olası!                                                 /././

Derinleşerek devrimci görevlere -Ali Rıza Aydın-

Kapitalizmin/emperyalizmin ekonomi politiğinin sömürü olduğunun önemi ve anlamının farkına varılmadıkça, kuyrukçuluk terk edilmedikçe devrim için adım atılamaz.

Yasama ve yargısıyla, tüm kurum ve kurallarıyla devletin AKP’lileşmesinin, “tek adam” rejiminin ya da Cumhur İttifakı'nın öne çıkarıldığı her saptama değerli ama yanılsama dolu. Bütünüyle piyasacı ve gerici, sömürücü bir düzen içinde yaşamaya zorlanmaya, düzen içi siyasetin bu düzenin ayrılmaz parçası olduğuna yumulan her göz, kapatılan her kulak düzen gerçeklerini gizlemeye yarıyor. 

Kimi Bakanların Narin’in mezar ziyareti nedeniyle, mezar ve çevresinde düzenleme yapılması gibi sahteliklerle dolu bir dünyadayız. Haziran Direnişinden diğer siyasi yasak ve yargılamalara, Can Atalay kararlarından Narin soruşturmasına, çalışma yaşamına ilişkin baskı ve hak gaspı düzenlemelerinden yeni anayasa çalışmalarına, göç insanlarından işsizliğe ve yoksullaştırmaya kadar yaşanan ne varsa hepsi toplumun gerçekleri yerine sihirli aynalarda yansıtılan yanılsamaları. 

Yasak olan tarikat ve cemaatlerin meşrulaştırılması, uyuşturucu ve insan kaçakçılığının yaygınlaştırılması, her türlü hukuksuzluğun kanıksatılması, laiklik ve aydınlanmanın gericilikle yok edilmesi, kadın ve çocuk cinayetlerinin olağanlaştırılması, işçi cinayetlerinin iş kazası diye yutturulması… Hepsi, hepsi tek yola açılıyor, sömürünün meşrulaştırılmasına. 

Sömürücülerin, burjuvaların gözlükleriyle basılan her deklanşör topluma düzenin hazırladığı görüntüyü sunuyor, kanıksatıyor. Kanıksatma uzlaşma, demokrasi, seçim görüntüleriyle yaygınlaştırılıyor.

Düzen güçleri “Osmanlıcılık” olmadan, “dinsellik” olmadan, “piyasacılık” olmadan, “toplumsal üretim araçları sermayenin elinde” olmadan, NATO olmadan Türkiye’nin yönetilemeyeceği konusunda uzlaşma içinde.   

Sermayenin özgürlüğünün özü soygun, sömürü… Doğanın, halkın olanın, emek gücünün sömürüsü… Düzen siyasetinin özü de aynı. 

Emekçilerin hak ve çıkarları için burjuvazinin çıkarlarının bilinmesi, kuyrukçuluğun ve edilgenliğin terk edilmesi şart. 

Düzeni en gerçekçi biçimde analiz eden, ülke ve dünyadaki uzlaşmaz çelişkileri, sömürüyü en gerçekçi biçimde görüp değerlendiren, bağımsızlığı, yurtseverliği ve devrimi savunup hedefleyen komünistlerin olmadığı ortamlar ne kadar eleştirel olunursa olunsun uzlaşmacılığa, düzenin yaşatılmasına hizmet ediyor. Burjuvalaştırılmış, gericileştirilmiş halk kesimiyse onlara destek oluyor. Sömürücüler bu destekçilerle ve hukuklarıyla düzenlerini meşrulaştırıyor. 

12 Eylül Anayasasından kurtulmak sahteliğine sığınarak piyasacı ve gerici yeni bir Anayasaya atacakları adım karşı devrimciliklerinin yeni bir belgeye kavuşturulmasından başka anlam taşımıyor.  

Kapitalizmin çürüttükleri, felaketleri kendi düzenleri içinde çaresiz ve çözümsüz.

Emekçilerin sömürgecilik yollarında işi yok.  

Gerçek, emekçilerin kapitalizmin/emperyalizmin kuşatması altında yaşamak zorunda olmadığı. 

Gerçek, devrimci ahlak ve disiplinle, devrimci programı olan partide örgütlenen yaşam ilkeleriyle, aydınlanma seferberliğiyle kuşatmayı yırtıp atmayı gerektiriyor.  

Büyüklerin bize bıraktığı önemli sınıfsal tavırlardan biri “ileriye doğru atılan her adım”ın, “her gerçek gelişme”nin bir “düzine programdan daha önemli” olduğu. 

Gericilik ve sömürücülükle işbirliği içinde olunmamalı. Burjuva demokrasisinin aleti olunmamalı. Sermaye sınıfının aklına esir olunmamalı. Atılan her adım örgütlü ve devrimci olmalı, partiyle olmalı. 

Kapitalizmin/emperyalizmin ekonomi politiğinin sömürü olduğunun önemi ve anlamının farkına varılmadıkça, kuyrukçuluk terk edilmedikçe devrim için adım atılamaz.

Kapitalist/emperyalist dünya analizinde “refomist bakış açısı” ile “devrimci bakış açısı” arasındaki farklar hem sorun tanımını hem de görev tanımını etkiliyor. Buradaki kritik eşik, sömürücü gerici düzene örtülü ya da açık ödün vermekten kaçınmayanlarla birlikte yürünemeyeceği, devrimci hedeflerden geriye düşülemeyeceği, devrimci ahlak ve disiplinden aşağıya inilmeyeceği, sınıfsal savaşımdan sapılmayacağı. 

Sömürü karşısında seçenek, sömürücülerle uzlaşmakta değil sosyalizmde. İşçi sınıfı kimliği ve kültürüyle, yurtseverlikle, bağımsızcılıkla, aydınlanma seferberliğiyle, devrimci ahlak ve disiplinle, devrimci dönüşümle kazanılacak sosyalizmde. 

Türkiye Komünist Partisi 104 yaşında yaptığı kongresini “devrimci görevler için derinleşme, derinleşerek devrim ve sosyalizme” ilkesiyle, Türkiye’nin ve dünyanın aydınlık geleceğine olan sarsılmaz inançla, tüm partilileri ve parti dostlarını selamlayarak ve Türkiye’deki bütün komünistleri TKP saflarına davet ederek tamamladı.

                                                               /././

'Türk Dünyası'nda ortak alfabe tartışması: 'Dil birliğine katkısı olmayan hamasi söylemler' -Aslı İnanmışık-

Türk Devletleri Teşkilatı'nın komisyon çalışmasıyla 34 harften oluşan Ortak Türk Alfabesi önerisi üzerinde uzlaşıldı ancak Prof. Dr. Özgür Aydın'a göre alfabe dil sisteminin dışsal bir öğesi.

Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) tarafından oluşturulan Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu, Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de 9-11 Eylül'de 3'üncü toplantısını gerçekleştirdi. Toplantıya Türk Dil Kurumu (TDK) Başkanı Prof. Dr. Osman Mert de katıldı.

Toplantının sonunda "34 harften oluşan Ortak Türk Alfabesi önerisi üzerinde uzlaşıldı. Önerilen alfabedeki her harf, Türk dillerinde bulunan farklı fonemleri temsil etmektedir" açıklaması yapıldı.

Ortak Türk Alfabesi'nin geliştirilmesinin "Türk halkları arasında karşılıklı anlayış ve işbirliğini teşvik ettiği, dil mirasını koruduğu" öne sürülürken, kararın uygulanması ve desteklenmesi için de ilgili kurumlara çağrı yapıldı.

'Dilsel bir birlik oluşturmaz, reel hiçbir karşılığı yok'

Söz konusu toplantıyı ve çıkan kararı Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dilbilim Bölümü Öğretim Üyesi ve Üniversite Katılımcıları Derneği (ÜKD) Başkanı Prof. Dr. Özgür Aydın'a sorduk.

Aydın, alfabenin dil sisteminin dışsal bir öğesi olduğunu belirterek bu durumun "dil birliğine" ilişkin bir katkısı olmayacağını ifade etti. Bu söylemlerin hamasi olduğunu ve hiçbir karşılığı bulunmadığını anlatan Aydın, "Bu ortaklaşmanın 'dil birliğini' sağlayacağını düşünmek bilim dışı bir yaklaşım olur" dedi.

'Türk Dünyası'nda ortak alfabe ne anlama geliyor?

Özgür Aydın: Anlaşıldığı kadarıyla, Türk Devletleri Teşkilatı bünyesindeki Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu 34 harften oluşan bir envanter sunuyor ve farklı diller bu envanterden dillerine uygun seçim yapacak. Zaten "Türk Dünyası"nda kademeli olarak Latin alfabesine dayalı bir alfabeye geçiş süreci söz konusuydu. Temeli Latin alfabesi olunca da kaçınılmaz olarak büyük bir ortaklık zaten vardı. Muhtemelen komisyon bazı küçük farklılıkları ölçünlüleştirme girişiminde bulundu.

TDT, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkiye'nin üye; Macaristan, Kuzey Kıbrıs ve Türkmenistan'ın gözlemci statüsünde yer aldığı Türk devletlerinden oluşan bir uluslararası kuruluş. Kuruluşun geçtiğimiz günlerde yaptığı toplantı da çevirmenler aracılığıyla gerçekleştirildi.

'Alfabe dil sisteminin dışsal bir öğesidir'

Peki böyle bir girişim "dil birliğine" ilişkin bir katkı sağlar mı?

Özgür Aydın: Dillerin yazı sistemlerinde ortaklığa gitmek, diller arasındaki karşılıklı anlaşılabilirliğe ciddi bir etki yaratmaz. Hele buna ilişkin haberlerde verildiği gibi, "dil birliğine" ilişkin bir katkısı hiç olmayacaktır. Çünkü alfabe dil sisteminin dışsal bir öğesidir. Türk Devletleri Teşkilatı bünyesindeki Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonunun toplantısına ilişkin basındaki görsellere bakacak olursanız üye ülkelerin temsilcilerinin çevirmenler aracılığıyla iletişim kurabildiklerini görürsünüz. "Ortak dil oluşturmak", "dil birliği sağlamak" gibi hamasi söylemlerin reel hiçbir karşılığı bulunmamaktadır. Söz gelimi, Talat Tekin'in yaptığı bir çalışmada Kazakçayla Türkçe arasındaki karşılıklı anlaşabilirliğin yüzde 6 civarında olduğu saptanmıştır. Şimdi siz istediğiniz kadar alfabeyi ortaklaştırın, bu ortaklaşmanın "dil birliğini" sağlayacağını düşünmek bilim dışı bir yaklaşım olur.

'Dil birliği ile alfabe birliğini birbirinden ayırmak gerekir'

Peki Sovyet Birliği döneminde "dil birliğine" ilişkin böylesi çabalar oldu mu?

Bakın Sovyetler Birliği'ndeki "Türk Dünyası"nda tam bir ortak alfabe vardı. Bu "dil birliği" yaratmadı, zaten amacı da bu değildi. Dil birliği ile alfabe birliğini birbirinden ayırmak gerekir. Alfabe birliği o dille ilk karşılaşmanızda bir kolaylık sağlar, ancak dilsel bir birlik oluşturmaz. Sovyetler Birliği döneminde "dil birliği" yerine, "lingua franca" dediğimiz insanların birbiriyle iletişim kurmak için kullandığı ortak dil oluşturmuştur. Bunu yaparken de Türk dillerine büyük bir özgürlük sunmuştur.(12/09/2024)

                                                               



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder