AKP'nin yeni müfredatı ve yeni ders kitapları (VI):Türk Dili ve Edebiyatı - TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu-
TKP'li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu, yeni müfredatın ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alıyor. Dosyanın bu bölümünde Liselerdeki Türk Dili ve Edebiyatı ders kitaplarını inceliyoruz.
Geçtiğimiz dönem sonunda AKP, "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" başlığı altında müfredatın gericileşmesine yönelik ciddi müdahaleleri olan bir model açıkladı. Bilimsel ve laik eğitime mesafeli akademisyenler ile yandaş sendikalarda üye öğretmenler tarafından hazırlanan bu model, AKP’nin kendi anlayışında nesiller yetiştirmeye devam ettiğini gösteriyor.
Derslerin genel itibariyle bilimsel/analitik düşünebilen, dünyayı doğru kavrayabilen, evrensel değerlere sahip olan öğrenciler değil; “ilme ulaşan, belagat sahibi, girişimci, manevi sağlığını koruyan” nesiller yetiştirmek üzere düzenlendiği görülüyor. Modelin eğitim yerine kullandığı “maarif” sözcüğüne bakılarak da anlaşılacağı üzere; geçerliliği olmayan, tarih olmuş Osmanlıca sözcükleri diriltmek, Osmanlıcı bir eğitim anlayışı ve zihin dünyası yaratmak bu modelin temel amaçlarından.
Edebiyat kitaplarında Yaşar Kemal'e yer yok
Liselerdeki Türk Dili ve Edebiyatı dersi özelinde baktığımızda; Osmanlıca sözcüklerin her sınıf düzeyinde alabildiğine arttığı, gerici yazarların çoğunlukta olduğu ve dini kavramların öne çıkartıldığı görülüyor. Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Fakir Baykurt gibi önemli isimler ise dört kitapta da yer almıyor.
Geçtiğimiz dönem kullanılan kitapta Füruzan, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu, Bilge Karasu gibi modern edebiyatçıların hikâye örneklerine yer verilirken yeni dönem kitaplarında gerici yazarlara yer veriliyor. Toplumcu gerçekçi edebiyat çarpıtılarak anlatılırken, ayrıca Köroğlu, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal gibi önemli halk şairleri de kitaplarda yer almıyor. Hicviye, taşlama konuları bir cümleyle değinilerek örnekleri dahi verilmeden geçiliyor.
Aydınlanma düşmanı karakterler, dini temalı metinler
10. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı kitabında Ömer Seyfettin’in Mermer Tezgâh hikâyesinde şu ifadeler yer almakta: “Okuryazar takımındandı. Fakat bu faziletini hiç kullanmıyordu. Kütüphanelerin önünden geçerken kendini tutamaz: ‘İşte cahillerin akıl ambarı!’ diye gülümserdi. Onun fikrince kitaplar ‘hakikat’in üstüne gelişigüzel yığılmış birtakım zarif, süslü, kıymetli kerpiçlerdi. Bu kerpiçleri toplayıp bir tarafa atmayan, mümkün değil, hakikati göremezdi.”
12. Sınıf kitabında ise Sâmiha Ayverdi’nin Batmayan Gün romanından bir metin seçilmiştir. Bu metinde de Mermer Tezgâh hikâyesindeki gibi aydınlanma düşmanı bir karakter yer almaktadır:
“Onların mânâsını yakalayabilmek için aklın ve ilmin bana yol göstereceğini, meşale olacağını bilsem, bir bu kadar daha çalışırdım. Fakat ilmin uzun eteği, gene kendi dikenlerinin arızalarına takılarak ileri gitmiyor. Bak mesela sen, İrfan Paşa’nın oğlu, koskoca bir elçi, şu metruk kağıtların sakladığı mânâyı çözemiyorsun.” “Fakat maddenin mekanik hudûdunu aşmadın, bu suretle de rûhî bünyemin teşekkülü hâsıl olmadı. Böylece de yalnız bilginin sathında kaldım. Kazandığım bu sermâye ile hayatta bir mevki sâhibi olabilirim, fakat bir insan olamam.”
Bu sözlerle yazar manevi yönü eksik olan, akla ve bilime göre hareket eden insanların tam olarak insan olamayacağını anlatmaya çalışmıştır.
Toplumcu edebiyat çarpıtıldı
12. Sınıf hikâye ünitesinde Mustafa Kutlu’nun İkindiyi Kılmak hikâyesi alınmıştır: “Nefes nefese Beyazıt’taki elektrik idaresindesindeyim. Yani yeni bir kuyruktayım. Beyazıt Camii’nden ezan sesi geliyor, tam bu sırada ödeme sırası bana geliyor. Tahsildarın yüzüne dik dik bakıyorum. Parayı ödemiyorum...Elektrikleri kesecekler. Kessinler. Mum alacağım.”
Bu satırlardan Milli Eğitim Bakanlığının öğrencilere kazandırmak istediği kazanımın "insani ihtiyaçlarınızı erteleyin, gerekirse karanlıkta kalın ama namazı kaçırmayın" olduğu görülüyor.
Mustafa Kutlu’dan sonra kitaba alınan bir diğer örnek ise Zeyyat Selimoğlu’nun Eski Sonsuza Doğru hikâyesi: “Gördün mü? Benimki boşboğazlık. İkindiyi kaçırıyorum, -telaşlanıyor- dedim sana, bu kent çok büyük, yetişemiyorum. Ben çabuk yürüyeyim. Şu arkalarda bir cami olacaktı, orada kılarım ikindiyi. Hadi sana güle güle…”
Aynı kitapta toplumcu gerçekçi hikâye örneği olarak verilen Nezihe Meriç’in Marangozdur Adı Ahmet Ustadır hikâyesinin bir bölümü şöyle: “Ben bataklıkta bir Ahmet ustayım. Grev nedir bilmem Allahıma şükür. Sendika bilmem. Bir dükkanım var benim çarşıda. Köşebaşında. Yadigâr ustamdan. Ustam mı? Ustam ünlü şanlı Aliş ustaydı. Allah rahmet eylesin. (…)
Din demek insanları sevmek demek, hileci olmamak, sevmenin tüm kurallarını yerine getirmek demek.”
Nezihe Meriç tarafından ironik bir şekilde çizilen bu karakter, toplumcu gerçekçi edebiyatta olması gereken düzenin sorunlarını eleştiren ve buna karşı toplumsal çözümleri savunan karakterin tam karşısında yer alıyor. Ne hikâye ne de karakter öğrencilerin toplumcu gerçekçi edebiyatı algılayabilmesi için uygun görünmüyor.
Sabahattin Ali yok ama Zaman yazarı var
11. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı kitabında Fıkra ünitesinde Cemre adlı yazısıyla yine Mustafa Kutlu’ya yer verilmiştir.
“Mevsimlere bağlı takvimde tabiattaki oluşumların insanoğlunu eğittiğini, ona bir ‘zaman şuuru’ verdiğini biliyoruz. …Allah’ı inkar eden modern insan tabiatı düşman bilerek onunla savaşmış, bu savaş alkışlanmış, kazanılan zaferler modern insana bir firavun gururu vermiştir. Ne acı.”
Dört sınıf düzeyinde de hikâyelerine ve yazılarına yer verilen Mustafa Kutlu kimdir?
1986 yılından itibaren ‘Bir Demet İstanbul’ köşesiyle Fetullah Gülen cemaatine ait Zaman Gazetesinde yazarlık yapmış olup şimdilerde köşe yazılarına Yeni Şafak gazetesinde devam etmektedir. Yazılarında ve hikâyelerinde genellikle modernleşen, şehirlileşen ve ‘dini değerleri’ unutan insana eleştirisini dile getirmektedir. Kitapları, Anadolu Mektebi projesi kapsamında İmam Hatip Liselerinde okutulmaktadır.
/././
NATO’ya karşı yürüyüş 3. gününde Sakarya’da: 'THTM bir başka ülke hayaliyle yolda'
THTM, NATO’dan kurtulmak için yurtseverleri göreve çağırdı. “Filistin halkı yalnız değildir” sesi Sakarya’da yankılandı.(https://haber.sol.org.tr/haber/natoya-karsi-yuruyus-3-gununde-sakaryada-thtm-bir-baska-ulke-hayaliyle-yolda-395087)/././
'Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya' -Fatih Yaşlı-
"Türkiye’nin sermaye düzeni kendi insanına, kendi halkına, kendi coğrafyasına pervasızca saldıran, kâr ve servet hırsıyla bu ülkeyi yiyip bitiren bir kanser hücresine dönüşmüş durumda."
Kamu bütçeleri sınıfsal metinlerdir, iktidarların vergiyi kimden aldıklarını ve aldıkları vergiyi nereye, nasıl harcadıklarını, yani sınıfsal tercihlerini ve hangi sınıfa hizmet ettiklerini gösterirler. Bu hafta açıklanan 2024 yılı Ocak-Ağustos bütçe gerçekleşmeleri bu iktidarın sınıfsal karakterini bize bir kez daha bütün çıplaklığıyla gösteriyor.
Önce vergilere bakalım: ilk olarak, bu sekiz aylık dönemde toplam vergi gelirlerinin içerisinde dolaylı vergilerin payı yüzde 67,3’iken dolaysız vergilerin payı yüzde 32,7’de kalmış. Yani toplanan vergilerin üçte ikisi tüketim üzerinden alınırken, servetten, zenginlikten ve gelirden alınan verginin oranı üçte bir olarak gerçekleşmiş. Ayrıca toplam vergi gelirlerinin yüzde 20’si ÖTV’den, yüzde 33’ü KDV’den alınmış, toplanan verginin yarısından fazlasını bu dolaylı vergiler oluşturmuş.
Peki bu ne demek? Bunun anlamı Türkiye’nin vergi adaletsizliğinin en yoğun olduğu ülkelerden biri olması demek. Çünkü bir ülkede vergi gelirleri içerisinde dolaylı vergilerin payının yüksek, dolaysız vergilerin yükünün ise düşük olması, o ülkede vergi yükünün halkın sırtına, emekçi sınıfların sırtına bindirildiği anlamına gelir.
Vergiden devam edelim. Yılın ilk sekiz ayında toplanan vergilerin içerisinde kurumlar vergisinin payı sadece yüzde 11,3 olarak gerçekleşmiş; yani toplanan her 100 liralık verginin sadece 11 lirası kurumlardan gelmiş. Peki, bunun anlamı ne? Çok basit: şirketler, holdingler, bankalar, yani fahiş kârlarla çalışan Türkiye sermaye sınıfı doğru dürüst vergi ödememiş, istisnalardan, muafiyetlerden, indirimlerden bolca yararlanmış.
Holdingler vergi ödememiş gördüğümüz üzere, peki gelir elde edenler, kazanç sahipleri ödemiş mi, ödemişse ne kadar ödemiş?
Tüm vergi gelirleri içerisinde gelir vergisinin payı 19,8’i olmuş, yani toplanan her 100 liralık verginin 20 TL’si gelir ve kazançlardan alınmış. Kurumlar vergisinden daha yüksek bu oranın ilk bakışta göreli de olsa adil bir vergilendirmeye işaret ettiği düşünülebilir.
Ancak öyle düşünürsek ciddi bir şekilde yanılırız; çünkü tabloya yakından baktığımızda durum bambaşkadır. Yüzde 19,8’lik gelir vergisinin sadece 1,49’u beyan esasına dayanmakta, geri kalanı ise stopaj yoluyla alınmaktadır. Yani tüccar, esnaf, serbest meslek sahibi vs. ya son derece düşük gelir ya da zarar beyan etmiştir ve ödemesi gereken vergiyi ödememiştir.
Peki, gelir vergisini esas olarak kim ödemektedir, stopaj kesintisi kimden yapılmaktadır?
Stopaj ücretlerden kesilir, yani ücretlinin vergisi otomatik olarak tahsil edilir, çalışanlar ne muafiyetten ne istisnadan yararlanabilir ne de vergi kaçırabilir. Dolayısıyla Türkiye’de tüketim üzerinden alınan vergiler yetmezmiş gibi gelir vergisi yükünün de tamamına yakını ücretli kesimlerin üzerine bindirilmiştir.
Peki ya harcamalar? Kamu bütçelerinin bir servet aktarımı mekanizması olarak kullanılmasının yolu, kendisinden bilinçli bir şekilde vergi alınmayan kesimlere, yani sermaye sınıfına, emekçi sınıflardan toplanan vergilerin faiz harcamaları yoluyla aktarılmasıdır. 2024 yılının ilk sekiz ayında gerçekleşen faiz harcamaları 764 milyar lira olarak gerçekleşmiştir, yani 22 milyar dolar civarında bir para, sadece sekiz ayda halkın cebinden alınıp faiz olarak sermayenin cebine konulmuştur.
Bu tablonun bize gösterdiği şey basitçe “vergide adaletsizlik” denilerek geçiştirilemez; bu tablo sömürgeci bir gücün başka bir coğrafyayı işgal edip oranın halkını vergiye, haraca bağlamasına benzetilebilir ancak. Türkiye’nin sermaye düzeni ve onun icra komitesi olarak çalışan iktidar, bu coğrafyaya bir sömürge coğrafya, bu halka da sömürge halk muamelesi yapmaktadır uzun zamandır ve vergi politikaları bu “iç sömürgeleştirme” mekanizmalarının en önemlilerindendir.
Bu iç sömürgeleştirme süreci, sadece vergilemeye indirgenemez elbette; Türkiye kapitalizminin Türkiye’yi uluslararası kapitalist sistemin içerisine nasıl yerleştireceğine dair makro planına bakmak gerekir esas olarak. O plan Mehmet Şimşek’in defalarca söylediği üzere Türkiye’nin bir “üretim üssü” olarak yapılandırılması, yani bütün bir Anadolu coğrafyasının “küresel fabrika”nın bir parçası haline getirilmesidir.
“Küresel fabrika”nın Türkiye ayağı olmak ise düşük ücretleri, asgari bir hayatı, sendikasızlaşmayı, esnek çalışmayı, mezarda emekliliği, ranta açılan arazileri, yok edilen ormanları, kurutulan dereleri, mülksüzleştirmeyi, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin sınırsız bir şekilde yerli ve küresel sermayenin talanına açılmasını sermaye açısından zorunlu kılmaktadır.
Dolayısıyla Türkiye’nin tamamı yerli ve uluslararası sermaye tarafından insanıyla, doğasıyla, madeniyle bir sömürge coğrafyaya dönüştürülmeli, 20 bin lira civarındaki ücret düzeyiyle yaşamaya mahkûm edilmiş milyonlar, küçük bir azınlığın akla hayale gelmeyecek ölçüde ultra lüks hayatlar yaşayabilmeleri için sessiz sedasız bir şekilde köle misali çalışmalıdır.
İşte şimdilerde ülkenin farklı noktalarında devam eden işçi ve çevre direnişleri, hem bu sömürgeleştirme mekanizmalarının somutlaştığı hem de bu mekanizmaya karşı koyuş biçimlerinin filizlendiği, ete kemiğe büründüğü hadiseler olarak karşımızda durmaktadır.
Polonez işçilerinin başına gelenlere bakalım örneğin. Polonez, sahipleri tarafından 2021 yılında Ürdün menşeli bir uluslararası şirkete satılan, 400’den fazla kişinin çalıştığı bir gıda firması. Bu uluslararası şirket, sendikaya üye oldukları gerekçesiyle bir grup işçiyi işten çıkartıyor ve işten çıkartılan işçiler en temel hakları için fabrika önünde greve gidiyorlar. Yaklaşık iki aydır süren bu direnişte polisin tavrı, aynı zamanda iktidarın tavrı anlamına geliyor ve polis her seferinde işçilere adeta bir “sınıf kini”nin temsilcisi olarak, sermaye sınıfı adına, hınçla saldırıyor. En son yapılan saldırıda işçilere ters kelepçe yapılması da bu kinin açık bir göstergesi olarak karşımızda duruyor.
Benzer bir durum Fernas Madencilik adlı şirket için de geçerli. AKP Batman Milletvekili Ferhat Nasıroğlu’na ait olan bu maden şirketinde insanlık dışı koşullarda çalışan işçilerden bazıları sendikalı oluyor ve sonra da işten atılıyorlar. Direnişe geçen işçiler ise günlerdir Polonez işçilerinin başına gelenlerin aynısını yaşıyorlar; yani coplanıyorlar, dövülüyorlar, kelepçelenip gözaltına alınıyorlar. Fernas işçileri, tüm bunlara rağmen direnişlerini Ankara’ya taşımış durumdalar ve şimdi daha çok kişi seslerini duysun, daha çok kişi direnişlerine omuz versin istiyorlar. Onlara başka bir direniş daha eşlik ediyor üstelik; Gaziantep merkezli Akcanlar Tekstil işçileri de haklarını Ankara’da arıyorlar, işçilerin sloganları Ankara sokaklarında yankılanıyor.
Sadece işçi direnişlerinde değil, çevre direnişlerinde de görüyoruz sermayenin bu coğrafyayı sömürgeleştirmek için gözünü nasıl kararttığını. Geçtiğimiz günlerde Artvin Cankurtaran’da turizm tesisi kurmak için ağaçları kesen şirketin karşısına dikilen Reşit Kibar’ın öldürülmesi bunun en açık kanıtlarından biri. Kibar öldürüldü, azmettirici patronlar hala dışarıda ve Kibar’ın mücadelesini devam ettiren devrimciler de cezaevinde. Tüm bunlara rağmen Cankurtaran’da ve Türkiye’nin başka yerlerinde ülkenin doğasına, ormanına, ağacına sömürge bir coğrafyaya saldırır gibi saldıranlara karşı direnişler devam ediyor.
Görülüyor olmalı, bugün Türkiye’nin sermaye düzeni kendi insanına, kendi halkına, kendi coğrafyasına pervasızca saldıran, kâr ve servet hırsıyla bu ülkeyi yiyip bitiren bir kanser hücresine dönüşmüş durumda. Vergi vermiyor, vermediği vergiyi halkın sırtına yüklüyor, işçiyi çalışırken öldürüyor, öldürmediğine asgari ücreti ve açlık sınırını reva görüyor, sendikalı olmak isteyen işçiyi copluyor, koluna kelepçe takıp gözaltına alıyor, ormanını koruyan yurttaşı öldürüyor, ırmağını akışını paraya çeviriyor, tarımı bitiriyor, Narin’leri, tertemiz, masum çocukları öldürüyor. Hadi o çok sevdikleri ve yıllarca ekmeğini yedikleri dizelere atıfla söyleyelim; sermaye, bu ülkenin insanını “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” haline getiriyor.
Bugün Türkiye’nin sermaye düzenine karşı çıkmak, bu ülkede yaşamanın, bu ülkenin halkı, bu coğrafyanın insanı olmanın ön koşulunu oluşturuyor. İnsana, toprağa, havaya, suya bir işgalci güç gibi, bir sömürgeci güç gibi saldıran bu düzene karşı mücadele, bu ülkeyi taşıyla, toprağıyla, kurduyla, kuşuyla, madeniyle, ırmağıyla sahiplenmekten ve onu yeniden halka ait kılmaya çalışmaktan geçiyor. Bunu ise ancak halkın kendisi yapabilir, Türkiye’de uzunca bir süredir düzenle halk arasında bir beka mücadelesi, bir ölüm-kalım savaşı yaşanıyor, kazanan var olmaya devam edecek, kaybeden silinip gidecek.
/././
İsrail'in hamisi NATO 'doğuda güçlenmek' için buluştu: İktidar ve muhalefet vekilleri de katıldı
NATO’nun doğu kanadının güçlendirilmesi gündemli toplantısına TBMM’den iktidar ve muhalefet partisi milletvekilleri katıldı. TKP, "Bu İsrail’in Filistin’de sürdürdüğü katliama ortak olmaktır" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/israilin-hamisi-nato-doguda-guclenmek-icin-bulustu-iktidar-ve-muhalefet-vekilleri-de-katildi)/././
Oba Makarna işçileri anlattı: 'Daha önce de yangın çıktı, arkadaşlarımızın parmakları koptu' -Aslı İnanmışık-
Patlamanın yaşandığı fabrikada çalışan ve yakınları yaralanan işçilerin anlattıkları iş güvenliğinin yetersizliğini gözler önüne serdi. İşçiler ayrıca ölü sayısının fazla olduğunu iddia ediyor.Sakarya’nın Hendek ilçesinde bulunan Oba Makarna fabrikasında dün öğle saatlerinde patlama oldu. Patlama sonrası soğutma çalışmaları sırasında 27 yaşındaki işçi Mesut Şimay'ın cesedine ulaşıldı.
Sağlık Bakan Yardımcısı Halim Özçevik, biri 12 yaşında çocuk, 3'ü itfaiye eri olmak üzere 30 kişinin patlamada yaralandığını, yaralılardan ikisinin entübe durumda olduğunu duyurdu. Yaralılardan 16'sı tedavilerinin ardından taburcu edildi.
'Daha önce de yangın çıkmıştı'
Yaralı işçilerin yakınlarına ulaştık.
Yaralılardan bazılarının başka şirketlere bağlı çalıştığını, mal almak için oraya gittiği sırada yaralandığını öğrendik.
İşçilerden biri, 2024 yılı başlarında fabrikanın aynı bölümünde küçük bir yangın çıktığını anlattı. Bu yangının fabrika yöneticileri tarafından pek önemsenmediğini belirten işçi, olayın kamuoyuna yansıtılmadığını, çalışanlara da detaylı açıklama yapılmadığını ifade etti.
"Bizim öğrendiğimize göre yangın elektrikten çıkmış ama kimse açıklama yapmadı. Yaralanan olmadığını biliyoruz" dedi.
'Birden fazla arkadaşımın parmağı koptu'
İşçi, fabrikada pek çok kez iş kazasına şahit olduğunu da aktardı, "Birden fazla arkadaşımın parmağı koptu, kesildi. Bunlar olduktan sonra önlem alınmaya çalışıldı" ifadelerini kullandı.
Çalışma koşullarının kötü olduğunu, çalıştıkları yerlerin hijyenik olmadığını söyleyen işçi, "Kimseyi umursadıkları yok" diye konuştu.
Fabrikanın çok sayıda bölümden oluştuğunu ancak üretimin tamamen durduğunu belirterek, müdürlerinin kendilerine "Biz çağırana kadar gelmeyin" dediğini söyledi.
İşçi, yaralı çocuğunsa babasıyla birlikte TIR'da içeri girdiğini anlattı. Çalışma saatleriyle ilgili de şöyle konuştu:
"Ben 8 saat çalışıyorum, asgari ücret alıyorum. İşçiler 12, 14 saat de çalışabiliyor. Hatta 16 saat çalışan, mesaiye kalan bile var."
'Ölü sayısı daha fazla' iddiası
İşçinin dün yaşanan patlamayla ilgiliyse önemli bir iddiası var: "Bizim duyduğumuz ölü sayısının daha fazla olduğu."
Somut verilere dayanmasa da, AFAD'a dayandırılan aynı iddia bir başka işçi yakını ve aynı zamanda fabrika çalışanı tarafından da dillendirildi.
Henüz resmi makamlar Mesut Şimay'ın ölümünü doğruladı.
Savcılıkta soruşturmanın sürdüğünü, gözaltı yapılmadığını biliyoruz.
Oba Makarna'dan yapılan açıklamadaysa, fabrikanın iş güvenliğine ilişkin tüm yasal gerekliliklerin yerine getirildiği iddia edildi.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder