21. yüzyılın büyüyen sömürüsü: Kahve zincirleri -ÖZLEM SONGÜL ABAYOĞLU/NİSA SUDE DEMİREL-
Türkiye’nin dört bir yanını donatmış, en köklü ve en hızlı büyüyen dört kahve zincirinin büyüme, teşvik ve sömürü hikayesi...
Starbucks, Çay Saati, Çaykovski, Espressolab, Nero... Başta büyükşehirler olmak üzere kentte bulunan her boşluk, her ‘estetik’ mekan tek tek bir kahve zincirine kiralanıyor. Artık kentlerde yol tariflerinde referans noktasına dönüşmüş, sayılı sosyalleşme alanlarından kahve zincirlerinin arkasında -kahvenin dünyaya yayılış hikayesinden farklı olmayarak- yüksek kârlar, vasat çalışma koşulları var. Türkiye’nin dört bir yanını donatmış, en köklü ve en hızlı büyüyen dört kahve zincirinin büyüme, teşvik ve sömürü hikayesi...
Üniversitelerde öğrencilerin vakit geçirebileceği kamusal alanlar artık ünlü kahve zincirlerinin şubelerine dönüşüyor. Kampüslerine Espressolab açılan, üniversite öğrencileriyle görüştük.
Çok kısa süre içinde kentlerin her yerini kaplayan kahve zincirlerine en sık rastlanan yerlerden biri de üniversiteler. Gittikçe ticarileşen üniversitelerde öğrencilerin vakit geçirebileceği kamusal alanlar artık ünlü kahve zincirlerinin şubelerine dönüşüyor. Öğrencilerin sosyalleşme, vakit geçirme seçeneklerini kısıtlayan bu uygulama öğrencileri kahve zincirlerine mecbur bırakıyor, üniversitelerin görüntüsünü birer alışveriş merkezine dönüştürüyor. Uzun zamandır süren bu uygulamaya ilk tepki Boğaziçi Üniversitesi’de gelmişti. Öğrencilerin Güney Kampüste ortak ve ücretsiz kullandığı bir alana Starbucks açılmaya çalışılmış, öğrenciler beş hafta boyunca eylemlerini sürdürmüş ve en sonunda alanı işgal etmişti. Starbucks’ın çekildiği alanı öğrenciler halen ücretsiz vakit geçirebilecekleri çalışma alanı olarak kullanıyor.
2019’dan beri öğrencilerin kampüslerindeki millet bahçesi projesine karşı mücadele ettiği, ardından da öğrencilerin en sık vakit geçirdiği Orta Bahçe’ye Espressolab açılan, üniversitelerdeki bu dönüşümden en çok etkilenen üniversitelerden Yıldız Teknik Üniversitesinden Yusuf ve Elif ile konuştuk.
"KAMPÜSÜMÜZDE VAKİT GEÇİREMİYORUZ"
Öğrencilerin oturup vakit geçirebileceği alanların üniversitelerde oldukça azaldığını söyleyen Yusuf, “Bu probleme bir çözüm önerisi olarak üniversitelerde ticari amacı olmayan, tamamen biz öğrencilere ait olan alanların artırılması gerekiyor” diyor. Kampüs içindeki kafelerin öğrenci bütçesine de uygun olmadığını söyleyen Yusuf, “Zamanının büyük bir çoğunluğunu okulda geçiren öğrenciler, bu fiyatlarla oldukça zorlanıyor” diye konuşuyor. Yusuf, zincir kahvecilerin kampüs içindeki varlıklarının bilim üretme amacı taşıyan üniversitelerle çeliştiğini düşünüyor.
Elif ise yeme içme alanlarının öğrencilerin ihtiyaçlarına yönelik oluşturulmadığını, tam tersine bu tarz girişimlerle üniversitelerin ticarethaneye dönüştüğünü söylüyor. Oturma alanlarının kısıtlı olduğunu, zincir kahvecilerin ise fiyatlarından dolayı kendileri için bir seçenek olmadığını ifade eden Elif, “Bizim kampüste Tonoz’un, Espressolab’in, Kahve Dünyası'nın oturma alanı var. Onun dışında okulun bize bir sosyalleşme alanı yok” diyor. Sosyalleşme alanlarının gittikçe kısıtlandığını anlatan Elif, “2-3 gün espresso kahve aldığımda sanki kendimi ödüllendiriyormuş gibi hissediyorum. Zaten halihazırda çok fazla kâr elde eden yerleri bir de üniversiteye koyup sosyalleşme, tüketim ihtiyacımızda bizi zincir kahvecilere zorunlu bırakmak öğrenci dostu bir çözüm değil” ifadelerini kullanıyor.
/././
İsrail’le uzlaşıp anlaşma mı, mücadele mi? -Mustafa Yalçıner-
İsrail, Ortadoğu’nun belalısı. Saldırganlığı katliamlarıyla kanıtlı. Üstelik Hitler’in soykırımcı saldırısına muhatap olmuş Yahudilerin yüz karası bir saldırganlık İsrail’inki. Soykırımı, siyonizminin gözü dönmüşlüğüyle artık kendisi uyguluyor.
İsrail yüzünü gizlemeyi gereksiz sayan, maske takmayı fazla masraflı sayan bir kan içici. BM kararlarını da önemsemiyor.
Önemsedikleri yok değil. Örneğin Hizbullah’a saldırı emri vermişken kongresinde konuşurken Netanyahu’nun ayakta alkışlandığı ABD’yi önemsiyor. Önemsemekle kalmıyor, sırtını dayadığı bu ülke. Almakta oldukları son derece gerici önlemlerle durmadan güdükleştirdikleri “demokrasileri” ile hâlâ övünmekte olan İngiltere, Almanya ve Fransa gibi Avrupa’nın emperyalist ülkeleriyle Amerikan emperyalizmi İsrail’in sırtını sıvazlayıp, soykırıma dönüşen son katliamlarına bile destek veriyor. İsrail’i cesaretlendirip pervasızlaştıran, öncelikle, henüz saldırıya geçmeden olurlarını alıp zaten verileceğinden emin oldukları arkalarındaki emperyalistlerin, özellikle Amerikan emperyalizminin desteği. Hint Okyanusu’ndaki 5. filosunu alarma geçirip İngiltere ile birlikte Doğu Akdeniz’e uçak gemileri ve sair savaş araçlarıyla yığınak yapan ABD, desteğini hiçbir zaman sadece sözle ifade etmekle kalmadı.
ABD’nin İsrail’le ilişkisi, gerçekte yalnızca destek vermekten ibaret bir ilişki de değil. İsrail’in ABD ile birlikte tasarlamadığı, lojistik vb. desteğini önceden sağlama almadığı hemen hiçbir önemli hamlesi yoktur. İsrail, kuruluşundan başlayarak hiçbir zaman İngiltere ve ABD tarafından yalnız bırakılmadı.
İsrail bölgedeki tüm hamlelerinde olduğu gibi, Filistin sorununda da ABD desteğini, Kudüs’ün başkent ilanı türünden en aşırı hamlelerinde bile sonuna kadar yanında hissetti. Hatta bunlar, zamanlanmaları da dahil, ABD tarafından yönlendirildi. Örneğin Oslo ve Camp David görüşmeleri böyle oldu. Barış görüşmeleri, gerçekte sadece İsrail’in lehine gelişip onun çıkarlarına uygun sonuçlar üretmekle kalmadı, İsrail’in pozisyonunu sağlamlaştırdı. Bölgede İsrail’in Türkiye ve hemen tüm Arap ülkeleriyle ilişkilerinin normalleştirilmesi süreci, gerçekte yalnızca Amerikan katkısıyla değil, onun koşullarını hazırlayıp muhataplarını da yönlendirerek çerçevesini şekillendirmesiyle gerçekleşti.
Özeti şu ki, İsrail’e karşı, onu ABD ve diğer Batılı emperyalistlerle birlikte ve ilişkisi içinde anlamadan bir tutum geliştirilemez.
DENİZ GEZMİŞ, NATO VE FİLİSTİN
Türkiye’de Filistin davası ve İsrail karşısında geliştirilen tutumlar bu açıdan birer gösterge olduğu kadar öğreticidir de.
AKP iktidarı öncesinde generallerin etkili olduğu Türkiye, Osmanlı’ya karşı ayaklanmaları ve I. Dünya Savaşı’nda İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı’yı zayıflatmaları nedeniyle Araplardan hazzetmedi ve genellikle küçük görücü ve hatta aşağılayıcı tutumları marifet bildi. Amerikan yandaşlığı ortak paydası, bir dizi savaşta Arap ordularını yenmesi ve “Çöle hayat vermesi” dolayısıyla övdüğü İsrail’le iyi ilişkiler içinde oldu. Filistin’e karşı bir yakınlık hissetmedi.
Aynı dönemde Türkiye’ninkiyle zıtlık içinde olan tutum devrimcilerin tutumuydu. Başlarında Deniz Gezmiş olan devrimci gençler, generallerin NATO’culuğunun tersine NATO’yu ve ABD’yi düşman bilen antiemperyalistlerdi. İsrail’i Amerikan yandaşlığıyla değerlendiriyor ve ezilen Filistin ulusunun emperyalizme ve siyonizme karşı mücadelesine sempati duyuyorlardı. Sempatilerini eyleme dönüştürdüler; Filistin halkıyla dayanışma içinde emperyalizm ve işbirlikçisi İsrail’e karşı birlikte savaşmak üzere Filistin’e gittiler.
Enternasyonalisttiler, İspanya’da faşizme karşı İspanyollarla birlikte savaşan uluslararası tugaylarla Türkiye’den iç savaşına katılmaya Yunanistan’a giden ağabeylerinin öyküleriyle büyümüşlerdi. Önemli olan ezilen halklarla birlikte saf tutarak emperyalizme karşı savaşmaktı, bu savaşı Türkiye’de ya da Filistin’de yürütmek onlar için ayrıntıydı. Generaller türünden burnu büyüklerden değillerdi ne Arapları ne özel olarak Filistin halkını aşağıladılar. Türkiye ya da Filistin halkı, ikisi de emperyalizm tarafından ezilen dünya halklarının birer parçasıydı. Hem Filistin’de savaşarak savaşmayı da öğreneceklerdi. Hiç tereddüt etmeden, her biri ailelerinin en az birer ferdini yitirmiş Filistinli savaşçılarla birlikte İsrail’e karşı savaşmakta tereddüt etmediler.
FİLİSTİN’LE TİCARET(!)
Şimdi AKP de Filistin halkına yakınlık duyuyor görünüyor. Devrimci gençlerin emperyalizme ve siyonizme karşı Filistin davasının zaferi için savaşmaya gittikleri zaman da AKP’nin önceli olan siyasal İslamcıların iddiası farklı değildi.
Sevmeyip suçladıkları Amerikan emperyalizmiyle el ele vermiş İsrail siyonizmi değil, Yahudilerdi ve bugün de öyle. Haçlı savaşları dönemindeki gibi dinsel yakınlıklar hissedip düşmanlıklar güdüyor, Filistin davasını dinsel bir dava olarak anlıyor ve Filistin sorununa din savaşı mantığıyla yaklaşıyorlar. Ancak bu da sadece dillerinde olan. Bir de oğul Erbakan ve YRP’si gibi muhalefette olan siyasal İslamcıların söylemi böyle. Yoksa gerçekte “büyük patron” ABD’ye ve elde edecekleri maddi karşılıklara, parasal kazançlara değer biçiyorlar. Bu nedenle İsrail’le ticareti en çok sıkışıp tecrit olmaya yaklaştıkları zaman bile kesmediler. Hâlâ üçüncü ülkeler üzerinden ticaret gibi dolaylı yollardan ve “Filistin’le ticaret” iddiası türü hilelerle sürdürüyorlar.
HAMAS’la AKP, aynı Müslüman Kardeşler örgütlenmesinin farklı ülkelerdeki kolları. İdeolojik yakınlıkları tartışmasız ve bu nedenle Erdoğan HAMAS’ı Kuvayımilliye’yle özdeş sayıyor. Ancak Kuvayımilliye’ye herhangi türden dostluk hissi beslemediği gibi, HAMAS’a da devrimci gençlerinki gibi gerçek bir destek sunmuyor. İsrail’e savaş malzemesi olarak da kullanılabilecek ürünler ihraç etmekten geri durmazken ne Filistin ne de Filistin’le özdeşleştirdiği HAMAS’a lafın ötesinde ciddiye alınabilir bir destekte bulunuyor.
‘GÜL GİBİ’ OLMASA DA GEÇİNİP GİDİYORLAR
İsrail’le gerçek bir karşıtlık içinde olmayışlarının başlıca nedeni, Amerikan yandaşlığındaki beraberlikleri ve İsrail’le düşman görünen dostluklarının maddi getirilerine değer veren pragmatizmlerini de üreten kapitalist nitelikleridir. Görünüş ne olursa olsun, İsrail ırkçılığıyla dinci Türk milliyetçiliği ya da Türk-İslam sentezciliği çıkar farklılıklarıyla tekelci kapitalizm ve büyük Amerikan patronun “etrafından” olma ortak zemininde “gül gibi” olmasa bile, geçinip gidiyorlar.
İki tutum arasındaki temel fark odur ki, devrimcilerin yücelttikleri halktır, AKP’ninki sermaye; devrimciler antiemperyalisttir, AKP emperyalizmin işbirlikçisi.
/././
'İç cepheyi güçlendirelim' çağrısı, muhalefet ve emek güçlerine arkamızda hizalanın çağrısıdır! -İhsan Çaralan-
1 Ekim günü TBMM kendiliğinden toplandı. Ama 1 Ekim günü siyasette olanlar, en azından önümüzdeki günlerde, belki haftalarda, aylarda da siyasi gündemi belirleyecek tartışmaları başlattı.
Aslında pazartesi “normal” başlamıştı!
O gün Sinan Ateş cinayeti davasının karar duruşmasının ilk oturumu yapılacaktı. Bu yüzden de Devlet Bahçeli’nin mahkemeye ayar vereceği bir konuşma yapması bekleniyordu!
Öyle de oldu pazartesi öğleden önce partisinin grup toplantısında kürsüye çıkan MHP Genel Başkanı Bahçeli; "Herkes haddini bilsin, hudut ihlalinden kaçınsın. Halk TV ve CHP ayağınızı denk alın. Dört soytarı muhabirle Milliyetçi Hareket Partisini sorgulayamazsınız, sorgulatmayız" dedikten sonra CHP Genel Başkanı Özgür Özel'e, "İddiaların aynen şahsın gibi çürüktür" diyerek hakaret etmeyi de ihmal etmedi.
Aynı gün öğleden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Mecliste milletvekillerine hitap etti. CHP, Erdoğan Genel Kurul salonuna girerken yıllardır sürdürdüğü ayağa kalkmama tutumunu değiştirdi Erdoğan’ı ayakta karşıladı. Ama CHP Meclis grubundan bazı milletvekilleri bu karara uymamak toplantı salonuna girmeyerek bazıları da girip ayağa kakmayarak bu karara uymadı.
Konuşmasında Erdoğan sözü İsrail’in Filistin ve bölgede giriştiği katliamlara getirerek bu konuda “Dünyanın üstüne düşeni yapmadığı”na dikkat çektikten sonra asıl söylemek istediğine geldi: “Vadedilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin Filistin ve Lübnan'dan sonra gözünü dikeceği yer bizim vatan topraklarımız olacaktır… Netanyahu Hükümeti Anadolu'yu da içine alan bir ham hayal peşinde koşmaktadır!”
Öğleden önceki grup konuşmasında CHP’ye ve gazetecilere “ayar verme” konuşmasından sonra Meclis toplantısına da herkesten önce gelen Bahçeli, Erdoğan’ın konuşmasından sonra DEM Parti gurubuna giderek eş başkanların ve milletvekillerin elini sıkıp hal hatır sorarak beklenmedik bir hamle yaptı.
ÇÜRÜMÜŞ SİYASETTE BİR GÜN NE UZUNMUŞ!
Yıllardır, “HDP derhal kapatılsın, DEM Parti de kapatılsın. Hazine yardımı kesilsin. Milletvekilleri cezaevine konsun. Bunlar teröristlerin Meclisteki uzantısıdır” demeyi diline pelesenk eden Bahçeli’nin DEM Parti gurubuna gidip böyle yaklaşmasına “Hayırdır inşallah” diyenlere de “Beni harekete geçiren Sayın Cumhurbaşkanımızın yaptığı konuşma. İktidarıyla muhalefetiyle Meclisin hasımlarımıza korku verecek bir şekilde çalışması elzemdir” diyerek, tutumunun öylesine bir “nöbet hali” olmadığını söylemiş olurken siyasetteki “dün dündür bugün bugün” çürümüşlüğünün her halde kolay unutulmayacak bir örneğini sundu!
1 Ekim Pazartesi günü daha bitmedi! Akşam verilen kokteylde Bahçeli, Özgür Özel’le karşılaştı. Hararetli ve iki elle yapılan el sıkışma eşliğinde Bahçeli, “Sizi kırmadım inşallah Özgür Bey. Siyaset icabı böyle konuşuyoruz. Yoksa…” dedi. Özel de Bahçeli’ye “Hayır kırılmadım. Saygı sevgi eksik olmasın yeter…” diyerek vücut diliyle de Bahçeli’nin bu “kibarlığını” karşılıksız bırakmadığı gibi sonradan bu tutumu Bahçeli’nin normalleşmeye katkısı olarak da değerlendirdi!
Tabii 1 gün içinde olan bu baş döndürücü gelişmeler CHP içinde ve CHP’ye oy veren çeşitli çevrelerden tepkilerle karşılandı. Mecliste Erdoğan’ın CHP grubu tarafından ayağa kalkarak karşılanmasına tüm grubun uymaması, Kılıçdaroğlu’nun bu sıkıntıları kullanmak için harekete geçeceğinin işaretleri de dikkate alındığında Özel ve ekibinin hayli zorlanacağı günlere geldikleri anlaşılmaktadır.
İSRAİL’İN TÜRKİYE’Yİ TEHDİT ETTİĞİ NE KADAR GERÇEK?
Pazartesiden beri siyasetteki tartışmalar; Erdoğan’ın, “İsrail’in gözü topraklarımızda” demesiyle birleşince Cumhur İttifakının ülkedeki siyasi iklimi belirlemek için iki ayaklı bir strateji hazırladığı anlaşılmaktadır. Ki, bu stratejinin bir ayağının “yeni anayasa ihtiyacı” öteki ayağının da “İsrail’in Türkiye topraklarını hedef alan bir tehdit olduğu” iddiası oluşturacak görünmektedir. Bu konuda Erdoğan ve Bahçeli anlaşmıştır!
“Yeni anayasa” etrafında kopartılan gürültülü girişimler gerçek bir anayasa yapma girişimi olamadığı bu köşede ve gazetemizde de değişik vesilelerle yazıldı, yazılıyor. Bu yüzden de burada Erdoğan-Bahçeli ittifakının ya da Cumhur İttifakının siyaseti motive etme stratejisinin yeni ayağı olarak ortaya attıkları “İsrail tehdidi” iddiası üstünde duracağız.
Her şeyden önce belirtelim ki Yahudi mitolojisi de diyebileceğimiz kimi dini menkıbelerde “vadedilmiş topraklar” efsanesi vardır. Ama ne geçmişte ne de bugün İsrail’in Anadolu toprakları üstünde bir iddiası olmuştur. Hamasete çok da ihtiyacı olan son bir yıl içinde bile en aşırı siyonistler de dahil, Türkiye’nin toprakları üstünde ima yoluyla bile hak iddiasında bulunan bir İsrailli yetkili olmadı.
Ama içinde AKP’li ve MHP’li ideologların olduğu yeni Osmanlıcılar her platformda eski Osmanlı toprakları üstünde (Bunların başında İsrail’in de içinde olduğu bölge de vardı) hak iddiasını pervasızca dile getirdiler. 2007’den itibaren girilen “Aktif dış politikaya yönelme”nin arkasında bu iddialar da vardı.
Ama bu kadar da değil. Erdoğan, daha iki ay önce Rize'de yaptığı bir halk toplantısında; "Biz nasıl Karabağ'a girdiysek, nasıl Libya'ya girdiysek, bunun benzerini aynen onlara (İsrail) da yaparız" diyerek açıkça İsrail’i tehdit etti. Ama İsrail’in çılgın siyonist yetkilileri bu tehdide “Biz de Gazze’ye girdiğimiz gibi Türkiye’ye de gireriz” demedikleri gibi bu doğrultuda bir imada bile bulunmadılar. Çünkü en çılgın siyonistler bile böyle bir iddiaya kimsenin inanmayacağını biliyorlar.
BÖLGEDEKİ ETKİSİZLİK BÖYLE Mİ KAPATILMAK İSTENİYOR?
Dahası Erdoğan, 9 Mart 2022’de İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’u Ankara’da ağırladı. Eğer 7 Ekim 2023’te savaş başlamasaydı, Erdoğan 2023 bitmeden Netanyahu’yu da Ankara’da ağırlamak için sabırsızlanıyordu!
Ve dahası Erdoğan, İsrail Filistin’de soykırıma varan katliamlarını sürdürürken 7 ay boyunca İsrail’le ticaretini hiçbir şey yokmuş gibi sürdürdü. Bugün de resmiyette inkar edilse de üçüncü ülkeler üstünden İsrail’le ticaretin sürdürüldüğü de artık herkesin bildiği bir gerçek.
Arkasında ABD başta ve Batılı emperyalistler olmasa İsrail’in sırdan bir bölge ülkesi olma ötesinde bir role sahip olamayacağı apaçık ortadayken Erdoğan iktidarı Kürecik Radar Üssü gibi İsrail’e istihbarat akıtan bir üssü kapatmadığı gibi NATO içinde de tesanütü bozmamaktadır. İsrail’e destek için Doğu Akdeniz’e gelen Amerikan savaş gemileri Türkiye’nin limanlarında moral toplama ziyareti yapmaktadırlar.
Yani Türkiye yüksek sesle İsrail’e hakaretler edip sert mesajlar vermektedir ama pratikte İsrail’e karşı bölgedeki en etkisiz ülke durumuna da düşmüş bulunmaktadır.
Abartılı söylemlerin, “İsrail’in bizim topraklarımızda gözü var” iddiasının böyle “somut ve yakın bir tehdit” olarak gündeme getirilmesinin arkasındaki nedenlerden birisi de bu etiksizliğin üstünü örtmek olduğunu söylemek yanılış olmaz.
‘İÇ CEPHEYİ GÜÇLENDİRELİM’ NE DEMEK?
Öyle görünmektedir ki ”İsrail tehdidi”nin içerideki karşılığı “İç cepheyi güçlendirelim” olmaktadır.
Bunu hem Erdoğan hem de Bahçeli saklamıyor. Tersine pazartesi gününden beri atılan ve bundan sonra atılacak adımların da asıl amacının “İç cepheyi güçlendirme” adına olacağı anlaşılıyor. Yani muhalefete özetle “Birbirimizle değil İsrail’le uğraşalım” denmek isteniyor.
Bunun pratikteki karşılığı ise; işçilerin, emekçilerin, emeklilerin, kadınların, gençlerin, Kürtlerin, Alevilerin, depremzedelerin,…kendi taleplerini bırakıp “Vatan elden gidiyor onun için hepimiz iktidarın arkasında hizalanmalıyız” kuyruğuna girmesidir. Kısacası bu çağrı, “Muhalefete muhalefet etmeyi bırakın majestelerinin muhalefeti olun”, emek güçlerine ise “Taleplerinizi geri çekin vatan savunması için her mihnete katlanın” çağrısıdır.
Eğer muhalefet (tabi sendikalar emek örgütleri) gibi güçlerin bir bölümü bile bu çağrıya olumlu yanıt verirse Erdoğan-Şimşek programı rahatça uygulanabilecek, tek adam rejiminin sarsılan ekonomik, sosyal temeli yeniden organize edilebilecek diye düşünüyorlar.
Buna uymayanlara ise bugüne kadar yaptıkları gibi, “dış güçlerin uzantısı”, “FETÖ’cü”, “terör iş birlikçisi”, “bölücü”, “vatan haini”…gibi sıfatlardan sıfat beğenme dayatılacaktır!
Gelişmelerin seyrinin hangi yönde olacağını ise çok geçmeden göreceğiz.
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder