AKP doğumu da sağlıkçılara bırakmıyor: Emine Erdoğan 'sezaryen fıtrata aykırı' dedi -Aslı İnanmışık-
AKP'nin kadın düşmanı dayatmaları doğum şeklini hedef aldı. Tıbbi gerekliliğine sağlıkçıların karar vermesi gereken sezaryenle doğum, anormal gösterildi. Bilim düşmanlığının gerekçesi nüfusu artırmak.
3 Ekim Perşembe günü Beştepe Millet Kongre ve Kültür Merkezi'nde "Doğal Olan Normal Doğum" temasıyla "Normal Doğum Eylem Planı Tanıtım Toplantısı" yapıldı.
Toplantıya özel hastane sahipleri, hastane başhekimleri, üniversite başhekimleri, bazı dernekler, il sağlık müdürleri ile Sağlık Bakanlığı'nın tüm birimlerinden temsilciler katıldı. Alanla ilgili doktorların bir bölümü de toplantıdaydı.
Toplantının çağrıcılarından biri AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan'dı.
"İslami alternatif tıp" propagandalarıyla hatırladığımız Emine Erdoğan'ın konuyla ne ilgisi olduğunu sorgulayan bazı katılımcıların şaşkınlığı Erdoğan'ın konuşmasıyla arttı. Emine Erdoğan, doğum için "Bu özel zamanın mümkün olduğunca fıtrata ve doğala uygun bir şekilde gelişmesi, hayati önem taşır" dedi.
Sezaryenle doğum oranlarının düşürülmesi gerekliliğini "normal" dediği vajinal doğumu kutsayarak vurgulayan Erdoğan, "Modern zamanın konformist ve maddeci yaklaşımları nedeniyle dünyanın en kadim tecrübesi, tıbbi bir operasyona indirgeniyor" şeklinde konuştu.
'Doğum ilahi bir yaratılış süreci'
Konuyla ilgili herhangi bir uzmanlığı bulunmayan Erdoğan şu ifadeleri kullandı:
"Hormonların sağlıklı bir şekilde salgılandığı doğal doğum sürecinde, anne hızlı bir şekilde toparlanır, bebeğini kucağına alır ve emzirerek ömrün sonuna kadar devam edecek güçlü bir güven ve sevgi bağının temelini atar. Araştırmalar, beyin gelişiminde bellek, öğrenme, farkındalık gibi davranışları düzenleyen protein salgılarının doğal doğumda daha fazla üretildiğini ortaya koyuyor. Kadın bedeninin tamamen içgüdüsel ve adeta programlanmış bir şekilde fıtri yürüttüğü doğum tecrübesinin dışarıdan kontrol edilmesi mümkün değildir."
Sezaryeni doğum olarak görmeyen ve vajinal doğumu "ilahi bir yaratılış süreci" olarak tanımlayan Emine Erdoğan, "Normal doğumu kolaylaştıracak doğal destek yöntemlerinin güçlendirilmesini de ayrıca önemsiyorum. Nefes egzersizleri, akupunktur, hidroterapi gibi doğal doğumu kolaylaştıran etkili yöntemler olduğunu tüm anne adaylarımız bilmeli. Diğer yandan müdahalesiz doğum karnesi iyi olan hastaneler ve hekimler ödüllendirilmeli, tanıtımını bizzat yaptığım 'İlk Adım Ebe Gebe Okulu' gibi yerel iyi uygulamalar teşvik edilmelidir" dedi.
'Sezaryenle bebekler ortama bir bıçak darbesiyle bir anda çıkıyor'
Toplantıda ilgili ilgisiz pek çok isim de konuşma yaptı, fotoğraf verdi. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş da oradaydı.
Eski manken, oyuncu Azra Akın "kendi doğum deneyimlerini" paylaştı. Sunucu Zahide Yetiş, "Normal doğumla dünyaya gelen bebekler de çok daha sağlıklı, dünyaya hazır halde doğuyor. Sezaryende ise bebek hiç bilmediği bir dünyaya, ortama bir bıçak darbesiyle bir anda çıkıyor" iddiasında bulundu.
Sağlık Bakanı: Sezaryen bir doğum şekli değil
Toplantıda hazırlanan "Normal Doğum Eylem Planı" madde madde sunuldu. Daha sonra da Sağlık Bakanı Prof. Dr. Kemal Memişoğlu konuştu.
Memişoğlu, "Ülkemizin toplam doğurganlık hızındaki gerileme, nüfus yenilenme seviyesinin altında kalmış ve bu durum sürdürülebilir bir gelecek için büyük bir tehdit hâline gelmiştir. Bugün doğurganlık hızındaki azalma ve sezaryen oranlarındaki artış bunu bize göstermektedir" dedi.
"Sezaryen, bir doğum şekli olmadığını" söyleyen Sağlık Bakanı, sezaryenin kontrolsüz artışının doğurganlık kapasitesini sınırladığını ve demografik yapıyı tehdit ettiğini söyledi, ekonomik etkenlerdense bahsetmedi:
"Sezaryen, bir doğum şekli değil, ameliyattır. Ameliyat doğal değil, mecburi bir süreçtir. Sezaryenin yaygınlaşması toplum sağlığı üzerinde olumsuz etkiler oluşturmaktadır. Sezaryenin yaygınlaşması, normal doğumun geri plana atılmasına neden olmakta ve bu durum anne ve bebek sağlığını uzun vadede tehdit etmektedir."
Konuşmaların ardından Emine Erdoğan "normal" doğum oranı yüksek hekimlere ve ebelere plaket verdi.Sağlık emekçilerine 'soruşturma sopası'
Öte yandan soL'un edindiği bilgiye göre, toplantıda sağlık çalışanlarına aba altından sopa da gösterildi. Önümüzdeki günlerde kurumlara eylem planıyla ilgili bilgilendirme genelgesi gönderileceği belirtilen toplantıda, sağlık çalışanlarına sezaryen oranlarını yüksek tutmalarının "soruşturmayla sonuçlanabileceği" ima edildi.
Konuşmalardan sezaryen tercihinin inceleneceği sonucunu çıkaran hekimler, kendilerini kanunen korumayan maddeler sayıldığını, bunun da pek çok sorunu beraberinde getireceğini, sağlık çalışanlarının hedef olabileceğini düşünüyor.
Bakanlığın skandal videosu tepki çekti
https://www.instagram.com/p/DAqzGTTo7E0/?utm_source=ig_embed&utm_campaign=embed_video_watch_again
Programda bakanlığın hazırladığı bir video da gösterildi. Video daha sonra bakanlığın sosyal medya hesaplarından da paylaşıldı. Büyük tepki çeken ve "Doğal Olan Normal Doğum" etiketiyle paylaşılan videoda, sezaryenle bir bebeğin adeta "annesinden koparıldığı" işlendi. "Normal doğum yapan anneler ile bebekleri arasında ilk andan itibaren sağlıklı bir bağ kurulur. Anne emzirmeye hemen başlayabilir" ifadelerine yer verildi. "Vajinal yolla yapılmayan doğumla "bebek ve anne arasında sağlıklı bir ilişki kurulamaz" algısı yaratıldı.
AKP bunu hep yapıyor: 'Sezaryen Türkiye’ye karşı bir komplo', 'fıtrata uygun değil', 'caiz değil'
Dünyada ve Türkiye'de sezaryen oranlarının arttığı bir gerçek. Ancak tıp etiğinin bile tartışması olan bu konuda doktorların farklı fikirleri bulunuyor.
Hastayı yönlendirecek başta hekimler olmak üzere sağlık emekçilerininse tek başına süreci sırtlanması imkansız. Zira hastanelerin koşulları, sağlık sisteminin paralı hale gelmesi, gebelik takibindeki sıkıntılar gibi pek çok başlıkta kamucu bir sağlık anlayışına ihtiyaç var.
Sağlık Bakanlığı'nınsa öncelikle el atması gereken bu konular yerine tersinden piyasacı bir anlayışla özel sektörü güçlendirme politikaları sürüyor.
AKP iktidarlarında vajinal yolla doğum çeşitli dönüm noktalarında daha önce de yanlış söylemler üzerinden öne çıkarıldı. Kadın düşmanı, gerici politikalarla özdeşleştirildi. 2008, 2012, 2017 ve 2020'de konuyla ilgili Emine Erdoğan ve Recep Tayyip Erdoğan zaman zaman açıklamalar yaptı. Erdoğan kürtaj hakkındaki bir konuşmasında sezaryeni de adeta "cinayet" olarak nitelendirmişti. Erdoğan "Sezaryen Türkiye’ye karşı bir komplo" demiş, Diyanet, "Tıbbi zorunluluk olmadıkça sezaryen yöntemine başvurmak dinen de uygun değil" fetvası vermişti.
Oysa sezaryen oranlarının yüksekliğine AKP'nin sağlık politikalarının kendisi yol açıyor.
'Bebek ile annenin bağını sağlayan şey doğum şekli değildir'
Tablonun kendisini ilgili sağlık emekçilerine sorduk.
Görüştüğümüz bir kadın doğum uzmanı doktor, özellikle videonun "bilimsel ve etik olarak akla, mantığa, psikolojik sağlığa sığmayan tamamen popülist ve siyasi olduğunu" düşündüğünü söyledi. "Hastalarla doktorları karşı karşıya getirmekten başka işe yaramaz" diyen uzman doktor, bu durumun sağlık çalışanlarını endişelendirdiğini belirtti.
Sezaryenle ilgiliyse şöyle konuştu:
"Sezaryen tıbbi gereklilik halinde yapılan bir müdahaledir. Ne kadar azaltırsanız azaltın bu oran yüzde 10-20’nin altına düşmez. Bebek ile annenin bağını sağlayan şey doğum şekli değil, annenin ruh hali ve bebeğe bakım verirken ona ayırdığı kaliteli zaman ve sevgidir. Bu bilimsel gerçek ışığında düşündüğümüzde, bu kötü kurgulanmış vajinal doğuma özendirme vidosu, bir sebeple sezaryen olan, lohusalığın getirdiği yükün altına mücadele eden kadınları kötü, yetersiz hissettirmekten başka bir işe yaramaz."
'Tek bir doğum yönteminin dayatılması psikiyatrik hastalıkların ortaya çıkmasına neden olabilir'
Meselenin diğer bir boyutu da videonun ve kampanyadaki yaklaşımın ruh sağlığına etkileri.
Kadın Dayanışma Komiteleri (KDK) adına görüşlerine başvurduğumuz Psikiyatrist Dr. Gülperi Putgül Köybaşı, bilimsel literatüre ilişkin düzeltme yaparak doğumun vajinal yolla ya da sezaryen yoluyla gerçekleşebileceğini vurguladı. Doğumun nasıl olacağını belirleyen pek çok tıbbi unsur olduğunu, buna kadının doğum süreci ile ilgili beklentileri ve kaygısının da dahil olduğunu hatırlattı.
"Hekim ve ebeveynler doğumun nasıl gerçekleşeceğine dair birlikte bir planlama yapar" diyen Gülperi Putgül Köybaşı, Sağlık Bakanlığı'nın videosunda ise vajinal doğumun "normal" olduğu dolayısıyla sezaryenle doğumun anormal olduğu mesajı verildiğine dikkat çekti.
Vajinal yolla yapılan doğumun bir başarı olarak yansıtılmasını eleştiren Putgül Köybaşı, şunları söyledi:
"Gebeliğin başlangıcından doğuma kadar geçen süreç ebeveynler özellikle de anne adayı için hem fiziksel hem psikolojik açıdan oldukça karmaşıktır, zaman zaman zorlayıcı da olabilir. Doğumun başarı/başarısızlık olarak kodlanması kadının zaten karmaşık olan bu süreçle ilgili kaygılarını arttırma riski taşır. Hele ki tek bir doğum yönteminin dayatılması, vajinal doğum yapmayan kadınlarda kaçınılmaz olarak baskı oluşturacaktır. Bu kadınlarda suçluluk, kaygı vb pek çok olumsuz duygu hissetmelerine hatta kimi psikiyatrik hastalıkların ortaya çıkmasına neden olabilir."
Psikiyatrist Dr. Gülperi Putgül Köybaşı'Sezaryenle doğum sağlıklı bir bağlanmanın önünde engel oluşturmaz'
Videodaki bir başka yanlışınsa anne ve bebek arasında ancak vajinal doğum ile sağlıklı bir bağlanma ilişkisi gelişebileceği algısının yansıtılması olduğuna işaret eden hekim, "Anne ve bebeğin bağlanma ilişkisi doğum yöntemine indirgenemeyeceği gibi sezaryen yoluyla doğumun sağlıklı bir bağlanmanın önünde engel oluşturduğunu iddia etmek bilimsel açıdan kabul edilemez" dedi.
Sağlık hizmetinden yararlanmanın her insanın en temel haklarından biri olduğunun ve devletin bunu sağlamakla yükümlü olduğunun altını çizen Gülperi Putgül Köybaşı, "Ne yazık ki sağlığın piyasalaştırıldığı, bu nedenle pek çok kadının ve bebeğin gebelik ve doğum sürecinde yeterli sağlık hizmeti alamadığı için kaybedildiği bir ülkede yaşıyoruz. Sağlık Bakanlığı'nın işi, topluma kendi ideolojik doğrularını dayatmak değil halk sağlığını koruyucu önlemler almaktır" ifadelerini kullandı.
Gülperi Putgül Köybaşı sürecin kadınların ruh sağlığını olumsuz etkileyebileceğini belirtti:
"Aynı zamanda Sağlık Bakanlığı'nın topluma bilimsel/doğru bilgiyi ulaştırma sorumluluğu taşıması gerekir. Ancak görüyoruz ki kadının toplumsal konumunu anneliğe ve eşliğe indirgeyen, kadının bedeni ile ilgili kararları vermesine bile tahammülü olmayan gerici ideoloji, doğum süreçlerine de aynı bakış açısıyla müdahale ediyor. Kullandığı ayrıştırıcı ve suçlayıcı dil ile toplumun özellikle de anne olmaya hazırlanan kadınların ruh sağlığını olumsuz etkiliyor." /././
Özel’in şahsında Yeni Osmanlı’nın hoşnutsuz aktörleri -Berkay Kemal Önoğlu-
"Türkiye’de sömürüyü sorgulamayan sistem içi aktörlerin hiçbiri modern anlamda muhalefet unsuru olarak görülmemelidir."
Geçtiğimiz hafta Özgür Özel’in New York’taki Türkevi önünde basına verdiği demeç, Türk dış politikasının son yıllarda takip ettiği çizginin ne kadar geniş bir sermaye mutabakatına dayandığını göstermesi açısından son derece önemliydi. “Bizimkiler rüşvet vermez, varsa öyle bir şey misliyle mukabele edilmiştir” türü acemice bir değerlendirmenin iç politikada Özel’e elbette maliyetleri oldu ve sözleri çok konuşuldu. Ancak bu durum bana kalırsa Türkiye’nin taşıdığı emperyal vizyonun bu gibi başlıklarda öne çıkan bütünleştirici işlevi açısından daha da dikkat çekiciydi. Bir yeni-Osmanlı tablosuydu ortaya çıkan ve eski-Osmanlı’dan yoğun esintiler içermekteydi.
Bugün Türkiye’deki “muhalefet” cephesine ve bunun toplumsal algıdaki yerine bakınca ciddi bir devrimci yapının kendini o muhalefetten ayırma kaygısı taşımaması imkansız hale geliyor. Ama öte yandan söz konusu imparatorluk siyaseti olduğunda modern anlamda “muhalefet”ten söz etmenin de pek mümkün olmadığını anlıyoruz.
Osmanlı Devleti’ne tarihsel sosyolojik perspektiften yaklaşan, özellikle toplumsal yaşantının kavranması hususunda ciddi eserler veren Karen Barkey imparatorlukta muhalefet-hoşnutsuzluk denklemine dair önemli tezlere sahip. Barkey kabaca, imparatorluğun evrensel hükmetme iddiasını sorgulamayan ve ayağını bu iddianın dayandırıldığı tanrısal zeminin dışına basmayan hiçbir yapının muhalif olarak nitelendirilemeyeceğini, bunların esasta emperyal iktidarın unsurları olduğunu ifade ediyor. Buna göre imparatorluk yapısının biçimlendirilmesi, dönüştürülmesi, kökleşmesinde de bu türden hoşnutsuz unsurların üstlendikleri misyon son derece kritik. Osmanlı’da örgütlenme becerisi geliştirmiş "hoşnutsuzlukların" emperyal yönetim tarafından içerilmesi neredeyse bir norm olarak bile kabul edilebilir.
Gelelim Yeni-Osmanlı’ya… Bu kavramı Türkiye’de siyaseten ilk kez kullanan ve özellikle Arap Baharı sürecinde Türkiye’nin rolünün iyi anlaşılması için kitlelerle tanıştıran Türkiye Komünist Partisi oldu. Kavram 1923 Cumhuriyetinin fiilen ortadan kalkmış olmasının ötesinde kurulmak istenen yeni rejimin niteliğine de referans verdiği için toplum tarafından hızla kanıksandı. Elbette Türkiye’de Yeni-Osmanlıcılığın bir parti politikasının ötesinde anlam taşıdığının da aynı yaygınlıkta benimsenmesi son derece önemlidir. Sermaye sınıfının kuruluştan hemen sonra cumhuriyet fikrini bir ayak bağı olarak görmüş olduğu gerçeğini, kapitalizmin geliştikçe değişen ihtiyaçlarını, sermaye sınıfının yayılma ve nüfuz etme arzusunu, korkularını, ilhamlarını hesaba katmadan Yeni-Osmanlı tanımı yerli yerine oturtulamaz. Bizim bugünkü konumuzu da işte tam bunlar oluşturuyor.
AKP iktidarının karşı-devrim sürecinde üstlendiği özgün misyonu ve sermaye sınıfına kazandırdığı yeni ufukları elbette görmezden gelmiyoruz. Fakat esasta hüküm sürmekte olanın sermaye iktidarı olduğunu ve bu iktidarın kuruluştan çok kısa bir süre sonra çıkarlarını halkın çıkarlarından süratle ayrıştırdığını hep en başa yazmak zorundayız. Karşı-devrimci sürecin başını bu sınıf çekmiş, sonunda dümeni Yeni-Osmanlı’ya bu sınıf kırmıştır. Devlet yapısı, siyaseti, ideolojisi, ekonomi-politiği, tarih okuması ve toplum projeksiyonuyla bugün yerleştirilmek istenen bu Yeni-Osmanlıcı doğrultudur.
Peki bu doğrultu içinde "muhalefetin" konumu nedir?
Eski Osmanlı’da emperyal rejim içinde muhalefeti imkansız kılan tanrısal sorgulanamazlığın bugün hâlâ varlığını koruduğu rahatlıkla söylenebilir, ama tek bir farkla… Bu kez sistemin sorgulanamazı padişahın evrene hükmetme yetkisi değil sömürü, sömürü ve daha fazla sömürü olmuştur!
Türkiye’de sömürüyü sorgulamayan sistem içi aktörlerin hiçbiri modern anlamda muhalefet unsuru olarak görülmemelidir. Onlar ancak emperyal iktidarın hoşnutsuz unsurlarıdır ve bu unsurlar sermaye çıkarlarının tanrısal sorgulanamazlığını kabul ettikleri sürece, yönetimin verili konjonktürde gösterdiği esneklik ya da katılığa bağlı olarak dönüşebilir, sisteme bağlanabilirler.
Yeni-Osmanlılaşma sürecinde en kritik dönüm noktası olarak ise 12 Eylül işaretlenebilir, karşısındaki direnç unsurlarına en büyük darbeyi indirmiş, AKP dönemine kapı aralamıştır. Karşı devrim süreci AKP döneminde galebe çalmış, cumhuriyet yıkılmıştır. Fakat eski rejimin yıkılması ile yeni rejimin kurulması elbette bir ve aynı şeyler değildir.
Hayat boşluk tanımıyor. Bu uzun soluklu karşı-devrim süreci alternatif bir toplumsal kurtuluş projesi gerçekçi biçimde ete kemiğe büründürülemediğinden, zaman içinde toplumu yordu, örgütsüzleştirdi, kademe kademe dinamizmini yitirmesine neden oldu. Fakat AKP kurmaya çalıştığı rejime yerleşiklik kazandıracak geniş bir toplumsal mutabakat zeminini hiçbir zaman yakalayamadı. Buna dönük girişimleri de birden fazla kez duvara tosladı. Bugün de Türkiye’nin yaşadığı şiddetli geriye gidiş, iktidara yakın kesimleri de içine alarak halkımızı köklü ahlaki, vicdani sorgulamalara ittiriyor. Bunlar siyasal, kültürel, ideolojik koordinat düzlemine yansıyacak sorgulamalar ve böylesi bir geçişkenliğin de AKP'nin niyetlendiği türden bir inşa süreci için elverişli ortam sağlamadığı çok açık...
Sonuçta geride bıraktığımız AKP’li yıllarda Cumhuriyete yönelen şiddetli saldırıların düzen siyaseti içinde hiçbir ciddi dirençle karşılaşmamış olmasını, yukarıda ifade edildiği gibi, emperyal vizyonun bu cephedeki bütünleştirici etkisiyle beraber değerlendirmek gerekiyor. Deli gömleğini giymemekte kararlı olduğu için defalarca kez baş kaldıran ve savaşan Türkiye toplumu düzen partileri tarafından her seferinde sahipsiz ve yolsuz bırakıldı. O partiler aslında çoktan Osmanlı olmuşlardı.
Cumhuriyetçiliğin bir taraftan bu ülkenin kurucu dinamiğiyken diğer taraftan düzen dışına itilmiş olması; iktidarıyla muhalefetiyle bütün düzen partilerinin bazen örtülü bazense açıktan cumhuriyet düşmanı pozisyon almaları; kimisinin Sevr’e, kimisinin Abdülhamit’e ama hepsinin Osmanlı’ya referansla siyaset yapmaları emperyal paradigmanın siyasal alandaki geniş kapsama alanını gösteriyor.
Üzerine yapılmış bütün anakronik değerlendirmeler bir kenara, Şeyh Bedreddin İsyanı’nın enteresan yanı Osmanlı’nın kuruluşundan yaklaşık 100 sene sonra kuruluş dinamiklerine çok benzer bir çizgiyi düzen dışı bir formda örgütleyebilmiş olmasıydı. İsyan önemli bir iktidar boşluğuna doğmuştu ama asıl gücü dahil etme stratejisinin bu örnekte geçerliliğini yitirmesinden ileri geliyordu. Bedreddin emperyal yönetimin rahatlıkla devletle bütünleştirebildiği ortalama sufilikten farklı, düzen dışı bir karakter barındırıyordu. Bugüne taşınan mirası en önemli mirası budur.
Bizler hoşnutsuz Osmanlılardan değiliz. 100 sene sonra yeniden, tanrısal sorgulanamazlığı reddederek, Cumhuriyet diyenlerdeniz.
Sömürüye dokunmadan, sömürücülerle hesaplaşmadan Yeni-Osmanlı'yı reddetmenin, Cumhuriyetçiliğin imkanı kalmamıştır.
Yaşasın emekçilerin Cumhuriyeti!
/././
Altın Koza’dan notlar: İnciler ve Abdurrahman Çelebiler -Cemali Coşkunırmak-
Filmler daha politikti, bu sevindirici. Politik filmler çoğunlukla nedenle değil sonuçlarla cebelleşiyor, bu düşündürücü. Liberal örnekler üzücü.Ülkemizin en köklü film festivallerinden Adana Altın Koza Festivali, geçtiğimiz hafta 31. yılında izleyicilerle buluştu. 22 ülkeden 117 filmin birçok farklı kategoride gösterime girdiği festivalin 28 Eylül gecesi Çukurova Üniversitesi Kongre Merkezi’nde düzenlenen “tartışmalı” töreninde ödüller sahiplerini buldu.
Geçtiğimiz seneye kıyasla filmlerin çok daha politik olduğu göze çarpıyordu. Ülkemizde gittikçe yaygınlaşan çocuk ve kadın istismarı, şiddet, geleceksizlik, yoksulluk gibi problemlerin sinemada daha çok yer bulmaya başlaması pek şaşırtıcı olmasa da her şeye rağmen sevindirici. Diğer yandan, bu konuları dert edinen filmlerin büyük çoğunluğunun bütünsel bir yaklaşımdan yoksun olduğunu, bu problemlere yol açan temel nedenlere eğilmek yerine sonuçlarla cebelleştiğini söylemek gerekiyor.
Özetle, bir politikleşmeden bahsedebilsek bile ortada yarım kalmış şeyler olduğu hissediliyor. Bu en ödül töreninde göze çarptı. Filmlerde işlenen meselelerle çelişkili olacak şekilde en apolitik Altın Koza ödül törenlerinden biri yaşandı. Birkaç sanatçı dışında kimse dert edindiği meselelere dair bir şey söylemedi, konuşmalar teşekkürlerden ibaret kaldı.
Bu durum tam da bahsettiğim yarım kalmışlığın önemli bir yansıması. Filmlerde olduğu gibi filmi üretenlerde de politikleşme bazı şeylerden rahatsız olmaktan ibaret, bu nedenle sanatçılar da bu meseleler karşısında nasıl konumlanmaları gerektiğine dair kafa karışıklığı içerisinde.
Kısa film ve belgeseller ‘bitse de gitsek’çilere kurban edildi
Ödül törenine dair bir diğer mesele, kısa film ve belgesel kategorilerinde yarışan filmlere karşı gösterilen özensizlik. İlk kez uzun metraj film yarışmasının ödüllerinin törenin sonu yerine başında dağıtılması nedeniyle salon hızlıca boşaldı. Dolayısıyla diğer yarışmalarda ödül alan sanatçılar yalnız bırakıldı ve boş salona konuşmak zorunda kaldılar. Genelde zaten uzun metraj filmlere kıyasla daha çok sansür ve görünürlük problemi yaşayan kısa filmler ve belgeseller yine ikinci plana atılmış oldu. Özellikle kısa filmlerin genç sanatçılar için kendilerini gösterme fırsatı olduğunu düşünürsek bu özensizliğin geleceğin sinemasının yok sayılması olduğunu söyleyebiliriz.
Birkaç kaçırdığım film dışında festivali yakından takip edebilme fırsatım oldu. İzleyebildiklerim arasından iki gözüme çarpan, iki de gözüme batan yerli filmi paylaşmak istiyorum.
Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri
Murat Fıratoğlu’nun festivalde “ulusal uzun metraj yarışması en iyi film ödülünü” kazanan filmi, Siverek'te geniş bir arazide domates kurutmak için kavurucu güneşin altında çalışan Eyüp'ün hikâyesini konu ediniyor.
Bir süredir ücretini alamayan ve banka borçlarıyla boğuşan Eyüp’ün bu duruma isyan ederek hakkını istemesi, ustabaşı Hemme’yle ciddi bir gerginlik yaşamasına yol açar. Gururu kırılan Eyüp, Hemme’yi öldürmeye karar verir ve evine silahını almaya gider.
Silahını alan Eyüp, çok öfkeli ve kararlı olmasına rağmen bir türlü çalıştığı yere geri dönüp Hemme’yi öldüremez. Yol boyunca karşısına çıkan insanların isteklerini kıramayan, duyarlı ve yardımsever biri olması Eyüp’ü sürekli asıl hedefinden alıkoyar. Devamlı bozulan motoruyla ve içinde tutamadığı öfkesiyle oradan oraya savrulup durur genç emekçimiz. Günün sonunda, beraber çalıştığı başka bir arkadaşının yumuşatmasıyla Eyüp, Hemme’yi öldürmekten vazgeçer.
Hemme'nin Öldüğü Günlerden Biri, Yönetmen: Murat FıratoğluBu kısa özetten sonra şunu kendimize sorabiliriz: Eyüp’ün bu vazgeçişi Hemme’yle uzlaşma mıdır? Bu sorunun yanıtı filmin adında ve sondaki bir sahnede gizli. Bu sahnede, Eyüp’ün ufku görülmeyen bir yolda bozuk motorunu iterek bir yere varıp varmayacağı belli olmayan bir şekilde yürüdüğünü görürüz. Bu yürüyüş, film boyunca iyi, duyarlı bir insan olmakla kırılan gururu ve sorunlarla dolu ama sürdürmek zorunda olduğu hayatı arasında sıkışan Eyüp’ün çaresizliğini ve arayışını çok iyi yansıtıyor.
Bu sahnenin yanına filmin adını da koyduğumuzda sorumuza kolaylıkla “hayır” cevabını verebiliriz. Ortada bir uzlaşma yoktur, aksine, Hemme Eyüp için artık ölüdür. O silah o gün patlamamıştır ancak bir gün patlayacaktır. (*)
Film sistematik bir mücadele alanı tarif etmiyor olsa da çıkışsız hisseden ve bir şeyler arayan genç bir emekçinin duygularını “insan bencildir” safsatalarına prim vermeden, gayet doğal ve samimi bir şekilde ele almayı başarıyor.
Işığın Hasadı
Bu belgeselde Ankara’nın Evren ilçesine soğan hasadı için gelen mevsimlik işçilerin çalışma koşullarını, dertlerini ve beklentilerini ele alıyor yönetmen Esin Özalp Öztürk. Soğan tarlalarına yakın ıssız bir bölgede derme çatma çadırlarda kalan işçilerin, günde sadece iki saat çalışan ve sürekli bozulan bir jeneratörle elektrik gibi çok temel bir ihtiyaca ulaşım zorluğu yaşamaları etrafında şekillenen belgesel, işçilerin kendi anlattığı hayat hikâyeleriyle derinleşiyor.
Sadece hayatta kalabilmek için haftanın her günü çoluk çocuk tüm aile sabah hava aydınlanmadan çalışmaya giden ve akşam hava kararana kadar tarlada soğan toplayan, akşam eve geldiklerindeyse “jeneratör çalışacak mı, yemek yapabilecek miyiz, az bir zaman da olsa günün yorgunluğundan, telaşından uzaklaşıp bir ışığın altında ailecek oturabilecek miyiz” kaygısıyla yaşayan işçilerin, yapılan röportajlarda bu kısır döngüye rağmen çok ciddi bir sınıf bilincine sahip olduklarını görüyoruz.
Işığın Hasadı, Yönetmen: Esin Özalp ÖztürkDört tane soğanla çok sade bir şekilde enflasyonun yoksuldan zengine bir kaynak aktarımı olduğunu anlatabilen, çalışırken kazandıkları üç kuruş paranın ilerde yaşayacakları sağlık sorunlarının tedavisine bile yetmeyeceğini bilen, burada çalışarak büyümüş olanların kendi çocuklarının da benzer bir kaderi paylaşarak yaşamsal ihtiyaçlardan, eğitimden uzak bir şekilde bu tarlalarda gece gündüz çalışarak büyüyeceklerinin farkında olarak daha adil, eşitlikçi bir toplum isteyenlerin öyküsünü anlatan değerli bir belgesel.
Çok Kötü Bir Şey Oldu: Madımak Katliamı ve Ötesi Üzerine Bir Film
Türkiye solunun kültür sanat alanında bıraktığı boşluğun kimlikçilik ve liberalizm tarafından nasıl doldurulduğunu, bizim tarihimize ait olan önemli olayların nasıl çarpıtılarak başka bir tarih okumasına meze yapılmak istendiğini gördüğümüz, izlerken utanç duymamız gerektiğini düşündüğüm iki filmle devam edelim.
Bunlardan ilki azılı bir liberal olan Ümit Kıvanç’ın yönetmenliğini üstlendiği, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu'nun yapımcılığında, birçok Alevi kurum ve kuruluşunun desteğiyle yürütülen Madımak Katliamı Hafıza Merkezi projesi kapsamında çekilen bir belgesel.
Abdüllatif Şener, Temel Karamollaoğlu, dönemin Sivas valisi gibi eli kanlı insanların, her şeyi cumhuriyet travmasına, halkın cahil bırakılmasına, insanın şiddet eğilimine bağlayan liberal akademisyenlerin bize Madımak katliamını anlatmaya cüret ettiği, dört saat boyunca lafı geveleyen ve olayda hayatını kaybeden insanların birçoğunun solcu/komünist olduğunu ve Türkiye’nin ilerici aydın birikimini temsil ettikleri için öldürüldüklerini kasti şekilde gizleyerek son tahlilde katliamı Alevi düşmanlığına indirgeyen, olayın failleri sorulduğu zaman karanlık yüzler, derin devlet gibi soyut “odakları” işaret eden bir köylü kurnazlığı izliyoruz.
Bu belgeselin Alevi derneklerinin desteğiyle yapılması ve aklın liberal bir ajandaya teslim edilmiş olması, AKP'nin bazı toplumsal kesimleri şekillendirmekte ne kadar yol almış olduğunu bir kez daha bize gösteriyor. Buna ek olarak, bu belgeselin ardında, çok pragmatik bir kimlikçi alevilik- liberalizm işbirliği olduğunu söylemek zorundayız. Madımak katliamını Alevi düşmanlığından ibaret görmek, liberallere istedikleri sığ toplum okumasını yapma olanağı tanırken soldan uzaklaşan, gittikçe apolitikleşen Alevi kurumlarına da kimlikçi bir mücadele alanını genişletme olanağı tanıyor.
Hiçbir Şey Yerinde Değil
Yine bir çarpıtma, yine bir ideoloji düşmanlığı ve evet yine arkasında bir liberal akıl(sızlık). Tanıl Bora’nın senaryo danışmanlığını yaptığı bu filmde genç yönetmen Burak Çevik, boyunu aşan bir şekilde 8 Ekim 1978 tarihinde gerçekleşen Türkiye tarihinin en önemli siyasi cinayetlerinden birini, 7 TİP’li gencin ülkücüler tarafından öldürüldüğü Bahçelievler Katliamı’nı ele alıyor.
Hiçbir Şey Yerinde Değil, Yönetmen: Burak ÇevikFilmde döngüsel bir anlatım biçimini tercih eden yönetmenin tarih anlayışının da statik olduğunu filmi çekme motivasyonundan anlayabiliyoruz. Filme dair bir röportajında “Bu katliamların, insanların inanç uğruna başkasını öldürdüğü meselelerin tarih boyunca kendini tekrar ettiğini düşünüyorum ve filme çalışırken de bunu gördüm. HYD ile ifade etmeye çalıştığım da tam da bu döngü” diyerek tarihteki bütün ideolojik ve toplumsal mücadeleleri aynılaştırıp, tüm tarafları birbirine eşitleyen ve her şeyi basit bir kardeş kavgasına indirgeyen yönetmenimiz, aslında inanç diyerek küçümsediği birçok ideolojiden çok daha geri ve ilkel bir tarih kavrayışına sahip.
Filmde öldürülen devrimci gençlerle faşist katilleri aynı kefeye koyarak bizden iki tarafın da kendince gerekçeleri olduğunu, rollerin başka bir zaman tersi yönde değişebileceğini düşünmemizi bekleyen yönetmen, aynı röportajda “Arşiv ve araştırma tabanlı, dönemi anlama amaçlı, doğal olarak da insanı anlama üzerine bir film yapmaya çalışıyorum” ifadesini kullanıyor. ‘80 darbesi ve öncesindeki “olayları” silahlı sol ve sağ grupların çatışmasına indirgeyen bir yaklaşımın nasıl bir araştırma ve arşive dayandığını merak ediyorum açıkçası çünkü Türkiye siyasi tarihine ilişkin asgari bir okuma yapmış birinin olayın faili ülkücülerin 1960’lardan bu yana işçi hareketine, devrimci mücadeleye karşı nasıl beslenip, büyütülüp, silahlandırıldığını, devletin ve sermaye aklının buradaki rolünü görmemesi mümkün değil. Ancak yönetmenimiz tarihi okumak ve anlamak yerine sözde filmde objektif olmak kaygısıyla faşistlerle, olayın failleriyle oturup konuşmayı ve katillerin insanlığını aramayı tercih etmiş; bu tercihinde Tanıl Bora ne kadar etkili olmuştur bilemiyoruz.
Filme dair daha birçok şey söylenebilir, söylenmeye başladı da. Eminim önümüzdeki günlerde devamı da gelecektir: tarihimiz sahipsiz olmadığı gibi, geleceğe yürüyenlerin bu başlığa dair söyleyeceği çok şey de var.
Son olarak şunu belirtmek gerek: böyle bir filmin en iyi yönetmen ödülünü alması Altın Koza festivalinin temsil ettiği değerlere hiç yakışmadı. Yönetmenliğin, içeriğinden bağımsız olarak bir filmin teknik anlamda işin yapmış olmasına indirgendiği, biçimin anlamdan koparıldığı bu yaklaşım ciddi sorunlar barındırıyor. Uzunca bir dönemdir teorik-ideolojik-politik eleştiriden yoksun kalan sinemamız “ben yaptım oldu” gevşekliği ile umutsuzluk - heyecansızlık – iddiasızlık arasında salınmaya ve el yordamıyla yolunu aramaya devam ediyor.
(*) Bu noktada “Çehov’un Silahı” denilen dramatik ilke akıllara gelecektir: Rus öykü ve oyun yazarı Anton Çehov bir oyununun sahnelenişine dair ekibe yazdığı bir mektupta “Hikâye ile alakalı olmayan her şeyi kaldırın. Eğer ilk bölümde 'duvarda bir tüfek asılı' diyorsanız ikinci veya üçüncü bölümde o silah patlamalıdır. Eğer ateşlenmeyecekse o silah orada asılı olmamalıdır.” ifadesini kullanır; farklı zamanlarda yazdığı farklı birkaç mektubunda daha bu yaklaşımını ifade eder. Bu ilke çerçevesinde ve mecazi anlamda “filmde beliren tüfeğin bir vadede patlayacağının kesin olduğunu” düşünebiliriz.
/././
Oyuncağı kendisi olan çocuklar -Asaf Güven Aksel-
Nokta tanımıyor sanki bazı tarih dilimlerinde, bazı coğrafyalar. Tam “işte şurada bir nokta var” derken bir nokta daha, bir nokta daha beliriyor ve anlıyorsunuz, “devamı gelecek”…
Bazı dilimleri vardır insanlık tarihinin. İnsanlık tarihinin bazı coğrafyaları…
Bilirsiniz, Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirini. “Aldırma 128!” hitabı çalınmıştır kulaklara mutlaka. Bir teneffüs daha yaşasa, tabiattan tahtaya kalkacakken, devlet dersinde öldürülen bir parasız yatılı çocuğun okul numarasıdır. Yanlış bir soruya doğru yanıt vermiş, Mâveraünnehir’in “solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine” döküldüğünü söylemiştir en arka sırada oturduğu yerden…
Mâveraünnehir, başka bir coğrafyadır, başka bir tarih dilimidir. Ama solgun halk çocukları bütün coğrafyalarda ayaklanır, sınıflı toplumlar tarihinde devlet dersi bütün toplumlarda müfredatsızdır. Ne var ki, öldürmenin, ölmenin coğrafîliğiyle, bazı şiirleri zakkumla ören yaşıtlar ve zarfsız uçan kuşlar, farklı yoğunluklarda gözlemlenir.
ABD’nin ve İsrail’İn Filistin’de, Gazze’de, Lübnan’da ölüm kustuğu günlerde, aklıma bu şiirin, üzerinde pek durulmamış bir dizesinin gelmesinin bir sebebi olsa gerek.
Boynuna mekik oyalı mor bir yazma bağlayarak bir oğul ölümünü bastırmak isteyen baba der ki bu dizede: Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım.
Duydunuz, anladınız mı?
“Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım!”
Ne acı değil mi, oyuncağı olamamış bir çocuğu, oyuncakları olduğuna inandırmışken, bir kara mermere uzatmak…
Charlie Chaplin, “Sahne Işıkları” filminde, Calvero adlı, çaptan ve gözden düşmüş, unutulmuş bir komedyeni canlandırır. Ünlü olduğu, çok sevildiği zamanlara dönemeyeceğini, bunun artık geçtiğini bilse de, ekmeğini kazanmak için çırpınmaktadır ama, eskimiştir işte… Ancak düşlerinde… Duralım.
Şarlo kordelalarından farklı dramatik yapıdaki bu film müthiştir, ama konuyu saptırmasına izin veremeyiz. Calvero, histeri krizi geçirip intihara kalkışan bir balerini kurtarır, ama kız kendine güvenip yataktan kalkamaz bir türlü. Onu motive etmek istediği bir diyalogda, Calvero, nasıl komedyen olduğunu açıklar: Hiç oyuncağı olmamıştır.
Babası, elde tutulur oyuncağa ihtiyacı olmadığını söylemiştir. Calvero’nun bizzat kendisi, kendi oyuncağıdır da. Oyuncağının içinde olduğuna inandırmıştır. İşte Calvero, sahnelerde o oyuncakla, kendisiyle, içinden çıkanla kendisi oynamıştır aslında. Ne isterse o, ne isterse onunla. İzlemiştir başkaları, kendini eğlendiren koca çocuğu, büyüyene kadar…
Bu filmi izler Ece Ayhan, bir küçük salonda. Ve bu sahneden, bu replikten, bu olağanüstü soyutlamadan, “devletin ve tabiatın” öldürdüğü bir çocuğun şiirine dize çekecek kadar etkilenir.
Olağanüstü soyutlama. Oyuncağın kendinsin. Başka coğrafyalar, başka tarih dilimleri, her çocuk, her oyuncaksızlık,…
* * *
Bazı dilimleri vardır insanlık tarihinin. İnsanlık tarihinin bazı coğrafyaları…
Bu, bazı coğrafyalarda bazı tarih dilimlerinin, nokta işaretini tanımayışının, sanki hep varmış ve hep var olacakmış izlenimi veren çalkantıyı, kanıksamaya ve doğal görmeye başlamanın öyküsüdür.
Tekvin’in 15’inci babında Fırat’tan Nil’e bütün bir bölgenin Rab tarafından, İbrahim’e ve nesillerine vadedildiği yazılalı, daha doğrusu bu cümle, bir sosyo-politik argüman olarak ve temeline o zamanlar bilinmediğinden vadedilmemiş jeo-ekonomik olanakları yerleştirerek dolaşıma gireli o kadar uzun oldu ki. Sanki hep öyleydi. Tanımı epey belirsiz bir bölgenin, üzerinde Filistin halkının yaşadığı topraklara işaret ettiği ve İsrail’in bu kendilerine verilmiş kutsal hakkı istedikleri iddiasıyla, destekçilerine de dayanarak Filistin’e ölüm yağdırması, kısa soluklanmalar dışında öyle aralıksız sürüyor ki. Sanki hep öyle olacak. Lübnan payını alacak, Gazze silinecek, Filistin halkı sonunda bir devasa ittifaka diz çökecek…
“Böyleydi ve böyle olacak” kanıksaması, büyük çoğunlukça, ancak, şiddetin, ölümün, yıkımın ve bunlarla gelen acıların, feryatların dayanılmaz hal aldığı bir boyuta ulaştığında kırılıyor, “hayatın akıp gitmediği” dikeni etlere batıyor, can yakıyor.
Bunu da çoğunlukla oyuncaksız çocuklar sağlıyor, kendilerini, yani tek oyuncaklarını bir taşa sarıp, sahne alarak.
Oyuncakları kendileri, sapanları, taşları, muhtar çakmakları bazı coğrafyalardaki bazı tarih dilimlerindeki çocukların.
Çocuk deyip geçmeyin.
Yıllar yıllar önce, bir Amerikan generali, Vietnam’da bomba yağdırdıkları çocuklar için, “öldürülecek yaştaydılar” demişti. Öldürülecek yaşta, yani direnecek kadar büyümüş. İsrail kurmayları tekrarladı bunu Gazze’de, Lübnan’da.
Çocuk değil yani, tanka, mitralyöze, rokete taş atanlar, İsrail’ine, ABD’sine göre… Baksanıza, “intifada”ya, işgalci ordularına karşı “kral çıplak” deme cesaretiyle oyuncaklarını sunan onlardı. İntifada. Ayaklanma. İsyan.
* * *
9 Aralık 1987’de, Chaplin kendi çocukluğundan damıttığı bir sözü, Calvero olup söyledi Filistin sahnesinde.
Filistinli emekçilere, bir İsrailli yerleşimcinin kamyonu çarptı ve ölümlere yol açtı. Cenazelerdeki protestolara müthiş bir şiddetle, baskıyla karşılık verildi. İşte bu şiddete silahsız direnilirken, arkadaşlarını oyuna çağıran bir çocuğun ıslığı gibi duyuldu dünyanın dört bir yanında, atılan taşların havayı yararken çıkardığı ses. Bu sesi, kırılan el, kol, bacak kemiklerinin sesi bastıramadı. Vahşet, oyuncağın maskarası oldu, ölüm oyunbozan olsa da. “Korkarız bu bir isyandan fazlası majesteleri!”
Sonra hep, işgalciye karşı, çocukların can verdiği taşlar oldu direnişin sembolü. “Küçük generaller” denildi onlara, çocuk deyip geçmeyin…
İsrail’in, genişletelim, ABD’nin, NATO’nun dünyayı kana buladığı sıcak savaş günlerinde, etrafıma bakarken, aklıma bir Chaplin filmi sahnesi gelmesi, sanatın gücü gibi bir cılız belagate sığınabilir mi?
Hayır, hayır. Bu, sessizlikle lanetlenmiş bir sermaye egemenliği dünyasının boğuntusundan kaçış olur şu an için, inkârdan gelmeyelim.
Nokta tanımıyor sanki bazı tarih dilimlerinde, bazı coğrafyalar. Tam “işte şurada bir nokta var” demeye kalmadan, ya aşağı doğru kıvrılarak akıp virgüle dönüyor umut, ya da bir nokta daha, bir nokta daha beliriyor ve anlıyorsunuz, “devamı gelecek”…
Bunu durdurmak, bazen, o bilmem kaç yıldır süren zulmün bilançosu denince önümüze yığılan istatistiklerin, yüzölçümleri, takvim yaprakları, ölü, yaralı sakat, sürgün rakamlarına sırt çevirip, o sayısallaşmış hayatlara, insanlara, çocuklara, her biri benzersiz öykülere yüzümüzü dönmekle mümkün.
Yani bir tank paletinin karşısına dikilen bir yerden bitmenin fırlattığı taştaki oyuncağın, oyuncaksızlığın, sermaye düzeninin dünyaya hükmetmesine tam göbekten isabet edeceği zaman umuduna bakarak.
Bazı coğrafyalarında insanlık tarihinin, “toprak vadedilmişlik”ten farklı dinsel motifler de yaygındır ve şekillendiricidir. Bunlardan en yaygın olanlarından birinde de, karşılarındaki filler ordusuna sahip işgalciyi, gagalarında taşıdıkları taşları yağdıran kuşların da yardımıyla yenenler anlatılır ne de olsa.
Ebabiller, gerçek hayatta, pençe yapıları nedeniyle tüneyemeyen, ömür boyu sürekli uçmak zorunda olan kuşlardır.
Filistin’in çocukları ömür boyu kendilerini kendi oyuncakları yapmak zorunda mı peki? Yapısal mı bu? Kaçınılmaz kader mi?
Sanki hep böyle olacak kanıksaması, bir yanılgıdır. Zulmün bu kadar uzun bir zaman dilimine yayılmasıyla gelen bu sessiz kabullenme, hiçbir dala konup dinlenemeyeceklerin direnişinin büyümesiyle, taşların çoğalmasıyla sona erecek. Tarihin de bir nokta işareti vardır ve kendini gösterir bir gün.
Ha, belki o gün, dünya sahnesinde bir Calvero gösterisi olur, uvertürüne ayağa kalkmış balerinin çıktığı. Biz de alırız “küçük generalleri” e, arka kıç cebimizde hınzır sapanlar gizli, çocuk matinesine gider, ağız dolusu güleriz…
/././
Filistin mücadelesi AKP cenahını karıştırdı -Yiğit Günay-
Bir yanda İran baskısı, diğer yanda AKP’nin ikiyüzlü işbirlikçiliği… Bir yanda ABD’yle ilişkiler, diğer yanda komünistlerin basıncı… İslamcılar Filistin konusunda ne diyeceklerini bilemiyor.
Türkiye siyasetinde şu an en önemli tartışma başlığı, İsrail’in saldırganlığı. Gazze işgali bir yılı doldurmaya yaklaşırken İsrail’in suikastları, İran’ın füzeli yanıtı ve Lübnan’ın şimdiye kadar İsrail açısından tam anlamıyla fiyasko olarak görünen işgali, konuyu ülkenin bir numaralı gündem maddesi yaptı.
Hükümetin “İsrail’in hedefinde Türkiye var” çıkışı ve bunu “iç cepheyi tahkim etmeliyiz” diye sürdürmesi, Meclis açılışında da buna uygun “helalleşmeler” ve “selamlaşmalar”ın sahnelenmesi, gündemin önemini perçinledi.
Peki, “iç cepheyi tahkim etmek” isteyen AKP, kendi dar cephesinde, yandaş medyada birlik sağlayabilmiş durumda mı?
Hayır. Son beş gündür yandaş medyada kafa karışıklığı hakim. Henüz doğrudan isim verilmese dahi birbirlerinden alıntılar yapıp laf sokmalarla ilerleyen polemikler, köşelere sirayet etmiş durumda.
Öyle ki, görünüşe göre, hükümet de bir noktada yandaş medyaya müdahale etmek ve İran’la ilgili manşetleri değiştirmek durumunda kaldı.
Nedir bu tartışmanın parametreleri? Türkiye sermayesinin yayılmacı eğilimi, İran’la rekabet açısından Şii düşmanı mezhepçilikle kol kola giriyor. Fakat bu, Filistin’le dayanışma başlığında İran hattının eylemlerinin yarattığı “peki biz ne yapıyoruz” baskısıyla çarpışıyor. İsrail karşıtlığının yanında dile getirilen ABD karşıtlığında esip gürleyenler, konu Kürecik Radar Üssü ve NATO üyeliği, İsrail’le istihbarat paylaşımına gelemeden suskunluğa bürünüyor.
‘Kağıttan kaplan’ iddiası, yerini ‘danışıklı dövüş’ uydurmasına bıraktı
Yandaş medya, Filistin meselesini hiç gündemden düşürmedi. Fakat yapılan haberler, genel olarak “insani trajedi” ve içi boş bir “İsrail kınayıcılığı”yla sınırlı kalıyor, Türkiye’nin ne yaptığı ve ne yapabileceğine pek dokunmuyordu.
Ta ki, İran’ın rolü merkezi bir yer alana kadar.
İsrail’in İran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi öldürmesi, ardından Lübnan’da Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ı öldürmesi, AKP cenahının bir kısmında içten içe sevinçle karşılandı.
Sevincin ardında, iç içe geçmiş olarak, Türkiye’nin yayılmacı politikaları nedeniyle İran’la girilen rekabetle, Türkiye’deki islamcılığın Şii düşmanlığı iç içe geçmişti.
AKP cenahında düşünce üretimi iki farklı düzeyde seyrediyor: Biri, daha ciddi yaklaşımlar, başta gazete köşeleri olmak üzere, yazılı biçimde dile getiriliyor. Bunların reytingi düşük. Toplumda az olan okuma alışkanlığı, islamcı cenahta iyiden iyiye kaybedilmiş durumda. İkinci düzey, aslında düzeysizlik: Genelde televizyon ekranlarından dile getirilen, “kahvehane muhabbeti” niteliğinde, kitle konsolidasyonu ve biraz da kişisel pazarlama amacıyla yapılan üst perdeden atıp tutmalar.
Bu ikinci düzey, Nasrallah’ın öldürülmesinin ardından, “İran anca boş yapar, göstermelik işlerle geçiştirir” türküsü tutturmuştu. 1 Ekim akşamı İran’ın İsrail’i balistik füzelerle vurmasının ardından bu türkü, yerini “Hiçbir İsrailli’nin burnu bile kanamadı, bir tek gariban Filistinli öldü” şeklinde alaylara bıraktı.
Sanıyorum en trajikomiği, eski askerliğinden mütevellit bu denli cehaleti beklemeyeceğiniz Cihat Yaycı’nın televizyon ekranlarından zikrettikleriydi. Yaycı, Beyaz TV’de, “İran, İsrail’e harp başlığı olmayan füzelerle saldırdı. Füze geldi, düştü, toprakta çukur açtı, o kadar. Füzedeki patlayıcı o kadar az ki, füzenin kendisini bile patlatamıyor. İran’la İsrail arasındaki ‘cambaza bak’ savaşı çok nettir. İsrail’e alan açıyorlar” dedi.
Bunu şuna benzetebiliriz: Gece uyuyorsunuz, eve hırsız giriyor, yatak odanıza geliyor, kafanıza silah dayıyor, tetiği çekiyor, tık, boş. Yaşıyorsunuz ve “Silahta mermi bile yok, patlamıyor” diye dalga geçiyorsunuz.
Bir dahakine doldururlar.
Yaycı’dan örnek verdiğimiz argümanın düzeysizliği, düzeysizlikte bir Türkiye markası olan Misvak’ta karikatür çıkmasıyla tasdiklendi.1 Ekim saldırısı, sonradan ortaya çıktığı üzere, sanılanın ve İsrail propagandacılarının çabalarının aksine, İsrail’in askeri tesislerine belli oranda zarar verdi. Ama İsrail ve Batılı ülkelerde esas konuşulan, hasardan ziyade, kapasiteydi: İran, İsrail’i vurabildiğini ortaya koydu. Füzelerin başlıklarını değiştirmek kolay, esas mesele, füzeyi ulaştırmak. Cihat Yaycı ve benzerleri akıllarınca alay ededursun, İsrail ve Batı kara kara düşünüyor.
Ama AKP cephesindeki esas tartışmalar, zaten bu düzeyde yürümüyor. Ciddi yorumcular, olayı çok daha derin boyutlarıyla ele alıyor.
Tekfircilik: Sadece müslümanlığın değil, Suriyeliliğin bile tasdiki Kılıçarslan’ın takdirinde
1 Ekim günü çıkan Yeni Şafak gazetesini okumak, islamcı cenahtaki kafa karışıklığını çırılçıplak görmek için yeterli olanağı sağlıyordu. İran’ın saldırısı o akşam yaşandı, dolayısıyla, yazılar kaleme alındığında henüz İran, İsrail’e yanıt vermemişti.
Ama uzun zamandır olduğu üzere, tüm AKP destekçileri, “sürekli konuşuyoruz da, biz ne yapıyoruz” baskısını, İsrail’in Lübnan saldırılarının ardından iyiden iyiye hisseder haldeydi.
Bir uçta, İsmail Kılıçarslan var. Kılıçarslan, kendi cenahının yetersizliklerine ufak dokundurmalarının üstünü, sınırsız bir İran ve Şii düşmanlığıyla örtmeye çabalıyordu. Sünni İslam dünyasının “perişan halde” olduğu tespitini yapan Kılıçarslan, çuvaldızı kendilerine, hançeri İran’a batırıyordu:
“Sünni İslam dünyasının bu perişanlığına ve Körfez ülkelerinin bu rezilliğine karşın bugün ‘Şii İslam dünyası’ diye bir olgudan söz edebiliyor muyuz peki?
Olgu olarak evet ve elbette. Ama gelinen noktada İran’ın kaptanlığını yaptığı ‘Şii İslam dünyası’nın İslam ile bir ilgisi kalmamış görünüyor.
Yahut Nasrallah. Görüntüleri görmüşsünüzdür. Azez’de tatlı dağıttı Suriyeliler Nasrallah’ın ölümünü kutlamak için. Niçin oldu bu? Çünkü o Suriyelilerin ya annesi, ya babası, ya kardeşi, ya eşi ama mutlaka bir sevdiği Hizbullah kurşunuyla öldü de, ondan oldu.
Yazık ki İran, bu hareket birliğini sağlamak şöyle dursun, bu hareket birliği sağlanmasın diye elinden geleni ardına koymayan bir emperyalist-yayılmacı politikayla hareket ediyor. Kör değilsek görürüz bunu.
(...) Sünni İslam dünyası ‘ölümden öte köy yok’ deyip tarihsel kodlarına dönmeye hep daha yakın duruyor. Emperyalistler de tam bu yüzden Pers-Şii yayılmacılığıyla değil, Sünni İslam dünyasıyla yürütüyorlar kan davalarını.”
Kılıçarslan, tekfircilik kartını oynuyor, Şiileri kafir ilan ediyordu. Bu arada, Suriye bahsinde de çaktırmadan Şii Suriyelileri Suriyelilikten aforoz ediyordu.
Ancak Kılıçarslan başkalarına “kör değilsek görürüz” derken, kendisini en büyük körlüğü icra ediyordu: Emperyalistlerin “Şii yayılmacılığıyla” değil Sünni dünyasıyla mücadele ettikleri bakan göz için mutlak olarak şüpheli.
Ama esas körlük Suriye konusunda. Suriye’de Sünni cihatçıların cephesini Türkiye’yle birlikte ABD, İsrail, AB ve Körfez Arap ülkeleri destekliyordu. Para, silah, eğitim, ne ararsanız ABD-İsrail onayıyla, Sünni dünyası eliyle veriliyordu.
Suriye cephesinde Türkiye’nin yıllarca ABD-İsrail’le müttefik olduğu gerçeğini, mezhepçi yaklaşım ısrarla örtmeye çalışıyordu.
Aynı günkü Yeni Şafak’ta bir diğer örnek, Ersin Çelik’ti. Çelik de İran ve Hizbullah’la mesafe tayini için Suriye türküsünü tutturuyor, muhalefete ABD-İsrail desteğinden tek kelime söz etmiyor, sonra da ABD karşısında dik durmadığı için İran’ı suçluyordu:
“Hatırlayalım, 2011’de Suriye’de başlayan protestoların silahlı direnişe dönüşmesinin ardından muhalif gruplar kısa sürede Esed rejimini köşeye sıkıştırmayı başarmıştı. Ancak İran, yayılmacı politikasının jeopolitik simgesi olan ‘Şii Hilali’nin Suriye’ye dayanmasının kadük kalmaması için Esed’i devrik lider olmaktan kurtardı. Haliyle Suriye’de Sünni bir idarenin başa gelmesi de önlenmişti. Bunun için bölgeye binlerce Şii milis sevk edildi. Arka planda ise Hasan Nasrallah’ın komuta ettiği Hizbullah güçleri vardı. Nasrallah’ın 2013 yılında, Esed muhaliflerine karşı yaptığı “cihat çağrısı” açıkça mezhep savaşıydı. Sünni oldukları için kaç çocuk katledildi, kaç kadına tecavüz edildi, kaç köy yakılıp yıkıldı bilmiyoruz fakat Hizbullah muhasarası altındaki şehirlerde açlıktan ölenlerin feryatları göklere yükseliyordu.
İran’ın animasyonlu tehditleri, "sert açıklama" tiyatroları sosyal medyaya sadece mizah malzemesi üretiyor. Lakin İran’ın, son birkaç ayda içeride ve dışarıda verdiği onca üst düzey kayba rağmen Amerika ile İsrail’e karşı tek bir hamle yapmaması tüm Müslümanları temsil eden bir acziyet değil midir?”
Hatırlayalım, o günkü yazılar, İran’ın füze saldırısından önce yazılmıştı. Tamer Korkmaz da Yeni Şafak’ta “Türkiye ne yapıyor” diye sorgulamadan, “İran’ın ne yapmadığından” dem vuruyordu, yanıtını 24 saat içinde almak üzere:
“Ya İran; her defasında ne yaptı? Siyonist İsrail’in her bir devasa saldırısının, katliamlarının ardından ‘intikam’ sözleri sarf etti… Esti, gürledi; ne var ki, İsrail’e hiçbir karşılık vermedi! Neticede ‘ne olduğunu’ hep birlikte gördük mü? Maalesef, gördük!”
Ama Yeni Şafak’ın o günkü yazısında, Mehmet Metiner, gazetenin diğer köşe yazarlarına cepheden karşı çıkan bir yazı kaleme almıştı.
Nasrallah’ın öldürülmesinden sonra “düğmeye basılmışcasına İslamcı-muhafazakar mahallede birilerince tekrar İran düşmanlığının tedavüle sokulmaya başlandığını” belirten Metiner, mezhepçi kampa ağır sözlerle saldırıyordu:
“Nasrallah’ın ölümüne tıpkı İsrailliler gibi sevinenler oldu. Filistin davasında Hamas ile Hizbullah bir cephede. Ne Hizbullah Hamas’ın Sünniliğini ne de Hamas Hizbullah’ın Şiiliğini sorun olarak görüyor.
Ama Hamas’ı savunanlardan kimileri nedense Hizbullah’ı zaman zaman düşmanlaştıran bir dil kullanma yoluna gidebiliyor. Bu eğilim Hamas’ın geliştirip derinleştirmek istediği anlayış hattına fena halde zarar veriyor ve son kertede İsrail’in işine yarıyor.”
‘Yakarsa İsrail’i komünistler yakar’
Tüm bu tartışmanın bir yerinde, komünistlerin Filistin konusundaki sözünün yarattığı baskı da vardı. O sırada komünistler THTM öncülüğünde tüm yurtta NATO karşıtı kampanya örgütlüyor, İncirlik’e yürüyor, NATO’nun İsrail’e desteğini faş ediyor, AKP oluruyla İzmir’e demirleyen ABD gemisini protesto ediyordu.
Bu nedenle AKP dış politikası için kapsamlı bir mesafe tayini girişiminde bulunduğu 18 Eylül tarihli yazısında Nedret Ersanel, şu notu düşmek zorunda hissediyordu: “Burada NATO konusuna da çok istismar edildiği için yer açalım; Türkiye’nin NATO’dan ayrılması, ‘madem öyle’ diyerek ele alınabilecek bir konu değil. Türkiye kazanımını koruyacak…”
Filistin direnişine sahip çıkarken ABD emperyalizmine de cepheden tavır alan komünist yurtsever pozisyonun, özellikle AKP iktidarının hâlâ Kürecik’ten İran füzelerinin yerini tespit etmesi, NATO üzerinden eldeki istihbaratı İsrail’le paylaşması, İsrail ordusunun can damarı Azeri petrolünün Türkiye üzerinden gönderilmesine göz yumması gibi İsrailci politikaları da yüzlerine vurarak yarattığı basınç, 1 Ekim günkü Yeni Şafak’ta kendisine “şakayla karışık” yer bulmuştu.
Mehmet Şeker, “Yakarsa şu İsrail’i komünistler yakar” başlıklı yazısında, asparagas olan “Kim Jong Un’un İsrail’i tek hamlede yok edeceği” haberinden hareketle “Et ulan! Et de hep beraber peşine düşelim! Nasılsa Müslüman ülkelerden bir kıpırtı yok. Yakın zamanda olacak gibi de görünmüyor. Zaten yakarsa şu İsrail’i komünistler yakar. Bizde de bir miktar komünistlik var eskiden beri. Katkımız olur belki” diye latife ederken, özünde kendi cephesini iğneliyordu.
Esas darbe Salih Tuna’dan: ‘Zilletin başlangıcı Suriye iç savaşı’
1 Ekim günü Yeni Şafak sayfalarındaki bu tartışmaya diğer uçtan gelen katkı, Yeni Şafak değil, Sabah gazetesinin aynı günlü nüshasında yer aldı.
Salih Tuna, “Ya zillet ya istiklal” başlıklı yazısında, mezhepçileri karşısına alırken meselenin düğümlendiği Suriye iç savaşına işaret ediyordu:
“Arap Bahar'ının hazan baharına dönüştüğü, Mısır'dan Suriye'ye kadar her şey İsrail'in istediği gibi geliştiği dönemde Netanyahu kabinesine, ‘Sakın sessinizi çıkartmayın…’ diyordu. Zira İsrail için işler tıkırındaydı.
Biz de ‘Suriye iç savaşı’ başladığında dilimiz döndüğünce Suriye'nin tuzak olduğunu anlatmaya çalıştık. Karşılığında tehdit ve hakaretten başka bir şey görmedik. Merhum Sezai Karakoç da ‘Batı, İslam dünyasına yönelik nihai işgali yapmak ve son darbeyi vurmak peşindedir’ demişti, ‘Öyle bir işgal ki, bir daha İslam'ın dirilişi vaki olmasın, İslam haritadan silinsin. Hadise budur. Tehdit hatta tehditten de öte içinde yaşadığımız gerçek budur…’
‘Suriye iç savaşı’ işbu trajik gerçekliğin başlangıç safhası oldu.
Yazık ki yazık mezhep taassubu Suriye'de vahşete dönüştü. Müslümanlar arasında onulmaz yaralar en çok Suriye'de açıldı.”
Salih Tuna, hem Türkiye’nin hem İran’ın Suriye’de ABD ve İsrail’in tuzağına düştüğünü vurguluyordu.
Tuna ertesi gün, 2 Ekim’de mezhepçi kampa yönelik salvolarına devam etti. Önce Hürriyet yazarını hedef aldı:
“İki gün önce iktidarı destekleyen arkadaşlarımızdan Abdulkadir Selvi, faşist Netanyahu'nun 80 ton bombayla yaptığı katliam için şunu yazabildi: ‘Hizbullah'ın ilk halkasını oluşturan yönetimin tamamını etkisiz hâle getirdi…’
Ne demek etkisiz hâle getirdi? Soykırımcı faşist İsrail'in saldırdığı hiçbir hedef için "etkisiz hâle getirdi" diyemeyiz. Velev ki o hedef uzaylı olsun.”
Tuna, ardından, “danışıklı dövüş” tezini savunanlara salladı:
“Hele hele ‘danışıklı dövüş’ konusunda o denli uzmanlaşmışlar ki İsrail, Hizbullah'ı bire kadar kırsa da, bu acar kardeşlerimize kimsecikler "danışıklı dövüş" olmadığını yutturamaz. Gelgelelim, bunlardan daha dikkatlileri de yok değil.
Her ‘oyunu’ şappadak gören, her ‘komployu’ itinayla çözen bu kardeşlerimize çok şey borçluyuz. Mesela, İsrail Gazze'de binlerce çocuğu paramparça ederken ola ki unuturuz endişesiyle İran'ın şeytanlıklarını her daim bize hatırlattılar. O kadar ki, İsrail'den çok İran'a bilendik... Hakları ödenmez.”
Sabah yazarı, yazısının sonunda, bir gün önce İsmail Kılıçarslan’ın başını çektiği “Pers yayılmacılığı” tezini diline doladı:
“Bu arada, Hasan Nasrallah'ı katlettikten sonra ‘İsrail'in ulaşamayacağı hiçbir yer yoktur’ diyerek tüm bölgeyi tehdit ettiği geçen günkü konuşmasında, İran'ı halihazırdaki yönetimden kurtarıp Pers dönemindeki hâllerine dönüştüreceklerini dile getiren soykırımcı Netanyahu, ‘Yahudi halkı ile Pers halkı sonuna kadar barış içinde olacak…’ dedi, iyi mi?
Hayır yani, biz burada İran'ın ‘Pers milliyetçiliği’ yapmasından şekvacıydık, faşist Netanyahu da İran'ın Pers milliyetçisi olmadığından mustaripmiş. Hay Allah!”
Füze saldırısına ilk tepki ya düzeysizlik ya hayalcilik oldu
2 Ekim tarihli yazılarda, 1 Ekim akşamı İran’ın yaptığı füze saldırısı, pek de bilgi sahibi olmadan ele alındı. Bir de AKP hükümeti yetkilileri, “İsrail’in esas hedefi Türkiye” tezini ortaya atmıştı. Hükümet, Filistin’in yanında durmayışının İran’la kıyaslanınca arz ettiği uygunsuzluğu, politik bir söylemle aşmaya çalışıyordu. İslamcı kalemler, yanıt üretmeye çabalıyordu.
Bazı çabalar, çabacıların yüzeyselliğinin de payıyla, pek acınasıydı.
Hilal Kaplan, Sabah’taki köşesinde çok derin bir analiz yapıyor, “Karşımızda akıllı politikacılar mı var ki İsrail'den sağlıklı kararlar almasını bekliyoruz? İsrail, Türkiye'ye saldırabilir mi? Sapkın bir terör örgütü olduğu için evet” diyordu.
Akif Beki, Karar’daki köşesinde erken bir Cihat Yaycı performansı sergiliyordu: “Ama İran'dan, beklenen gürlükte tepki yok. Provokasyona gelmiyor. Dün akşamki gibi yasak savmak için, utanma belâsına ve yine önden haberli attıkları füzelerle, kimsenin burnunu kanatmadan mı düşmanı cezalandıracaklar?”
İran karşısında Türkiye’nin pasifliği tablosunda, aynı zamanda Filistin davasında çıkış arayan bir politik yanıt denemesi, Star’da Selahaddin Çakırgil’den geldi. Çakırgil, kendisinin de “hayal” olduğunu itiraf ettiği çözümü, İslam ülkeleri arasında AB benzeri bir konfederasyon kurmakta buluyordu:
“Çare yine de bulunabilir.. Bugün 'Haçlı+Siyonizm' saldırganlığının karşısında, bu oldukça buhranlı durumda, dünyada yeni dengelenmelere vesile olabilecek bir 'konfederasyon' yöntemi bile etkili çare olabilir.. 'İslam Birliği ideali' için, yakın bir gelecekte hayalci olmamak gerekse de, ilk planda, özellikle Türkiye, Pakistan, İran, Mısır ve daha sonra da, katılmak isteyen diğer ülkelerin, Avrupa Birliği örneğinde olduğu üzere, iç hukuklarında serbest; uluslararası hukuk açısından ise, devlet niteliklerini devam ettirerek; ama, ortak dış siyaset, ortak savunma, ortak pasaport ve ortak para birimi gibi konularda bir 'konfederasyon' kurarak, 500 milyonu aşan bir nüfusla, dünya dengelerini zorlayacak büyük bir güç oluşturmaları bir ihtiyaç değil, bir zarurettir..”
Hükümet tehlikeyi fark etti, söylem değiştirmek için müdahale etti
3 Ekim tarihli yandaş gazetelerin manşetleri, AKP’nin İran’la dalga geçen veya düşmanlık üreten söylemin kendi eylemsizlikleri yüzünden başlarına bela açacağını fark ettiğini ortaya koyuyordu.
Müdahale gelmişti. O gün Türkiye gazetesi “Zarar değil moral verdi”, Akit “Yenilmez İsrail algısı yıkıldı”, Sabah “Kubbe delindi İsrail panikte” manşetiyle çıktı.
Muhtemelen Beştepe müdahalesi önceki gün görece geç bir saatte gelmişti. Zira Türkiye gazetesinin manşetten verdiği haberde aslında Suriyeli bir cihatçıdan görüş alınmış, Hizbullah’a saldırılmıştı. Haber okunduğunda, başta yola böyle çıkılmadığı, sonradan kimi siyasi vurgularla “yine de İran’ın saldırısı iyi oldu” hissinin habere yedirildiği anlaşılıyordu.
O günün en uç yazısını Sabah’ta Haşmet Babaoğlu kaleme aldı. Babaoğlu, bölgedeki karışıklık karşısında “fırsat bu fırsat” dedi, Türkiye’nin güney sınırlarını yapay ilan etti ve Irak ve Suriye’nin işgal edilip, “yeni Misak-ı Milli”nin yaratılmasını savundu.
Madem İsrail ezelden Türkiye düşmanıydı, sen ne yaptın?
4 Ekim’den itibaren köşe yazılarındaki vurgular, İsrail’in esas hedefinin Türkiye olduğu tezinin altını doldurmaya yönelik oldu.
Aydın Ünal, Yeni Şafak’taki köşesinde kadim bir düşmanlıktan dem vuruyordu:
“İsrail’in “vadedilmiş topraklar” hayalini uzak ya da imkânsız bir ihtimal gibi görenler olabilir; Türkiye’nin esas sorunu da bu. Türkiye, kurulduğu 1948’den bu yana İsrail’in saldırılarına maruz kalıyor ve bu saldırılarda ağır bedeller ödüyor. Yapılan her askeri darbe, ülke içindeki birçok kışkırtma, Türkiye ekonomisine yönelik çoğu operasyon, Türkiye’nin büyümesini durduran kimi müdahaleler İsrail’in bölgedeki güvenliğini tesis etmek amacıyla, Siyonistler eliyle gerçekleştiriliyor.
Türkiye’de iktidarı Gezi, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimiyle düşüremeyen İsrail, şu günlerde, en azından meşgul etmek adına Türkiye’ye yeni operasyonlar deneyecektir.”
Sıkıntı şuradaydı: Bu tarihin önemli bir kısmında Aydın Ünal Erdoğan’ın yanıbaşındaydı, konuşmalarını kaleme alıyordu, ve AKP hükümeti İsrail’le çok iyi ilişkiler geliştirmekle gurur duyuyordu.
Zaten AKP cephesinin bu tartışmada en fazla sıkıştığı noktalardan biri, lafa gelince çok dillendirilen emperyalizm karşıtlığının, fiiliyatta koca bir yalan olmasıydı. Birçok İslamcı yazar, 6. Filo olayındaki tutumu “kara leke” görüyor, bunu açıkça yazıyordu. İzmir’deki ABD gemisini komünistler protesto ederken AKP’nin sessiz kalması, bu tarihsel gerçeği bir kez daha hatırlatmıştı.
Amerikancılıkla mesafelenme arayışında komünizmle mücadele kartı
Komünistlerin pozisyonunun baskısı, İsmail Kılıçarslan’ın 5 Ekim yazısında kendisini apaçık ortaya koydu. Kılıçarslan devrimcileri artık tarihdışı “Rusyacılık”la eleştirirken, kendi geleneğinin Amerikancılığını da dile getirmek zorunda kaldı, AKP’nin sahiplendiği NATO’cu Menderes’i tekfir etti:
“Bir yandan CHP’nin Halkevleri, Rusya’nın ‘doğal yayılım alanı’ haline gelirken bir yandan Komünizmle Mücadele Dernekleri, Amerika’nın operasyon sahasına dönüşmüş mesela. Menderes’in berbat ötesi Amerikancılığı da İnönü’nün “ortanın solu” zırvası da hep bu ‘konsept’ ile ilgili olmuş.
İran İsrail’e füze attığında ‘işte büyük ülke böyle olur’ diye tek bir Siyonist öldürmeyi başaramayan emperyalist İran’ı, katil sürüsü Hizbullat’ı savunmaya geçen köpekleri de; ‘İsrail ile Türkiye’nin arasında ne sorun var kardeşim?’ diyen köpekleri de; güya Türkçü görünüp İsrail’e her türlü desteği verip servis yapanları da görüyoruz çıplak gözle artık.”
Kılıçarslan’ın göz ve görme takıntısının arkasında, hipermetropi olduğu anlaşılıyor. Zira Türkiye’deki islamcı geleneğin kökeninde duran Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin ve dahi Menderes’in ABD’ciliğini görürken, burnunun dibindeki AKP’nin ABD’ciliğini göremiyor.
Tartışma sürüyor. AKP cephesi, Filistin meselesinde tutarlı bir söz üretemiyor.
Salih Tuna, 5 Ekim’deki yazısında Fatih Altaylı ve Sabri Uzun’a çaktıktan sonra, sözü yine kendi cenahındaki mezhepçilere getiriyor: “Benim bildiğim, haset ruhu kemirir. Öyle ki girdiği bünyeyi zillete düşürmeden bırakmaz.”
Tuna, zilletin Suriye İç Savaşı’nda başladığını düşünüyor. Oysa hem Filistin meselesinin hem de Türkiyeli islamcıların kırıklarla dolu Filistin davası karnesinin tarihi, bundan çok daha eski.
Filistin meselesine, mezhepçi olsun olmasın, din ekseninden bakanların kaybetmeye mahkum olduğu, islamcı cenahta hâlâ anlaşılmış değil.
Ama esas olan Filistin’le İsrail arasındaki meselenin bir sınıf mücadelesi olduğunun, Türkiye’nin İsrail’le işbirliğinin arkasında sermayenin çıkarlarının bulunduğunun, kapitalizme karşı çıkmadan emperyalizme karşı durulamayacağının anlaşılması…
O anlaşılmadıkça, Filistin meselesi islamcıların ayakkabısının içine kaçmış taş olmayı sürdürecek. /././
Yetki Turizm Bakanlığı'na verildi, imar şartı kaldırıldı: Ormanlara otel kondurmak kolaylaştırıldı -Yusuf Yavuz-
Orman parklarında imar planı şartı aranmadan yapılaşmanın önünü açan düzenleme, sahil kentlerindeki orman arazilerinde yeni bir yağma aracı haline geldi.
Türkiye, sahip olduğu coğrafi özellikler nedeniyle üç ayrı kıtanın bir özeti gibi. Anadolu’nun eski kaynaklarda "Asiaminor" yani küçük Asya olarak anılması, siyasi anlamının dışında tek başına Asya kıtasının özelliklerini barındırabilmesinden kaynaklıdır. Batıdan doğuya doğru giderek yükselen bir coğrafyaya sahip olan Türkiye, 6 binden fazla dere, yüzlerce irili ufaklı göl, ulu nehirleri besleyen 25 büyük su havzası, sıradağlarla çevrili verimli büyük ova ve meralar, her bölgede farklı ağaç ve bitki türlerini barındıran ormanlara sahip.
Anabasis: Batıdan doğuya adım adım yükselen coğrafya
Sokrates’in öğrencilerinden biri olan Ksenophon’un, Anabasis: “Onbinlerin Dönüşü” adlı eseri önemlidir. Eser, Pers kralı Artakserkses ile Kyros arasındaki taht savaşında (İ.Ö. 401-400) Kyros’un yanında savaşa katılan Spartalı kuvvetler ile paralı askerlerin Anadolu’da bir araya gelmelerini ve doğuya doğru İran topraklarına geçişlerini anlatır. Anabasis’in, yukarıya doğru yükselme, tırmanma anlamlarına geldiği söylenir. Geçekten de Anadolu coğrafyasının farklı yükseltilerde olması ve ortalama yüksekliğinin bin metrenin üzerinde bulunması bu toprakları her yönden daha çarpıcı kılıyor.
Sardes'ten Kunaksa'ya giden yolda Anadolu notları
Bir savaş muhabiri ve seyyah gibi Kyros’un yanında taht savaşına katılan Yunan paralı askerlere günümüzde Manisa’nın Salihli ilçesinde bulunan Sardes kentinden başlayıp Güney Mezopotamya’da Babil’in kuzeyindeki Kunaksa’ya kadar eşlik eden Ksenophon, kitabında, batıdan doğuya giderek yükselen Anadolu coğrafyasına ilişkin çarpıcı gözlemleri içeren notlar aktarmıştır. Nehirler, ormanlar, bozkırlar ve Torosların zorlu dağ geçitleri ile bugün çoğu unutulup giden dönemin görkemli, zengin kentleri anlatılır kitapta.
Geçmişte doğunun zengin kralları, paralı Yunan askerlerini kullanarak taht savaşları yaparken zenginlik doğudaydı. Büyük İskender’i Anadolu’dan Babil’e, İran’dan Mısır’a, Afgan dağlarından Hindistan’a götüren de bu zenginlikti. Bu zenginliğin temelinde yatan şey de coğrafya ve biyolojik zenginlikti. Ama en önemlisi bu zenginliği nimet bilip akıllıca yönetebilmekti.
Coğrafya bir bütündür, bölünemez
Tarihi coğrafya ile kültürel ve biyolojik coğrafyayı birlikte özümseyip algılamadan bugün üzerinde yaşadığımız toprakları doğru tanıyıp yönetmek mümkün değildir. Anadolu coğrafyasının üç ayrı kıta özelliği barındırmasının ne anlama geldiğini yeterince kavramadan bir gelecek inşa etmek mümkün değildir. Birçok üründe adeta tekel konumunda olabilecek ülkeyi, tarımsal ürün ithal eder konuma düşürmek, ancak bu bütünlüğün doğru anlaşılmamasıyla açıklanabilir.
Türkiye’de korunan alan ve doğal varlıkların yönetimi birçok yönden sorunlu işliyor. Özellikle “doğal kaynak” dememeyi seçiyorum. Çünkü kaynak denildiğinde kullanımında yarar görülen her şey akla geliyor ve sınırsız bir iştaha konu oluyor. Doğal varlık, aslında insanı da içine alan geniş bir varoluşu kapsıyor ve bütünün bekasına işaret ediyor. Günümüzde insanın bizzat kendisi de bir “kaynak” olarak görülürken, şirketlerin insan kaynakları bölümlerinde bile doğal kaynakları tüketmek üzere projeler üretilmesi olağan karşılanıyor.
Suyu, ormanı ve toprağı betona boğan yönetim anlayışı
Son 20 yıldır meralar, dereler, ormanlar, kıyılar ve koylar toz duman içinde yağmalandı. Türkiye özellikle 2010’lu yıllardan itibaren dünyada en çok iş makinesi ithal eden, en çok çimento ve beton üreten ülkelerin başında geldi. Su kullanım anlaşmaları ile dereler 49 yıllığına özel şirketlere tahsis edildi. Zeytinlikler yazlık konutlara, otellere açıldı; ormanlar madenciliğe, meralar yapılaşmaya. Tarım arazilerine apartman dikip Ukrayna’dan buğday, Pakistan’dan pirinç, Çin’den kuru fasulye, Kanada’dan mercimek ithal ettik. Cumhuriyet tarihinde ilk kez saman ve kuru ot ithalatı bu dönemde yapıldı.
Kiyleler coğrafyadan koparıldı
Eğer bugün mevsiminde dünyanın en pahalı meyve-sebzelerini, etini tüketiyorsak, doğal varlıkların ve tarımsal üretimin kötü yönetilmesinden dolayıdır. Tüm bu yıkımlar yapılırken enerji ve madencilik iktidarın en çok kullandığı bahanelerin başında geliyordu. Özet olarak “zengin kaynakların yoksul bekçisi mi olalım?” diyordu iktidarın en yetkili ağızları. Halkın bir kısmı da bu propagandayı sahipleniyordu. Kadim su hakkına el konulan halk, “enerjide dışa bağımlılıktan kurtulacağız” propagandasının taşıyıcısı haline getiriliyordu. Öyle ki Lozan Anlaşmasıyla madenlerin çıkarılmasının 100 yıl engellendiği bir madde olduğu yalanı bile karşılık buldu. Bu sürecin en dramatik yanı ise, bu propaganda sayesinde bir parçası olduğu coğrafyadan koparılan kitlelerin kentlerde ucuz işgücüne ve yıkım politikaları üretmek için yönlendirilebilen potansiyel seçmenlere dönüştürülmesiydi.
Orman yağmasında yeni sihirli kavram: Orman Parkları
İktidar tarafından yayılan bu söylemlerden biri de turizm alanında yaşanıyor. Turizmin bacasız sanayi ve cari açığı kapatan bir sektör olduğu fikri sürekli işleniyor. Havaalanından inen yolcu sayısıyla ölçülen kitlesel turizm, ülkenin hem doğal varlıklarının daha hızlı tüketilmesine hem de kamuya ait arazilerin ve ormanların “kamu yararı” bahanesiyle tıpkı su konusunda olduğu gibi ormanların da 49 yıllığına şirketlere devredilmesine yol açıyor.
1980’li yıllardan bu yana kamu arazilerinin turizme tahsisi birçok tartışmaya, çeşitli davalara konu oldu. Ancak son yıllarda bu tahsislere yenileri de eklendi. Orman Parkları, büyük ölçekli orman arazilerinin ranta açılmasının yeni bir yolu oldu. “Park” kavramı buradaki sihirli kelime. Düz bir orman arazisinde yapamayacağınız işleri, başına ya da sonuna park eklediğinizde yapabilir hale geliyorsunuz.
Orman arazilerine 100-400 yatak kapasiteli oteller yapılabilecek
"Orman Parkı" tanımı, daha önce "Mesire Yeri" olarak anılan orman arazileri için getirilen yeni bir tanım. Mayıs 2022’de çıkarılan Orman Parkları Yönetmeliği, orman arazilerinin konaklamalı ve konaklamasız olarak kiraya verilmesini düzenliyor. Kiralama süreleri 20 yıl. Sahilde olmayan arazilerde imar planı şartı da aranmıyor. Örneğin arazi sahilde değil ama deniz manzaralı bir orman arazisindeyse imar planı aranmaksızın binlerce metrekarelik yapılaşmaya gidebilirsiniz. Ortalama 100 ila 400 yatak kapasiteli bir otel kullanım yoğunluğunu konaklamalı orman parkı adı altında, altyapısı olmayan orman arazilerine taşıyabilirsiniz. Üstelik de bunu “halkın doğayla buluşmasını sağlamak ve rekreasyon ihtiyacını karşılamak” gibi "masum" bir gerekçeye dayandırabilirsiniz.
Ormanı park yapmak değil, park yapıp orman yaratmak önemli
Doğayı parklaştırmak yerine parklar düzenleyerek yeni doğal alanlar yaratmak daha doğru bir yöntem iken, mevcuttaki doğal ormanların başına ve sonuna park kelimesi ekleyerek yapılaşmasını sağlayarak insan baskısına yol açmak çok kötü bir doğal alan yönetimi biçimi. Bir tür kolaycılık ve kısa yoldan köşe dönme hastalığına ilaç üretme yolu.
Antalya Alanya’daki İncekum Tabiat Parkı’nın ortasında "Wome Deluxe" adıyla bir tesettür oteli yapılması çarpıcı bir örnek. Trabzon’daki ünlü Uzungöl de, Fethiye’deki Ölüdeniz de, Burdur’daki Salda Gölü de tabiat parkı vasfında olan doğal alanlar. Bu alanların kullanımındaki özensizliğin yarattığı sonuçları tartışmaya gerek bile yok. Bu nedenle orman parkları kavramı da yeni Uzungöller yaratacak bir işleyişe sahip.
Yönetmelik Turizm Bakanlığı'na tahsis yetkisi veriyor
Orman Parkları Yönetmeliği’nin 18. Maddesi, bu alanların Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tahsisini düzenliyor. Bu maddeye göre turizm bölgeleri içinde olup olmadığına bakılmaksızın eğer bir ilçenin denize kıyısı varsa konaklamalı orman parklarının tescillerinin ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bildirilmesi gerekiyor. Bakanlık uygun görmesi halinde 60 gün içinde bu alanları tahsis edebiliyor. Aynı maddenin 3. Fıkrasında ise “Kültür ve Turizm Bakanlığına tahsisen verilen orman parklarının alanları hiçbir şekilde imar uygulamalarına konu edilemez” deniliyor.
Eski Bölge Müdürü Yılmaztürk: 'Sıra ormanlara geldi'
Özellikle Antalya bölgesindeki Orman Parkı tahsisleri bugünlerde gündemde. Konuyla ilgili haberlerimizin ardından Önceki Doğa Koruma ve Milli Parklar 6. Bölge Müdürü Andan Yılmaztürk bir değerlendirme yaptı.
Antalya, Isparta ve Burdur illerini kapsayan DKMP 6. Bölge Müdürü olarak görev yapan Yılmaztürk, bu illerin sınırları içindeki korunan alanların yönetiminden sorumluydu. Orman parklarıyla ilgili yönetmelik değişikliğini yorumlayan Yılmaztürk, geçmişte A,B,C tipi mesire yerleri tanımının yerine konaklamalı konaklamasız orman parkı tanımının getirildiğini belirterek şunları dile getiriyor:
“Esas sıkıntı konaklamalı orman parkların bu yönetmelikle turizm bakanlığına geçmesi ve turizm mevzuatına göre bu alanların tahsisli kiralamayla peşkeş çekilme tehlikesi. Orman mevzuatına göre ihale şartı vardı. Biz bu alanları ihalesiz vermiyorduk. Bu, ucu açık ve tehlikeli bir konu. Kültür ve Turizm Bakanlığı, bu yönetmelikle ‘turizm alanı’ dışındaki yerlere de el koyuyor. Benim asıl korkum turizme geçince yapılaşma sınırının kaldırılması. Her tarafı bitirdiler şimdi sıra ormana geldi.”
Düzenleme keyfi kiralamaların önünü açabilir
Orman teşkilatının her kademesinde yıllarca görev yapan Adnan Yılmaztürk, ormancıların daha mevzuatçı ve ihalesiz kiralamaya taraftar olmadığı için daha önce yönetmeliğe “ihale ile kiralanır” ibaresinin konulduğunu belirtiyor. Yönetmelik değişikliği ile orman parklarının tahsis yetkisinin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na verilmesi keyfi kiralamaların da önünün açılması anlamına geliyor. Bakanlık “uygun” görürse, uygun gördüğü kişilere ihalesiz olarak tahsis edebilecek.
250'si konaklamalı 1857 Orman Parkı var
Sessiz sedasız yürürlüğe sokulan yönetmelik değişiklikleri ile orman arazilerinden rant devşirmenin yolu açılırken ilgili kurumların konuya bakışı daha çok ziyaretçi sayısı ile sınırlı. Türkiye’de 2023 yılı verilerine göre 1857 adet Orman Parkı var. Bunların 250 adedi konaklamalı, geri kalanı ise günübirlik kullanıma yönelik. Bu alanların toplam yüzölçümü ise 32 bin hektarlık bir alanı kaplıyor. Bir başka deyişle 320 bin dekar. Bu yıl içinde yapılan tahsislerle rakamların daha da arttığını söylemek mümkün.
Artvin'de can aldı, Antalya'da yeni kiralamalar gündemde
Önümüzdeki günlerde Antalya, Mersin, Ankara ve Artvin’de yeni kiralamalar gündemde. Antalya’da Kaş-Pınarbaşı, Kemer-Selçuklu Av Köşkü, Konyaaltı Gökdere ve Döşemealtı-Yukarıkaraman bölgelerinde Ekim ayı içerisinde Orman Parkı olarak yeni kiralamalar yapılacak.
Geçtiğimiz ay Artvin Cankurtaran’da işlenen cinayet de konaklamalı Orman Parkı ihalesini alan bir şirket yetkilisinin alandaki ağaçları korumak isteyen halka silahlı saldırısı sonucu yaşanmıştı.
Kaş Bezirgan köyünde orman parkı olarak kiralanan alanda yöre halkı eylem yaptı, tahsisin iptalini istedi.Hem Tarım ve Orman Bakanlığı’nın hem de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ilgili yönetmelikle ilgili acilen yeni düzenleme yapması ve orman alanlarının turizm uğruna ranta açılmasının önüne geçecek, korumacı çerçevede bir düzenleme yapması gerekiyor. Aksi durumda bu yağma iştahı ve halkın buna yönelik tepkisi yeni gerilimlerin tırmanmasına, hiç istenmeyen olayların yaşanmasına neden olabilir.
/././
Sahaflar Çarşısı(XXVI)-Yürek gerekir anadilini satmamak için: Hamzatov'un dağları...-Özkan Öztaş-
Sahaflar Çarşısının bu haftaki buluşmasında Resul Hamzatov'un 'Benim Dağıstan'ım' kitabından Sovyetler Birliği'ndeki kültürel devinime doğru yola çıkıyoruz.Sovyetler Birliği'ni ve oradaki halkların kardeşçe yaşaması bazen masallardaki anlatılara benziyor. Bu masalın destansı; destansı olan her şeyin de gerçekçi olmasını sağlayan biraz da bu yaşanmışlıklara denk gelen tanıklıklar ve anlatılar.
Resul Hamzatov da onlardan biri. Küçük bir dağ ülkesinden koskoca Sovyetlere sesini duyurmuş bir halk ozanı.
Yusuf Şaylan'la birlikte bu hafta bu Sovyet halk ozanını konuşacağız. Kimileri tarafından çok sevilen, kimileri tarafından belki hiç bilinmeyen, diline, dağlarına ve kültürüne aşık bir Sovyet ozanı, Hamzatov.
Yusuf Şaylan'ın Hamzatov'a olan hayranlığı belki başlı başına bir yazı konusu. Kitaplarımızın ve söyleşilerimizin konusu ne olursa olsun heybesinde eksik etmediği Hamzatov şiirleri ile şairin adını bir şekilde yaşatıyor Yusuf Şaylan. Hamzatov'un yine Mazlum Beyhan tarafından Türkçeleştirilen Dağ Irmağı, Akılsız Su ismini taşıyan minik şiir derlemesini ise kutsal bir kitap gibi yanında taşıyor çoğu zaman.
Gülümsüyor buluştuğumuz an. "Bu adam yakınımızmış gibi, dostumuz, ağabeyimiz sanki. Ne bileyim böyle candan bir arkadaş, dost gibi. Okurken kendinden hissediyorsun. Çok benziyoruz be! Dağlarımızla, yaşanmışlıklarımızla. Hatta küfür ederken de severken de çok benziyoruz Kafkas halklarına." diye başlıyor söze. Hamzatov için de "Elimde olsa öyle bir imkan, gerçekten herkese okutmanın bir yolunu bulurum bu kitabı. Her şey bir yana o küçücük dağ ülkesinin nefes aldığı koca Sovyetleri ne güzel anlatmış bir bilsen." diyor.
Şaylan bunu nadir söyler. Bir gün elinde sihirli bir değneği olursa, sabaha her uyananın baş ucunda bir Hamzatov kitabı belirecek sihrini yapmaktan çekinemeyeceği kadar seviyor ve övüyor şairi.
Daha önceki buluşmalarına bir heybe dolusu kitapla gelen Yusuf Şaylan'ın bu sefer iki kitap var önünde. Biri "Benim Dağıstan'ım" diğeri de küçük bir şir kitabı olan Dağ Irmağı, Akılsız Su kitapları. Gözlüğü gözünde heyecanla bekliyor.
"Haydi başlayalım" diyor.
Başlıyoruz.
Resul Hamzatov'İki annem var benim. Biri Sovyetler'
8 Eylül 1923 yılında Dağıstan’ın bir Avar köyü olan Tsada’da dünyaya gelir Hamzatov. Kitabında da bahsediyor bu ayrıntıdan. "Çoğu insan gösteremez tek seferde Dağıstan diyarını" diye dertleniyor. Hazar Denizinin kuzeyinde, Gürcistan'ın doğusunda bir dağ ülkesi Dağıstan. Ekim Devrimi'nden sonra Lenin'i ziyarete giden Dağıstanlılar girişteki komiserlere söylerler Dağıstan'dan geldiklerini. Çoğu bilemez neresi olduğunu. Lenin'in odasına geçtiklerinde de bu durumdan duydukları rahatsızlığı dile getirirler Dağıstanlılar. Lenin de gülümser ve elini haritaya götürür tek seferde. "İşte burası Dağıstan" der. Parmaklarıyla telefonun tuşlarına basar ve sorumluları arar, telefonda anlatır Dağıstan'ın nerede olduğunu. Sonra da girişe bir Kafkas haritası astırır.
Tutkuyla, aşkla, büyük bir iştahla sahip çıktığı anadili Avarcanın en tanınmış yazarıdır Hamzatov. Bazı şiirleri, Rusçaya çevrilen şairin birçok eseri bestelenmiştir aynı zamanda. Bazıları Kızıl Ordu Korosu tarafından icra edilmiş hatta.
Halk ozanı geleneğinden gelir. Babası da şairdir. Yusuf Şaylan burayı anlatırken "Bakar mısın? Hamzatov’ un ilk kitabı 1943 yılında Avar dilinde yayınlanmış. Yani daha 20 yaşındayken. 1943 senesini düşünsene. Sovyetler nasıl bir cehennemin içinde. İkinci Dünya Savaşı'nda en zor en nazik dönemlerinde çarpışmalar. Ama Sovyetler esirgememiş bir dağ ülkesindeki genç şairin üretimlerini, yayınlamış kitabı. Hamzatov'un bu şiirleri Raymond Paus, Yuri Antonovi, Aleksandr Pahmutov gibi ünlü kompozitörler tarafından bestelendi" diyor.
Bu ayrıntıların her biri kıymetli. Altını çize çize, üzerinde dura dura anlatıyor her birini. Ama en ilginç olanlarından biri de süt annesinin hikayesi.
Hamzatov daha kundakta bebekken taşınıyorlar bir yerden bir başka yere. Yolda annesi rahatsızlanınca Resul Hamzatov da anne sütünden mahrum kalıyor. Hamzatov'un imdadına bir süt anne yetişiyor. Hamzatov bu durumu "Benim iki annem var. Biri annemdir. Beni bu dünyaya getiren. Diğeri, ikincisi de annem. Sütüyle bana can veren ve en zor zamanda imdadıma yetişen" diyor. Tıpkı Dağıstan gibi, Sovyetler gibi diye de ekliyor. "Biri beni bu dünyaya getiren Dağıstan. Diğeri de can veren, büyüten, zor zamanda imdada yetişen Sovyetler. İki annem vardır benim" diye anlatıyor.
Anadili
Resul Hamzatov'u ne anlatır derseniz anadiline ve kültürüne olan sevgisi diyebiliriz. Sovyetler Birliği'nde bu rezonansın nasıl kurulduğunu anlamak için ise harika bir metin Benim Dağıstan'ım kitabı.
"Anadilini satmamak için yürek gerekir" diye başlıyor söze Hamzatov. Avarca yazdığı metinlerin yanı sıra diğer Dağıstan dillerinin çoğunu da biliyor ve konuşuyor. Dağ ülkesidir Dağıstan ve Dağ Hükümeti tüm dillere sahip çıkar. Aralarında Avarca, Lakça, Çeçence, Kumukça gibi yerel dillerin olduğu on beşe yakın dil konuşulur.
Bu ayrıntıyı şu sözlerle anlatıyor Yusuf Şaylan:
"Bir ara Dağıstan'a gazeteciler geliyor. Ebutalip başta olmak üzere tüm Dağıstanlı yazarlar, şairler buluşuyor. Gazetecilerin arasında uluslararası basından olanlar da var. Hatta Amerikalı bir gazeteci de... Herkes sorular soruyor yazarlara. Ama en çok merak edileni bu kadar dili nasıl konuştukları.
Sonra Amerikalı yazar 'Peki öne çıkan tüm dilleri içeren ortak bir dil var mı?' diye soruyor. Dağıstanlılar şaşırıyor. Verilen cevap ise çok kıymetli. Bir elin parmakları nasıl sararsa bir silahı, işte tüm diller öyle sarıyor ülkemizi diyorlar. 'Kabzayı tutan başat parmak hangisidir? Elin kendisi değil midir yoksa?' diye cevaplıyorlar."
Yusuf Şaylan burada duruyor ve gözlerimin içine bakıyor. "Müthiş değil mi? Niye illa bir dil konusunda uzlaşı olması gereksin ki? Halklar kardeşçe yaşayınca işte bak böyle güzelce anlaşabiliyorlar" diye ekliyor. "Sovyetleri hep koca bir sanayi ülkesi , büyük savaşların kahramanı olarak okuduk. Bu yetmez. Bu küçük ayrıntılardadır Sovyetler. Bak adı Ebutalip olan bir köylü şairin Sovyetlere olan hayranlığında yatar sosyalizmin başarısı" diyor heyecanla.
Hamzatov anılarında Fidel'in 1963 senesinde Sovyetler Birliği gezisi sırasında Kafkasya'ya gelişinden de söz eder. Burada geleneksel Kafkas kıyafeti giyen Fidel "Bunun neden düğmesi yok" diye sorar. "Kılıç çekerken vakit kaybetmemek için" cevabını alınca şaşırır. "Tam gerillalara yakışan bir kıyafetmiş desenize" der ve güler.'Lenin Caddesinde Türkiye'den gelen bir Avar'
Kafkas halklarının bir özelliği birden çok dili konuşması ise diğeri de yaşadıkları göç, sürgün ve kırımlar olmuş. Nereye giderseniz gidin, Kafkas halkından birilerine denk gelirsiniz mutlaka. Adigeler, Karaçaylar, Balkarlar, Kabardeyler, Avarlar, Çeçenler, Laklar ve daha nicesi...
Ekim Devrimi olunca Kafkas halkları dillerine ve kültürlerine gelecek zarardan korkmuşlar her şeyden önce. Ama yıllar içinde Sovyetlerin kültürleri önceleyen politikalarını görünce şaşırmış her biri. Bu dönem Çarlık dönemine hiç benzemiyormuş çünkü. Yıllar sonra Dağıstan'ı gezmeye gelen Türkiyeli bir Avar buradaki sokakların isimlerini ve heykelleri gördükçe de şaşkınlığını gizleyememiş.
Yusuf Şaylan Türkiye'den gelen Avar'ın şaşkınlığına dikkat çekiyor. "Bak adamcağız o kadar geziyor. Sokaklardaki Dağıstanlı isimleri, o kültürün önde gelenlerini görünce şaşkına dönüyor. Ancak en büyük şaşkınlığı Lenin Caddesi'ndeki heykel oluyor. Caddede yürürken Hamzatov'un babası Hamzad Tsadasa'nın heykelini görüyor. Gözleri doluyor. Hamzatov adama 'Git bunları Türkiye'deki Avarlara anlat lütfen' diyor. Adamın cevabı çok ilginç biliyor musun. 'İnanmazlar ki. Gelip görmesem ben de inanmazdım zaten' diyor.
Sovyetler Birliği'nin Kafkas halklarının ve onun anadillerine olan katkısı ve emeği kitabın her sayfasında başka bir örnekle anlatılıyor. Ama en ilginç karşılaşma iki güreşçinin minderde kavgası oluyor. İki Avar, biri Dağıstanlı diğer Türkiyeli güreşçi olimpiyatlarda karşılaşıyor. Sovyetleri temsil eden Dağıstanlı, Türkiye'den gelen güreşçiyi yere serince Türkiyeli güreşçi basıyor küfürü. "Ne küfür ediyorsun kardeşim. Spor, spordur işte" diyor Dağıstanlı. Türkiye'den gelen Avar ise şaşkınlıkla bakıyor. İkisi de Avarca konuşuyor çünkü. Bu iki sporcunun bir birine sarılıp kucaklaşması ise spor tarihinde ilginç bir hikaye olarak kalıyor.
'Hangi dilde konuştu oğlum? Avarca mı?'
Hamzatov anılarında Paris'teki bir Avar'ın hikayesini anlatıyor. Savaş yıllarında öldü sanılan ama Paris'ta yaşadığı ortaya çıkan bir Avar'ı gördüklerinde şaşırıyorlar. Sonra da konuşuyorlar uzun uzun.
Paris'ten Dağıstan'a döndüklerinde de ailesini buluyorlar. Oğulları öldü sanan aile büyük bir heyecan ve şaşkınlıkla dinliyorlar olayları. Çocuklarının yaşadıklarını, Fransa'da olduğunu öğreniyorlar. Sonra anne dayanamayıp soruyor, "Hangi dilde anlaştınız? Avarca mı konuştu?" diye.
Başını öne eğiyor Hamzatov. "Hayır, tercüman aracılığıyla konuştuk. Ben Avarca o Fransızca" diye karşılık veriyor. Annesi ise başını çeviriyor. "Oğlum sandığımdan da önce ölmüş demek" diyor.
Anadili ve kültürel devinim Dağıstanlılar için çok kıymetli. Tüm kitapta bunların önemi ve Sovyetlerin buraya dair mesaisi dikkat çekiyor. Hamzatov Dağıstan'ın kalbinden çıkıp tüm Sovyet halklarına şiirler okumuş bir halk ozanı olarak terazide duruyor. Sabit ayağı Dağ ülkesinde diğeri ise tüm Sovyetleri geziyor.
Faşizme karşı savaşta turnaların öyküsü
"Resul Hamzatov'u anlatarak bitiremeyeceğiz" diyor Şaylan gülerek. Sonra "2003 senesinde öldü. Keşke tanışma şansım olsaydı. Ellerini tutsaydım" diye ekliyor.
"Şairi anlatabilmenin gerçekten sınırları var. Okurların Benim Dağıstan'ım kitabını bulması, baskısı tükenmiş bu eser gerekirse çoğaltarak elden ele yayması gerekir" diyor Yusuf Şaylan. Kitabın Türkiye'deki ilk baskısı da Aziz Nesin'in yayınevinden çıkmış. Yani Nesin'in de emeği var Hamzatov'un kitaplarında. "Ama Türkçeye daha fazlası çevrilebilir. Keşke Rusça bile arkadaşlar buna bir el atsa" diye serzeniyor Şaylan.
"Ama bak esas hikaye başka. Turnalar hikayesini anlatarak bitirelim" diyor. Gözlüğünü masaya bırakıyor ve anlatıyor:
"İkinci savaşın en zor zamanları. Sovyetler can veriyor insanlığı ayakta tutmak için. Faşizme karşı adeta bir insanlık nöbeti tutuyor. Milyonlarca insanın ölmesini kabul etmiyor insan vicdanı. Hamzatov da vicdanlı bir adam. Şiir yazıyor ölen Kızıl Ordu askerlerine. Turnalar şiirini... Şiirinde ölen her askerin aslında bir turnaya dönüştüğünü ve aramızda dolaştığını, yitip gitmediğini söylüyor.
Bolşevikler garip adamlar vesselam. Dağıstan'daki bu şiiri tutup bulmuşlar. Üstüne bir de beste yapmışlar. Turnalar ağıdı işte böyle çıkmış ortaya."
Gözleri hafif nemli Şaylan'ın. "Böyle işte" diyor. Gözlüğünü kılıfına kalemini de kınına koyup toparlanıyor yavaştan. "Hamzatov'u ne kadar anlatsak da tamamlayamayız zaten" diyor gülümseyerek.
Haftaya bir başka kitapta buluşmak üzere vedalaşıyoruz.
/././
Savaş sonrası edebiyat ve iki roman -Oğuz Gemalmaz-
Savaşın ve yıkımın ne olduğunu İlk büyük savaşta görüp de dehşete düşenler, yirmi yıl sonra bir ikincisinin yolda olduğunu bilemezlerdi elbette. Ama yaşamlarına bir korku eşlik ediyordu artık.
"Kitapların bazıları kısmen okunmalıdır; bazıları çok merak etmeden okunmalıdır; ve çok azı ise tamamen, dikkatle ve özenle okunmalıdır." -Francis Bacon-
Erich Fromm, Sağlıklı Toplum adlı eserinde, Victor Cherbulliez’in, İsa’dan Önce 1500 ile İsa’dan sonra 1860 yılları arasında sürekli barışı sağlamak amacı ile sekiz binden fazla barış antlaşması imzalandığını, ama bunların ortalama iki yıl sürdüğünü söylediğini yazar.
1.Dünya Savaşı ile insanlık ilk defa bu büyüklükte bir yıkımı yaşıyordu. Bir yakınını yitirmeyen, evi yanıp yıkılmayanların sayısı çok fazla değildi, ama asıl büyük yara insanlarda yarattığı ruh hali idi. Geniş kitlelerde baş gösteren korku, güvensizlik karışımı ruh halleri, insanlığın geleceğine en büyük tehdidi oluşturuyordu. Fromm aynı eserinde “...birçok ruh hekimi ve ruhbilimci bütün bir toplumun aklının başından gidebileceği fikrini kabul etmek istemez. Bir toplumdaki akıl sağlığı sorununun, kültürün uyumsuzluğa düşmesinden değil de, “uyumsuz” birkaç bireyin bulunmasından doğduğuna inanılır” der. Savaşın ve yıkımın ne olduğunu İlk büyük savaşta görüp de dehşete düşenler, yirmi yıl sonra bir ikincisinin yolda olduğunu bilemezlerdi elbette. Ama yaşamlarına bir korku eşlik ediyordu artık. Sokağa her çıktıklarında, bir bombanın her an patlayacağı korkusunu yaşıyorlardı. Bu durumdan hoşnut olanlar da vardı. Sattığı silahlardan elde ettiği kazancının keyfini yaşıyorlardı onlar.
Savaş, bilinen dünya ekonomik, politik, toplumsal konjonktüründe de önemli değişikliklere yol açtı. O güne kadar tek egemen dünya sistemi olan kapitalizmin karşısına geçen sosyalizm, 1917 Ekim Devrimi ile Çarlık Rusya'sını tarihe gömüp, Sovyetler Birliği olayını gündeme getirdi. Bu geliş hem dünya insanlarının önünde yeni bir seçenek olarak beliriyor, hem de dünyanın iki kampa ayrılması sürecinin ilk adımını oluşturuyordu. Aynı savaş sonrası koşulları, İtalya'da da tırmanan sosyalist harekete bir antitez olarak faşizmi egemen kıldı. Akıl dışı ve insanlık değerlerini aşağılayıcı fikirlerden oluşan faşist ideoloji, Benito Mussolini adlı eski bir sosyalistin önderliğinde İtalya'da zafere ulaşırken, dünyanın başına uzun yıllar dert olacak bir cini de şişeden çıkarıyordu. Bu toplama fikirlerin kurumsallaşarak önce İtalya’da, ardından Almanya’da egemen olmasının nedenlerinin araştırılması, tarihçilere, sosyologlara ve psikologlara bırakılacak bir konu. Biz Savaş Sonrası Edebiyat’a odaklanalım.
Savaş, sanat ve kültür etkinliklerine de etki yapmıştı. Erich Maria Remarque'in Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Im Westen Nichts Neues) romanı savaşın tam ortasında iken, Francis Scott Key Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby (Great Gatsby) romanı da savaşın dışında idi. Ama iki roman da savaşın etkilerini sunuyordu okura ve her ikisi de Savaş Sonrası Edebiyat ürünü idi.
Kağıdın icadı, insanlık tarihindeki önemli gelişmelerden birisi olduğu gibi, bir anlamda, bir dönüm noktasıdır da. Kağıt bulununca kitap da yazılmaya başlanır. Dünyanın ilk kitabının M. S. 868 yılında yazıldığı biliniyor, kitabın adı ‘Diamond Sutra’. Diamond Sutra, dini içerikli bir kitaptır ve Buda'nın öğretilerini kapsar. Kitaplar tarihi anları ve olayları kaydeder. Bugün Kitaplar E Kitap olarak okuyucuya sunulsa da aynı işlevi görmeye devam etmektedirler ve her türlü bilgiyi, düşünceyi yıllarca saklayabilmektedirler. Kültürler, tarih, sanat, inançlar, topluma ve bireye ait her türlü birikim kitaplar sayesinde bizlere ulaşır. Ele aldığımız Savaş Sonrası Edebiyat bize yaşanan savaşlardan arda kalanları anlatır.
Savaş Sonrası Edebiyat, genellikle savaşın bireyler, toplumlar ve insanlık üzerindeki etkilerini konu alır, savaşın travmatik deneyimlerini, yıkıcı sonuçlarını, savaştan kaynaklanan acıları, kayıpları, toplumların yeniden inşa sürecini ve toplumsal değişimleri yansıtır ve yıkılmış toplumların yeniden doğuş süreçlerine odaklanır. Yazarlar, savaşın fiziksel yıkımının yanı sıra psikolojik etkilerine de odaklanırlar. Savaşın insanlık üzerindeki etkilerine, vicdan muhasebelerine ve ahlaki ikilemlere değinirler ve umutsuzluk ve karamsarlığın yanında, yenilenme ve diriliş umutlarını da ele alırlar
Savaş sonrası edebiyatta öne çıkan yazarlar: Erich Maria Remarque, Birinci Dünya Savaşı'nın dehşetini ve askerlerin yaşadığı psikolojik zorlukları ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ adlı eserinde işler.
Heinrich Böll, Almanya’da İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra insanların yaşadığı zorlukları, travmaları ve suçluluk hissini ‘Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru’, ‘İlk Yılların Ekmeği’ ve ‘Babasız Evler’ gibi eserlerinde anlatır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, köylü ve aydın ilişkisi ile savaşın etkilerini ‘Yaban’ romanında anlatır. Savaş sonrası Ankara’nın dönüşümünü, yeni Türkiye’nin oluşumunu ise ‘Ankara’ adlı romanında işler.
Halide Edib Adıvar, Kurtuluş Savaşı'nı, halkın direnişini ve ulusal mücadeleyi ‘Ateşten Gömlek’ ve ‘Vurun Kahpeye’ eserlerinde anlatır. Reşat Nuri Güntekin, savaşın ve savaş sonrası toplumsal çöküşün bireyler üzerindeki etkilerini ‘Çalıkuşu’ ve ‘Acımak’ adlı eserlerinde işler. Ömer Seyfettin, Balkan Savaşları sırasında yaşanan acıları, savaşın bireyler üzerindeki etkilerini ‘Beyaz Lale’ ve ‘Diyet’ öykülerinde anlatır.
Kemal Tahir, Türkiye’deki siyasi olayları ve savaş sonrası toplumsal dönüşümleri ‘Kurt Kanunu‘adlı eserinde işler. Orhan Kemal, savaş sonrası ekonomik sıkıntıları, işçi sınıfının ve fakir halkın mücadelesini ‘Murtaza’ ve ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ adlı eserlerinde anlatır. Yaşar Kemal, Türkiye’nin kırsal kesimlerinde yaşanan zorbalık ve eşkiyalık gibi toplumsal sorunları, savaşın Anadolu halkı üzerindeki etkilerini ve halkın direnişini ‘İnce Memed’ serisinde ele alır.
Ben, Savaş Sonrası Edebiyat ile ilgili çok önemsediğim ve çarpıcı örnekler olarak gördüğüm iki roman üzerinde duracağım.
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Im Westen nichts Neues), Erich Maria Remarque ve Muhteşem Gatsby (The Great Gatsby), Francis Scott Key Fitzgerald
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Alman yazar Erich Maria Remarque tarafından yazılan ve 1928'de yayımlanan bir romandır. Savaş Sonrası Edebiyat’ın önemli eserlerinden birisidir.
‘Bu kitap ne bir şikayet ne de bir itiraftır. Sadece savaşla yok edilmiş bir nesilden söz etmek istemektedir. O insanlar bombalardan ve mermilerden kurtulmuş olsalar da! ‘
Roman, I. Dünya Savaşı'na asker olarak katılan liseli öğrencilerin yaşadıklarını ve savaşın korkunç koşullarını detaylı betimlemelerle, arkadaşları Paul Bäumer'in gözünden anlatır ve savaşın dehşetini ve anlamsızlığını işler. Remarque, bu eserle savaşın romantik ya da kahramanca bir tarafının olmadığını gösterir.
Remarque, savaşın gerçek yüzünü abartıya kaçmadan, savaşa katılanların yaşadığı fiziksel ve zihinsel acıları olduğu gibi ortaya koyar. Bu gerçekçi anlatım tarzı, okuyucuya savaşın dehşetini tüm çıplaklığıyla hissettirir. Askerlerin siperlerdeki yaşam mücadelesi, açlık, hastalık ve sürekli ölüm tehdidi altında geçen hayatları anlatılır bu romanda.
Remarque, savaşın kahramanlıkla ilişkilendirilmesini sorgular ve savaşı bir insanlık trajedisi olarak ele alır.
Romanda, savaşa katılan genç neslin bir daha eski hayatlarına dönemeyeceği, yaşadıkları travmanın onların tüm hayatını şekillendireceği vurgulanır.
Roman, savaş karşıtı edebiyatın en önemli örneklerinden biri olarak kabul edilir. Yayımlandığı dönemde büyük bir yankı uyandırmış, birçok ülkede savaş karşıtı hareketlere ilham vermiştir. Ancak, Almanya’da kitap sansürlenmiş ve Remarque, 1930 yılında çekilen Batıda Yeni Bir Şey Yok filmine karşı duyulan düşmanlık, cezai soruşturmalar ve NSDAP'nin kışkırtmalarından sonra 28 Kasım 1932 gecesi Almanya’dan ayrılır. Ocak 1933'te, Hitler'in Şansölye olarak atanmasından bir gün önce de Almanya'yı tamamen terk eder ve o andan itibaren Porto Ronco'da yaşamaya başlar.
Hitler'in Şansölye olarak atanmasının ardından Batıda Yeni Bir Şey Yok filmi Almanya'da yasaklanır. Remarque'ın kitapları da ‘zararlı ve istenmeyen edebiyat’ olduğu gerekçesiyle yasaklanır ve Mayıs 1933'te yakılır. 1938'de Remarque, Reich Vatandaşlık Yasası uyarınca Alman vatandaşlığından çıkarılır.
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, savaş sonrası edebiyatın en etkileyici örneklerinden biri olup, savaşın hem bireyler hem de toplum üzerindeki derin izlerini anlatması açısından evrensel bir temaya sahiptir.
Romanda kahramanlar yok. Sadece kendi üstünlük sanrısına kapılan ve kendi yıkımına zemin hazırlayan bir ulus var. Bu durum aslında günümüzde de hala güncel.
Paul Bäumer’in savaşa katılışı öğretmeninin dolduruşlarıyla başlar. Masum ve hevesli olan Paul ve sınıf arkadaşları, okul müdürlerinin kendilerine zaferin yakın olduğunu söylediğinde ona inanırlar. Öğretmenleri onlara, “Kaiser, Tanrı ve Vatan” için savaşan Demir Gençlik (Eiserne Jugend) olduklarını söyler. “Vatan için ölmek onurdur” der. Burada aklıma Brecht’in okuldaki bir ödevinde yazdıkları geliyor. Brecht az kalsın okuldan uzaklaştırılıyordu bu nedenle. Brecht ödevinde, Horace’in “şerefli ve hoştur ülke için ölmek” dizeleri üzerine şöyle yazar:
“Ölmek her zaman can yakar, ister yatakta, ister savaş alanında. Ancak kuş beyinliler, hayatlarını canı gönülden vermekle övünürler, nitekim ölüm yaklaştığında da ilk kaçanlar onlardır.”
Savaşın gerçekleri öğretmenlerin söylemlerini yerle bir eder. İlk bombadımandan sonra Paul bir kenara çekilir dalgın ve düşünceli bir şekilde bayat ekmeğini yer ve sonra ölen arkadaşlarının kimlik kartlarını toplamak için ayağa kalkar. Paul, insanlığını bir nebze olsun korumak için mücadele eder, ancak bu cehennem ortamından geri dönüş olmayacağını anlar.
Paul bir haftalık izinle eve gönderilir. Annesinin kanser olduğunu ve babası da dahil olmak üzere kasaba halkının savaşı desteklediğini ve savaşın korkunçluğu hakkında hiçbir şey bilmediklerini görür. Çevresindeki herkes ona cepheyi, askerleri sormaya başlar. Paul, “Ben söylesem bile anlamayacaklar” diye düşünür. Kasaba halkının cahil vatanseverliği Paul’u kızdırır. Aslında haklıdır, cephenin acısını, kanını ve vahşetini böyle bir cümle ile anlatmak mümkün olmadığı için cephede her şey yolunda demekle yetinmektedir. Hasta annesini, evini ve mahallesini tekrar bırakıp cepheye geri dönmek zorunda kalır.
Birçok savaş hikayesinden farklı olarak, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok her iki tarafı da haklı çıkarmaya ya da duygusallaştırmaya çalışmaz. Erich Maria Remarque, 1927'de romanı yazmaya başladığında, savaş deneyimini gazeteci gözüyle yazmayı amaçlar ve böylece gerçekçi bir hikaye ortaya çıkar. Paul ve arkadaşlarının Fransızlara karşı kişisel bir düşmanlığı yoktur. Savaşmaları emredildiği için savaşırlar ve ölmek istemezler. Kitaptaki en çarpıcı bölümlerden birinde Paul, bir çatışmanın ortasında kalır ve bir top mermisi çukuruna düşer. Orada saklanıp her şeyin geçmesini bekleyeceğini ve kurtulacağını zanneder ama aynı zamanda düşmanın çukura girmesi ihtimaline karşı elinde bıçakla bekler. Bir Fransız askeri de çukura düşünce, bıçağını onun boğazına saplar. Adamın ölümü saatleri bulur ve can çekişen adam Paul’u psikolojik olarak etkiler. Saatlerce yavaşça ölen Fransız’ın yanında yatar ve sonunda suçlulukla, "Bu tüfekleri ve üniformayı atarsak sen benim kardeşim olabilirdin" der. O adamla çukurda geçirdiği saatler kitapta çok çarpıcı ve detaylı bir şekilde ele alınır.
Bu bölümdeki samimiyet, romanı uluslararası bir bestseller yapar.
Alman askerleri açlıktan kırılmakta ve kış yaklaşıyor. Paul’un liseli arkadaşlarının bir çoğu ölmüştür. Ateşkes söylentileri var. Savaş bitmek üzereyken, Paul, tam bir kelebeğe dokunmak isterken silahla vurulur ve ölür.
Roman, sinemaya da uyarlanmış ve 1930 ve 2022 yıllarındaki filmler büyük ses getirmiştir.
Kitap 1930’da Universal Pictures’ın kurucusu Carl Laemmle’nin dikkatini çeker. Laemmle, Berlin’e giderek Remarque ile tanışır ve kitabın haklarını satın alır. Yapımında hiçbir masraftan kaçınılmayan film, seyirciyi savaşın sesleri ve görüntüleriyle içine çeken güçlü bir sinematik deneyim sunar. Film En İyi Film Akademi Ödülü'nü kazandığında, Laemmle bu filmin dünyayı, insanlığı yok etmekten vazgeçireceğine inanmıştı.
Muhteşem Gatsby
Muhteşem Gatsby romanı, Francis Scott Key Fitzgerald tarafından yazılmış ve genellikle Savaş Sonrası Edebiyat kapsamında değerlendirilen bir eserdir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemi yansıtır. Roman, 1925 yılında yayımlanmış olup, Amerika'da savaş sonrası dönemde yaşanan toplumsal ve kültürel değişimleri anlatan Çılgın Yirmiler (Roaring Twenties) döneminde geçmektedir. Roman doğrudan savaşa odaklanmasa da, savaşın ardından oluşan birçok tema ve toplumsal dönüşümleri yansıtır.
Romanın baş kahramanlarından Jay Gatsby ve anlatıcı Nick Carraway, Birinci Dünya Savaşı’na katılmışlardır. Savaş, onların dünya görüşlerini ve hayata bakışlarını derinden etkilemiştir. Gatsby için savaş, eski kimliğinin sona erdiği ve sevgilisi Daisy'i yeniden kazanmak için saplantılı bir şekilde servet ve statü peşine düştüğü bir dönüm noktasıdır. Romanda, Nick ve Gatsby, görünürde yaralanmamış olmalarına rağmen, anılarının esiri olan savaş gazileri olarak görülürler.
Hikaye, Batı Yakası, Long Island'a taşınan ve gizemli, zengin komşusu Jay Gatsby ile kuzeni Daisy Buchanan'ın hayatlarına dahil olan Nick Carraway tarafından anlatılmaktadır. Gatsby, Birinci Dünya Savaşı sırasında tanıştığı Daisy'ye derin bir aşk beslemekte ve onunla, Daisy'nin Tom Buchanan ile olan evliliğine rağmen, aşklarını canlandırmaya çalışmaktadır. Roman, üst sınıfın ahlaki çöküşünü ve maddiyatçılığını derinlemesine ele alır. Eski zenginleri temsil eden Tom ile yeni zenginleri temsil eden Gatsby arasındaki gerilimleri ele alır ve farkları ortaya koyar. Hikâye ilerledikçe, Gatsby’nin aşk ve statü arayışı trajik sonuçlara yol açar ve ölümle sonuçlanır.
Romandaki birçok tema, savaşın ardından ortaya çıkan hayal kırıklığı, Amerikan Rüyası'nın boş bir hayal olduğu ve ahlaki çöküntü gibi konular, Kayıp Kuşak (Lost Generation) olarak bilinen, savaşın dehşetiyle hayal kırıklığına uğramış yazarlar ve sanatçılarla ilişkilendirilebilir. Gatsby ve Daisy gibi karakterler, zenginliklerine ve toplumsal statülerine rağmen tatminsizlik içinde, savaştan sonra birçok insanın yaşadığı amaçsızlık ve içine düştükleri boşluk hissine birer örnektirler.
Muhteşem Gatsby, Birinci Dünya Savaşı'nın önemini göstermeyi amaçlamaktadır. Bu romanın kurgusunda savaş doğrudan yer almasa da, Birinci Dünya Savaşı’nın etkileri belirgindir. Savaş ve yarattığı travma, romanda bir yan olay örgüsü aracılığıyla yansıtılır.
Roman, 1920'lerin lüks ve materyalist yaşam tarzını anlatır. Bu dönem, savaşın getirdiği zorlukların ardından aşırılıklara ve haz peşinde koşmaya odaklanan bir dönem olarak kabul edilir. Gatsby'nin ihtişamlı partileri bu yaşam tarzını temsil eder. Ancak, bu aşırılıkların ardında, savaş ve travma etkilerini görürüz.
Sonuçta Muhteşem Gatsby, doğrudan savaşı konu almamakla birlikte, Birinci Dünya Savaşı'nın kültürel ve psikolojik etkilerinden derinden etkilenmiş bir eserdir. Fitzgerald, bu romanı ile savaşın etkilerini yakalamaya çalışmış. Roman, 1920'lerin ruhunu yakalamakla kalmaz, aynı zamanda savaşın getirdiği hayal kırıklığı, kayıp ve kimlik arayışı temalarını işler. Savaş sonrası toplumun yapısını ve bireylerin bu dönemdeki arayışlarını anlatan önemli bir eser olarak savaş sonrası edebiyatı içerisinde değerlendirilebilir.
Roman, sinemaya da uyarlanmış ve önce 1926 yılında sessiz film olarak çekilmişken, daha sonra 1949, 1974 ve 2013 yıllarında da filmi yapılmıştır.
/././
Komet’in çoğalan resimleri -Fide Lale Durak-
"Komet, figürlerinde bir taraftan politik imgeleri kullanırken bir taraftan da insanın içine, bilinçaltına dalmakta ustadır."
Komet ya da gerçek adıyla Gürkan Coşkun’un resimleri ilk bakışta dikkatinizi çeken, beğenip beğenmediğinize karar vermek için bakmayı sürdürdüğünüz, sonucunda çoğunlukla beğendiğiniz ama neden beğendiğinizi bir türlü anlamadığınız türden işler. Açıkçası Komet’in sanatı ipuçlarını kolay vermez. Bir tarafı karanlık olan resimlerinin anlamı da örtülüdür. Her biri gölgelere sıkıştırılmış birçok hikâyeden oluşan bu tuvaller aynı zamanda her hikâye kadar da kişiseldir. Hikayelerin asıl gücünün insanlığa doğru genişlediğinde ortaya çıkması gibi Komet’in resimleri de alımlayıcısı ile buluştuğunda büyür. İnsanın ortak olan ama kaynağı herkeste değişen korku, heyecan, endişe gibi duyguları Komet’in konusudur ve bu yüzden her alımlayıcıda resimlerin anlamı yeniden oluşur. İnsanın duygusal zenginliği sayesinde bir insandan çok insana, bir yaşamdan topluma doğru çoğalır. Çünkü Komet, figürlerinde bir taraftan politik imgeleri kullanırken bir taraftan da insanın içine, bilinçaltına dalmakta ustadır.
Komet için en çok, “eleştirel-politik figürün temsilcisi” ya da “düşsel imgelerin, gerçeklik ve fantazma arasında bir şiirselliğin ressamı” ve benzeri ifadeler kullanılır. Hepsi de bir yerde doğrudur. Sonuçta Komet gerçekçi figürün peşinde değildir. Çeşitli röportajlarda, resimde aradığının mizah ve absürt olduğunu, bunları bazen yakalayabildiğini bazen ise çok uzağında kaldığını ama yakaladığını düşündüğünde aklında canlanan şeyin şiir olduğunu söyler. Şiir Komet için çok önemlidir. Can Yücel, Turgut Uyar, Melih Cevdet, Ece Ayhan ve Yahya Kemal şiirlerini sever. Baudelaire ve Rimbaud’nunkiler ile konuşur. Nietzsche ile ise kol kola girer. Komet için cazip olan hiççiliktir denebilir, daha doğru ifadeyle başkaldırının ikirciksiz ve bireysel halini orada bulmuştur. Bu açıdan da kendine özgüdür.
Komet (Gürkan Coşkun), İsimsiz, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi KoleksiyonuBir resminde ıssızlığın ve zamansızlığın ortasında sırt sırta vermiş iki kadın vardır. Ellerinde tuttukları beyaz şeyler güvercine ve çiçeğe benzer. Gökyüzünde asılı olan beyazlık ise ay mıdır yoksa dünyaya düşmekte olan bir ateş topu mu anlaşılmaz. Ama bunlarla, birbiriyle ilişkilenen üçlü bir yapı kurar. Renklerdeki sadelik ıssızlığı ve yalnızlığı öne çıkartan bir melankoli oluşturur. Resimde gerçek bir mekânda iki kadın mı vardır yoksa bu tuhaf yerde gördüklerimiz bir insan ve ondan hiç ayrılmayan bilinçdışı mıdır bilinmez. Belki de bir rüyanın içindeyizdir. Rüya kadar belirsiz ve imgeseldir. Komet bir şekilde bakan kişide alt anlamlar çağrıştırır.
Komet, 1941, isimsizAnadolu’dan fırlamış bir kadın ve bir erkek birbirine bakmaktadır ama birbirilerine sevgiyle, hayranlıkla mı yoksa endişeyle mi bakmaktadırlar, bilinmez. Hatta kadın belki biraz korkmaktadır. Bu belirsizlik kompozisyonun yerleşiminde de vardır. Kadının erkeğin kucağında oturup oturmadığı da net değildir. Resmin tarihi 1941’dir ve tam da Anadolu’daki evliliklerin bir özetidir. Erkek sevmeyi bilmez, kadın var olamaz. Yan yana gelen iki insan tedirginlik içinde birbirlerini tanımaya çalışırlar. Eğer şanslılarsa bir şekilde mutlu olurlar.
Aynı zamanda kuyrukluyıldız demek olan “Komet”i sanatçı, gençliğinde dinlediği bir müzikten esinlenerek alır. Resimlerine bakınca mahlasın anlamı sanatçı ile bütünleşir. Komet’in, çeşitli zamansallıkları aynı mekânda buluşturan resimlerini anlatmak için belki “ironik” denebilir. Bu sayede bir araya gelen karşıtlıklar, çelişkiler ifade edilebilir ama aslında asıl sebep Komet’in bu dünyadan olmamasıdır. Bir ayağı hep gerçekliğe bassa da diğeri başka dünyaları dolaşır. İstanbul’un çelişkileri her zaman ilham verici olsa ve kendini hep buralı görse de bir taraftan da değildir. 1971’de devlet bursuyla gittiği Paris’te kalmış ve o tarihten itibaren İstanbul-Paris arasında yaşamıştır. Bu yüzden de insanları biraz Anadolulu, biraz Avrupalıdır.
Komet, 2002, isimsizBaşka bir resminde bir grup insanın önünde, takım elbisesiyle bağıran ya da şarkı söyleyen bir adam vardır. Arkadaki kadınların bazıları hayvan melezi yüzlere sahiptir. Bedenleri arka planda kaybolmuş, sadece bir çizgi ile kısmen çizilip bırakılmıştır. Ama öndeki takım elbiseli adam tüm ayrıntılarıyla dikilmektedir. Uzay boşluğunda havada asılı insanların kolajına benzeyen resim sürrealdir. Komet resimlerini düşsel olarak değerlendirir. Zaten hep hayata da öyle bakmıştır. Çorum’da dünyaya gelmiş, ailesiyle İstanbul’a taşınmış ve daha çocukluğunda görüp özendiği bohem ressamlardan biri olabilme düşünü kurmuştur. Ona göre bu düş gerçekçi de değildir üstelik. Çünkü zengin bir aileden gelmemektedir ve el becerisinin de olduğu söylenemez. Ona göre kendisini zorla ressam yapmıştır. Bir kısmı gerçekçi bir kısmı mütevazı olan bu değerlendirmenin en önemli yanı; kendisini ilahi yetenekle donatılmış biri olarak görmemesi ve sadece kendi içine bakan, eninde sonunda ulaştığı başarıyla egosunu büyüten bir sanatçı olmamasıdır. Komet aynı röportajda şöyle devam eder: “Çocukluğundan beri bir işe yönelir ve çabalarsan, bir yere gelirsin.”1
Komet 2022 yılında aramızdan ayrıldı, bu yazının yazılmasına ise İstanbul Beyoğlu’nda Casa Botter’de açılan güncel bir sergisi vesile oldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yakın zamanda restore ettiği ve soL Haber muhabiri Nurdan Yıldırım’ın yerinde bir tespitiyle Instagram binasına dönüştürdüğü tarihi yapı, İBB’nin sanat vitrini gibi kullanılıyor. Komet sergisi de ne yazık ki bu vitrinde bir ürün gibi sergileniyor. Sergide resimlerin üzerinde, bazı felsefecilerden aforizmalar ve şairlerden şiirler serpiştirilmiş. Sergi Komet’i kendi tarihi içinde ele alıp sanatçının hayatla kurduğu ilişkiyi eksik bırakıyor. Eserler ise dönemi içerisinde değerlendirilmeyerek, kopyala yapıştır tekniği ve ilişkilenmeyen açıklamalarla, bağımsız resimler olarak sergileniyor. Sergi bu haliyle bir pastişe benziyor.
Özetle, İBB İstanbul’da sanatı bir yere doğru yönlendirmeye çalışıyor. O yerde ise tarih yok, bağlam yok, daha da önemlisi samimiyet yok. Çünkü bir taraftan reklamatik büyük işlerle billboardları dolduran belediye diğer taraftan kendi tiyatro ödeneklerini kısıyor. Ayrıca Komet sergisinin küratörü, Ali Artun’un yazısına da örtülü bir şekilde konu olmuş, tartışmalı bir isim.
Tüm bunlar bir kenara, sergileme biçimi görmezden gelinerek üstadın işleri mutlaka görülmeli. Kim bilir Komet sizde hangi duyguları çoğaltacak.
Yeni düzenlemeye göre, yabancı işçilerin "istihdam", "ücret" ve "mali yeterlilik" gibi kriterleri değişti.
Çalışma izni talep edilen işyerinde her bir yabancı için en az 5 Türk vatandaşının istihdam edilmesini öngören “istihdam kriteri”nde değişiklik yapıldı. Son yıl net satış tutarı 50 milyon lira veya daha fazla olan işyerinde istihdam edilecek 5 yabancı işçiye kadar izinlerde istihdam şartı aranmayacak.
Mali yeterlilik kriterinde yapılan değişiklik uyarınca yeni kurulan veya faaliyette olan işyerinde yabancı işçi çalıştırılabilmesi için ödenmiş sermayesinin en az 500 bin lira veya net satışlarının en az 8 milyon lira veya ihracatının en az 150 bin dolar olması gerekecek. Mali yeterlilik kriteri 1 Ocak 2025 tarihine kadar ödenmiş sermayede 100 bin lira, brüt satışlarda 800 bin lira veya son yıl ihracatında 150 bin dolar olarak uygulanacak.
Yabancı işçinin asgari ücreti düşürüldü
Yabancı işçiler için yaptıkları iş, meslek ve görevlerine göre farklı asgari ücretler uygulanıyor. Yabancı işçiler için ödenecek en düşük ücret tutarı yeniden belirlendi. Üst düzey yöneticiler ve pilotlar için asgari ücretin 6,5 katından 5 katına, diğer yöneticiler için asgari ücretin 4 katından 3 katına, uzmanlık ve ustalık gerektiren işlerde çalışacaklar için asgari ücretin 3 katından 2 katına indirildi. Daha önce asgari ücretin 1,5 katı ile 2 katı olarak uygulanan turizm sektörü başta olmak üzere çeşitli mesleklerde istihdam edilen yabancılar için uygulanan en düşük ücret tutarı ise ev hizmetlerinde çalışanlarda olduğu gibi bir asgari ücret düzeyine indirildi.
İstihdam ve mali yeterlilik kriterinde değişiklik
Son beş yılda en az 3 yıl süreyle öğrenci ikameti hariç olmak kaydıyla ikamet izni, çalışma izni veya uluslararası koruma kapsamında yasal olarak kalmış yabancılar için yapılan izin başvurularında, en fazla 3 yabancı ile sınırlı olmak üzere istihdam ve mali yeterlilik kriterleri uygulanmayacak. Bu işyerlerindeki yabancı işçi sayısı Türk işçi sayısını aşamayacak.
Bu durumda 3’ten sonraki yabancılar için yapılan çalışma izni başvurularında, her bir yabancı için ayrı ayrı 5 Türk işçinin istihdamı ve mali yeterlilik şartları aranacak.
Suriyeli göçmenler “geçici koruma” statüsünde yer aldıkları için bu kapsamda yer almıyorlar ancak onlar da tarım hariç sigortalı bir işte çalışmak için çalışma izni alıyorlar.
Değişikliğin arkasında ucuz ve denetimsiz işçi çalıştırma isteği var
Patronların Ensesindeyiz Haberleşme, Dayanışma ve Mücadele Ağı temsilcisi Beyza Çelik, "Önceliğin yerli işgücü olduğu ileri sürülüyor fakat bunun arkasındaki gerçeğin ucuz ve denetimsiz bir şekilde işçi çalıştırmanın yolunu bulmak olduğunu biliyoruz" değerlendirmesini yaptı. Çelik konuya ilişkin şunları söyledi: "Yapılan değişiklik işyerlerinde kaçak işçi çalıştırmanın önünü açmakla birlikte bu sayede yabancı sermaye kontrolsüz bir şekilde ülkeye giriş de yapabilecek. Uygulanan politikalar göçmen işçi ve göçmen burjuvalarla ilgili olarak düzenleniyor.
Değişiklik yapılan sektörlerde çalışan göçmen işçilerin büyük çoğunluğu kayıtdışı; çalışma izni olmadan çalışıyor. İstanbul’daki sanayi merkezlerinde değil, aklımıza gelmeyen birçok şehirde bu durumu gözlemleyebiliriz.
Güncelenen kriterlere baktığımızda da net olarak karşımıza çıkan bir durum var; bir yandan işçilerin ücretlerinde azalmaya gidilip sömürü oranları artırılırken diğer yandan yabancı sermayeye yönelik hizmetlerle kârlar elde edilebiliyor."
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder