7 Ekim 2024 Pazartesi

T-24 "KÖŞEBAŞI" -7 Ekim 2024-

 

7 Ekim’in yıldönümünde Batı medyasının Gazze sınavı: Bilip de susmak en kötüsü -Eray Özer-

Bu haber kanallarında çalışan insanların vicdanlarıyla nasıl bir muhasebe yapmak zorunda kaldıklarını anlayın istiyorum. Bir yanda işleri, meslekleri… Yaşam kaygıları… Eve ekmek götürme dertleri… Patronlardan, bölüm şeflerinden gelen acımasız talimatlar… Diğer yanda vicdanları

Bugün, 7 Ekim’in yıldönümünde size içinde bulunduğumuz zamanlarda gazetecilik yapmanın ne kadar zor ve meşakkatli olduğunu anlatmak istiyorum.

Geçen yıl tam olarak bugünün sabahında binlerce Hamas füzesi İsrail topraklarını vurmaya başladı, yüzlerce Hamas militanı motorlu paraşütlerle İsrail topraklarına daha önce benzerini görmediğimiz bir saldırı başlattı.

Kendi adıma o güne dair kötü bir hatırayı da paylaşayım: Saldırıları gördüğümde ve hemen birkaç medya kuruluşunun yayınlarına baktığımda bunun belki de dünya tarihini değiştirecek bir saldırı olduğunu fark ettim.

İnsan böyle bir şeyi fark ettiğinde dehşete düşüyor ve hemen birileriyle paylaşma ihtiyacı hissediyor.

Telefonla birkaç kişiyi aradım ama kimsenin saldırılardan haberi yoktu. Üstelik ben “Eyvah, dünya savaşı çıkabilir” gibi bir tepki verdiğimden hemen herkes durumu abarttığımı, vehmettiğimi düşünüyordu.

Öyle ya… Bu kadar büyük bir olay aniden ve önceden kimsenin haberi olmadan ortaya çıkamazdı.

Telefon derdime derman olmayınca sabahın köründe kendimi sokağa attım.

Birilerine anlatmam, paylaşmam, rahatlamam gerekiyordu.

Fakat her zaman gittiğim kafede, her gün oturduğum insanlar da bana hafiften “Bu oğlan sıyırdı” gözüyle bakmaya devam etti.

Çaresiz eve döndüm ve haberleri takip etmeye devam ettim.

Bunları şunun için anlatıyorum. Gazetecilik refleksine sahip biri için bilip de anlatamamak, ifade edememek, susmak en kötüsüdür.

Şimdi, aradan geçen bir yıl sonra görüyoruz ki, Batı medyasında bazı gazeteciler bu “susma” haline dayanamayıp işlerini bıraktılar. Belki de çok sevdikleri mesleklerine veda etmek zorunda kaldılar.

İsrail’in saldırıları sonrası istifalar başladı

Google’a “Gazze saldırısı sonra istifa eden gazeteciler” yazıp aratıyorum:

Kanada’da Global News’tan Zehra El-Akras, Amerikan ABC News’tan Nour Haydar, Jewish Chronicle’dan David BaddielJonathan Freedland, David Aaronovitch ve Hadley Freeman, New York Times Magazine’den Jazmine Hughes

Liste uzayıp gidiyor.

Geçen yılın kasım ayında, yani 7 Ekim saldırılarının başlamasından sadece birkaç ay sonra, henüz ölen Filistinli sayısı 11 bin civarındayken bir grup gazeteci, haber merkezlerinin İsrail yanlısı ve Filistinlilerin görüşlerin yok sayan tutumuna karşı bir imza kampanyası başlattı.

Açıklamada şöyle deniyordu:

“…Batılı haber merkezlerini Filistinlilere yönelik etnik temizliği meşrulaştırmaya hizmet eden insanlıktan çıkarıcı söylemlerden de sorumlu tutuyoruz. Amerikan yayınlarında çifte standartlar, yanlışlıklar ve yanılgılar bol miktarda bulunmaktadır ve bunlar belgelenmiştir.

…Haber merkezleri Filistinli, Arap ve Müslümanların bakış açılarının altını oydu, onları güvenilmez olarak nitelendirdi ve İslamofobik-Irkçı mecazları güçlendiren kışkırtıcı bir dil kullandı. İsrailli yetkililer tarafından yayılan yanlış bilgileri yayınladılar ve ABD hükümetinin desteğiyle Gazze'de ayrım gözetmeksizin işlenen sivil cinayetlerini irdelemekte başarısız oldular.

…BM uzmanları “Filistin halkının ciddi bir soykırım riski altında olduğuna ikna oldukları” konusunda uyarıda bulundular, ancak Batılı yayın organları soykırım uzmanlarından alıntı yapmaktan ve Gazze'de ortaya çıkan varoluşsal tehdidi doğru bir şekilde tanımlamaktan çekiniyor.

Bizim işimiz bu: İktidardan hesap sormak. Aksi takdirde soykırıma ortak olma riskiyle karşı karşıya kalırız.”

İmzaya açılan bu metni 13 Kasım 2023 tarihine dek 1200 gazeteci imzaladı.

Daha sonra bu imzacılardan 30 kadarı çalıştıkları medya organlarından gelen baskı veya kovulma tehdidi nedeniyle imzalarını geri çekti.

Geri çekenlerin çalıştıkları kurumlar arasında şunlar yer alıyordu: Associated Press, Washington Post, Bloomberg, Chicago Tribune…

Bir internet sitesine gönderilen “gizemli” araştırma

Bu açıklamayla çok yakın tarihlerde, The Column ismindeki internet sitesine “Otto” takma adını kullanan bir medya çalışanı ve veri analisti, Amerikan medyasında İsrail-Filistin haberlerinin verilmesine dair detaylı bir araştırma iletti.

Oxford Üniversitesi’nde veri bilimi alanında yüksek eğitim alan “Otto”, çalışmasında ABD’deki üç büyük haber kanalında (CNN, FOXNEWS, MSNBC) İsrail ve Filistin haberlerinin verilişini rakamlarla ele alıyordu.

Saldırı sonrasındaki bir ayda Gazze’de ölü sayısı 11 bine ulaşmıştı. Buna karşın 7 Ekim’de öldürülen İsrailli sayısı yaklaşık 1200 idi.

Ölüm sayıları böyleyken İsrail’in bir katliama uğradığına dair ifadeler bu üç kanalda bir aylık periyotta 1655 kez kullanılırken, Filistinlilerin başına gelenleri katliam olarak nitelendiren ifade sayısı sadece 78’te kalmıştı.

İsrail Ordu Sözcüsü 7 Ekim sonrası 30 günde toplam 44 kez bu kanallara röportaj vermişti.

Sizi rakamlara boğmak istemiyorum ama bazen olan biteni en iyi rakamlar ortaya koyuyor.

The Intercept: ABD’nin saygın gazeteleri de İsrail yanlısı yayın yaptı

Bir başka araştırma da The Intercept isimli haber sitesinden.

7 Ekim-25 Kasım aralığında New York Times, Washington Post ve Los Angeles Times gazetelerinin yayınlarını ele alan bu araştırmaya göre konuyla ilgili haberlerde İsrail’in anılma sıklığı Filistin’in tam 16 katıydı.

Tüm dünyada saygın gazeteciliğin referansları arasında gösterilen bu yayınlardaki “vehamet” bununla da sınır değildi.

Araştırmada Türkçeye “vahşice katliam” olarak çevirebilecek “slaughter”, katliam olarak çevrilebilecek “massacre” ve “dehşet verici” olarak çevrilebilecek “horrific” kelimelerinin İsrailliler ve Filistinliler için kullanımına da bakılmıştı.

Buna göre 7 Ekim-25 Kasım aralığında İsraillilerin “vahşice katledildiği” ifadesine rastlanan her 60 habere karşı sadece 1 haberde bu ifade Filistinliler için tercih edilmişti.

İsraillilerin yaşadıklarının “katliam” olarak nitelendiği her 125 habere karşın sadece 2 haberde Filistinlilerin yaşadıklarının katliam olduğuna dair ifade yer almıştı.

Ve yine, İsraillilerin 7 Ekim’de yaşadıklarını “dehşet verici” olarak niteleyen ifadelerin yer aldığı 38 habere karşın sadece 4 haberde Filistinlilerin yaşadıkları “dehşet verici” bulunmuştu.

Yordum sizi, biliyorum.

Lakin böyle zamanlarda, böyle koşullarda gazeteciliğin nasıl zor bir meslek olduğunu görün istiyorum.

Bu haber kanalında çalışan insanların vicdanlarıyla nasıl bir muhasebe yapmak zorunda kaldıklarını anlayın istiyorum.

Bir yanda işleri, meslekleri… Yaşam kaygıları… Eve ekmek götürme dertleri… Patronlardan, bölüm şeflerinden gelen acımasız talimatlar…

Diğer yanda vicdanları.

Haberlerden İsrail de rahatsız: “BBC kuralları çiğniyor”

İlginç olan Batı medyasının Filistin haberlerini veriş şeklinden İsrail de rahatsızdı.

Yukarıdaki verilere rağmen onlar da Batı’nın kendilerini kötü göstermesinden dert yanıyordu.

7 Ekim saldırılarından sadece bir hafta sonra İngiliz yayın kuruluşu BBC’ye gelen şikâyet sayısı 1500 olarak açıklandı.

Şikâyetçilerin yarısı BBC’ye bağlı yayın organlarının İsrail karşıtı yayın yaptığı iddiasındaydı.

Bu yılın mart ayında BBC Genel Direktörü Tim Davie ve BBC’nin editoryal politikasından sorumlu David Jordan, Avam Kamarası’nda bir komite önünde yayınlarıyla ilgili ifadeye çağrıldı.

İfade esnasında BBC’ye gelen şikâyet sayısının sekiz bine ulaştığını söylediler.

Şikâyetlerin dağılımı aynıydı: Yarı yarıya…

Son bir örnekle bitirelim.

Bu kez araştırmanın kaynağı İsrail’e yakın sivil toplum temsilcileri ve yine İsrail asıllı İngiliz avukat Trevor Asserson.

Haberlerde yer alan 9 milyon kelimenin yapay zekâ yardımıyla incelendiği ve Asserson Raporu olarak bilinen rapora göre BBC kendi editoryal kurallarını 1553 kez İsrail aleyhine çiğnemişti.

Tabii şunu belirtmek zorundayım. Suçlama İsrail cephesinden gelince, diğer raporların aksine, bu kez muhatabı bir açıklama yapmak zorunda kaldı: BBC raporu dikkatle inceleyeceğini duyurdu.

Saldırıların birinci yılında Batı’da gazetecilerin karnesi bu şekilde.

Bizde böyle bir okuma yapmanın imkânı yok. Zira anaakım medya Filistin haberleri yaparken iktidarla karşı karşıya gelmiyor.

Öyle olsaydı bugün bu haberler yapılabilir miydi, onu sizin takdirinize bırakıyorum.

Lakin sizler de görüyorsunuz ki, böyle puslu havalarda gazeteci olmak da gazetecilik yapmak da zor zanaat.

Son bir yılda Gazze’de 128 gazeteci öldürüldü.

İyi haftalar.                                               /././

Enflasyon ATM'leri nasıl vuruyor?-Füsun Sarp Nebil-

Merkez Bankası 200 TL üstü banknot çıkarmayınca, ATM’ler enflasyona yenildi.

Geçen hafta hemen her yayında yer alan bir haber vardı. Bankaların para çekme makinalarından (ATM) "para çekememe" konusundaydı. Gerçekten de ATM’lerden para çekilmesi konusunda bir sıkıntı var ama başka haberlerde de gördüğüm üzere, asıl nedenin ne olduğunu araştırmak yerine komplo teorilerine (varsayımlara) odaklanmış bir haberdi. Bu nedenle de “gerçek neden” ortaya konulamamıştı. Dolayısıyla haberciliğin esas hedefi olan çözüm getirme şansı yok oluyor.

Son dönemin kötü bir alışkanlığı -ki özellikle kamu kurumlarından haber almak istediğinizde başınıza geliyor- gazetecilerin sorularına cevap verilmemesi. Öyle olunca, gazeteciler arka planda bir numara olduğunu düşünüp, bir takım varsayımlarda bulunabiliyor haklı olarak. Ancak bahsettiğim haberde, karşı taraf bankalar ve konu yaz başında bizzat bankacılardan bana gelmişti. Çünkü bu onlar için de sıkıntılı. Dolayısıyla cevap vermeyeceklerini sanmıyordum. Zaten o haber üzerine soru yolladım ve aşağıdaki bilgileri aldım.

Bahsettiğim haberlerde (zaten bir kişi yapmış, diğerleri ondan almış), vatandaşların son dönemlerde ATM'lerde "Hizmet veremiyoruz" ya da "Para çekme işlemi yapılamıyor" mesajları ile karşılaştığından bahisle, şöyle varsayımlar ileri sürülüyor.

1- Bankaların nakit çekim işlemlerini bilinçli olarak engellediğini öne sürenler var. (Bunu uzmanlar diyormuş.) Tüketici dernekleri bankaların bu şekilde kâr elde etmeye çalıştığını öne sürüyorlarmış. Çünkü ortak ATM'lere gitmek zorunda kalınca yüksek masraflarla karşılaşıyorlarmış (5 bin TL için 90 TL işlem ücreti gibi.)

2- Yine uzmanlara göre, bankalar, tüketicileri nakit kullanımı yerine kredi kartı harcamalarına yönlendirmeye çalışıyormuş. Kart alışverişlerinde hem tüketiciden hem de esnaftan komisyon alan bankaların, ATMlerden para çekimini zorlaştırarak tüketiciyi kredi kartına yönlendirdiği öne sürülüyormuş.

Bankalar daha çok para kazanmaya elbette çalışıyorlardır. Ama yıllardır çalışmıyorlardı da son aylarda mı çalışıyorlar.

Dolayısıyla olay bunlar değil; yaz başında bana ulaşan (ama eşimin sıkıntıları arasında ilgilenemediğim) bilgiler, Merkez bankasının 200 TL üstü banknot basmamasının, ATM’lere hem para ikmali, hem de  çok kullanımdan kaynaklanan donanımsal sorunlara işaret ediyordu. Şimdi daha detaylıca bakalım.

Merkez Bankası 200 TL üstü banknot çıkarmayınca, ATM’ler enflasyona yenildi

Bankaların fazla para kazanmaya çalıştığını, bazen yüksek komisyonlar aldığını filan ben de düşünüyorum. Ama bu komplo teorilerinden ziyade, ortada başka bir sorun var. Özetle bu sorunun kaynağı sadece TCMB'nin enflasyona uygun tedbir almamış olması ve hala "en büyük banknotun 200 TL olması."

Ya da başka deyişle, sorunun kaynağı "enflasyon". Yani fiyatlar artar ve pahalılık katlarken, insanların ATM’lerden çekmeye çalıştığı para miktarı yükselirken, en büyüğü 200 TL olan banknotların bu para çekme işleminin hızına yetişememe sorunu var. 

Şöyle analiz edelim, tedavüle girdiği 2009 yılında, yaklaşık 3 çeyrek altın alınabilen 200 TL'ye karşılık bugün 3 çeyrek altın (15 bin 57 TL) almak için 75 Tane 200 TL ve 3 tane 100 TL kullanmak gerekiyor. Enflasyonu buradan anlayın.

Konuyu yeniden bankalara sordum; ATM'lerin yıllık kapasitesi 500 bin küpürmüş. Ama günümüzde bunu mecburen 1,4 milyon küpüre çıkarmışlar. Bankalar ATM'de kaset tabir ettikleri, çekilen  paraların istiflendiği kutulara çeşitli büyüklükte paralar koyuyorlar. Şenol Babuşçu'nun tweetine göre, artık 50 TL altı konulmuyor.

Bu durumda,  kasetlere konulan 50-100-200 TL’ler yetersiz kalıyor ve bunların şube içinde ve dışında olanlara devamlı para ikmali yapılması gerekiyor. Bu ikmalin insan boyutu olduğu kadar, donanımın bu kadar çok kullanılmasının getirdiği sorunlar da mevcut.

Bu konuda isminin verilmesini istemeyen iki farklı banka yetkilisinden yorum aldım. Şu şekilde;

"ATM arıza oranları ATMnin yaşına, konumuna göre farklılık göstermekle birlikte genel olarak, daha çok banknot işlenmesi ATMlerin arıza oranlarını artırıyor.

2021-2024 yılları arasında arıza oranlarına baktığımızda yoğun kullanıma bağlı olarak %11 artış olduğunu görüyoruz. Bu nedenden dolayı ATM satan firmalar bakım anlaşmalarını yenilemek istiyor.

Normalde standart bakım anlaşması kapsamında yapılan parça değişimleri için dahi ekstra ücret talep etmeye başladılar. Gerekçeleri ise ATMlerin yıllık 500 bin kupür ödemek üzere tasarlanması üzerine ATMnin yıllık ortalama 1,4 milyon kupür ödemesi ve bu durumun ekstra parça değişimine neden olması."

Peki masraflar artıyor mu dedim;

"Mevcut durum bankaların ATM ye para yüklemek ve arızaları gidermek için oluşan lojistik ve bakım maliyetlerini % 30 civarında artırıyor. Bankalar müşterilerine kesintisiz hizmet verebilmek adına bu maliyetleri göze alıyor."

Özetle, enflasyon yüzünden en yüksek banknot 200 TL olunca, ATM kasaları çok çabuk boşalıyor. 

Olayın boyutunu anlamak için kabullerle bir hesap yapalım; ATM'ye 100 TL ya da 50 TL değil, hep 200 TL konulsun. 200 x 500 bin küpür = 100 milyon TL. Bunu 365 güne bölersek, günlük kapasite 274 bin TL eder. Üst limiti 20 bin TL olan ATM'lerden adam başı ortalama 5 bin TL çekiliyorsa, bir ATM'den 55 kişi yani (12 saat gibi ortalama alsak) saatte 5 kişi para çektiğinde kapasite bitiyor demektir.

ATM kasetlerinin konfigürasyonu dinamik değiştiriliyor

Biraz daha detay istedik. İsminin verilmesini istemeyen yetkili bunları da şöyle anlattı:

"Gerek şubelerin dışında konumlanan, gerekse şubelerimizdeki ATM cihazları, hafta sonları ve tatil günleri ve bayram gibi uzun tatiller dahil, 7gün/24 saat esasına göre sürekli takip ediliyor ve kesintisiz çalışması sağlanıyor.  Bu izleme kapsamında en hızlı şekilde müdahale yapılıyor.

ATM makine parkının modernizasyonu sürekli yapılıyor. Yenileme ve değişim süreci düzenli olarak yürüyor, hiç ara verilmiyor. ATM'lerin tamamı “Recycle ATM” diye adlandırılan ve yatırılan parayı da geri ödeyebilen cihazlardan oluşuyor. Bu teknoloji sayesinde, ATMler yatırılan paralarla tekrar ödeme yapabiliyor.

ATMlerde yazılım konusu da çok önemli biliyorsunuz. Teknoloji ekiplerimiz ATM firmalarıyla çok yakından çalışıp cihazların yazılımsal olarak da sürekli güncel tutulup stabil şekilde çalışmasını sağlıyor.

Malum enflasyonist ortam nedeniyle ATMlerde oluşan hacim artışları da proaktif şekilde takip edilip yönetiliyor. Ancak işlem hacimleri ve nakit ihtiyacı armışken, TCMB tarafından şu aşamada bir üst banknot çıkartılmaması Bankaları özellikle ATM noktalarında zorlasa da, Biz ATM kapasiteleri elverdiğince cihazlara daha fazla para yükleyebilmek için her türlü aksiyonu aldık ve alıyoruz.

ATM işlem hacimlerindeki artışı yönetebilmek için ATM kasetlerinin kupür konfigürasyonlarını da dinamik şekilde değiştiriyoruz. Bu durum tabi ATMde tutulan para miktarının ciddi şekilde artmasına da neden oluyor ancak müşterilerin nakde erişimi öncelikli. Bu sebeple dinamik kupür konfigürasyonu uygulamasını son 3 yıl içinde tüm ATM cihazlarına yaygınlaştırdık. Dolayısıyla para yüklemelerinde bu söz konusu kasetleri tam kapasite dolduruyoruz.

Ancak ATMler tam kapasite doldurulmasına rağmen yine de müşterilerin çektiği miktarlara bağlı olarak, kimi zaman az sayıda işlemlerle dahi çok hızlı şekilde boşalabiliyor. ATMlerin para ve arıza durumlarını gerçek zamanlı performans ekranlarından sürekli takip ederken, henüz para bitmeden ATMlere müdahale planlayıp aksiyon alıyoruz. Bu sayede para bitme” vakaları en aza indiriliyor.

Özellikle maaş dönemleri, bayram tatilleri gibi nakde talebin en yoğun olduğu zamanlarda, hem ATMlere tam kapasite para yüklüyoruz, hem de nakit merkezlerimizde ciddi miktarda nakit stoku bulunduruyoruz.

Aslına bakarsanız piyasadaki mevcut faiz oranlarıyla böyle bir operasyon banka için oldukça maliyetli; ancak tabi müşteri ihtiyaçlarını her daim öncelikli tutuyoruz. Bunun için ihtiyatlı olmak adına, söz konusu merkezlerimizde nakit bulundurmaya devam ediyoruz."

Komplo teorileri bize işlemez, alışığız

Sırası gelmişken, komplo teorilerine de değinmeden geçmeyeyim. Geçenlerde birisi, sanırım X üzerinde şuna benzer bir şey diyordu:

"Filmlerde yarıda çıkıyorum. Bizim her gün yaşadıklarımızı, inanılmaz komplo teorisi diye anlatıyorlar"

Ben de aynısını düşündüğüm için filmler bazen gerçekten sıkıyor. Çünkü acı acı "yahu biz bunun içindeyiz de, neden hesap soran yok" diyorsunuz. Alın bir örnek; "Kurye" filmi.

Konusu 21. yüzyılın başlarında Marbella'daki (İspanya) kentsel dönüşüm ve uzantısında yolsuzluktan yakalanan politikacılar. Anlayacağınız orada hesap soran (bir polis dedektifi olayı izlemiş) olmuş.

Bu konuda şunu söyleyeyim; yazının girişinde bahsettiğim türden, kolaylıkla komplo teorileri ortaya atıldığında bir sorun şudur; halk komplo teorilerine alışıyor ve asıl tepki göstermesi gerekenlere de tepki göstermemeye başlıyor. Hatta alay etmeler, dalga geçmeler başlıyor. Bu daha da fena çünkü, konunun ağırlığını, sıradanlaştırıyor. Artık komplolar gerçek olduğunda bile aldırmaz hale geliyoruz.

O nedenle bu dönemde gazetecilere büyük görev düşüyor. Cevap veren yoksa varsayımları elbet yazmak lazım. Ama cevap veren  kaynak varsa (ki burada bankalar cevap verdi) mutlaka işin aslını sormak gerekir.                     

                                                     /././

SGK, Genel Sağlık Sigortası prim borçlarını yanlış usulle (mi) tebliğ ediyor?-Murat Batı-

SGK’nin, sosyal devlet ilkesini bir tarafa bırakarak yaklaşık dokuz milyon 400 bin kişiye bu şekilde tebligat çıkarması hakkaniyet açısından pek de doğru olmasa gerek; bu uygulamadan bir an evvel vazgeçilmesi elzemdir.

1 Ocak 2012 tarihinden itibaren Türkiye’de ikamet eden Türk vatandaşları zorunlu olarak genel sağlık sigortası (GSS) kapsamına alınmıştır. Koşulları sağlamak ve talep etmeleri halinde yabancı uyruklular da GSS kapsamına girebilmektedir.

Emekli olmamış ve çalışmayan kişiler genel sağlık sigortası kapsamına girince sağlık hizmetlerinden yararlanabilmektedirler. Bunun için de brüt asgari ücretin yüzde 3’üne karşılık gelen tutarda yani 2024 yılı için aylık 600,08 TL GSS priminin ödenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla brüt asgari ücret değiştiğinde aylık prim tutarı da otomatikman değişecektir.

Ödenen bu prim, sadece sağlık hizmetlerinden yararlanılmasını sağlamaktadır. Diğer hizmetlerden yararlanmak için değildir.

Ancak 2013 döneminde ödenmeyen GSS prim borçları affedilmişti. Bu nedenle 1 Ocak 2014’ten sonrasına ait GSS prim borçlarına ilişkin telefon mesajı (SMS) gönderilmektedir. Basında yer alan haberlere göre yaklaşık 9 milyon 400 bin kişiye bu yolla mesaj gönderilmiş.

Yani bir kişi işsiz iken yararlanmayacağı/ya da yararlanacağı bir sisteme zorla dahil edilip borçlandırıp ardından da gecikme zammıyla tahsil edilmeye çalışılıyor. Ne güzel iş…

GSS borcu olanlar sağlık hizmetlerinden yararlanabilecek mi?

Genel Sağlık Sigortası borcu olanlar normal koşullarda sağlık hizmetlerinden yararlanamaz. Ancak 7977 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile 31.12.2024’e kadar sağlık hizmetlerinden yararlanabilecek. Yeni bir Cumhurbaşkanı Kararı yayımlanmazsa 2025 yılında GSS borcu olanlar sağlık hizmetlerinden yararlanamayacak.

SMS mesajı sonrası ödeme emri gönderiliyor

Gelen telefon mesajları bir hatırlatma mahiyetindedir yani bu mesaj dolayısıyla ödenmedi diye hakkınızda haciz vs gibi bir işlem yapılmayacaktır. Haciz yapılabilmesi için bir ödeme emri tebliğ edilecek ödeme emri tebliğinden itibaren de 15 gün içinde borcun ödenmemesi gerekmektedir. Şayet borç 15 gün içinde ödenmezse o zaman haciz uygulamasına başlanacaktır.

Gelen mesaj ya da tebliğde hatalı bir husus/miktar vs varsa tebliğde belirtilen yere süresinde mutlaka itiraz ediniz.

Borç, gecikme zammıyla birlikte tebliğ edilmekte

6183 sayılı Yasa m.51 uyarınca süresi içinde ödenmeyen amme alacaklarına yasal sürenin son gününü takip eden günden itibaren aylık yüzde 4,5 gecikme zammı uygulanır. Televizyonlarda, basında ve sosyal medyada gecikme faizi denilse de doğrusu gecikme zammıdır. İkisi teknik ve hukuken farklı kavramlardır.

Gecikme zammı günlük hesaplanacağından size gelen ödeme emrinde yazan borç tutarı ödenme aşamasındaki tutardan daha düşük olacaktır. Daha basit bir ifadeyle size gelen ödeme emrinde yazan borcu ödemeye gittiğinizde daha yüksek bir borçla karşılaşacaksınız. Bunun nedeni ise ödenmeyen her gün için (aylık yüzde 4,5) borcun aslına gecikme zammı işlemesidir.

Borcu ödemeyenlere hapis cezası olacak mı?

Ödeme emrini alan kişi ya bu borcu öder ya da bunu dava eder. Borcu ödemezse 15 günlük süre içerisinde mal bildiriminde bulunması gerekir. Hiç mal varlığım yok demek de mal bildirimi sayılır.

GSS prim borcuna ilişkin gelen ödeme emrinin arka sayfasında bu yönde açıklamalar bulunmaktadır zaten.

Buna göre kendisine ödeme emri tebliğ edilen mükellef 15 gün içerisinde 6183 sayılı Kanun m.59’da belirtilen usule göre borcunu ödemek veya mal bildiriminde bulunmak zorundadır.

Borcun ödenmemesi ve mal bildiriminde bulunulmaması durumunda borçlu hakkında bir defaya mahsus olmak üzere derhal hapsen tazyik kararı uygulanacaktır.

Buna göre hapis cezası ödeme emri tebliğ edilmiş ve borcu ödememiş olan kişilere ve mal bildiriminde bulunulmamış kişilere uygulanır. Ödeme emri tebliğ edilmiş, borç ödenmemiş ama tam/eksiksiz/doğru mal bildiriminde bulunanlara uygulanmaz. Hapis cezası “borcu ödememekle” alakalı değil “mal bildiriminde bulunmamayla” alakalıdır. Çünkü İdare bu aşamadan sonra rahatça haciz uygulasın diye bizden malvarlığımızı bildirmemizi ister.

  Hapis kararı 15 günlük sürenin dolmasından sonra tahsil dairesinin talebi üzerine icra hâkimi tarafından verilir. İcra mahkemesi hâkimi tarafından verilen üç aylık hapis cezası, kamu borçlusu mal bildiriminde bulunduğu anda sonlandırılır.

Ancak uygulamada bu yönde bir hapis cezasına ben pek rastlamadım. Zaten İdarenin amacı da bağcıyı dövmek değil üzüm yemek olduğundan hemen haciz aşamasına geçerek borcu tahsil etme yoluna gidecektir.

Borcu ödemeyenlere haciz uygulanacak mı?

GSS prim borcu ödenmediği için 6183 sayılı Yasa m.55 gereğince kendisine ödeme emri tebliğ edilen borçlunun 15 gün içerisinde borcunu ödememesi halinde, 6183 sayılı Yasanın muhtelif maddeleri uyarınca hakkında haciz uygulanır. Bankadaki parasına, maaşının belli bir oranına vs haciz gelebilir. Hatta asgari ücretli iseniz asgari ücretinize de haciz gelebilir. Ancak emekli, dul, yetim aylıklarına haciz uygulanmaz. 

Daha da önemlisi GSS prim borcu olan kişiye ait banka hesaplarına vs.’ye haciz gelir. Borçluya ait olmayan banka hesaplarına vs.’ye ya da akrabalık ilişkisinden dolayı anaya/babaya bu borçtan dolayı haciz uygulanmaz. Örneğin GSS prim borcu olan bir kişiye ait haczedilecek para, mal vs bulunamazsa eşine, kardeşine, annesine, babasına vs.’ye ait banka hesaplarına, mallarına haciz uygulanmaz.

Haciz işlemine başlanabilmesi için öncelikle amme borcunun ödeme emri ile takip edilmesi ve ödeme emrine ilişkin Yasada belirtilen sürecin tamamlanması gerekmektedir.

Yani İdarenin hacze girişebilmesi için ödeme emrinin usule uygun tebliğ edilmiş olması ve bu sürede borcun tamamının ödenmemesi gerekmektedir. Olası bir durumda ödeme emri ile tebliğ edilen borcun bir kısmı ödenmişse ödenmeyen kısım hacze konu olur.

SGK’nin hacze gidebilmesi için usulüne uygun tebliğ yapması lazım

Yukarıda bahsettiğim şekilde SGK’nin ödeme emri sonrası hacze gidebilmesi için ödeme emrinin usulüne uygun yapılması gerekmektedir. Yani SGK’nin haciz aşamasına geçebilmesi için ödeme emrinin usulüne uygun tebliğ edilmesi önemli bir koşuldur.

Buna göre SGK’nin prim borçlarıyla alakalı cebri icra yoluyla takip ve tahsil işlemleri 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık sigortası Kanunu m.88 ile 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’a yapılan atıf nedeniyle 6183 sayılı Kanun’a göre yapılmaktadır. Daha basit bir ifadeyle genel sağlık sigortası prim borçlarıyla alakalı ödeme emri ve akabinde yapılacak haciz işlemleri 6183 sayılı Kanun’a göre yapılacaktır.

6183 sayılı Kanun’a göre yapılacak tebliğ işlemlerine ilişkin

Tebligatla alakalı 6183 sayılı AATUHK m.8’de Hilafına bir hüküm bulunmadıkça bu kanunda yazılı müddetlerin hesaplanmasında ve tebliğlerin yapılmasında Vergi Usul Kanunu hükümleri tatbik olunur.” hükmü ile 6183 sayılı Kanun uyarınca yapılacak tebliğlerde VUK’ta belirtilen tebliğ hükümlerinin geçerli olacağı hükmedilmiştir. Bu nedenle 6183 sayılı Kanun’a tabi işlemlerin tebliği Tebligat Kanunu’na göre değil, VUK’un tebliğ hükümleri uyarınca yapılacaktır.

İyi de bu bilgi ne işimize yarayacak dediğinizi duyar gibiyim, şöyle ki…

Aynı usûl 5510 sayılı Kanun için de geçerli

5510 sayılı Kanun m.99 uyarınca 5510 sayılı Kanun gereğince yapılacak bildirimler hakkında, Tebligat Kanunu hükümleri uygulanır hükmü geçerlidir. Yani 5510 sayılı Kanun gereğince yapılacak bildirimler Tebligat Kanunu uyarınca yapılacak. Buraya kadar bir beis bulunmamaktadır.

Ancak 5510 sayılı Kanun’a tabi alacakların 5510 sayılı Kanun’un 88’inci maddesi ile 6183 sayılı Kanun’a yapılan atıf nedeniyle ödeme emri gibi işlemlerin tebligatının 6183’e göre ve dolayısıyla da 6183 sayılı Kanun m.8 nedeniyle de Vergi Usul Kanunu’na (VUK) göre yapılması gerekmektedir.

Daha basit bir ifadeyle cebri icra yoluyla takip ve tahsil işlemlerinden olan ödeme emrine ilişkin 5510 sayılı Kanun’da herhangi bir hüküm olmadığından ve 88’inci madde ile 6183’e yapılan atıf nedeniyle ödeme emrinin icrai bir sonuç doğurabilmesi için bunun VUK’a göre usulüne uygun tebliğ edilmesi gerekmektedir.

Her ne kadar gelen ödeme emri üzerinde bu belgenin Vergi Usul Kanununa göre tebliği gerekmektedir ifadesi yazsa bile bu evrak ya kapıya bırakılmakta ya da buldukları alt komşuya, dükkâna, bakkala vs’ye bırakılıp gidilmektedir. Yani SGK, diğer evraklara uyguladığı tebliğ usulünü ödeme emri için de uygulamaktadır.

Bu nedenle şu ana kadar SGK’nin ödeme emirlerini bu şekilde tebliğ etmesinin bu uygulamanın doğru olduğu sonucunu çıkarmamaktadır. Galatı meşhur olan bu uygulamanın haciz gibi bir sonuç doğurabilmesi için usulüne uygun yani VUK’a göre tebliğ edilmesi gerekmektedir. Daha basit bir ifadeyle ya muhataba ya ikametgah adresinde yetişkin birine vs’ye imza karşılığı tebliğ edilmesi gerekmektedir.   

Ezcümle

Her ne kadar konu hakkında Yargıtay bazı kararlarında[1] bizden farklı düşünse de 5510 sayılı Kanun’un 99’uncu maddesinde “Bu Kanun (5510 sayılı) gereğince yapılacak bildirimler…” cümlesinde geçen bu kanun gereğince ifadesinden 5510 sayılı Kanun uyarınca düzenlenmiş bildirimlerin ancak Tebligat Kanunu uyarınca tebliğ edileceği sonucu çıkmaktadır. Zira ödeme emri, 5510 sayılı Kanun’da düzenlenmemiş olup 5510 sayılı Kanun m.88’deki açık atfı ile 6183’ün ödeme emri hükümlerinin dolayısıyla da ödeme emrine ilişkin tebliğ usullerinin geçerli olacağı sonucu çıkmaktadır.

Bu nedenle yapılacak ödeme emri tebligatların genel olarak usulsüz olmasından dolayı -her ne kadar tebliğ evrakının üstünde VUK’a göre tebliğ edildiği yazsa da- sonrasında yapılacak hacizlerin de yapılamaması gerekmektedir.

En nihayetinde işin özü itibariyle ödeme emri usulü doğru yapılmış olsa dahi bir sosyal güvenlik kurumunun özellikle ülkenin genç nüfusunu oluşturan kitlenin önemli bir bölümüne haciz işlemi uygulamasının sosyolojik ve psikolojik olarak da olumsuz sonuçlar doğuracağı kaçınılmazdır. Devletin sadece gelir hedefi amacıyla ve sosyolojik/psikolojik sonuçları düşünmeden bu yola girişmesi de önemli bir tahribat yaratacaktır.

SGK’nin, sosyal devlet ilkesini bir tarafa bırakarak yaklaşık dokuz milyon 400 bin kişiye bu şekilde tebligat çıkarması hakkaniyet açısından pek de doğru olmasa gerek.

Bu nedenle bu uygulamadan bir an evvel vazgeçilmesi elzemdir.   


[1] Yargıtay, 15.10.2019 tarih ve E. 2017/21-243, K. 2019/1061 sayılı Kararı

                                                             /././

Yaptırımlar, usanç ve BRICS -Akdoğan Özer-

Ekonomik bir savaş biçimi olarak devreye sokulan yaptırımlar ve küresel temsilde adaletsizlik dünyadaki usanç cephesinin genişlemesine yol açarken kuralların yeniden yazılması yönündeki çabalar da gözden kaçmıyor

“Ambargo” sözcüğünü belki de ilk kez olarak 1974’te ABD sayesinde öğrenen Türk halkı ve medyası “yaptırım” sözcüğüyle de -hastaları taşıyan ambulansların dahi ırk ayrımı temelinde belirlendiği- ayrılıkçı Güney Afrika rejimine 1990’lara doğru bazı Batı ülkelerinin uygulamaya çalıştığı ticari müeyyideler sayesinde tanıştı, desem sanırım yanlış olmaz. Başlarda “yaptırım” dediğimiz olguyu “kurallar temelli uluslararası toplumun” olmazsa olmaz hukuki ilkelerinin gereği zannederken, bir süre sonra bunun bir ekonomik savaş biçimi olarak devreye sokulduğuna tanıklık etmeye başladık. Yaptırımlar Washington yönetimince bir rejim istikrarsızlaştırma/devirme aracı olarak özellikle 2000’li yıllarda yoğun biçimde kullanılmaya başlandı. ABD dünyayı giderek artan bir dozda yaptırımlarla yönetmeye çalışıyordu.

Türkiye’nin ticari performansını da yer yer dolaylı olarak etkileyen bu “yaptırımlar” gün geldi bizi doğrudan vurur da oldu. Ama tabii sadece bizi değil! ABD yaptırımları coğrafi olarak genişleyip, katman bakımından derinlik de kazandıkça bunun uluslararası piyasalarda güvenilir bir ödeme aracı olarak ortak kabul görmüş para birimi olan ABD doları üzerinde de etkileri olmaya başladı. Zira, yaptırımlara maruz kalan ülkeler ya da ticareti bu yaptırımlardan etkilenenler ABD doları temelli ödeme standardının dışında arayışlara yöneliyordu. (Takdir edersiniz ki bu arayışların -içinde bizim de adımız geçen- trajikomik yansımaları da oluyordu ama tabii burada konumuz bu değil bugün.) Bu alternatif arayışlar son yıllarda hızlandı ve epeyce meyve verdi.

Dolardan kaçış hızlanıyor

Mesela, dünyanın en büyük ekonomilerinden biri haline gelen Hindistan ve dünyanın en büyük hammadde kaynaklarına sahip ülkesi Rusya ikili ticari ilişkilerinde ABD dolarını terk etme yoluna gitti. Yerel para birimlerini kullanmaya başlayan bu iki ülke ulusal ödeme yöntemleri RuPay ile MIR'i entegre etmeye de karar verdi.

Gelişme bu ülkelerle sınırlı kalmadı. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) de petrol ticaretinde dolar kullanımına resmen son verdiğini açıkladı. Hedef yerel para birimlerinin kullanılmasıydı. Ticaret hacimlerini genişletirken masrafları kısmayı da sağlayan yerel para birimi kullanımını ikili ticarette Çin ve Brezilya da uygulayacağını açıkladı.

Dolardan uzaklaşılıyordu. Rusya- Ukrayna krizi dolardan uzaklaşma eğilimine ivme katan önemli bir tarihi kilometre taşı oldu. Tabii bunun bir sebebi de Batı’nın Moskova’ya yönelik, bir kısmı doğrudan kendisini vuran yaptırımlardan biri olan Rusya’nın SWIFT uluslararası bankacılık sisteminden çıkarılmasıydı. SWIFT’ten çıkış Rusya ile çok sayıda ticaret ortağını, birçoğu mevcut yaptırımlardan çok önce tartışılmaya başlanmış alternatif ödeme mekanizmaları geliştirmeye teşvik etti. İş bununla da sınırlı kalmadı ve Rusya BRICS ülkeleriyle ticarette ulusal para birimlerini kullanmaya başladı. Ayrıca BRICS üyeleri uluslararası ticarette kullanılacak bir ödeme ve mutabakat yöntemi geliştirmek için de çalışmaya başladılar.

Gelişmeler finans piyasalarını da belirli vadede etkileyebilecek görüntü veriyordu. 2023 yılına geldiğimizde, küresel finans dünyasının en şöhretli kurumlarından J. P. Morgan, “De-dollarization: Is the US dollar losing its dominance?” (Dolardan çıkış: ABD doları hakimiyetini mi yitiriyor?) başlığıyla bu riski açık açık dile getirirken, bir yandan da Batı’daki piyasaları “ABD doları küresel çapta çok güçlü ittifak ve ortaklıklara sahiptir ve çok güçlüdür, o yüzden bu eğilim ciddi bir hızda olmaz” şeklinde yatıştırmaya çalışıyordu. Demek ki mesele, bu gelişmenin durdurulabilir olup olmadığı değildi. Mesele gelişmelerin seyrinin hangi hızda gerçekleşeceğinde düğümleniyordu.

Türkiye de kervana katılıyor

Bu arada, Türkiye de bu gelişmenin dışında kalmıyordu. Mesele, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) ile Çin Merkez Bankası’nın ikili ticarette yerel paraların kullanılması amacıyla ihtiyaç duyulan teknik altyapıyı geliştirdiğini öğrendik. Böylece iki ülke firmalarının ticaret yaparken üçüncü ülke parası yerine Türk Lirası ve Yuan'ı kullanmalarının önündeki engel kalkmış oldu. Derken Türk Telekom Çinli firmalarla yürüttüğü uluslararası ticari işlemlerde Yuan kullanmaya başlayacağını açıkladı.

Dolardan çıkış ya da dolarsızlaşma hareketinin başını BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) ülkeleri çekiyordu. Olay doların ikili ticarette kullanımının eski gücünü yitirmesiyle sınırlı da olmadı. Bazı ülkeler ABD Doları cinsinden varlıkları da ellerinden çıkarmaya başladı.

Örneğin BRICS ülkeleri 2022'den bu yana milyarlarca dolarlık ABD Hazinesi tahvili sattı. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Çin özelinde yaşandı. Pekin yönetimi, sadece 2024'ün ilk çeyreğinde 53,3 milyar dolar gibi rekor değere sahip ABD Hazinesi ve kurum borç tahvillerini elden çıkardı. Dikkati çeken bir husus da dolar cinsinden varlıklarını satan ülkelerin rezervlerinde büyük miktarda altın biriktirmeye başlaması oldu.

Asıl sorun ticaret açığı

Tabii bütün bunların temelinde yatan asıl sorun, Amerika’nın dış ticaretinin büyük boyutlara varan açıklar vermesi. Ulusal borcu her 100 günde 1 milyar dolar artarak bugün 35,6 trilyon dolar seviyesine gelen ABD, bu açıkları kapatmak için gidişatı tersine çevirecek politikalar üzerine odaklanmak yerine militarist yöntemlere, onları rahat kurgulayamadığı yerlerde de yaptırımlar silahına sarılmayı tercih ediyor.

Aslına bakılırsa, ABD 1930’larda benzer sıkıntılı bir süreç yaşamıştı. Franklin Roosevelt 1933 yılında ABD Başkanlığı görevine geldiğinde, ülke tarihinin en kötü ekonomik krizine doğru baş aşağı istikamette ilerliyordu. “Büyük Buhran” ile mücadele kapsamında bir dizi deneysel program yürürlüğe koyan Roosevelt ekonomik büyümeyi özendirmek için federal (kamu) harcamalarını artırmayı seçse de Washington bu krizden ancak İkinci Dünya Savaşı’nın imkân(!) tanıdığı devasa askeri harcamalar sayesinde ve o savaştan büyük teknolojik üstünlükle çıkarak, makine-kimya, otomotiv, ağır sanayi ve ara malı imalatında önemli bir üretici olarak belirerek kurtulabilecekti.

ABD benzer bir “açık” sıkıntısını 1970’lerin başında da yaşamıştı. 1944’teki Bretton Woods anlaşmasıyla ortaya konan uluslararası sistemde altın ile dönüştürülebilirliğini koruyan tek ulusal para olarak belirlenmiş ABD Doları'nın bu özelliği 1971 yılında Nixon yönetimince yürürlükten kaldırılmış ve devalüe edilmişti. Nixon, ABD dolarının hem 1 ons altın başına, 35 dolar olarak sabitlenen konvertibilitesini hem de belli başlı diğer para birimleriyle sabit bağlantılarını sonlandırıyordu. Militarizmin ekonomi için bu kez çare olamayacağını gören Nixon ABD’yi saplandığı Vietnam batağından kurtarmak, istihdam yaratan bir program oluşturmak niyetindeydi. Ancak uluslararası finans sisteminin yegâne çapasını ortadan kaldırmak anlamına gelen bu “altından kopuş” uzun sürecek bir enflasyon döneminin de kapısını aralayacaktı.

Yaptırımlara katılmama şartı

Tabii ABD’nin bu arayışlarının ve kapı aralamalarının ister istemez bedelleri oluyordu. ABD’nin bugün seçtiği ve kâh militarizme kâh ekonomik savaş aracına dayalı yol, kendisine çok kutuplu bir kalkınma modeli çizmeye çalışan ülkeler için epeydir usandırıcı bir görünüm çiziyor.

Örneğin ABD'nin İran'a uyguladığı yaptırımlar, bir zamanlar bu ülkede büyük bir pazar payına sahip olan Hint çayı ve pirinç ihracatçıları için çok ciddi sorun yarattı. Ama tabii Washington’un umurunda bile değil, aldığı kararların milyarlarca insanı nasıl etkileyeceği! Ayrıca, Hindistan'ın, en önemli enerji kaynakları, savunma sistemleri ve gübre tedarikçisi olan Rusya ile ticareti, Ukrayna ihtilafı nedeniyle Moskova'ya uygulanan ABD öncülüğündeki yaptırımlar nedeniyle sekteye uğramıştı. Hindistan ABD ve dolar düşmanı bir ülke değildi. Ama Yeni Delhi yönetimi yaptırımların etkilerini hafifletecek birtakım yollar aramak zorundaydı.

Geçenlerde Washington merkezli bir düşünce kuruluşu olan Carnegie Endowment for International Peace’de düzenlenen bir etkinlikte konuşan Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar, Hindistan'ın “dolara karşı kötü niyetli olmadığını” ve doları hedef almanın Hindistan’ın “ekonomik, politik veya stratejik politikasının” bir parçası olmadığını özellikle belirtmek durumunda kalıyordu. Şöyle diyordu devamında: "Ancak, bazen siz [ABD] dolar kullanımını zorlaştırıyorsunuz. Ticaret ortaklarımızla sizin politikalarınız yüzünden ticaret zorlaşıyor. Açıkçası biz de çözüm aramalıyız.”

Jaishankar sözleri, BRICS’in bu usanca karşı büyüyen bir cevap olarak da görülebileceğini göstermiyor mu?

Genişleyen usanç cephesi

İşte o usanç cephesinde geçen hafta önemli bir gelişme oldu. BRICS’in dönüşümlü başkanlığını üslenen Rusya’nın Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergey Ryabkov, topluluğa katılma koşullarını açıklarken, “topluluk üyelerine karşı yürürlüğe konmuş gayri meşru yaptırımlara katılmamayı” ana şartlardan biri olarak gösterdi. Egemen bir politika izlemek, uluslararası ve bölgesel meselelerde önemli bir role sahip olmak, BRICS ülkeleriyle iyi komşuluk ve dostluk ilişkileri kurmak gibi koşulların yanı sıra açıklanan bu yeni şart bizim medyamızda kendisine pek bir yer bulmadı belki ama çok çok önemli. Zira bu şart bazı ülkelerin stratejik vizyonlarını iyice gözden geçirmesini de gerektirebilecek.

2006 yılında kurulan ve 2011 yılında sadece Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika gibi ülkelerin üyeliğinden oluşan BRICS, İran, Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Etiyopya'nın 1 Ocak 2024’teki resmi katılımıyla birlikte 10 üyeye genişlemiş durumda. Artık BRICS+ olarak anılan organizasyona üye ülkeler, küresel finans kuruluşlarının tahminlerine göre, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 46'sını ve küresel GSYİH'nın yüzde 36’sından fazlasını oluşturuyor. BRICS+’e üye olmak istediğini resmi yollardan iletmiş çok sayıda yeni ülke de var: Cezayir, Bangladeş, Bahreyn, Belarus, Bolivya, Küba, Honduras, Endonezya, Kazakistan, Kuveyt, Fas, Nijerya, Filistin, Senegal, Tayland, Venezuela ve Vietnam yer alıyor. 22-24 Ekim tarihlerinde Rusya’nın Kazan şehrinde düzenlenecek BRICS+ zirvesinde organizasyonun bu 17 ülkenin katılımlarıyla genişlemesi konusu da görüşülecek. Başvuru sayısı 17 de olsa üyelikle ilgilenen ülkelerin sayısının 34’ü bulduğu da söyleniyor.

Temsilde adalet

Tabii yukarıda sözünü ettiğim usanç yaptırımlar ile sınırlı da değil. Küresel kurumların günümüz dünyasını temsil edemeyecek ölçüde mefluç bir hale geldiğini düşünen ülkeler, Birleşmiş Milletler’in temsil düzeyini geliştirme konusunda önlerinin tıkanmasından da bıkmış usanmış durumdalar. BRICS’in önde gelen üye ülkelerinden Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika, geçen haftalarda New York’ta düzenlenen 79’uncu BM oturumunda, küresel kurumları günümüz dünyasını daha iyi temsil edecek hale getirmenin en önemli öncelik olduğunu bu yüzden vurgulamak durumunda kaldılar. Bu üç ülkenin dışişleri bakanları, yaptıkları ortak açıklamada, gelişmekte olan ülkelerin küresel yönetişim ve ekonomik karar alma süreçlerindeki etkisini artırmak için BM Güvenlik Konseyi'ni (BMGK) genişletme konusundaki kararlılıklarını dile getirdiler.

Velhasıl, ABD’nin yaptırımlar üzerinden dünyaya biçim verme ve “tedip” çabası sürdükçe, usanç cephesinin genişlemesi de kaçınılmaz olacak ve birçok ülkeyi stratejik vizyonlarını gözden geçirmeye ittiği gibi küresel kurumlarda denge kurma çabalarına da yöneltecektir. Bunların adresi bugün BRICS olur yarın başka bir şey olur, bizi son örneğini Filistin ve Beyrut’ta olanlar karşısındaki kayıtsızlıkta gördüğümüz vâhşi karanlıktan ve imparatorluk pençesinden az da olsa kurtaracak, biraz daha dengeli, adil ve eşit ilişkilerin yürürlükte olduğu bir dünya fena mı olur!

(T24)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder