22 Eylül 2024 Pazar

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -22 Eylül 2024-

 Geniş açı -Aydemir Güler-

Türkiye’de yurtseverliğin kökleri derin. AKP’nin bu kaynak karşısında eli kolu bağlı. Bizimse arkamızda hem nesnelliğin hem mücadelenin tarihi var.

NATO’ya karşı Türkiye’nin sahne olduğu en güçlü eylemlerden biri sürerken yazılıyor bu yazı. Günlerdir İstanbul-Eskişehir-Ankara hattında kentlerin sokaklarında yankılanan sloganlar, başka şeylerin yanı sıra NATO-İsrail özdeşliğine işaret ediyor. Gerçekten İsrail saldırganlığını NATO’suz düşünemeyiz. 

Soykırımcı devlet son olarak Lübnan Hizbullah’ını çağrı cihazları üstünden vurdu. Bu terör eyleminin NATO için egzersiz veya manevra işlevi taşıdığını, haber ajanslara düştüğünde Pentagon’da ve Brüksel’de onlarca apoletli ve kravatlı caninin koltuklarına hoşnutluk içinde yaslandıklarını gözümüzün önüne getirebiliriz. 

Lübnan Hizbullah’ı sağcı, İslamcı bir siyasi partidir. Meclis’tedir ve ülke siyasetinde büyük bir ağırlık sahibidir. Beğenin beğenmeyin, bu hareket yakın dönem siyasi tarihine İsrail’in işgal harekâtına karşı Lübnan’ın kurtarıcısı olarak geçmiştir. Silahın, siyasette meşru olması ile terörizm başka şeylerdir. Hizbullah silahlı bir partidir ve bizim örneğimizde terörist olan İsrail’dir.

İsrail’in yüksek teknolojili terörü, kendisini ağababalarına vazgeçilmez olarak sunma güdüsünü de içermektedir. Kızmanın, kınamanın, suçlamanın yetmeyeceği bir noktadayız. 

Kızgınlığımız emperyalist terörü aklamaktan başka amacı olmayan şu satırlara da yönelmek durumunda: 

İsrail’e kızabiliriz, kınayabiliriz, sorumsuzlukla suçlayabiliriz, sivilleri gözetmemekle itham edebiliriz. Ama açık söyleyin, Türk istihbarat örgütleri PKK ya da YPG’li teröristleri ellerindeki telefonları, bellerindeki çağrı cihazlarını kullanarak ‘etkisiz hale’ getirseydi, Kandil’den PKK Merkez Komitesi’nin cep telefonlarının patlatılması suretiyle ortadan kaldırıldığı haberi gelseydi hoşunuza gitmez miydi!

Bunları yazarak okurunu İsrail terörizmiyle empati kurmaya çağıran kişi, gazeteci Fatih Altaylı. Doğrusu, tüm insanlık nazarında yerin yedi kat dibine göçen bir ahlaksızlık abidesi, ancak böyle laf cambazlığıyla olumlanabilirdi. Devlet terörünü, insan öldürmeyi, başka bir ülkede katliam düzenlemeyi, savaş hukukunun yok sayılmasını “hoş” bulan Altaylı’nın Pentagon ve Brüksel’deki sırıtıklarla arasındaki benzerliğe şaşırmıyorum. 

Ahlaksız soruya, amasız fakatsız hayır diyorum! Hayır, İsrail’in, NATO’nun, emperyalizmin canice eylemlerinin herhangi bir çağrışımı hoşumuza gitmiyor!

*    *    *

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi 15 Eylül’de Kartallı Kazım Meydanında başlattığı yürüyüşü ayın 28’inde İncirlik’te tamamlayacak. Programın bir etabı tamamlanacak, ama bu bir nokta olmayacak. Kastım Kasım ayında miting yapılacak olması da değil…

“Nokta” Türkiye’nin NATO’dan çıkması olabilir yalnızca. İsterseniz, bir de “noktalı virgül” tanımlayabiliriz; o da ülkemizde NATO’culuğun mutlak bir itibarsızlaşmaya uğratılmasıdır.

Yani NATO’yla ilgili olarak protestonun ötesine geçen hedeflerin konabileceği, bunlardan sonuç alınmasının mümkün olduğu bir konjonktürden geçiyoruz. 

Türkiye’de egemen güçlerin emperyalizm ve NATO sevdası ile geniş halk kitlelerinin yurtsever, bağımsızlıkçı duyuları, Batı’yı ve NATO’yu tehdit sayan gelenekleri arasında tarihsel bir açı vardır. Bu açı içinde bulunduğumuz dönemde genişledi. Düzen siyasetinin elinden bu eğilime karşı fazla bir şey gelmiyor.

Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sistem içindeki macerası son dönemde muazzam bir diyalektiğe kavuşmuş bulunuyor. Nâzım’ın haklı olarak ve çarpıcı biçimde “Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ…” dediği polemiğinin üstünden çok zaman geçti. Hatta Cüneyt Zapsu’nun, danışmanı olduğu Erdoğan için Amerikalılardan “delikten süpürmek yerine kullanın” ricasında bulunduğu 2006 yılı bile eskidi. 

Çünkü bir tarafta, emperyalist hiyerarşinin tepesinde dursa da ABD hegemonyası çok sorun yaşadı, sarsıldı. Bu tarafta ise Türkiye sermayesi sınırlarının ötesine taştı ve AKP’nin şahsında bu hamlesinin politik ve askeri muhafızlığını yapacak temsilciyi buldu. 

Türkiye kapitalizminin “emperyalisti oynamaya” ne kadar ehliyeti var, bu başka bir tartışma. Ama Ankara sistemin içinde artık “rekabetçi” bir güçtür. 

Haliyle egemen güçlerimizden, 1950’lerde Bayar ve Menderes’in, ‘80’lerde Evren ve Özal’ın sergilediği pervasız NATO’culuk beklenemez. Oysa yukarıda sözünü ettiğim açıyı kontrol etmek için bile büyük bir kuvvet uygulanması gerekmektedir. Bugün Türkiye egemen güçleri rekabet içinde oldukları müttefiklerini savunmakta zorluk çekiyorlar. Bu, yurtseverler için ciddi bir olanaktır.

*    *    *

Varşova’da toplanan NATO Parlamenter Asamblesi ise, TKP’nin tepkisi olmasa, “bir NATO ülkesinde sıradan bir gün” denip geçilirdi! Asamblede Türkiye heyeti bir milli uzlaşma resmi çizmişti. TBMM delegeleri AKP, CHP, DEM, İYİP ve MHP üyesiydi! Düzen siyasetinde NATO’cu olmayan yoktu…

Uzaktan bakanlar, böylesi geniş bir yelpazeyi, toplumun NATO’ya bakışının aynası olarak algılayabilirler. Değildir; tersine düzen siyasetiyle toplumun geneli arasında, taban tabana karşıtlık denemese de, bir geniş açı vardır. 

Bu durum tarihsel derinliğe sahiptir. Türkiye’nin ülke olarak varoluşu Batı emperyalizmiyle mücadeleye dayanır.

Topraklarımızın işgaline ve parçalanmasına karar veren büyük güçler, bugünkü emperyalizmin doğrudan ataları. Türkiye toplumu Düyunu Umumiye’den Birinci Dünya Savaşı bitimindeki işgale uzanan sürecin çıktısı olarak belirli bir ideolojik konumlanışa yerleşmiştir. Söz konusu konumlanış iki akımla uyumludur. Biri kurtuluşa imza atan Kemalizmdir, diğeri solculuk/komünizm. Saltanatçılık, onu tamamlayan hilafetçilik/şeriatçılık, bunları koruyan muhafazakârlık ve Batıcı liberalizm, yani bir bütün olarak Türkiye sağının derdi, bu anlamda gerçekten büyüktür.  

Varşova fotoğrafının toplumu temsil yeteneği tarihsel olarak zayıftır. Ama güncel olarak açının derecesini tarihsel nesnellik değil somut mücadeleler belirler. 

*    *    *

Mücadelenin ilk onur sayfası, Türkiye’nin NATO’ya girdiği 1952’yi önceler. 1950’de Türk Barışseverler Cemiyeti kurulur. Siyasi iktidarın Kore’ye asker göndermekteki maksadı NATO üyeliğini “hak etmekti.” Cemiyetin karşı çıktığı da, ülkenin bir savaşa sokulmasından öte, Batı emperyalizminin yörüngesine yerleşme tercihiydi. Gerçekten de İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkenin rotası masaya yatırılmıştı.

Ancak Soğuk Savaş dönemine, düzen bir seferberlikle girdi, bütün kaynaklarını harekete geçirdi. Diyanet İşleri Başkanına göre Kore Savaşı bir cihattı. Demokrat Partili bir bakana göre Kore’de verilen bir avuç kanın karşılığı “büyük devletlerin arasına katılmak” olmuştu. Samet Ağaoğlu’nun avuçla ölçtüğü “şehit” sayısı 741’di! TSK ABD’nin ardından en fazla kayıp veren ikinci orduydu.

Behice Boran’ın başkanı, Adnan Cemgil’in sekreteri olduğu Barışseverler Cemiyeti bu kampanyanın karşısında bir onur mevzisidir.

Ama 1960’larda işler değişmiş, yurtseverlik ile NATOculuk/Amerikancılık açısı çarpıcı biçimde açılmışsa, kuşkusuz 1950’nin komünist barışçılarının emeği harcın içindedir.

Birinci Türkiye İşçi Partisi, Aybar’ın “35 milyon metrekarelik vatan toprağı Amerikan işgali altındadır” sözleriyle masaya yumruk vardu. Kurtuluş Savaşı’nın tarihsel hafızasını Doğan Avcıoğlu’nun Yön Hareketi canlandırdı; NATO “milli kuvvetlerin Amerika’nın emrine verilmesinin aracıydı.” DİSK’i kuracak olan sendikacıların Türk-İş’ten kopma argümanlarından biri de konfederasyonun üstünde Amerikan sendikaları aracılığıyla kurulan emperyalist vesayetti. NATO ve ABD karşıtlığı sokağa çıktığında halkın vicdanının kimden yana olduğu belliydi. 

1968 Ekim ayında Deniz Gezmiş “Tam bağımsız Türkiye için Mustafa Kemal Yürüyüşü”nün ön safındadır. Devrimci gençler Temmuz’da Altıncı Filoya bağlı Amerikan askerlerini Dolmabahçe’den denize sürmenin gururuyla yürürler Samsun’dan Ankara’ya. Yankeeler İstanbul’u ziyaret ettiklerinde kaldıkları oteller taşlanır, Türk bayrakları yarıya indirilir… 1969 Nisan’ında Dev-Genç’in bağımsızlık haftası, NATO’ya Hayır mitingiyle doruğa çıkar. Geçenlerde Mesut Odman’ın anlattığı anılara göre, o yıllarda Kızılay’ın göbeğinde sosyalleşen Amerikalı askerleri dövmek, devrimci gençler arasında bir modadır. O modanın yaratıcılarından Sinan ise Adnan Cemgil’in oğluydu. Kürecik Üssüne karşı eyleme giderken öldürülüşü, mücadelenin ve verilen büyük emeğin sürekliliğine kanıt sayılmaz mı?

Bu süreç boyunca Türkiye’yi yönetenler, sömürgeci geçmişleriyle iplerini kopartan Bağlantısızlar Hareketi’ne düşmanca bakıyor, Ankara Ortadoğu’da Bağdat Paktı ve CENTO ile tam bir ileri Amerikan karakolu haline geliyor, bağımsızlık hareketlerinin karşısına sömürgecinin kibrini ödünç alarak çıkıyor olabilirdi. Ama ne gam, Soğuk Savaş ideolojisi geri püskürtülmekteydi. 1977’de kurulan Türkiye Barış Derneği ülke aydınlarının antiemperyalist pozisyonunu kayda geçirdi. 

Bu koşullarda İslamcı ve milliyetçi hareketler merkez sağı Amerikancılıkta yalnız bırakamazlardı. Düzen siyaseti NATO’culuk için bir büyük yığınağa yöneldi. 12 Eylül NATO’culuğun huruç harekâtıdır. 

 *    *    *

Harekâtın sınıfsal özünü biliyoruz. Ama bu yıl BBC de bir haberiyle bunu kayda geçirdi. ABD’nin İstanbul konsolosluğu Dışişleri Bakanlığına darbenin nimetlerini ballandıra ballandıra anlatmaktadır. Türkiye’de herkesin darbenin duacısı olduğunu anlatmak için yaratıcılığa da ihtiyaç vardır!  

Adana yakınlarındaki fabrikalarından birinde radikal solcular, genel müdürün odasındaki Atatürk portresinin altına ‘Kapitalizmin uşağı’ yazılı bir pankart asmışlar. Bu pankart, yönetim kademesindeki hemen herkes, çalışanların büyük çoğunluğu, kolluk kuvvetleri gibi birçok kişi için hakaret niteliği taşıyor olmasına karşın hiç kimse bu pankartı kaldıramamış. Yöneticiler, radikal işçi liderlerinden tepki görmekten –hatta öldürülmekten- korkuyorlarmış, işçiler radikal liderleri tarafından sindirilmiş. Kolluk kuvvetleri de harekete geçerlerse Ankara’dan destek alıp alamayacaklarından emin olamıyormuş. 12 Eylül gününe kadar hiçbir şey yapılamamış…” 

BBC’nin haberine konu olan bu masalı, Amerikan konsolosluğu Sabancı ailesinin mühim kişisi Erol Sabancı’dan derlemiş! 

Bir müdür odasında, duvardaki portrenin altına nasıl pankart asıldığını bilemiyorum. Ama burada çeviri hatası yoksa, neden masalın, “sigarasını, üstüne çamurlu çizmelerini uzattığı güzelim masif makam masasında söndüren çirkin anarşisti” betimleyerek sürmediğini merak ediyorum. 

Ancak Erol Beyin anlatısını boşa düşüren bu değil… 

Daha önce Ecevit hükümeti tarafından göreve atanan Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul masalın geçtiği zamandan bir yıl kadar önce “ülkücüler” tarafından silahlı saldırıyla öldürülmüştür! 

Polisin Ankara’ya güvenemeyeceği doğrudur. Zira Adana milletvekili olarak başkentte Başbakan Demirel’i desteklemekte olan MHP Genel Başkanı Türkeş’in, o sıralar Yurdakul’un da dâhil olduğu uzun bir ölüm listesi üstünde çalıştığı çok konuşulmuştur. Yurdakul’un avukatı da 1980’in Şubatında katledilir!

Türkiye’de gerçek durum böyleyken, Sabancı ailesinin önde gelenlerinden birinin Amerikalılarla birlikte bir darbe güzellemesi yazmaya koyulması, abuk sabuk haberler uydurması şaşırtıcı değildir. ABD ve NATO prodüksiyonu 12 Eylül her alanda bir huruç harekatı ve bugün süregiden yoksulluk ve sefaletin kurucu eylemidir. 

Lakin yurtseverliğimiz ne Soğuk Savaş’ın ne de 12 Eylülcü kampanyaların altında ezildi.  

Peki, AKP karanlığında durum nedir?

*    *    *

Hatırlayın… 

2003’te 1 Mart tezkeresi meclisten geçemediğinde, yani ABD askerinin Irak’ı istilası için Türkiye topraklarını kullanması kabul edilmediğinde düzen siyaseti bu yol kazası olmamış gibi davranabileceğini düşünmüştü. Alamadıkları kararı uygulayıp kapıları açtılar, emperyalistlere. 12 Mart’ta TKP İskenderun Limanına dayandı. 
10 yıl sonra bu kez Meclis kararı olmaksızın Patriot füzeleri yine İskenderun limanına getirildi. 21 Ocak 2013’te TKP yine oradaydı. 

2022’de Denizlerin idam yıldönümünde Türkiye Komünist Gençliği İncirlik’e yürüyeceğini ilan etti. Vardıklarında tarih 15 Mayıs’tı… Başkaları bunlardan fazlasını hatırlayacaktır…

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi bu kez 9-10 yıl bekleyemezdi. 

Ukrayna ve Filistin’de yaşananlar üstümüze üstümüze gelen savaşın yalnızca alıştırmaları sayılır. AKP’li yıllarda Türkiye’nin ABD ile stratejik müttefik olduğunun kitabı yazılmış olabilir. Erdoğan kendini Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı ilan etmiş olabilir. Ankara Suriye’ye dönük “emperyalist cihadın” ortağı, hatta üssü olmuş olabilir. Bunlara imza atan AKP’nin emperyalistler arası rekabete balıklama dalması tehlikeyi şiddetlendirmektedir. 

Türkiye’de yurtseverliğin kökleri derin. AKP’nin bu kaynak karşısında eli kolu bağlı. Bizimse arkamızda hem nesnelliğin hem mücadelenin tarihi var. Önümüzdeki ufukta ise NATO hakkında halkımızın vereceği hüküm seçilebiliyor…

                                                               /././

Gölgede Siyaset -Berkay Kemal Önoğlu-

"Tarihsel veya güncel, öznel veya nesnel boyutlarıyla siyasette hiçbir biçimde özne niteliği taşımayan unsurlar da yok mudur? Tabii ki vardır!"

Siyasal alan eninde sonunda bir dizi öznenin birbirleriyle mücadele içinde olduğu ve çeşitli biçimlerde etkileşime girerek çıkarlarını korumaya, genişletmeye çabaladıkları bir çatışma sahasını ifade eder. Yani gerçek bir siyasal özne için turnusol kağıdı onun mutlaka gerçek zorluk ve engellerle yüzleşmek zorunda oluşudur. Siyaset içinde her aktör kendi alanını ancak kendi mücadelesiyle açar ve genişletebilir. Bu da kendisi dışında gelişen her tür olgu, olay ve diğer aktörlerle doğrudan etkileşime girmesini zorunlu kılar.

Öte yandan “gerçek” bir siyasal aktör olmanın koşullarını yalnızca verili bir zaman dilimindeki nicel ve nitel kıstaslara bağlamak iradenin değerini, tarihselliği ve bir yerde öznenin kendisini yok saymak anlamına geleceği için bizi yanlışa sürükleyecektir. Bu türden bir değerlendirme daha en başta çatışmanın değişken/dinamik doğasını da reddetmek anlamına gelir. Yani siyasette aktör olmanın yalnızca nesnel ve güncel boyutları değil, öznel ve tarihsel boyutları da hiç kuşkusuz mevcuttur ve son derece önemlidir. 

Ancak… Bugün bizim değilse bile, “yarın bizimdir” diyebilmenin de bazı koşulları olması gerekmez mi? Yani bir tarihsel çizginin taşıyıcısı olunduğunu iddia etmek için de kendine güven, başaracağına inan, gülümse ve yola devam et temennilerinden daha fazlasına ihtiyaç duyulmaz mı? 

İyi diyelim iyi olsuncu kişisel gelişim zırvalarına inanmıyorsak bir tarihsel iddia sahibi olmanın gerektirdiği ciddiyetin de farkında olmak zorundayız. Bu ciddiyetin içinde, yukarıda ifade edildiği gibi, kendi alanını kendi mücadelesiyle açma kudretinin, gerçek zorluklarla yüzleşme cesaretinin, dış dünyayla hedefleri doğrultusunda etkileşime girme becerisinin elbette payı vardır. Ama bu açılardan yadsınabilir bir öznenin de tarihsel anlamda ciddiyetini sürdürmesinin objektif kriterleri olmak zorundadır. Ayağını tarihsel zemine basmak sanıldığının aksine soyut, saf iradeci, metafizik bir mesele değildir. İddianın hakkını vermek için verili durumdan bağımsız olarak, tablonun bütününe bakıldığında tarihsel bir cephenin temsilcisi sayılmak ve o cepheyi de icabında yara yara açmak gereklidir. Tarih kimseye iyi niyetine istinaden alan açmaz. Dolayısıyla çok net, tarihsellik nesnel açıdan saptanabilir bir niteliktir.

Peki tarihsel veya güncel, öznel veya nesnel boyutlarıyla siyasette hiçbir biçimde özne niteliği taşımayan unsurlar da yok mudur? Tabii ki vardır! Onlar birer olgu niteliği taşırlar. Gerçek zorluklarla yüzleşerek, savaşarak, akılla, iradeyle, zorla açılan yolda yolu açanların gölgesinde soluk alır, ondan tırtıklamaya kalkarlar. Yazık ki gölgesinde soluk aldıklarından başka da hiçbir doğrudan etkileşim kurmazlar. Tarih hepsinin hesabını görmüş, hükmünü çoktan vermiştir. Sonucun gerçekleşmesi zaman alıyorsa bu politik niteliğin yerini başka motivasyonların almasından ileri gelmektedir. Niyet başka şeydir ama gerçek budur.

Bugün Türkiye'de komünizm deyince ne gölgesi ne soluğu dediğinizi duyar gibiyim. Haklı bir isyan bu. TKP’ye saldırırken liberaller, faşistler, AB’ciler, ABD’ciler haklıdır. Teslimiyetçiler, pazarlıkçılar, tarikatçılar, mafyalar, ümmetçiler, Türkçüler, Kürtçüler… Hepsi Türkiye’de -objektif olarak- TKP’nin açtığı ve temsil ettiği cepheye saldıracaklardır. Ama bunlar dışında kalanların bu cephenin tarihselliği, temsiliyeti, nasıl ve ne yönde genişletilebileceği ve TKP’nin buradaki rolü üzerine bir kez daha düşünmesi ve dostunu düşmanını iyi bilmesi gerekir. 

Türkiye’de başta TÜSİAD eliyle fakat daha geniş kesimlerin de iştirakiyle, AKP döneminde elde ettikleri tüm sermaye kazanımlarının korunup ilerletilmesi, Erdoğan sonrası dönemin sancısız ve en az riskle açılabilmesi ve Erdoğan’sız Erdoğan Türkiyesi’nin kabullenilmesi için bir anlayış birliğine varıldığı ve yeni bir iktidar-muhalefet projeksiyonunun bu doğrultuda adım adım olgunlaştırıldığı yeni bir dönemin kapıları aralanıyor.

Bu yeni dönemi incelerken düzen dışı iddialarını tümüyle geriye çekmiş ve bazen gizli bazense açıktan pazarlıklarla yerini garantiye alma uğraşına girmiş bir kısım solu ve kapladıkları alanı unutmamak gerekiyor. Bunları defalarca kez yazdık, söyledik ama bu yazıda başka bir uyarıda bulunmaktı maksat.

Bir illüzyona kapılıp Türkiye’de gerçekte olup biteni göremeyen varsa bu sözümüzün onlara uzanmasını samimiyetle isteriz. Holdinglerin kapısına dayanan, Amerikan askerlerinin turist gibi sokaklarımızda gezmesine izin vermeyen TKP sizin dostunuz. NATO saldırganlığı karşısında el yükselten, utangaç İsrailcilerin laik duyarlılığın arkasına sığınıp Filistin davasına zarar vermelerine izin vermeyen, ikirciksiz tutum alıp gereğini yapan TKP sizin dostunuz. 

İkinci yüzyılda, Cumhuriyet Yeniden, diyen TKP sizin dostunuz. Ve bu yolda soluklanmaya vaktimiz yok…                                    /././

Böyle Küçük Şeyler'in Ağırlığı -Erdem Yalçın-

                Kapak resmi: Anders Andersen-Lundby, Winterlandschaft (Kış manzarası),1885.

"Edebiyatta, sinemada taşranın bu kadar konu edilmesinin bir nedeni var. Toplumsal ilişkilerdeki vasatlık, tekdüzelik, kuraklık, karanlık dikkat çekici."

Kış aylarına hazırlanan bir kasabadayız. Ekonomik kriz bütün belirtileriyle kendini hissettiriyor. Tersane kapanmış, tek tük işletmelerde işten çıkarmalar var. Bazı dükkanların kapısına kilit vuruluyor. Sokakta yakacak odun parçası arayan, kediler için bırakılmış kaptan süt içen çocuklar görüyoruz. Tüm bunlar olur da gericilik olmaz mı? O da var. Kasabayı saran dini tahakkümün karanlığı, yaklaşan kışın karanlık ve soğuk atmosferine koşut kendini hissettiriyor. Gericilik hem kasabanın havasını hem de insanların algısını belirliyor. Dini ritüeller neredeyse kasabadaki tek sosyal etkinlik. Görünür olanın ötesi de var. Gencecik kız çocukları hapishaneyi andıran dini bir kurumda zorla çalıştırılıyor. Söylentilerle yayılan, bazılarının inandığı, bazılarının inanmadığı bu durum kasaba genelinde kayıtsızlıkla karşılanıyor. Kurumsallaşan dinin örgütlü gericiliğini de görüyoruz; kayıtsızlık yetmediğinde kullanılan yöntem tehdit. Sade vatandaş doğru safta durmazsa, etliye sütlüye karışırsa her şeyini kaybedebilir; işini, kasabadaki itibarını, ailesini, çocuklarının geleceğini. Bu korku insanları hizaya sokuyor; ailenin, kasabanın ve dini kurumların hizasına. Her şeyi gören bir sade vatandaş, yapabileceği şeyler olduğunu bilse de bundan kaçınıyor. Cevabını veremediği sorular birikip köpürüyor. Sonunda gerçeklerin şiddetine dayanamıyor, bir karar alıyor ve ne pahasına olursa olsun kararını uyguluyor. Bu karar ahlaki kopuş anlamına geliyor; dinin belirlediği toplumsal yaşamdan, kasabalının bakışlarından, her şeyini kaybetme korkusundan kopuş. Sade vatandaş, iyi insana dönüşüyor; kayıtsızlığın yerine iradesini koyarak.

İyi edebiyat, nereden gelip nereye gittiğimizi, yaşadığımız çağı, bu çağın insanını duyumsayabilmemizi sağlıyor. Yalnızca anlamaktan fazlası; duyguların, sezgilerin, bilincin birlikte canlandığı bir süreç. Algımız, dolayısıyla içinde yaşadığımız dünyanın zihnimizdeki karşılığı genişliyor böylece. Dünyayı keşfettiğimiz gibi o dünyayla ortaklık da kurabiliyoruz. İzleyiciden özneye dönüşüyoruz. Yalnızlığımız yırtılıyor, kendimizi insanlığın bir parçası hissediyoruz. Okuduğumuz öykünün tanıdık gelmesi bu nedenle tesadüf değil. Böyle Küçük Şeyler'deki kasaba ülkemizin herhangi bir şehrine benzese de öykü İrlanda'da geçiyor. Kendi dilinde 2021'de yayınlanan kitap, Türkçe'ye 2022'de çevrilmiş. Yazarı 1968'de İrlanda'da doğan Claire Keegan. Yoğun ve derinlikli bir üslubu var. Ne yazık ki az yazıyor. 1999'da yayınlanan ve Türkçe'ye çevrilmeyen Antarktika, 2008'de Mavi Tarlalardan Yürü, 2010'da Emanet Çocuk. Böyle Küçük Şeyler, Türkçe'ye çevrilen son kitabı. İncecik; seksen beş sayfa. Ama ağır. Karanlığı bütün dayanılmazlığıyla hissettirecek, sonra da onun yırtıldığını gösterebilecek kadar cüretli.

                                                        Yazar Claire Keegan

Taşramız, taşranız, taşraları

Bizim taşra yetmedi, bir de İrlanda'nınki çıktı demeyin. Edebiyatta, sinemada taşranın bu kadar konu edilmesinin bir nedeni var. Toplumsal ilişkilerdeki vasatlık, tekdüzelik, kuraklık, karanlık dikkat çekici. Cıvıl cıvıl, canlı, ileriye akan kalabalıklar yerine ruhu çekilmiş, kalıbı belli çuvallara doldurulmuş yığınlar gibi yaşıyoruz.

İnsanlığın ilerlemeye yüz tuttuğu, devrimlere gebe dönemlerde kent taşranın üstünde hegemonya kurabiliyor; taşranın bağrında taşıdığı arkaik üretim ilişkileri ve ona bağlı toplumsal yapı bazı örneklerde parçalanırken bazı örneklerde hiç değilse paralize oluyor. Gericilik dönemlerinde ise hem kentlerde hem taşrada insanlığın birikimine dair ne varsa sindirilmeye, üstü örtülmeye çalışılıyor. Bu yalnızca taşranın sorunu değil! Daha az tiyatro, sinema, kütüphane, konser, üniversite; daha çok cami (kilise), yatılı kuran kursu (manastır), alışveriş merkezi, sosyal medya.  

Keegan'ın kasabası da böyle. Ekonomik krizle birlikte karanlık derinleşirken kapanan ilk dükkanlardan biri çiçekçi oluyor. Çiçeklerin yerini kargalar alıyor. "O aralık ayı, kargaların ayıydı. İnsanlar bunlar gibisini hiç görmemişlerdi, kasabanın semalarında karanlık yığınlar halinde toplaşıyor, sonra inip sokaklarda yürüyor, başlarını kaldırıyor ve ardından artık hangi gözetleme direği hoşlarına gittiyse onun tepesine küstahça tüneyip yollar boyunca ölü ne varsa leşine çöküyor, yenebilir görünen her şeyin üstüne haydutça dalıyor, gece inince de manastır çevresindeki devasa yaşlı ağaçlara tünüyorlardı." (s.34) Baş karakterimiz Furlong, manastırla ilgili söylentilere inanmıyor. Bir gün kömür teslimatı için beklenenden erken gittiğinde kendisine eşlik etmesi gereken rahibeyi göremiyor. Tek başına içeri girince, karşısına köle gibi çalıştırılan, perişan halde kızlar çıkıyor. Bunlardan biri Furlong'a yaklaşıyor ve buradan kaçırılmayı, hiç olmazsa nehir kenarına bırakılmayı, manastırda hapsedilip çalıştırılmaktansa nehre atlayıp boğulmayı istiyor. Furlong kızı rahibeye teslim ediyor. Şimdilik.

Çehov, büyük usta, keşke artık anlayamayacağımız, çağdışı kalmış bir yazar olsaydı. Ama ne yazık ki hala güncel. Taşrayı görmezden gelmek, "taşralıdan" nefret etmek, "keşke ölseniz" diye düşünmek ise kimseyi bir yere götürmüyor. "Bana ne ya, oynamak istemiyorum, gideceğim buralardan!" diyen çocuksu bir ağlaklık yaratıyor yalnızca. Furlong, bundan fazlasına mecbur. Biz de. Çünkü taşra artık yalnızca kasaba değil.

Ya bizimkilerden biri olsaydı

Furlong, annesinin çalıştığı çiftlik evinde, babasız doğuyor, çiftlik sahibi kadının korumasında büyüyor. Manastırda karşılaştığı çocukla duygudaşlık kurması biraz da bununla ilişkili. Teknik okuldan mezun olduktan sonra çiftlik sahibinin desteğiyle kurduğu küçük işinde, bir elin parmağını geçmeyecek "adamı" ve her an bozulabilecek kamyonuyla odun ve kömür ticareti yapıyor. Yokluktan gelip küçük burjuvazinin alt katmanına yerleşen Furlong'a göre en kolay iş her şeyini kaybetmek. Güvenli evinin penceresinden gördüğü dünya belirsizliklerle, elindekini kaybeden işçilerle, yoksullukla dolu. Eşi Eileen ile huzurlu bir ilişkisi var. Beş kızının da gelecekteki mezuniyetini görmek, yaşamının en büyük anlamı. Uyumadan önce eşiyle gündelik, "böyle küçük şeyler" hakkında konuşuyorlar. Eileen, Furlong'un hayran olduğu zekasına rağmen kasabanın sözcüsü gibi; hayatta ilerleyebilmek için bazı şeyleri görmezden gelmek gerektiğini düşünüyor.

Furlong, sokakta gördüğü yoksulluk örneklerini eşine anlattığında, aralarında küçük bir çatlağın oluşmaya başladığını fark ediyoruz. Bu çatlak babasızlığın duygularını paylaştığında biraz daha büyüyor. Sonra biraz daha. "Büyük şeyler" çatlağı da büyütüyor. Manastırda kapatılan çocukları unutamıyor Furlong; "Ya bizimkilerden biri olsaydı" diye soruyor eşine.

Tarikat yurdunun yangınında ölen, yatılı kuran kurslarında istismar edilen, aşiret bağlarının arasında öldürülen çocuklar... Ya da daha 1985'te, Magdelen Çamaşırhaneleri'nde ölesiye çalıştırılan, ölümüne göz yumulan gencecik kadınlar ve çocuklar. Kapitalizm dünyanın her yerinde gericilik üretiyor ve kurban hep bizim çocuklarımız oluyor.

Bitirirken, kader ya da karakter

Birey ve toplum diyalektiğini metinde birkaç noktada gözlemek mümkün: "Doğru safta durma", "sade vatandaş", "etliye sütlüye karışmama", "görmezden gelme". Furlong kasabayla uyumlu. Ancak kasaba çürüyor. Teba haline gelen toplumlarda bireyden söz edemiyoruz; kayıtsız, iradesiz, karar veremeyen, kadere boyun eğen insanlar. Furlong da hayattaki yolunu kaybetmekten korkuyor. Oysa karakter olabilmek için fazlası gerekli.

Manastırdaki gerçekle karşılaştığı gün, Furlong'un kaderiyle kavgası başlıyor. Gördüklerini düşünerek kamyonu sürerken yolunu kaybediyor. Karşısına tuhaf bir ihtiyar çıkıyor.

"Bu yol beni nereye çıkarıyor biliyor musunuz?"
"Bu yol mu?" İhtiyar, bir kabzaya oturtulmuş keskinin kanca şeklindeki ucunu yere indirip Furlong'a baktı. "Bu yol seni nereye gitmek istiyorsan oraya çıkarır evlat." (s. 39)

Kaderin çizdiği yoldan fazlasını göremeyen Furlong'un yüzüne gerçekler çarpıyor; nereye gitmek istediğini seçmesi gerek. Sade vatandaş, kayıtsızlığın yerine iradesini koymaya, karar vermeye, özne olmaya zorlanıyor. Onu iyi insana dönüştürecek olan da bu.

Yaşam verilmesi gereken kararları bekliyor.

                                                               /././

Bir yurtseverin defterinde bulunması gereken notlar: NATO üyeliğini sorgulamak -Erhan Nalçacı-

Burada zor olan “Türkiye yalnız mı kalacak?” sorusudur. Bu konuda bizi diğer yurtseverlerden ayıran dünyanın nereye gideceği konusundaki görüş.

Ülkenin kadroları içinde yurtseverlerin olmadığını düşünmek çok saçma. Aksine askerlerin, silah sanayisinde çalışan mühendis ve teknik personelin, dış ilişkilerdeki kadroların, uluslararası ilişkilerdeki akademisyenlerin, gazetecilerin içinde birçok yurtsever olmalıdır.

Ancak iş NATO’ya gelince bir düşünsel atalet ortaya çıkıyor, çünkü NATO Türkiye’de öyle bir sistem kurmuştur ki, çoğu kadronun bunun dışında bir dünyası, bir ufku, bir umudu oluşacak ortam bulamamıştır.

Bu nedenle NATO ile ilgili yazı dizisinin bu bölümünde bu konuyu işleyeceğiz.

NATO’yu sorgularken bir yurtseverin defterinde mutlaka bulunması gereken notlar:

1-NATO Türkiye’yi ABD’ye siyasi, askeri ve ekonomik olarak bağımlı hale getirmiştir

Bilincimizi, umudumuzu, yönümüzü tarih bilincinde buluyoruz. Bu nedenle bir yurtsever 1933 ile 1938 arasındaki ilk beş yıllık planlama ile 1949 Marshall Yardımı ve 1952 NATO üyeliğinden sonraki yılları dikkatlice karşılaştırmak zorundadır.

İlk beş yıllık plan olağanüstü değerlidir ve ülkenin iktisadi bağımsızlığına, dolayısıyla siyasi bağımsızlığına adanmıştır. Dış ticaret açığı yaratan bütün başlıkların üstesinden gelmeye yönelmiş bir sanayileşme hamlesini içerir. Aynı zamanda ülkenin sanayiye dayalı büyümesi bir halk düşmanı politikaya değil, aksine Türkiye insanını çok yönlü olarak geliştirmeye yaslanır. Çok da başarılı olmuş, planlama hedeflerine ulaşılmıştır. İki satırla genellediğimiz bu konu kitaplarca anlatılmayı hak eder.

Oysa önce Marshall yardımı, sonra NATO üyeliği tam anlamıyla bir emperyalist tuzaktır. Yardım yapar gibi gözükürken ülkenin iktisadi ve siyasi bağımsızlığı yolunda gelişmesinin altını oymuşlardır. Yapılan bu hatadaki sınıfsal eğilimlere, korkulara girmeyeceğiz. Mutlak olarak kavramaya çalışacağız.

Çok kısaca, 1950 sonrasında Türkiye;

Kendi silahını üretme programını terk etmiş, tamamen ABD ve diğer batılı ülkelerin silah hurdalığına dönüşmüştür. Bağışlanan askeri malzeme yedek parça sorunu yarattığı için yardım olmaktan çıkmış ve büyük bir ekonomik yük yaratmıştır.

Kendi uçağını geliştirme çabası sonlandırılmıştır.

Makine üretmeye dönük ağır sanayi hamlesi baltalanmış, Türkiye tarıma ve tüketime dönük hafif sanayiye yönlendirilmiştir.

Demiryolu ağı ile ülkeyi kaplama politikası değiştirilmiş, petrol fakiri ülke petrole dayalı bir ulaşım politikasına teslim olmuştur.

Kıbrıs olayı çok karmaşık, burada hakkını veremeyiz, ancak 1964’te Türkiye’nin ABD’den izinsiz silahlı kuvvetlerini hareket ettiremeyeceği ortaya çıkmıştır.

ABD’ye benzeme; ilk beş yıllık plandaki çok yönlü ve topluma karşı sorumlu bireyini kirletmeye, bencilleştirmeye ve üretim değil tüketim alışkanlıkları peşinden koşan insanlara dönüştürmeye başlamıştır.

ABD ve NATO bağımlılığı adeta bu ülkeye bir 75 yılını kaybettirmiş gözükmektedir.

2-Bir ülke nasıl savunulur?

Bir ülke savunmasında bize çoktan unutturulan bir ilke var: Bir ülke savunmasında silahlardan önce halkın örgütlülüğü ve ülkenin geleceğine duyduğu inanç yatar.

Tarih bu konuda sayısız örnekle doludur. Hemen aklımıza geleni Vietnam Savaşı oluyor. Vietnam halkının dünyanın en büyük ve en yüksek teknolojiye sahip ordusuna diz çöktürmesinin nedeni inancı ve örgütlülüğüdür.

ABD’yi yöneten sınıfın içine Vietnam’dan sonra örgütlü bir halk korkusu çökmüştür.

Diğer bir örnek, ABD’nin burnunun dibindeki Küba’dır. 1961’deki Domuzlar Körfezi Çıkarması’nın yenilmesinden sonra ABD bir daha Küba’yı işgal etmeye kalkışamamıştır.

Bu köşede ele almıştık, 2019’da ABD Venezuela’da askeri bir işgal için ortamı sağlamıştı, iç kargaşa, seçilmemiş bir sahtekârın tüm Batı emperyalizmi tarafından başkan olarak tanıması vb. Ancak hazırlanan planlar suya düştü, örgütlü ve sonuna kadar elindeki hafif silahlarla dövüşecek bir halkla savaşmayı göze alamadılar.

Şimdi Türkiye’ye bir bakın, küçük bir ülkeyi kalkındıracak kadar çok mühendis ülkeyi terk etti. Askere artık kredi kartına el konmuş veya hiç bankada hesabı olmayan yoksul ailelerin çocukları gidiyor. Bedelli askerlik yapanlar yurtsever değildir demek istemiyoruz tabi. Ama düzen bencillik ve paranın saltanatı üzerine kurulursa gençler askeri eğitimden kaçacaklardır doğal olarak.

Halkı örgütsüz hale getiren bu toplumsal eğilimin NATO ile ilişkisiz olduğunu söyleyebilir misiniz? 12 Mart ve 12 Eylül Askeri darbeleri halkın örgütlülüğüne ve ülkenin geleceğine duyulan inanca karşı yapılmadılar mı?

3-Silahsız ülke savunması olur mu?

Tamam, ülke savunmasının esası halkın örgütlü gücü ama silah da gerekli doğal olarak.

ABD ve NATO Türkiye’ye modası geçmiş silahlar verdiler ama hiçbir zaman teknoloji devretmediler. Türkiye’nin hava savunma sistemi açığı vardı, kırk türlü pazarlık sonucu Patriot bataryalarını bir süre gelip kurdular, sonra alıp götürdüler!

Teknoloji transferi de içeren Çin füzesi almak isteyince kıyamet koptu ve Türkiye’nin bağımlılık sorunu bir kez daha yüzüne vuruldu.

Ama şimdi özellikle son 15 yıldır Türkiye’de daha önce ele aldığımız özel sektöre dayalı bir askeri sınai kompleksinin geliştiğini görüyoruz.

Bu gelişmenin ABD’nin emperyalist hiyerarşide güç kaybetmesi ve uluslararası kapitalist rekabette Türkiye sermayesinin yayılmacı eğilimleri ile ilgili olduğunu biliyoruz. Yoksa bir ülkenin kendisini savunması için askeri teknoloji üretmesine karşı değiliz doğal olarak.

Ancak bir yurtsever şunu tartışmalıdır. Bir ülkeyi savunmak için silah üretimi devletin elinde mi olmalıdır, yoksa özel sektörün mü?

Eğer amacınız ülke savunması ise devletin elinde olması gerektiğini hemen görürsünüz.

Bir kere kendi kârından başka bir şey düşünmeyen sermaye ulusal bir planlamaya tabi olmaz. Oysa ülke savunması tamamen bir planlama işidir.

Silah üreten sermaye, ürettiği silahları diğer uluslara satmak isteyecektir. Bu birçok kez ilkesiz uluslararası ilişki demektir; savaş kışkırtıcılığı, tıpkı NATO’nun bize yaptığı gibi diğer ulusların Türkiye’ye bağımlı hale getirilmesi, iç savaşlarda taraf tutulması, sivillere karşı işlenen katliamlarda suçun paylaşılması anlamına gelir.

Bir ülke savunması yayılmacılıktan değil, diğer halklarla eşitliğe ve adalete dayanan işbirliğinden başlar. Ülkenize bir saldırı olduğunda dostlarınızı yanınızda bulursunuz çünkü. Ve bir haksız ve adaletsiz savaşa sürüklenme potansiyeliniz azalır.

4-Türkiye NATO’dan çıkıp Şangay İşbirliği Örgütü’ne mi girsin?

En zor soru bu günümüzde. Çünkü Türkiye’de hatırı sayılır sayıda yurtsever, NATO’yu sorgulayıp ŞİÖ’ye adım atma niyetiyle davranıyor.

Oysa Türkiye tarihi yeterince ibret verici olayı devrimci bir şekilde aşmanın örneğine sahip.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında ve Kurtuluş Savaşı sırasında ABD mandasının kurtuluş olacağını iddia eden oldukça güçlü bir siyasi kliğe tanıklık edildi. Devrimci irade bu daha “hayırlı görülen” bağımlılığı reddetti.
Bir yurtsever ülkenin bağımsızlığı ve egemenliğinden asla vazgeçmemelidir.

Burada zor olan “Türkiye yalnız mı kalacak?” sorusudur.

Bu konuda bizi diğer yurtseverlerden ayıran dünyanın nereye gideceği konusundaki görüş.

Bu tartışmayı bu yazıda çözemeyiz, ikna süreçlerinin yanı sıra önümüzdeki toplumsal pratikler belirleyecek bunu.
Sadece naif bir düşünce olarak şunu belirtelim: Artık bütün dünyada köylülüğün ve esnaflığın zayıfladığı, dev bir ücretli çalışanlar ordusuna karşı minicik bir nüfusun her şeyin sahibi olduğu mantık dışı bir toplumda yaşıyoruz. Bunun böyle gitmeyeceğini ve yeni bir Türkiye’nin bu sorunu aşmış bir dünyada kurulacağını söyleyelim. 

Yurtseverlik bir ülkenin geleceğine duyulan umutta ve cesarette.

NATO’ya ve emperyalist savaşa hayır.

                                                              /././

Avrupa solu nasıl adım adım NATO’cu oldu?-Evin Nagehan-

Kiminin adı zaten sosyal demokrat, kimiyse “komünist”. Adım adım düzenle barıştılar, sonunda NATO’cu oldular. Avrupa solunun ibretlik öyküsü…

ABD ve NATO dünyada ve bölgemizde büyük| ölçekli bir savaş riskini artıracak adımlar attıkça, saldırgan ve yayılmacı İsrail’e kol kanat gerdikçe dünyadaki sol partilerin bu konudaki tutumları daha da önem kazanıyor. Bu yazıda sosyal demokratından sosyalistine Avrupa solunun geçmişten günümüze NATO karşısındaki tutumunu ele alacağız.

Avrupa Solu’nun günümüzde emperyalizm ve NATO konusundaki tavrını anlamak için aslında I. Dünya Savaşı öncesindeki sürece gitmek, sosyal demokratlar ve bu emperyalistler arası savaşta ülkelerindeki sermaye sınıfıyla uzlaşmayan komünistler arasındaki ayrışmayı incelemek gerekiyor. O kadar geriye gitmeyelim. İkinci Savaş’tan başlayalım.

Bu savaşta Sovyetler Birliği’nin Nazi işgalcileri topraklarından çıkartıp Berlin’e kadar kovalaması ve Avrupa’daki birçok komünist partinin Nazilere karşı direnişiyle birlikte savaş sonrası Avrupasında komünist partiler ülkelerinde prestij kazanmış, seçim başarıları yakalamış ve neoliberal döneme kadar bazı koalisyon hükümetlerinde bile yer almışlardı. Savaş sonrası ortaya çıkan “avrokomünizm” yaklaşımının Avrupa’da komünist partilerde egemen olmasıyla birlikte bu partiler devrim fikrinden uzaklaştılar. 

Niye? Çünkü savaş sonrasının bu prestijli, çok oylu, milletvekilli sol partileri, sermaye sınıfıyla yenişemezlik halinin sonsuza kadar süreceği yanılsamasına kapıldılar. Bir taraftan kendi ülkelerinde kapitalist düzene daha fazla eklemlendiler, bir taraftan da emperyalizm onlar için ikincil bir başlığa dönüştü. Fakat emperyalizmin savaş sonrası kurulan örgütü NATO ve ABD, devrimci, komünist örgütlerle yasadışı yollarla mücadele etmek için İtalya, Türkiye gibi ülkelerde neofaşist yapıları askeri ve ekonomik olarak destekleyecekti.

1980’lerde Sovyetler Birliği’nin çözülme süreciyle ve özellikle de bunun resmileştiği 1991 sonrasında Avrupa’da sosyal demokrat partilerin emek ve sermaye arasında “denge” gözeten pozisyonları da değişti ve bu partilerin bu neoliberal dönemde sermayenin emeğe saldırısına öncülük etmeleriyle sonuçlandı. Avrupa’daki sosyal demokrat iktidarlar, muhafazakar-liberal iktidarları hiç aratmayacak şekilde, bir taraftan özelleştirmeleri ve sosyal devletin tasfiyesini gerçekleştirip iş güvencesi ve güvenliğini ortadan kaldırırken bir taraftan da bu politikalarla tutarlı bir şekilde uluslararası planda ABD ve NATO’nun Ortadoğu’da ve dünyanın diğer bölgelerindeki askeri müdahalelerinin planlayıcısı ve uygulayıcısı olacaklardı. 

1999: Yugoslavya’ya NATO müdahalesi ve Avrupa solu

Kosova’daki “azınlığı koruma” bahanesiyle, Birleşmiş Milletler kararını bile beklemeden, ilk başta sadece askeri hedefleri vuracağını söyleyerek Yugoslavya’ya saldıran NATO birliklerinin başını sadece ABD çekmiyordu. 1997-2007 yılları arasında İngiltere başbakanı ve İşçi Partisi (Labour Party) genel başkanı olan Tony Blair, 1998-2005 yılları arasında Alman Şansölyesi olan ve bu zaman zarfı içerisinde beş sene Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) genel başkanlığını da yapmış olan Gerhard Schröder, Schröder’in hükümetinde şansölye yardımcılığı ve dışişleri bakanlığı görevlerini üstlenmiş olan Yeşiller’in lideri Joschka Fisher Yugoslavya’ya askeri müdahalenin tezgahlanmasında ön planda olan sosyal demokrat ve solcu NATO'culardı.

NATO bombardımanının bahanesi ‘azınlığı koruma’ olsa da esas meselenin Miloseviç döneminde uluslararası sermayeye ülke kaynaklarının peşkeş çekilmemesi olduğu, savaş sonrasında ülke kaynaklarının Alman sermayesinin kontrolüne bırakılmasıyla netleşecekti. Savaşın bedelini ise NATO bombardımanı altında katledilen yüze yakını çocuk olmak üzere iki binden fazla sivil ödeyecekti. Yüz binlerce insan evlerini terk ederek göç etmek zorunda kalacak ve NATO'nun Belgrad'ı zayıflanmış uranyumla bombalanmasının üzerinden yıllar geçmesine karşın insanlar yüksek dozlarda radyasyondan zarar görmeye devam edecekti.

https://haber.sol.org.tr/haber/nato-bombardimaninin-mirasi-insanlarin-kaninda-hala-radyasyon-bulunuyor-342767

Yugoslavya’ya NATO müdahalesinin gerçekleştiği 1999’da Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya bu eli kanlı örgüte katılacaklardı.

2003’te Irak işgalinin öncüsü İngiliz ‘İşçi Partisi’ 

Yugoslavya’dan sonra benzer bir şekilde ABD ve İngiltere öncülüğündeki NATO ülkeleri bu sefer ‘kitle imha silahları’ bulundurduğu gerekçesiyle Irak’ta Saddam Hüseyin yönetimini devirmek için sivil asker demeden yüzbinlerce insanı katledeceklerdi. İşgalin esas sebebi ise yine ülkenin petrol gibi doğal kaynaklarının uluslararası sermayenin kontrolüne geçmesini sağlamaktı.

İngiliz İşçi Partisi’nin lideri Blair ve partisi bu işgalde de önemli bir rol oynayacaklardı. Sonradan ortaya çıkan belgeler Blair’in ABD Başkanı George W. Bush'a Irak'ın işgaline destek vereceğine dair işgalden bir yıl önce söz verdiğini ortaya çıkarmıştı. Irak’ta NATO üyesi devletlerin işgalinin bilançosu Yugoslavya’dakinden daha da ağır olacaktı. 2003-2006 yılları arasında savaşta ölenlerin sayısının 650 binden fazla olduğu tahmin ediliyor. Uzmanlar savaştan sonra doğan bebeklerde görülen anomalilerden hareketle ABD’nin savaşta kalıtsal hastalıklara sebep olacak silahlar kullandıklarını belirtiyorlar.

2011’de ‘Arap Baharı’nı alkışlayan Avrupa Solu

2010-2011 yıllarında Tunus, Libya, Mısır, Suriye gibi Arap ülkelerinde başlayan hükümet karşıtı protestolar Batı tarafından ‘Arap Baharı’ diye adlandırılmış, bir süre sonra ise bu ülkelerin bazılarında İslamcı partilerin iktidara gelmesi, bazılarında da cihatçıların bu ülkelerde güçlenmesi ve bu ülkelerde bazı bölgeleri fiilen kontrol edecek bir güce erişmeleri bu adlandırmanın ne kadar yanlış olduğu geç de olsa ortaya çıkmıştı. Avrupa Solu ABD ve NATO ülkelerinin bu ülkelere müdahalelerini de yanlış okumakta ısrar etmişti.

Avrupa Solu için bu emperyalist müdahalelere desteğin gerekçeleri arasında bu ülkelere ‘demokrasinin’ gelecek olması, hatta bazılarında ‘devrimin’ gerçekleştiği iddiası yer alıyordu. Suriye özelinde ise ABD’nin emperyalist müdahalesini desteklemenin motivasyonu, bu saydıklarımıza ek olarak, bu ülke birliklerinin Kuzey Suriye’deki ayrılıkçı Kürt unsurlarıyla işbirliği içerisinde olmasıydı. Bugün milyonlarca Suriyelinin ülkelerini terk edip başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelere sığınmacı veya göçmen olarak yerleşmesinin ardında da aslında bugün Ümit Özdağ gibi Türkçülerin özellikle görmezden geldiği bu emperyalist müdahale vardı.

2022 Rusya-Ukrayna Savaşı sonrası Avrupa Solu

Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra Batı dünyasında esen ‘barış’ ve ‘değişim’ rüzgarlarının ne kadar aldatıcı olduğu NATO ülkelerinin çıkarttıkları savaşlarla ve bu savaş örgütünün adım adım yayılmasıyla ortaya çıkacaktı. 

NATO’nun en büyük genişleme hamlesi Irak işgalinden bir yıl sonra 2004’te gerçekleşecek ve Kaliningrad bölgesi haricindeki Rusya topraklarına komşu olan Estonya ve Letonya’nın da dahil olduğu yedi ülke bu örgüte katılacaktı. Daha sonraki süreçte ise 2009-2020 yılları arasında Yugoslavya’yı kana bulayan NATO’nun bünyesine, bu ülkenin dağılmasıyla ortaya çıkan ülkelerden Arnavutluk, Hırvatistan, Karadağ ve Kuzey Makedonya dahil edilecekti.

Bütün bu gelişmeleri görmezden gelerek NATO yayılmacılığını durdurmak için mücadele etmeyen Avrupa Solu’nda NATO yanlısı pozisyonunun gerekçelendirmesi için 2022’de başlayan Rusya-Ukrayna savaşı bir fırsat olarak ortaya çıktı. Rusya’nın bütün bu gelişmeler sonunda Ukrayna’ya savaş açmasıyla birlikte NATO karşıtlığı Avrupa Solu’nda daha da zayıfladı, hatta bir tür Rus düşmanlığı Avrupa’ya egemen oldu. 2023 yılında Rusya’nın sınır komşusu Finlandiya ve 2024’te İsveç de bu küresel terör örgütüne dahil oldular.

Almanya’da SPD’nin solunda yer alan ve 2007’de kurulan Sol Parti’nin (Die Linke) içerisinde uzun süredir NATO ve Rusya konusunda fikir ayrılıkları var, ki Rusya-Ukrayna savaşının sonuçlarından biri de bu partinin içinden 2024 başlarında NATO karşıtı başka bir sol partinin çıkması oldu. İktidar ortakları SPD ve Yeşiller ise açık NATO destekçiliğine devam ediyorlar.

‘Boyun Eğmeyen Fransa’nın yarısı Finlandiya’nın NATO üyeliğine karşı çıkmadı

Fransız Parlamentosu’nda Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılımıyla ilgili olarak 2022 yazında yapılan oylamaya, seçimlere Yeni Ekolojik ve Sosyal Halk Birliği (NUPES) çatısı altında giren ve sonrasında parlamentoda çeşitli gruplar halinde yer alan partilerden sosyal demokrat ‘Sosyalist Parti’nin (PS) 31 vekilinden 14’ü ve Yeşiller’in 23 vekilinden 12’si bu ülkelerin NATO’ya girmesi için onay verirken bu partilerin diğer vekilleri oylamaya katılmadılar. Fransız Komünist Partisi’nin (PCF) genel sekreteri Fabien Roussel ise oylamaya bile katılmadı.

Sosyal demokrasinin solunda olarak nitelendirebileceğimiz Jean Luc Melenchon liderliğindeki Boyun Eğmeyen Fransa’nın (LFI) ise o dönemki 75 vekilden 43’ü üyeliğe karşı çıkarken partinin 32 vekili ise oylamaya katılmamıştı. 2024 erken seçimlerine Yeni Halk Cephesi (NFP) çatısı altında giren LFI’nin ve bu yeni ittifakın NATO konusundaki tutumunu ise daha önce başka bir yazıda irdelemiştik.

https://haber.sol.org.tr/haber/fransada-yeni-halk-cephesi-ve-boyun-egmeyen-fransa-nato-hakkinda-ne-soyluyor-394175

Türkiye’de de bu anlamda ‘Avrupalı’ bir yol tutturan Türkiye İşçi Partisi’nin dört vekilinden hiçbiri Mart 2023’te TBMM’de gerçekleşen Finlandiya’nın NATO’ya katılımıyla ilgili oylamaya katılmamıştı.

Çipras’ın SYRIZA’sı NATO’culukta sağı aratmadı

Bir dönem Türkiye’de de rüzgarları esen ve Türkiye solunun önemli bir bölümünün öykündüğü yeni sosyal demokrat SYRIZA ve eski sosyal demokrat PASOK da Yunanistan Parlamentosu’nda Eylül 2022’de Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılımı için gerçekleşen oylamada onay verdiler. Solun antiemperyalizm bayrağını ise yine NATO oylamasında hayır oyu veren Yunanistan Komünist Partisi taşıyacaktı.

2015-2019 yılları arasında Aleksis Çipras başbakanlığında iki farklı hükümet kuran SYRIZA döneminde NATO’yla ilişkiler derinleşti. Bu dönemde Çipras’ın dışişleri bakanı Kammenos ‘ABD'nin Yunanistan'da askeri varlığını daha kalıcı bir şekilde konuşlandırmasının Yunanistan için çok önemli’ olduğunu söyleyecek ve ABD’den mevcut üslere ek olarak sadece Girit’teki Suda Körfezi'nde değil, aynı zamanda Yunanistan anakarasındaki Larissa'da, Volos'ta, Dedeağaç'ta da’ yeni üsler açmasını isteyecekti. 

Yine de Avrupa’da ‘Büyük insanlığın’ bayrağını taşıyanlar var

Yukarda özetlediğimiz tabloya bakınca Avrupa solu hakkında bir karamsarlık ortaya çıksa da Avrupa’da, tarihi 1949’da kurulan Dünya Barış Konseyi’ni de kapsayan, ABD ve NATO karşıtı önemli bir birikimin olduğunu ve bu birikimi günümüz siyasetine taşımak isteyen öznelerin mücadelesinin devam ettiğini de belirtmemiz gerekiyor. Avrupa metropollerinde 2003 Irak işgaline karşı sokağa çıkan milyonlar hala akıllarda. Ekim 2023’ten beri sürmekte olan İsrail barbarlığına karşı amfileri dolduran üniversite öğrencileri, sokaklara koşan yüzbinler ‘Büyük insanlığın’ Avrupa’da da yaşamaya devam ettiğinin kanıtı. 

Geçtiğimiz yıl kurulan ve içinde Yunanistan Komünist Partisi ve Türkiye Komünist Partisi’nin de yer aldığı Avrupa Komünist Hareketi çatısı altındaki komünist ve işçi partileri kendi ülkelerinde NATO’ya karşı mücadeleyi yükseltiyorlar.

https://haber.sol.org.tr/haber/avrupa-komunist-hareketinden-nato-posterleri-75-yildir-insanliga-tehdit-392745

                                                                              /././

Satıcının Ölümü üzerine -Fide Lale Durak-

"Sistemin kendisini ayakta tutan emek sermaye arasındaki çelişki, salt özgürlükçü, kimlikçi, etnikçi ya da cinsiyetçi meselelerle sürekli örtülüyor."

İki hafta önce Mehmet Güleryüz ile ilgili yazıda, sanatçının henüz kariyerinin başlarındayken içinde bulunduğu üretken sosyalliğe değinmiş ve özellikle tiyatronun etkisinden bahsetmiştik. Güleryüz’ün kendi sanatsal yaklaşımında çok önemli olduğunu belirttiği Arthur Miller’ın Satıcının Ölümü adlı oyununu ayrıca ele almak anlamlı olacaktır. 1949 yılında ABD’li yazar Arthur Miller tarafından kaleme alınan oyunun sinemaya birden fazla uyarlaması yapılmış. Bunlardan günümüze en yakın olanı, 2016 yılında İranlı yönetmen Asgar Ferhadi’nin, Cannes Film Festivali başta olmak üzere birçok yarışmada da ödül almasını sağlayan, Satıcının Ölümü oyunundan ilhamla yazıp yönettiği Satıcı filmidir. Bu defa resimden değil tiyatro ve sinemadan doğru bir okuma yapmayı, 1949 ve 2016 yıllarındaki iki ayrı eserden yola çıkarak günümüze doğru bir bütünselliğe ulaşmaya çalışacağız.

                                                              ***

Satıcının Ölümü’nü bilmeyenler için kısaca özetleyelim: Oyunun ana kahramanı mesleği gezgin satıcılık olan Willy’dir. Willy’e göre satıcılık, yapılabilecek en iyi meslektir ve marangozluk ya da benzeri mavi yaka işler aşağı insanlar içindir. Satıcının karısı Linda, eşi Willy tarafından sözü kesilen, aşağılanan, hor görülen bir ev kadınıdır. Linda sürekli evdedir ve nedeni anlaşılmayan bir biçimde çoraplara yama yapmaktadır. Willy’e göre satıcılığın gerektirdiği rekabetçilik, yalancılık, hilekarlık övünülecek davranışlardır ve hayatta başarılı olmanın önemli gerekleri olarak bunları oğullarına da öğretmektedir. Tek amacı çocuklarının sistem içinde yükselmesi, itibar sahibi, zengin insanlar olmasıdır.

Oyunun sonuna geldiğimizde, Willy’nin satıcılık işlerinin hayalindeki gibi gitmediğini anlarız. Aynı şirkette 32 yıl çalıştıktan sonra artık şehir şehir satış yapmak için gençliğindeki kadar koşturamadığından dolayı kovulur. Yıllarca sigortasını eksiksiz ödediği için ölüsünün dirisinden fazla para edeceğini hesap ederek intihar eder. Böylece hem yıllardır taksitini ödedikleri evlerinin borcunu bitirecek hem de oğullarına da kalacak para nedeniyle sonunda kendisini sevmelerini sağlayacaktır. Cenazesine ise yine hayallerinden farklı olarak neredeyse kimse gitmeyecektir.

Arthur Miller’ın oyunu yazdığı sırada ABD’de Amerikan rüyası pazarlanmakta, kadınlar evde ideal eş tanımına uyum sağlamakta ve soğuk savaş ikliminde kapitalizm insanı çürütmekteydi. Miller oyunda, böyle belirlenmeye çalışılan modern insanı eleştirir. Willy’nin mesleğinin satıcı olması, yönetmenin kapitalizmi faş edebilmek için yaptığı bilinçli bir tercihtir. Oyunda, satıcı Willy’nin sürekli kendini sevdirme zorunluluğu psikolojisi ve bunu yaşam amacı edinmesi oyunun derin çözümlemelerinden birini oluşturur. İnsanların Willy’i tanıması ve sevmesinin önemi, sadece satıcılık mesleğinin bir gereği olarak anlaşılabilir ama aslında daha önemli bir şeye işaret edilir; o da, kapitalizmde insanın yalnızlığı, sevgisizliği, insanların kendileriyle olan özgüvensiz, barışık olmayan halleri ve sürekli kendilerini sevdirme ihtiyacında olmasıdır. 

Ferhadi’nin Satıcı’sı ise, Satıcının Ölümü oyunuyla ustalıklı diyalog halinde olan ve tamamen farklı bir senaryo üzerine kurulmuş bir film. Filmin başrolündeki Rana ve Emed, Satıcının Ölümü oyununu sahneleyen bir tiyatro ekibinde oyuncudurlar. Emed karakteri aynı zamanda okulda öğrencileri entelektüel olarak zenginleştirmeye çalışan bir öğretmendir. Emed’in, İran toplumunda kadın erkek ilişkilerine dair aydın sayılabilecek bir pozisyonu temsil ettiği, filmde birkaç sahnede özellikle vurgulanır. Karısı Rana ile eşit sayılacak bir ilişkileri vardır. Filmin kırılma anı ise Rana’nın hayat kadını zannedilmesi nedeniyle yaşanan tecavüzdür. Filmdeki Satıcı işte bu adamdır, tecavüzcü. 

Arthur Miller’da Satıcı karakteri, kapitalizmin insanlık üzerinde yarattığı genel deformasyonu simgelerken, Ferhadi’de İran toplumundaki erkeklerin iki yüzlü ahlakına dönüşür ya da indirgenir. Aslında Ferhadi’nin amacı da bir bakıma sistem eleştirisidir ama bu eleştiri mevcut toplumsal yapıyla, yani İran Molla Rejimiyle sınırlıdır. Bu tespit filmden ve oyundan iki örnekle açılabilir.

Hem oyunda hem de filmde ev kavramı önemlidir. Ev, Arthur Miller’da kapitalizmde barınma sorununa işaret eder ve genel olarak insanca yaşamanın asgari şartlarını karşılayabilmek için ölene kadar çalışma zorunluluğunu göstermenin bir aracı olarak kullanılır. Linda, Willy’nin mezarı başında şöyle demektedir: “Özgürüz, artık özgürüz. Evin taksiti bitti. Artık evimiz var ama içinde oturacak kimse yok”. 

Ferhadi’de ise ev bir metafor olarak toplumsal yapıyı temsil eder. Film, Emed ve Rana’nın oturduğu binanın sarsılması ve binadakilerin alelacele evlerini terk etmesi ile başlar. Plansız kentsel dönüşüm nedeniyle binanın temeli zarar görmüş ve oluşan çatlaklardan içinde oturulamayacak, güvensiz bir yapıya dönüşmüştür. Zaten Rana’nın başına gelenler de bu zorunlu taşınmanın sonucudur. Son sahnedeki hesaplaşma terkedilen bu metruk binada yaşanır, yönetmen ahlaksız Satıcıya tokadını burada atar. Molla rejimi toplumu temelinden sarsmış, içinde yaşanamayacak hale getirmiştir, doğrudur. Peki öncesinde, Şah döneminde insanlar güvende midir? Elbette bir film her şeye cevap vermek zorunda değildir ama öncesi bilinçli bırakılmış bir boşluktur.

Evde yaşanan hesaplaşmada Emed şu sorunun cevabını merak etmektedir: Karısının başka bir kadın sanılmasının neredeyse imkânsız olduğu andan sonra, Satıcı neden suçu işlemeye devam etmiştir? Yönetmenin ısrarla sorduğu şey bizi, bilinçsiz eylemlere değil, bilerek yapılan ahlaksızlıklara, suçlara yöneltir. İnsan bireysel olarak sorgulanır. Sistemin suç mekanizmaları ıskalanarak, suç bireye indirgenir. Halbuki yaşadığımız sistemde suçu ortaya çıkaran etmenler çoğu zaman bireyden bağımsız olarak vardır ve birey buna dahil olur ama kapitalizm ısrarla suçu bireye yönelterek “münferit” olarak yaftalar. 

Bir diğer verilebilecek örnek, çorap metaforunun kullanımıdır. Willy bir çorap satıcısıdır ve ironik bir şekilde Linda evde sürekli çorap yamamaktadır ya da Willy’nin insani/ahlaki açıdan açtığı delikleri, Linda kifayetsiz bir biçimde kapamaya çalışmaktadır. Ferhadi’de delinen çorap, tecavüz sahnesinde Satıcının kesici bir şeye basıp ayağını yaralaması ile ortaya çıkar. İşlenen suç ile insani/ahlaki olarak bir yara açılır. Ferhadi’de “ahlak”, kapitalizmin insan üzerindeki genel deformasyonundan ziyade kadına yüklenmiş namus boyunduruğuna sıkışır. Tecavüzün kendisi de Molla rejiminin kadın üzerindeki tahribatını anlatan bir metafor olarak algılanabilir. Filmin dili açısından yanlış bir okuma da olmayacaktır ama bu suçtan hesap sorulma biçimi kadını, yönetmenin eleştirdiği İran toplumundaki yerinin dışında da tanımlamamaktadır. Kadın ona yüklenen affedici, yumuşak başlı gibi alışıldık sıfatlardan çıkıp hesap sorabilen bir karaktere sıçrayamaz. Bu da bizi rejim eleştirisini, mevcut sistemin kadın erkek rolleri üzerinden okumakla sınırlandırır.

Ferhadi’nin filmi gerçekten çok etkileyici ama eleştirisi, insan ve toplum arasındaki diyalektikte bireyselliğe fazla çubuk büküyor ve yapısal eksiklikler kapitalizm gerçeğini örtülü bırakıyor. Molla rejimi ile özel mülkiyet arasında bir bağ yok mu gerçekten? Günümüzün genel durumu da bu sorunun görmezden gelinmesi. Sistemin kendisini ayakta tutan emek sermaye arasındaki çelişki, salt özgürlükçü, kimlikçi, etnikçi ya da cinsiyetçi meselelerle sürekli örtülüyor. 1949 yılında Amerikan rüyasının boyalarını döken Arthur Miller’in oyunu, bu berrak görüşü nedeniyle zamanında Mehmet Güleryüz’ün aydınlanmasını sağlamış ve hâlâ birçok sanat eserine ilham oluyor.

İhtiyacımız olan şey yüzeysel yaklaşımlardan, bütünden koparılmış parçalı yaklaşımlardan ziyade örtüleri kaldırmak.                      /././  

Bağlama: 'Milli' çalgımızın gayrı milli kökeni -Sercan Kabakçı-

"Geçmişe yalnızca kendi işine yarayacak şeyleri söküp almak için dalan milliyetçi tarih yazımı, insanlık tarihini anlamayı bir hayli zorlaştırıyor."

Milli içkimizin ne olduğunun aksine, milli çalgımızın ne olduğu konusunda önemli bir tartışma bulunmaz. Kime sorarsanız bağlama diyecektir. En azından son 60 yıldır böyledir bu. Ondan önce belki tanbur ya da ud diyenler çıkabilirdi. 100 yıl önce sorsaydınız, pek az kişinin aklına bağlama demek gelirdi. Bağlama cumhuriyetten sonra, ulus inşa sürecinde yavaş yavaş milli çalgımız oldu. Ondan önce temelinde Bizans mirası bulunan, bugün klasik Türk musikisi diye bildiğimiz müzik ve onun çalgıları makbuldü.

Tipik olarak, ulus inşa süreçlerinde kültürel alanın biçimlendirilmesinde köye dönüş teması önemli yer tutar. Milliyetçiler köye döner, modern ulusal kültürün tuğlalarını köyde arar. İmparatorlukların kozmopolit kültürü reddedilir. Köyde ulusal kültürün bozulmamış, yabancı etkilerle kirlenmemiş olarak yattığı varsayılır.

Bizde de öyle oldu. Gerçi aydınlar köye gidip baktıklarında, köy diye tek bir yerin var olmadığını gördüler. Bereketli vatan toprağı luzumundan fazla çeşitlilik sunuyordu. Tabii bunun üzerinde fazla durulmadı. Yarı hayali yarı gerçek, ortalama bir köy kültürü ve onun doğal parçası olarak bağlama öne çıktı.

O kadar öne çıktı ki, köye dönüşün artçı ürünlerinden biri olarak, önemli ud icracılarımızdan Cinuçen Tanrıkorur, Köyde Sabah adında bir müzik parçası bile yazdı. Köyde sabah derken söz konusu olan, köye tatile gitmiş bir istanbul beyefendisinin sabahı gibidir. Yine de bu parça başarılı bir çalışmadır. Dinlerseniz, baskı altında bağlama gibi davranmaya çalışan ama elinden pek bir şey gelmediğini de hisseden zavallı udun çektiği zorluğu duyabilirsiniz.

Köye dönüşten aldığı ilk itkiye rağmen bağlama uda karşı tam bir zafer ilan edememişti. Radikalliği pek sınırlı burjuva devrimimiz her işini olduğu gibi bu işini de yarım bıraktı. Ama sonraki onyıllarda yaşanan köyden kente göçün yardımıyla bağlama modern yaşamda kendine sağlam bir yer açabildi. Tabii iklim değişikliğiyle gelen istilacı türün, gitarın karşısında ne udun ne de bağlamanın şansı olabilirdi. Ama sonuçta gitar yerli ve milli olmadığına göre, bir milli çalgı olacaksa o bağlamadır.

Bağlama kopuzdan mı geliyor?

Bazen iddia edildiğinin aksine, insanımız geleneklerine çok bağlı değildir. Hızlı değişimlere uyum gösterme konusunda yeteneklidir. Bununla uyumlu olarak bizde kayıt tutma geleneği de pek yoktur. Herhangi bir şeyin izini geçmişe doğru sürmeye çalıştığınızda 150-200 yıldan öncesine kolay kolay götüremezsiniz. Merkezi siyasetle ilgili olmayan konular, özellikle de İstanbul’la değil taşrayla ilgili olanlar çok geçmeden efsaneler ve varsayımlar içinde kaybolur.

Bağlamanın tarihi de böyledir. Bugün internette ya da basılı kaynaklarda şöyle bir aradığınızda karşınıza çıkacak yaygın bilgi, bağlamanın kopuzdan geldiği biçimindedir. Buna göre Türklerin Orta Asya’dan gelirken getirdikleri kopuz, değişerek bugünkü bağlama haline gelmiştir.

Bu açıklama akla yatkındır. Akla yatkın olduğu için de sorgulanmaz. Ancak elde bu açıklamayı destekleyecek pek bir kanıt yoktur. Zaten müziğin modern dönemden önceki tarihi, önemli zorluklar barındıran bir araştırma alanıdır.

Bir kere savaşlar ve sultanların başarıları dururken çalgı çengi işlerini yazmaya pek kimse tenezzül etmez. Hatta müzikle uğraşanların kendileri bile genellikle yazmaz. Bazen seyyahlar geçerken değinir. Onların verdiği bilgiler de sistematik olmaktan uzaktır. Bir yerde bir çalgının çalındığını söylerler ama, çalgı isimleri inanılmaz değişken ve gevşek bir biçimde kullanılır. Örneğin kopuz sözcüğü, genel olarak çalgı anlamına gelir ve birbirine hiç benzemeyen pek çok çalgı için kullanılmıştır. Bir metinde kopuz sözcüğü geçtiğinde, ayrıca betimlenmiyorsa hangi çalgının kastedildiği anlaşılamaz.

İsimleri kadar çalgıların kendileri de değişkendir. Her usta kendi bildiği gibi çalgı yapar. Bu konudaki bilgiler paylaşılmaz, saklanır. Çalgı yaparken herkes çevrede bulduğu yerel malzemeleri kullanır. Ağaç da olur kaplumbağa kabuğu da. At kılı da olur keçi bağırsağı da, metal de, deri de... Üstelik ortada ne katolik kilisesi gibi standartlaştırıcı bir kurum vardır ne de kitle iletişim araçları. Bu koşullarda çeşitlenme artar, adlandırma zorlaşır. Zaten adlandırma ve sınıflandırma sorunları kimseyi kaygılandırmaz. Bağlama bugün bile standartlaşamamış bir çalgıdır. Son 50 yılda bile değişim geçirmiştir.

Aslında çeşitlenmeyi artıran bu nesnel etkiler, gelenek tarafından sınırlanır. Mistik inançlarla da bütünleşen çalgı biçimleri inatla korunmaya çalışılır. Ama topluluk coğrafya değiştirdiyse, din değiştirdiyse, çok sayıda yeni kültürle temas kurulduysa, yazılı kültürün de bulunmadığı durumda, geleneğin inadı kırılır.

Çalgıların genellikle organik malzemeden yapılması da tarih araştırmalarını zorlaştırır. Ahşap çalgılar kolay kolay günümüze kalmaz.

Bu nedenlerle kopuz varsayımının zaten çok güçlü olmadığını söyleyebiliriz. Ancak elimizde bu varsayımı büyük ölçüde geçersizleştiren arkeolojik bulgular da var. Hitit dönemine ait kabartma resimlerde ve mühürlerde, bugün kullandığımız bağlamaya çok yakın çalgıların yer aldığı görüldü.

Dev bir kültür höyüğü: Anadolu

Hititlerin gistibula dediği bu çalgı bağlamayla benzer biçimde tutuluyordu, şelpe tekniğine benzer biçimde parmakla çalınıyordu, hatta sapına takılan püskülüne kadar aynıydı. Aynı resimlerden Hititlerin Anadolu’da yakın zamana kadar kullanılan biçimde çarıklar ve etekler giydikleri, halay çektikleri, zil takıp ve de kolları kaldırıp şıkır şıkır oynadıkları da anlaşıldı.

Söz konusu bulguların elde edildiği kazı alanlarından birinin adı, Hüseyin Dede tepesi. Bu isim zaten fonda bir bağlama sesinin duyulmasına neden olacak türden. Hüseyin Dede Tepesi Hititler zamanında bir yerel dini merkezdi. O zaman orada hangi dede yaşıyordu bilmiyorum. Ama bugünkü ismi bana, aynı bağlamanın aynı tepede, o aynı ritmik vuruşlarla 4000 yıldır çalınageldiğini düşündürüyor.

Böyle olması da beklenir. Bütün Anadolu dev bir höyük gibidir. Kültür katmanları birbirinin üstüne yığılmıştır. Tabii höyüklerdeki kalıntıların aksine, yaşayan insanlar öyle üst üste, birbirine karışmadan durmazlar. Aynı insanlar, Frigler gelince Friglere, Persler gelince Perslere, Yunanlar gelince zamanla Yunanlara benzemeye başlar. Romalılar gelince Yunan isimleri Latin isimlerine döner. Uzaktan baksanız 40 yıllık Romalı sanırsınız. Ama 40-50 yüzyıl sonra Roma’yı da kendilerine benzettiklerini görürsünüz.

Türkler Anadolu höyüğündeki en üst katmanlardadır. Köylü, istilacıya zorluk çıkarmaz. “Anadolu irfânıyla” gidene ağam, gelene paşam demesini bilir. Vergisi azsa müslüman bile olur. Babasının oğlu değildir ya İstanbul’daki imparator... Zaten yeni gelen Türk komşuları da daha geçen sene müslüman olmuştur. Onlar da yerli komşularının kiliselerine, türbelerine gider. Yağmur yağsın, hastalık iyileşsin diye herkes bütün tuşlara basar. Böylece kaynaşır giderler.

Tabii sürecin sadece barışçı biçimde gerçekleştiğini söylemiyorum. “İndik rumda kışladık, çok hayr-u şer işledik.” Bazı tatsızlıklar da olmamış değildir. Ancak istilacıların, kendilerinden belki 10 kat kalabalık olan yerleşik halkları katletmekle tüketebileceği düşünülemez. Bunda bir çıkarları da yoktu. Bu halklar yok olmadılar, dönüştüler. Dönüştük.

İnsanların telli çalgılar kullanmaya ilk önce, yaya gerilmiş ok kirişini tınlatarak başladıkları düşünülüyor. Bugün Batı Afrika’da, çalgı olarak üretilen yaylar hâlâ kullanılıyor. Yaydan sonra insanlar, bir kasnak üzerine birden fazla tel gererek ilk arp benzeri çalgıları geliştirdiler. Bu tür çalgılarda üretilmek istenen her ses için ayrı bir tel germek gerekir. Tellerin uzunluğunu, dolayısıyla üretecekleri sesin frekansını çalarken dinamik olarak değiştirmek olanaksızdır.

Arp sınıfı çalgılardan sonra Mezopotamya’da lut benzeri çalgılar geliştirildi. Bilindiği gibi bu tür çalgılarda teller bir tekne ve bir sap üzerine gerilirler. Parmaklarla bastırarak tellerin tınlayan kısmının uzunluğu çalarken anlık olarak değiştirilebilir. Böylece görece az sayıda telle geniş bir aralıkta sesler üretilebilir.

Bugün lut sınıfı çalgıların ilk formlarına en yakın çalgının tanbur olduğu düşünülüyor. Ancak yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi sınıflandırma meselesi biraz karışık. Çalgılar arasında çok kesin sınırlar yok. Adlar da sürekli birbirinin yerine kullanılmıştır.

Lut biçimli çalgılar Mezopotamya’dan dünyanın geri kalanına yayıldı. İlk ulaştığı yerlerden biri de Anadolu oldu. Ve anlaşılan çalgının Anadolu’daki biçimi epeyce erken bir dönemde yerleşiklik kazandı.

Demek ki bağlamanın kopuzdan gelmediğini, bugün Orta Asya’da çalınan kopuzlarla ortak bir atadan geldiğini, kuzen olduğunu söylemek gerekiyor.

Ludun Orta Asya’ya ne zaman ulaştığını, Türklerin bu çalgıyla İran üzerinden mi Çin üzerinden mi tanıştıklarını bilmiyorum. Ama kuşkusuz Türkler Anadolu’ya geldiklerinde bu tür çalgıların çeşitli versiyonlarını çalıyorlardı. Dede Korkut’ta kopuz çalmayan kahraman yok gibidir. Kopuzun İslama rağmen kutsal sayıldığı hissedilir. Ama bu çalgının ayrıntılı bir betimlemesi yoktur. Belde taşınır, dolayısıyla küçük olması gerekir. Bu durum, Batı Torosların küçük üçtellisinin, Dede Korkut’ta kolça kopuz diye sözü geçen çalgının doğrudan devamı olabileceğini düşündürüyor.

Ancak genel olarak, Türklerin getirdikleri müzik kültürünün Anadolu’daki yerleşik müzik kültürüyle nasıl bir etkileşime girdiği, daha çok araştırılması gereken zengin ve ilginç bir konu.

Sonuç olarak milli çalgımız bağlamanın, gerçi her şeyden daha yerli olduğunu, ama pek de milli sayılamayacağını anlıyoruz. Öte yandan konuyu milliyetçi değil de yurtsever bir duyguyla ele alırsak, üzerinde yaşadığımız höyüğün bütün katmanlarına aynı sevgiyle yaklaşabiliriz. Böyle yaparsak toprağımızla daha anlamlı ve gelişkin bir bağ kurmuş oluruz. Hitit kabartma resimlerinde saz çalan insanları, Taş Tepeler’deki yapıları inşa edenleri, Çatalhöyük halkını, sonra Tales’i ve Heredotos’u, Ayasofya’yı yapanları ve onu yakan Nika ayaklanmacılarını, Şeyh Bedrettin, Mimar Sinan ya da Dadaloğlu kadar yurttaşımız saymamak için bir neden görmüyorum. Kuşkusuz insanlığın ortak mirasıyla bağ kurarken modern devlet sınırlarını ciddiye almak da saçma olurdu. Höyüklere kazmayla dalan defineciler gibi geçmişe yalnızca kendi işine yarayacak şeyleri söküp almak için dalan milliyetçi tarih yazımı, insanlık tarihini anlamayı bir hayli zorlaştırıyor. Ama gerçekte insanlığın bir tek kültürü var. İnsan her yerde aynı insan ve hiçbir yer bize uzak değil. Bugün olduğu gibi geçmişte de “Çin’den İspanya’ya, Ümitburnu’ndan Alasga’ya kadar her mil-I bahrîde, ve her kilometrede, dostumuz ve düşmanımız var.”

                                                             soL-GÜNDEM

NATO'ya karşı İncirlik Üssü'ne yürüyüşte 7. gün: 'Natoyolu Bağımsızlık Yolu olacak!'

Ankara'ya ulaşan THTM'nin NATO karşıtı yürüyüşü bugün Mamak'taydı. "Katil NATO" sloganıyla yürüyen yurtseverler Natoyolu tabelasının yerine “Bağımsızlık Yolu” tabelasını astı.(https://haber.sol.org.tr/haber/natoya-karsi-incirlik-ussune-yuruyuste-7-gun-natoyolu-bagimsizlik-yolu-olacak-395151)

                                                             ***

NATO karşıtı sergi Ankara'da

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin çağrısına yanıt veren sanatçıların eserleriyle oluşan NATO'ya karşı sergi Ankara NHKM’de sanatseverlerle buluştu.(https://haber.sol.org.tr/haber/nato-karsiti-sergi-ankarada-395145)

                                                                  ***

İletişim emekçileri medyanın Narin'le imtihanını konuştu: 'Doğrunun önüne geçmek suçtur'

İletişim Emekçiler Dayanışma Ağı, Narin cinayetiyle birlikte ortaya çıkan medyadaki çürümüşlüğü konuştu. Patronların körüklediği reyting kaygısı ve tık avcılığının ardında gizlenenler ele alındı.(https://haber.sol.org.tr/haber/iletisim-emekcileri-medyanin-narinle-imtihanini-konustu-dogrunun-onune-gecmek-suctur-395152)

(soL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder