27 Eylül 2024 Cuma

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM"

Danıştay, yemek yardımına ilişkin SGK genelgesindeki bazı düzenlemeleri iptal etti -Murat Batı-

Danıştay, yemek kartının nakdi olmadığını, ayni olduğunu bu sebeple kısmen değil, yemek kartları aracılığıyla yapılan yemek yardımının genelge öncesinde olduğu gibi, tamamıyla SGK priminden istisna edilmesi gerektiğine karar verdi.

Çalışanlara verilen yemek veya yemek için verilen ödenek çalışma disiplini açısından oldukça önemli bir yere sahiptir. Bazı iş yerleri, çalışana doğrudan yemek verirken bazıları ise belli tutarda yemek bedeli ya da yemek kartı/çeki/kuponu şeklinde vermektedir.

İş yeri dışında verilen yemek bedelinin 2024 yılı için 170 Türk lirası GVK m.23/8 uyarınca gelir vergisinden istisnadır. Ayrıca 2024 yılı için 170 Türk lirasına kadar verilen bu tutar damga vergisinden de istisnadır.

Çalışana ister nakit ister yemek kartı şeklinde verilen yemek bedelinin SGK’den da istisna edilmesi gerekmektedir ki tamamı istisna idi.

Şöyle ki 1 Aralık 2022 tarihinden önce çalışana nakit olarak verilen yardımın bir günlük brüt asgari ücret tutarının yüzde 6’sı sigorta primine esas kazançtan istisna idi. Ancak 1 Aralık 2022 tarihinden önce çalışana yemek kartı olarak verilen yardımın tamamı sigorta primine esas kazançtan istisnaydı. 

Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı Sigorta Primleri Genel Müdürlüğü, 02.12.2022 tarihinde 2022/22 sayılı “Yemek Bedeli” konulu bir genelge yayınladı. Mezkûr Genelge uyarınca yemek bedeli adı altında sigortalılara veya sigortalılar için üçüncü kişilere yapılan her türlü ödemelerin, günlük asgari ücretin yüzde 23,65’inin prime esas kazançtan istisna etti.

Bu konunun tüm hukuki boyutunu 2023 yılında Gelir İdaresi Başkanlığı ile SGK’ye sunulmak üzere bir rapor hazırlamıştım. Detay için rapora bakabilirsiniz.

Ancak SGK’nin 2022/22 sayılı bu Genelgesi Danıştay’a götürülmüş ve iptal edilmesi talep edilmişti. Danıştay Onuncu Daire 8 Mayıs 2024 tarih ve Esas No:2023/70, Karar No: 2024/1853 sayılı Karar ile yemek kartlarının ayni yardım niteliğinde olduğunu ve dava konusu genelgenin yemek kartlarını düzenleyen maddelerinin 5510 Sayılı Kanun’a aykırı olduğunu değerlendirerek iptali yönünde karar verdi. Böylece Kanun ile genelge arasındaki çelişkili durum ortadan kalkmış oldu.

SGK, genelgeyle bunu yapabilir miydi?

Anayasanın 123’üncü maddesinde idarenin kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğu ve kanunla düzenleneceği hüküm altına alınmıştır. İdarenin kanuniliği ilkesinin anayasal dayanağı olarak kabul edilen bu düzenlemeye göre idarenin yasama organı tarafından çıkarılan bir kanun olmaksızın, yani yasama organı tarafından önceden düzenlenmeyen bir konuda asli olarak, ilk elden (Cumhurbaşkanı tarafından çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri hariç) kural koyması, düzenleme yapması mümkün değildir.

Anayasanın 123’üncü maddesi aynı zamanda “idarenin, bir yargı kararına gerek olmaksızın yasaların açıkça verdiği bir yetkiye dayanarak İdare Hukukuna özgü yöntemlerle, doğrudan doğruya uyguladığı yaptırımlar”[1] olarak da tanımlanabilecek olan idari yaptırımların kanuniliği ilkesinin de dayanağını oluşturmaktadır.

İdari yaptırımlarda kanunilik ilkesi, hangi eylemlerin idari yaptırım gerektirdiğinin kanunlarla en ince ayrıntısına kadar düzenlenmek zorunda olduğu anlamına gelmese de hangi eylemlerin idari yaptırım gerektiren eylemler olduğunun idare tarafından belirlenebilmesi için bu konuda kanunla idareye takdir yetkisinin tanınmış olması ve idareye takdir yetkisi tanıyan bu kanunun da takdir yetkisinin sınırlarını belirlenmiş olması gerekmektedir.

Hukuka uygun bir çerçeve hükümden bahsedilmesi için hem maddi hem de şekli anlamdaki bir kanun hükmü ile idari yaptırımın temel esasları, türü, süresi/miktarının düzenlenerek yaptırımın çerçevesinin belirlenmesi şarttır. Hatta çerçeve hükmün açık ve herkes tarafından anlaşılır olması da gereklidir. Torba bir hükümle idareye idari yaptırımı belirleme yetkisi verilmesi mümkün değildir.

Bu nedenle idari yaptırımların kanuniliği ilkesi ile alakalı yukarıda yapılan açıklamalar ile Rapor’da bahsedilen hususlar göz önünde bulundurulduğunda SGK tarafından çıkarılan mezkûr genelge ile ihdas edilen idari yaptırımın kanunilik kriterini sağlamamıştı.

Danıştay da böyle dedi

Danıştay verdiği 2024/1853 sayılı kararda özellikle Rapor’da ve yukarda açıkça bahsettiğim şekilde değerlendirilmiştir.

Şöyle ki “Yönetmelik ve Genelge kuralları ile Kanuni düzenlemenin dışında, Kanunda tanınmayan bir sınırlama, ölçüt getirilerek, ayni yardım olan yemek yardımının yapılmasına ilişkin olarak, yemeğin yenildiği mekandan hareketle bir ayrım yapıldığı, ii yerinde veya müştemilatında yemek verilmemesi şartıyla sigortalılar için üçüncü kişilere yapılan her türlü ödemenin, sigortalılara yapılan nakit ödeme ile aynı kapsamda değerlendirilmek suretiyle primden kısmen muaf tutulan kalemler arasına alınmıştır.” denilmiştir.

Danıştay bu kararı verene kadar neler oldu?

Yemek bedelinin nakden ödenmesi ile söz konusu genelge sonrası kamu maliyesi ve sosyal açıdan birtakım olumsuz etkiler yaşandı. 2023 yılında yeme içme sektörü KDV matrahı 2022 yılına kıyasla 100 milyar liradan fazla azaldı, nakit yemek yardımlarının çalışanın maaşının asli bir parçası olarak görüldüğünden çalışanlara eksik zam yapıldı, yemek hizmeti sunan birçok kurum küçülmeye gittiğinden bu sektörlerde çalışan kişi sayısı azalarak işsizlik üzerinde olumsuz etki yaratmıştır.

Velhasıl iyi bir şey olmadı.

Ve böylece…

Danıştay, yemek kartının nakdi olmadığını, ayni olduğunu bu sebeple kısmen (yani 2024 yılı için günlük 157,69 TL) değil, yemek kartları aracılığıyla yapılan yemek yardımının genelge öncesinde olduğu gibi, tamamıyla SGK priminden istisna edilmesi gerektiğine karar verdi.

[1]Anayasa Mahkemesi, E.2000/43, K.2004/60, 13/05/2004.

                                                                          /././

Polis Şeyda’yı şehit eden suç makinesi, polisin elinden nasıl kaçtı? -Tolga Şardan-

Motosiklet hırsızlığı iddiasıyla gözaltına alınan Yunus Emre Geçti, annesiyle polis merkezinin bahçesinde görüşürken kaçarak izini kaybettirdi. Polislerin kendi can güvenliklerini sağlamadan firariyi yakalamak için operasyona girmeleri, acıyla tamamlanan süreç oldu.

“Polis yakalıyor, adliye bırakıyor!”

Bu coğrafyada benzer pek çok olayın ardından karşılaşılan bu yargı cümlesi, Ümraniye’de firari şüphelinin peşinden koşan polis ekibindeki genç polis memuresi Şeyda Yılmaz’ın şehit edilmesinden sonra bir kez daha tartışmaların odağında yer aldı.

Uzunca süredir polis ve adliyenin yürüttüğü hemen her olayın ardından bu cümleyi kurmak adetten oldu. Üstüne üstlük bu cümleyi dillendirenler arasında zaman zaman bizzat ülke yönetiminde söz sahibi olanlar da var.

Gümrük dışındaki adli kolluk teşkilatlarını bünyesinde barındıran İçişleri Bakanlığı ile yargıyı yöneten Adalet Bakanlığı bürokrasisi her zaman karşı karşıya gelir böylesi durumlarda.

Hatta krizlerin bile çıkmışlığı vardır. Vahamet enkazının kendi üzerlerinde kalmasını istemeyen bürokrasi çarpışır.

Sonuç, her defasında “yırtılan Hacı Bekir’in yakası” vaziyetinden öteye gitmez.

Evet, yeni Türkiye’de adli kolluk ve yargı teşkilatlarında ciddi bir erozyon var. Sadece polis değil elbette… Jandarma, sahil güvenlik, gümrük gibi adli kolluk görevi bulunan tüm kurumlarda benzer sıkıntılar var kuşkusuz.

Fakat gündelik yaşamda toplumun aynası olan polis teşkilatı öne çıkıyor bu tabloda. Kabul etmek gerekir ki, polis veya adliyeye işi düşenler, başka yollar ve yöntemlerle sıkıntılarının üstesinden geliyorlar günümüzde.

Devlet–siyaset arasındaki dengenin zaman ve ortamına göre biçim değiştirmesi ve şekillenmesi maalesef bu tabloyu karşımıza çıkarıyor. Hem de vicdanlarda ağır izler bırakarak.

Zaman zaman her iki teşkilattan bürokratlarla görüştüğümde; yargı mensupları, önlerine gelen adli kollukça hazırlanan soruşturma ve kovuşturma evrakında yeterlilik görmediklerini / göremediklerini belirtir.

Adli kolluk tarafı ise, yargı kanadının dosyalarla yeterince ilgilenmediğinden, dosyaların maddi ve manevi şekliyle yargı tarafından istismar edildiğinden bahseder hep.

Her iki tarafın birbirine karşı haklı olduğu süreçler yaşanmıyor değil tabii ki.

Adalet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında sessiz ve derinden giden sıkıntılı süreç

Ümraniye’de genç polis memuresi Şeyda Yılmaz’ın, hakkında 26 suçtan kaydı bulunan Yunus Emre Geçti tarafından şehit edilmesi, “yakalama/bırakılma” tartışmasını yeniden alevlendirdi.

Nasıl alevlendirmesin ki?

Bir tarafta gencecik bir polis memuresinin cenazesi, diğer yanda ise, hakkındaki suçlardan dolayı yargılanan ancak mevcut yasalardaki hükümler nedeniyle elini kolunu sallayarak dolaşan suç işleme potansiyeli yüksek bir sabıkalı var.

Dolayısıyla infial yaratan olayın ardından “polis yakalıyor, adliye bırakıyor” söylemi gündeme oturdu.

Aslına bakarsanız durum tam da eskilerin deyimiyle “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” hali.

Siyasetin daha doğrusu iktidarın yasalarda yaptığı düzenlemeler eleştiriliyor, polis memuresi Yılmaz’ın öldürülmesi üzerinden. 

Yaşananların toplumsal ve psikolojik verileri ya da fotoğrafı bir yana, iki kurum birbirine girmiş durumda sessiz sedasız.

Kapalı kapılar arkasında yargı cenahı “yeterli önlem alınmadığı” gerekçesiyle polisi suçluyor. Polis tarafı ise gelenekselleşmiş biçimiyle “yargının görevini yapmadığı”nı savunuyor.

Bu tartışmaların hiçbiri geçmişten bugüne yaşanan kayıpları geri getirmeyecek. İşin vahim boyutu kurumlar yaşananlardan ders çıkartma gayretinde de değil uzun zamandır.

Geçti, böyle firar etti

Fotoğrafın bütününe bakıldığında; kurumlardan bağımsız olarak devletteki yönetsel sıkıntılar ön planda görülüyor.

Genç polis memuresinin şehit edilmesi, sadece yargıda yaşanan ikilemlerin değil, mevcut polis teşkilatında da işlerin yeterince sağlıklı yürütülmediğinin acı göstergesi.

Olayın ardından, sürecin nasıl geliştiğini öğrenmek ve okura aktarmak amacıyla Ankara ve İstanbul’daki kimi kaynaklarımla görüştüm.

Elde ettiğim bilgiler şöyle:

Süreç, katil zanlısı Geçti’nin polis tarafından motosiklet hırsızlığı yaptığı iddiasıyla gözaltına alınıp polis merkezine teslim edilmesiyle başladı.

Hakkında yapılan GBT sorgulamasıyla suç sicili anlaşılan Geçti, nezarete konuldu. Bir süre sonra Geçti’nin annesi gözaltına alınan oğluyla görüşmek için polis merkezine geldi. Görevli polislere talebini iletti.

Polis merkezindeki nöbetçi polisler, annenin ricası üzerine Geçti’yi nezaretten çıkardı. Anne ile oğlu polis merkezinin bahçesinde görüştüler.

İşte bu sırada, sabıkalı şüpheli Yunus Emre Geçti, polis merkezinin bahçesinden bir anda kaçarak koşmaya başladı ve izini kaybettirdi.

Anne ile oğlunun polis merkezinin bahçesindeki görüşmesine nöbetçi polis/polisler nezaret etti mi, bilmiyorum. Ancak ‘nezaret edilmiş olsaydı şüpheli Geçti, kısa sürede izini kaybettiremezdi’ diye düşünüyorum.

Sonrasında film koptu.

Şüphelinin annesiyle görüşmesi sırasında firar etmesi, polis merkezinde görevli polisleri hem panikletti hem de alarma geçirdi.

Zira nezarethanede olması gereken bir şüphelinin polis merkezinden firarı, polisler açısından ağır görev ihmali. Sonucu, meslekten atılmaya kadar gidebilecek cezası olan durum bu.

Bu sırada, Geçti’nin annesi, oğlunun nereye gitmiş olabileceğini söyledi. Aralarında polis memuresi Yılmaz’ın da aralarında bulunduğu polisler, ekipler halinde firarinin peşine düştü.

Firariyi yakalamak için harekete geçen polislerin kendi can güvenliklerini sağlamadan, “Yaradan’a kuvvet” operasyona girmeleri, acıyla tamamlanan süreç oldu.

Sonrası malum…

Ayrıca, Geçti’nin hakkındaki adli kontrol kararı nedeniyle en yakın polis merkezine imza vermek zorunda olmasına karşın imza vermediği ortaya çıktı önceki gün.

Üstelik bu durumun, polis merkezi amirliği ve ilçe emniyet müdürlüğünce savcılığa bildirilmesi gerekirken, bildirimin yapılmadığı anlaşıldı.

Olayın öncesinde yaşananlar böyle.

Sonuçta, bir polis memuresi şehit oldu, bir polis memuru yaralandı.

Acaba ne uğruna? Bu da işin konuşulması gereken diğer boyutu!

Bakan Yerlikaya neden sinirlendi?

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, polis memuresi Şeyma Yılmaz’ın şehit edilmesinin ardından yakalanan katil zanlısı Geçti’nin, Asayiş Şubesi’nden adliyeye götürülmesi sırasında ortaya çıkan görüntülerle ilgili soruşturma açıldığı yönündeki haberlere “çok sert” tepki gösterdi.

Bakan Yerlikaya, sosyal medya hesabından yaptığı açıklama mesajını “alçaklar” şeklinde bitirmesi, kamuoyunun pek de beklemediği bir tepkiydi doğrusu.

Yerlikaya’nın böylesi sert ve beklenmedik tepkisinin arkasında olayın öncesi ve sonrasında yaşananlar mı var, bilemiyorum.

Geçti’nin adliyeye sevkindeki görüntüler, genç kadın polisin şehit edilmesi kadar olmasa da “rahatsız edici”ydi.

Bu görüntüler, Türkiye’yi yakın gelecekte başını belaya sokacak nitelikte ne yazık ki.

Öyle ki, haklı / haksız taraflarının değişmesine bile gerekçe olabilir.

Ve işin ilginci, bugün bu uygulamanın yapılmasına izin/onay verenler, Türkiye’nin başının derde gireceği günlerde büyük olasılıkla ortada bile olmayacaklar.

Hesap, Türkiye Cumhuriyeti’ne kesilecek.

Kaldı ki; az önce okuduğunuz üzere, hakkında 26 ayrı suç dosyası bulunan firarinin, Yılmaz’ı şehit etmesiyle ortaya çıkan ihmaller zincirinin yarattığı vicdan azabını, siyah poşete konulan zanlının hayvan haklarını koruyan polis birimine ait araçla adliyeye gönderilmesi ortadan kaldırmaz.

Dolayısıyla, yürütülen popülist yaklaşımlar ve gösterilen tepkiler, acıları hafifletmez, aksine katlar.

Ancak ve ancak hukukun tam manasıyla uygulanması yüreklerdeki kanayan yarayı kurutur.

Polis memuresi Şeyma Yılmaz’ın şehit edilmesi, umarım devletin ders çıkartacağı son vaka olur.

Ders çıkartılmasına da her şeyden önce Polis Akademisi’ne bağlı polis okullarında yetiştirilen insan kaynağına kaliteli akademik ve saha pratiği eğitimi verilmesiyle başlanmalı.

Ve tabii ki öğrencilerin seçiminde, coğrafyanın insan mozaiğinin esas alınması, “O’cu, Bu’cu, Şu’cu” ayrımına sokulmaması şartıyla…

                                                                  /././

Ekrem İmamoğlu’na siyasi yasağa nasıl tepki vereceğiz? -Tuğçe Tatari-

Bu İmamoğlu yazısını iki haftadır yazmak istiyorum ama hep bir başka felaket yerini alıyor bu yazının!

Türkiye’nin yaşamsal sorunlarını sıralamak gerekse, çok olduğu ve her birinin yaşamsal olduğunu kabul ederek ama düşünmeden ‘hukuk’ ve ‘eğitim’ derim.

Yargının tamamen siyasete alet olduğu bir düzlemde, adalet beklemek sadece iktidara yakın olanlar için mümkündür.
Türkiye’de de işler uzun zamandır böyle yürümekte.
‘İşin’ bir yerinden iktidara ait unsurlar geçiyorsa haksızken haklı olur, suçunun üzerine yatar, krallar gibi yaşarsın bu ülkede!

Son yıllarda yaşanan ‘hukuki garabetler’in farkında olmak için sadece görme yetinizin yerinde olması yetmektedir.
Hukukun üstünlüğü, yerini çoktan erkin üstünlüğüne bırakmış, ülkenin kaderi tek adamın iki dudağı arasına sıkışmış.
Sokakları adalete inancını yitirmiş mağdurlar ve adalet duygusu kalmamış güçlülerle dolu bir ülkede yaşamaya çalışıyoruz.
Bunun sosyolojik çalışmasını yapmak bizler için fazlasıyla lüks şu anda, yaşamsal bir mücadele verilirken entelektüel üretim beklemek de yersiz belki.
Biz daha alfabenin A’sında, yani demokrasi, hiç değilse bir miktar demokrasi kısmında debelenmekteyiz.

‘Eskiden neydi şimdi ne olsun’cularla asla polemiğe girmek istemem.
Zira ben, ülke bir gün demokratik bir şahlanma yaşayacaksa bunu aydınlık gençlerin yapabileceğine inananlardanım.
Hukuk bağımsızlaşacaksa, yeni, pırıl pırıl hukukçulara da ekmek gibi, su gibi ihtiyaç olduğunu düşünenlerdenim.
Elbette bu emeği vermeye tüm ömrünü yatırmış duayen hukukçularımız da vardır ama bir elin parmaklarıyla sınırlıdırlar.

İşte burada başka bir büyük sorun olan eğitim devreye girmekte!
Gençlerin o düzeye gelmek için hem iyi bir eğitimden geçmelerine hem de bilinç düzeyi yüksek eğitimcilere, hocalara, okullara, yayınlara ihtiyacı vardır.
Oysa Milli Eğitim’in dev hizmetleri sonucu, geleceği sağlıklı inşa edecek nesillerin köküne kibrit suyu dökülmektedir!
Nasıl mı, çok net…
Özellikle ilk ve orta öğrenimlerini düşük kalitede, yanlış bilgilerle donatılmış ders kitaplarıyla, hijyenden ve sağlıklı beslenmeden uzak, iyi yetişmemiş eğitmenlere mecbur kalarak, demokratik tartışmaların, besleyici fikir alışverişlerinin, zihin açıcı, ilham verici bir işleyişin olmadığı ‘kurumlardan’ kaç parlak genç sıyrılıp da yükselebilir?
Zaten parlaksa çoktan beyin göçü dalgasına katıldı o kişiler, dediğinizi duyar gibiyim.
Evet, haksız da sayılmazlar!

Bakınız ders notlarına giren bilgilerin yanlışlığı tartışılıyor bugünlerde. Bu kültürel yozlaşmadan geriye kalan tek-tük uzman, hâlâ memleketi kendine mesele etmekte ve risk alıp tehlikeye dikkat çekmek için elinden geleni yapmaktadır.
‘Yanlış bilgi öğretmek’ ne demek biraz örneklendirelim; olmayan şeyleri olmuş gibi sunmak; Hezârfen’i, Bîrunî’yi, Akşemseddin’i, Ali Kuşçu’yu yapmadıkları keşifleri yapmış gibi öğretirken yaptıkları gerçek çalışmaları da yok etmektir.
Bir ülkenin geleceği adına daha tehlikeli az şey vardır bana göre!

Bir Türk/İslam tarihi, Türk/İslam bilimi yazılıyor ama gerçeklikten kopuk.
İyice kendimiz çalıp kendimiz oynadığımız, iyice gerçeklerden ve dünyadan koptuğumuz bir geleceğe doğru hızla savrulmaktayız.
Bilim yerine hurafelerle yaşanmaya razı olmayanlar ne yapacaklar, yapabilecekleri ne var ellerinde? Hukuk mesela burada devreye girip vatandaşın eğitim hakkı konusunda yaşadığını düşündüğü bu haksızlıklara karşı yanında olacak mı?
Yoksa “Hayır kardeşim, bunlar artık bizim yeni gerçeklerimizden” diyen sistemin yanında mı yer alacaktır?

Eğitimin kalitesizliği, çocuklara öğretilen bilgilerin yanlışlığını yeteri kadar tartışamıyoruz, çünkü orada da yine başka bir yaşamsal mesele devreye giriyor;
Okullarda öğrenciler aç!
Yemek hizmeti, temizlik hizmetinden faydalanamıyorlar.
O konunun uzmanları da çıkıp diyor ki “Beslenmeyen beyin öğrenemez.”
İyi de okulların temizliğini eğitmenlerin yerine getirmesinin önünü alacak maddi imkânı da sağlayamıyoruz, çünkü misal, sarayın günlük masrafına ancak yetişiyoruz, 21,5 milyon TL.

Gelelim esas konuya…
Evet daha esas konumuza gelemedim.
Türkiye büyük bir girdabın içinde.
Madden manen çöküş yaşanıyor.
Aile kavramı, toplum olma hâli yerle bir.
Millet sokaklarda- mecazi değil- neredeyse birbirini kesiyor!
Tek bir çıkış ihtimalimiz var, o da en kısa sürede yaşanacak bir genel seçimle iktidarın değişmesi.
Bu iktidar değişiminde de muhakkak zorlanılacak yıllar bekliyor bizi.
Ama hiç değilse Türkiye’yi demokratik bir çizgiye doğru çekecek bir değişime çok acil ihtiyacımız var.
Yoksa büyük mesele; kör, cahil, aç ve kanunsuz bir yer hâline gelen bu yeni Türkiye’nin kemikleşecek olması!

Şimdi biliyorsunuz Ekrem İmamoğlu’na siyasi yasak gelmesi an meselesi.
Hâliyle bu konu tüm konuların üzerine taşıyor kendisini.
Yapılan anketlere, sokakta vatandaşın tepkisine bakınca, İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı seçilmek için kuvvetli bir desteği var gibi görünüyor.
Bu durumda bir yasak aslında onun siyasi kariyerine değil Türkiye’nin düştüğü yerden kalkmasını sağlayacak adımların atılabilmesinin önüne koyulan bir engel olacaktır.

Bakın Türkiye’nin kurtulması demiyorum, o iş hiç de o kadar kolay ve hızlı olabilecek gibi değil!
Ama hızla başlamazsa bu dönüşüm, Türkiye’nin düştüğü bataktan çıkması da daha zorlaşacak, hatta imkânsızlaşacak.
Şimdi benim merak ettiğim şey şu; CHP kendi adına birtakım çalışmalar yapıyor, olası bir yasak kararı -ki neredeyse kesin gözüyle bakılıyor- durumunda nasıl bir duruş sergileyeceklerini açıklıyorlar.

Ama bu bizim konumuz değil.
Tek ve en önemsediğimiz konu, bizim bu durum karşısında ne yapacağımız olmalı…
Biz kimiz?
Her şeyden önce vatandaşız, nefes alamayan vatandaş!
Sonra da ülkesine, geleceğe, ilerlemeye yönelik sorumluluğu olan aydınlarız.
İmamoğlu’nu sev sevme, oy vereni ol olma…

İktidar değişmesin, tek adam düzeni bozulmasın, AK Parti bitmesin, Recep Tayyip Erdoğan saltanatına devam etsin diye yaşanacak bir hukuki garabeti daha biz nasıl karşılayacağız? İşte tüm ülke tek zihin olup bu sorunun yanıtını aramalıyız -hızla-
Adı bile ‘ahmak’ olan bir davanın olası yasağını nasıl sindireceğiz, sindirecek miyiz?
Bakın gündemimiz hep çok yoğun, biliyorum çünkü ben de içinde yaşıyorum.

Bu İmamoğlu yazısını iki haftadır yazmak istiyorum ama hep bir başka felaket yerini alıyor bu yazının!

Ve şimdi diyorum ki, ee bu da olursa peki, bundan sonra sadece çocuk cinayetlerinin asla çözülmeyen dosyalarını mı tartışaduracağız?

Artık felaketleri konuşmanın da bir anlamı kalmayacak ki o aşamada.
Çünkü bu düzen sürsün diye bir ihtimal değişime neden olabilecek yeşermeyi kezzapla kazıyacaklar, istedikleri bu!

Peki biz ne yapacağız?
Hadi artık bu sorunun peşine düşelim lütfen.
Ekrem İmamoğlu siyasetten yasaklanırsa Türkiye ne yapacak?

                                                               /././

                                                 T24 - GÜNDEM

Kredi kartı borçları ve ihtiyaç kredilerine yapılandırma: İşte yeni düzenlemenin ayrıntıları

Bireysel kredi kartı ve ihtiyaç kredisi borcunu ödeyemeyenler için 60 aya kadar yapılandırma getirildi. Kredi kartlarında asgari ödeme oranında da limite göre değişikliğe gidildi. Belirlenecek oranlar 24 Ekim'de açıklanacak ve 1 Kasım'da yürürlüğe girecek.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) ile Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) tarafından bireysel kredi kartları ve ihtiyaç kredilerine eş güdümlü yapılandırma getirildi. Buna göre bireysel kredi kartlarında dönem borcunun asgari tutarını ödeyemeyenler, mevcut kredi kartı borç bakiyelerini 60 aya kadar yapılandırabilecek.

Her aya düşen taksit tutarı, ilgili ayın asgari ödeme tutarına eklenecek. Yapılandırılan kredi kartı borcunun en az yarısı ödeninceye kadar ilgili bankadaki kredi kartı limiti artırılamayacak.

İhtiyaç kredileri ise anapara ve faiz ödemelerinin 30 günden fazla gecikmesi halinde ilave kredi olmadan 60 aya kadar yapılandırılabilecek.

TCMB'nin Kredi Kartı İşlemlerinde Uygulanacak Azami Faiz Oranları Hakkında Tebliğ'de Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliği Resmi Gazete'de, BDDK'nin konuya ilişkin Kurul kararı da internet sitesinde yayımlandı.

Buna göre, BDDK, bireysel kredi kartı ve ihtiyaç kredisi borcunu ödeyemeyenler için 60 aya kadar yapılandırma imkanı getirdi.

Bireysel kredi kartlarında dönem borcunun asgari tutarını ödeyemeyenler, mevcut kredi kartı borç bakiyelerini 60 aya kadar yapılandırabilecek. Her aya düşen taksit tutarı, ilgili ayın asgari ödeme tutarına eklenecek. Yapılandırılan kredi kartı borcunun en az yarısı ödeninceye kadar ilgili bankadaki kredi kartı limiti artırılamayacak.

TCMB de bireysel kredi kartlarında yapılandırmada kullanılacak azami faiz oranını referans faiz olan yüzde 3,11 ile sınırlandırdı.

İhtiyaç kredileri ise anapara ve faiz ödemelerinin 30 günden fazla gecikmesi halinde ilave kredi olmadan 60 aya kadar yapılandırılabilecek. Borçlunun 1 yıl içinde yapılandırma için başvurması gerekiyor.

Asgari ödeme oranında limite göre değişikliğe gidildi

BDDK, kredi kartlarında asgari ödeme oranında da değişikliğe gitti.

Dönem borcunun yüzde 20'si olan asgari ödeme oranında sınır tutar, 25 bin liradan 50 bin liraya çıkarıldı. 50 bin lira ve altında olan kredi kartları için asgari ödeme oranı dönem borcunun yüzde 20'si olurken, 50 bin lira ve üzerinde olanlarda yüzde 40 olarak uygulanacak.

Ne zaman yürürlüğe girecek?

BDDK'nin adımlarıyla uyumlu şekilde TCMB, bireysel kredi kartlarına uygulanan azami akdi faiz oranlarını kredi kartı dönem borcuna göre referans orana bağlı olarak farklılaştırdı. Bu kapsamda belirlenecek oranlar 24 Ekim'de açıklanacak ve 1 Kasım'da yürürlüğe girecek.

Faiz oranları

Referans oranın aynı kalması halinde azami akdi faiz oranları; dönem borcu 25 bin liranın altında olan kredi kartları için yüzde 3,50, 25 bin-150 bin lira olan kredi kartlarında yüzde 4,25 ve 150 bin liranın üzerinde olan kredi kartlarında yüzde 4,75 olacak.

Kredi kartları vasıtasıyla nakit çekim/kullanım azami akdi faiz oranı ise yüzde 5 seviyesinde korundu. 

                                                                   ***

"Kara Rapor": 2022'de Türkiye'de hava kirliliği kaynaklı ölümler 70 bine dayandı, en kirli 10 il belli oldu

Dünya Sağlık Örgütü standartlarına göre Türkiye’de havası temiz il bulunmuyor. Türkiye'de yaşayan bir kişi yıllık olarak, DSÖ'nün kılavuz değerinin beş katına (26 µg/m3) maruz kalıyor.

Temiz Hava Hakkı Platformu'nun (THHP) hazırladığı "Kara Rapor 2024" sonuçlarına göre, Türkiye’de nüfusun yüzde 92’sinden fazlası, Dünya Sağlık Örgütü standartlarına göre kirli hava soluyor. Havası en kirli olan ve buna bağlı ölüm oranının en yüksek olduğu il, Hakkari olarak çıktı. Dünya Sağlık Örgütü değerlerine göre hava kirliliğine atfedilen ölümlerin sayısal olarak en fazla olduğu iller, İstanbul (8 bin 357), İzmir (4 bin 852) ve Bursa (3 bin 657) oldu. Türkiye genelinde 2022 yılında hava kirliliği sebebiyle ölümlerin sayısı 68 bini geçti. En kirli 10 il; Aydın, Iğdır, Hakkari, Şırnak, Batman, Malatya, Kahramanmaraş, Osmaniye, Gaziantep, Kilis oldu.

THHP'nin 2016 yılından bu yana düzenli olarak hazırladığı, Türkiye’deki hava kalitesi ve hava kirliliğinin insan sağlığına etkilerini inceleyen Kara Rapor 2024 yayımlandı.

Kömür, petrol ve doğal gazın yakılmasının, fosil yakıtlara bağımlılığın en önemli çevresel bedellerinden birinin hava kirliliği olduğu vurgulanan raporda, Türkiye’de hava kalitesinin yönetimiyle ilgili detaylı bir mevzuat olsa da bu mevzuatın içeriğinde ve uygulanmasında ciddi sorunlar olduğu öne çıkarıldı.

Temiz Hava Hakkı Platformu Koordinatörü Deniz Gümüşel, İstanbul’da düzenlenen basın toplantısında raporla ilgili olarak, "2022 ve 2023 yıllarında Türkiye genelinde hava kalitesi izleme ağındaki istasyon sayıları artsa hava kirliliğinin izlenmesi verimi hâlâ çok düşük. Yani altyapımız var, ama bu altyapıyı etkin işletemiyoruz. Özellikle fosil yakıt kullanan ağır sanayinin olduğu bölgelerde hava kalitesi düzenli takip edilmiyor. Maalesef Türkiye’de nüfusun yüzde 92’sinden fazlası hala Dünya Sağlık Örgütü standartlarına göre kirli hava soluyor" dedi.

İzmir'de hava kalitesi alarm veriyor

Kara Rapor’a göre hava kirliliğine yol açan partikül maddeler PM10* ve kanserojen PM2,5,** üç büyük şehir İstanbul, Ankara ve İzmir’de düzenli ve yeterli ölçülmüyor.

Ulaşılabilen kısıtlı resmi verilere göre İstanbullular 2022 yılı boyunca ortalama 38,41 μg/m3 yani Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) kılavuz değerinin iki buçuk katı PM10 kirliliğine maruz kaldı. Kanserojen partikül madde PM2,5 ise yeterince ölçülmedi. Ankara’da 2022 yılı PM10 yıllık ortalaması 39,25 μg/m3, İzmir’de ise 45,18 μg/m3’tü. İzmirliler yıl boyu ulusal mevzuatın koyduğu sınır değerin üstünde kirli hava soludu. Ankara ve İstanbul ise bu limitin sınırında yer aldı.


* Çapı 10 µm (mikrometre)'den daha küçük olan toz zerreciklerini ifade eder ve tüm kirleticiler arasında en zararlı ve tehlikeli olanıdır.
**Çapı 2.5 mikrometreden küçük, ince partikül maddedir.

Hava kirliliği, meme kanserine yol açıyor  

Kara Rapor 2024’ün en çarpıcı bulgularından biri, hava kirliliğiyle meme kanseri arasındaki ilişkinin ortaya konması oldu. Dünyada meme kanseri ile hava kirliliği arasındaki ilişkiye işaret eden bilimsel araştırmaların sayısının giderek arttığına dikkat çeken raporun yazarlarından halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Gamze Varol, şunları kaydetti:

“P10 ve PM2,5 ile birlikte hava kirliliğinin önemli bir bileşeni olan NO2’deki (azot dioksit) her 10 μg/m3’lük artış, meme kanseri riskini 1,02 kat artırıyor. Her 10 μg/m3 PM10 artışıyla meme kanserinden ölme riski 1,05 kat artıyor. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre ise PM2,5'a daha fazla maruz kalınan bölgelerde yaşayanlarda meme kanseri vakalarında yüzde 8'lik bir artış gözlemlendi.” 

Varol ayrıca kanserden sadece bireysel önlemlerle kurtulmanın mümkün olmadığını belirterek, "İskandinav ikizler üzerinden yapılan bir çalışma, kalıtsal faktörlerin kanser riskinde yüzde 27 olarak, çevresel faktörlerin riskte yüzde 73 olarak ölçüldüğünü açıklıyor" dedi. 

Hava kirliliğinden kaynaklanan ölümler, 70 bine yaklaştı

Kara Rapor kapsamında her yıl düzenli olarak yürütülen sağlık etki değerlendirmesine göre 2022 yılında Türkiye’de hava kirliliği sonucu gerçekleştiği tahmin edilen ölümler hem sayısal hem de orantısal olarak önceki yıllara göre daha yüksek oldu. 

Dünya Sağlık Örgütü raporuna göre 4,2 milyon ölümün hava kirliliğine atfedildiğini söyleyen, sağlık etki değerlendirmesi çalışmasını yöneten halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Çiğdem Çağlayan şöyle konuştu:

“2022 yılında illerdeki ortalama ince partikül madde (PM2,5) düzeyleri DSÖ kılavuz değeri olan 5 μg/m3’e indirilebilseydi 68 bin 440 ölüm önlenebilirdi. 2022’de kazalar, yaralanmalar ve Covid-19 nedenli ölümler harici gerçekleşen 30 yaş üstü toplam ölümlerin yüzde 14.2’si hava kirliliği kaynaklıydı.”  

En çok ölüm, Hakkari'de 

PM2,5 düzeyinin en yüksek olduğu ilk 10 il, hava kirliliğine bağlı ölümlerin yüzde olarak en yüksek olduğu iller oldu. Birinci sırada 230 kişi ile Hakkari yer aldı. Ancak rapora göre, PM2,5 düzeyi 5 µg/m3 ‘ün altına düşürülseydi bu ölümlerin yüzde 41’i önlenebilirdi.

Ölüm oranlarında Hakkari’yi Batman, Şırnak, Muş, Malatya, Iğdır, Şanlıurfa, Ağrı, Osmaniye ve Gaziantep takip etti.

En kirli 10 il; Aydın, Iğdır, Hakkari, Şırnak, Batman, Malatya, Kahramanmaraş, Osmaniye, Gaziantep, Kilis oldu.

Bununla birlikte DSÖ değerlerine göre hava kirliliğine atfedilen ölümlerin sayısal olarak en fazla olduğu il, İstanbul (8 bin 357); onu İzmir (4 bin 852) ve Bursa (3 bin 657) izledi. Ankara’da hava kirliliğinden hayatını kaybedenlerin sayısı 3 bin 155. Ölümlerin bu illerde sayısal olarak daha fazla olması, hava kirliliği düzeylerinden ziyade il nüfuslarının yüksek olması ile ilişkili.

                                                                  ***

(T24)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder