5 Ekim 2024 Cumartesi

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -5 Ekim 2024-

 “Kayıp” ölüler, kayıp adalet ve bir Türkiye özeti: İbrahim Elif Apartmanı’nda neler yaşandı? -Gökçer Tahincioğlu-

Binanın müteahhidi, Kuran kursu ve kreş yapıldığını, burada kolon kesildiğini duyduğunu belirtiyor. Yapı Denetim firmasının sahibi, meslekten menedildiği için firmanın çalışanıyken adına başka bir firma kurdurulmuş; apartmanın denetimini bu firma yapmış. Aslında şantiye şefi olmayan şantiye şefi, sadece statik projeleri yapmış; projelere uyulmamasına rağmen onay verilmiş. İbrahim Elif Apartmanı dosyası bir Türkiye özeti gibi…

Depremin üzerinden 20 ay geçti.

Bölgede canla başla çalışan insanlarla birlikte, anımsayan, önemseyen, ne olduğunu merak eden bir grup insan kaldı geriye…

Bu kadar bela görmüş bir toplum için garip değil, bu kadar belayla baş etmek de mümkün değil…

Ama hayat ve mücadele sürüyor.

Düşünün, depremin üzerinden 20 ay geçti ve bazı davalar yeni açılabiliyor.

Öyle ölü sayısı az olduğu için başka binaların soruşturmasına öncelik verildiğinden değil… Peşine düşülmese öylece kalacağı için… Ancak ısrarla araştırılıp, soruşturulabildiği için…

* * *

İbrahim Elif Apartmanı, Antakya Ekinci Mahallesi’nde yerle bir olan binalardan biri.

Savcılığın verdiği resmi rakamlara göre tam 60 insan bu binada can verdi. Aileler yok oldu, gençler, bebekler öldü…

Hatay Başsavcılığı, bu binanın yıkılmasına dair iddianameyi ancak geçtiğimiz ağustos ayında tamamlayabildi. Depremden 18 ay sonra…

Garip olan, iddianameye göre soruşturma da ancak bu yıl başlatılabilmişti. Soruşturma dosyasının tarihi 2024 ile başlıyor. Bu apartmana ancak sıra gelebilmişti.

6 Şubat depremlerinde yıkılan İbrahim Elif Apartmanı (Antakya)

* * *

İddianame tek başına bir Türkiye özeti gibi…

Ölümlerden başlayalım.

İddianameye göre, ölü sayısı 60.

Ancak yakınlarını bu binada kaybedenler bu rakamı görünce şaşırdılar.

Zira kendileri en az 65 kişinin burada öldüğünü saptamışlardı. Aradaki fark nereden kaynaklanıyor, tamamen belirsiz.

En basiti, o akşam hayatını kaybeden gençlerden biri, Buket Yıldız… Yıldız’ın misafirliğe gitti bu apartmanda hayatını kaybettiğini mağdurlar biliyor. Ancak iddianamede Yıldız’ın ismi ölüler arasında yok.

Savcının tek başına bunu saptaması mümkün değil ancak depremden sonra sistemin nasıl çöktüğünü bu durum açık biçimde gösteriyor.

* * *

İddianamenin olumlu ve önemli yanlarından biri bütün deprem bölgesinde kamu görevlilerinin de sorumluluğunu saptayan nadir örneklerden biri olması.

İddianamede, binanın projeye aykırı biçimde inşa edildiği, bilirkişi raporuna dayanılarak net biçimde ifade ediliyor. Buna rağmen projeye belediye yetkilileri tarafından onay verildiği de vurgulanıyor.

Belediye yetkilileri hakkındaki dosyanın ayrıldığı, ayrıca soruşturulacağı belirtiliyor. Tek sorun, yine bilirkişi raporuna dayanılarak, “tali kusurlu” olarak soruşturulacağının ifade edilmesi. Bu kadar binanın yıkıldığı binlerce insanın öldüğü bir kentte, projelere onay verenler, kaba taslak kusur oranı ile “tali kusurlu” bulunabilir mi?

Yakın zamana kadar zeytinlik olan Ekinci’de bina yapımına izin verenlerin, bu arazinin inşaata uygun olmadığı uyarılarına kulak tıkayanların sorumluluğu yok mu?

* * *

İddianameye gelelim ve en büyük çelişkisine…

İddianameye göre binanın müteahhidi Midhat Tümyürek ve yapı denetim şirketi yetkilisi Hamit Yarıkkaya, tutuklandılar ve cezaevine konuldular.

Başka yer yokmuş gibi diğer deprem dosyalarındaki gibi Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde yapılan bilirkişi incelemesi vahim bir tabloyu ortaya koydu.

* Binanın duvar yüklerinin projeye aykırı yapılması,

* Dolgu duvarların tuğla ile örülmesine rağmen statik hesabın gaz betona göre yapılması

* Balkon döşemelerinin yanlış hesaplanması

* Kolon, kesit, donatı alanı, kolon kiriş birleşim bölgesinin kesme güvenliği açısından yetersiz olması

* Gerekli kiriş mekanizmalarının yeterince oluşturulamaması

* Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik esaslarına yeterince uyulmadığı…

* * *

Bu sonuçlara alışığız…

KTÜ, bununla birlikte kimlerin sorumlu olduğunu da belirledi. Nadiren imza attığı bir sonuca ulaşarak, Belediye Yapı Kontrol Birimi’nin de tali kusurlu olduğunu vurguladı. Savcılık, bu nedenle belediye yetkilileri hakkında soruşturma izni talep etti.

İddianamenin bundan sonrası ilginç…

Tutuklanan müteahhit Tümyürek, iddianameye göre ifadesinde yapı denetim şirketine başvurduğunu, belediyenin de projeye onay verdiğini söyleyip, ne suçu olduğunu söylüyor.

Bununla birlikte binanın altına Kuran kursu ve kreş yapıldığına dikkati çekip, isim de vererek, burada kolon kesildiğini duyduğunu belirtiyor. Bir suç ihbarı aslında… Ama savcılık, suçtan kurtulmak için bunları söylediği sonucuna ulaşmış.

* * *

Tutuklu Yapı Denetim firmasının sahibi Yarıkkaya’nın söyledikleri de ilginç… Buna göre, apartmanın yapı denetimini yapan ilk firma, Elit Yapı, bir yıl meslekten men cezası aldığı için kapatılmış. Bunun üzerine bu firmanın çalışanı olan Yarıkkaya’ya başka bir firma kurdurulmuş ve apartmanın denetimini bu firma yapmış.

Hileye bakın…

Yarıkkaya, kendini savunurken, kurduğu bu firmayı da daha sonra, kapatılan yapı denetim firmasının sahibine devrettiğini söylüyor. Bütün bunlara göz yumulmuş…

* * *

Şantiye şefi Ferit Tarhan’ın söyledikleri de ibretlik…

Buna göre, aslında şantiye şefi değilmiş ve sadece statik projeleri yapmış. Ve bina bittiğinde yaptığı projelere uyulmamasına rağmen yapı denetim firması ve belediye onay vermiş. Açık usulsüzlük…

Tarhan, bu tabloya rağmen isminin bilgisi dışında şantiye şefi olarak yazıldığını da iddia ediyor.

Ve çarpıcı bir bilgi daha veriyor.

Binanın altındaki Kuran kursunun zemin katı ve asma katındaki kolonların kesildiğini, projede olmayan döşeme betonlarının ilave edildiğini, kursun sosyal medya hesaplarının bunu gizlemek için kapatıldığını anlatıyor. Yine kayıtsız kalınan bir suç ihbarı…

Başka bir suç ihbarında daha bulunuyor. Binanın bir dönem mühürlendiğini, yine hile ile mührün söküldüğünü de anlatıyor. Tali kusurlu bulunan belediyenin marifetleri olarak…

* * *

Savcılık, Kuran kursu ve kreş kısmında kolon kesildiği ihbarlarını nasıl değerlendirmiş peki?

Belediyeye sorarak.

“Şikâyet var mı bu konuda?” diye sormuş ve bu ciddi iddiayı, “Şikâyet yok” yanıtı verilmesi üzerine, tanık da bulamadığı gerekçesiyle kapatmış. İddianamede, yapacak başka bir şey olmadığı vurgulanıyor. Sosyal medya hesaplarını, kim, niye kapattı acaba?

* * *

İbrahim Elif Apartmanı dosyası bir Türkiye özeti gibi.

Hileler, eksikler, ölümler, bulunamayanlar ve kuşa dönmüş cezalar…

İddianamede, açık biçimde şöyle deniliyor:

“1. dereceden deprem kuşağında bulunan yerde deprem olduğu takdirde yıkılabileceği ön görülebilir olan ve yıkım sonucu ölümlerin gerçekleşebileceği şeklindeki neticelere dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranarak söz konusu binanın inşasını gerçekleştirerek binanın yıkılması neticesinde meydana gelen ölümlerden asli kusurlu olarak sorumlu bulunduğu belirlenen…”

Olası kast düzenlemesi yeni Türk Ceza Kanunu’na konulurken şu basit örnekler veriliyordu:

“Diyelim ki sarhoş biçimde araba kullandınız. Bunun kazaya neden olabileceğini bilmeniz gerekir. Bu durumda olası kast söz konusu olur. Ya da havaya ateş açtınız… Bunun birini öldürebileceğini bilmeniz gerekir ve bu durumda da olası kast söz konusu olur…”

TCK’nın yasalaştığı dönemdeki tutanaklarda bu örnekler var.

Ama depremde nedense anımsanmıyor.

İddianamede tam da buna uygun gerekçe açıkça belirtiliyor ancak sanıkların bilinçli taksirle yargılanması isteniyor.

Müebbet yerine kuşa dönmüş bir ceza…

İnfaz rejimi sayesinde hemen çıkacak ya da hiç cezaevi görmeyecek asli ve tali sorumlular…

Yeterince detaylı araştırılmayan Kuran kursu kolonları…

Çökmüş bir bina…

Ve altında kalmış insanlar…

                                                              /././

Başsavcı görevden alındı, Sisli Vadi’nin sisi kalkıyor! -Tolga Şardan-

Savcı Öztürk, altı kişinin yaşamını yitirdiği davada altı kez ayrı ayrı olası kastla öldürmeden yargılanmaları talebinde bulundu; yargılama sırasında tahliye edilen ve davaya tutuksuz olarak katılan sanıklardan Büşra Gökgöz, Cenan Aydın ve Sevcan Ulutürk’ün tutuklanması talebinde bulunması dikkati çekti.

Kırklareli’nin İğneada bölgesindeki longoz ormanlarında geçen eylülde yaşanan sel felaketiyle ilgili devam eden yargılamada çarşamba günü önemli gelişme yaşandı.

Yargılama aşamasında gerçekleşen söz konusu gelişme, mahkeme heyetinde yer alan savcının dosyaya yönelik hazırladığı mütalaası.

Savcının mahkemeye sunduğu ve yargılamanın seyrini değiştirecek mütalaanın detaylarına girmeden önce sel felaketinde yaşamlarını yitirenlerin yakınlarının, yakın zamanda yaşadıklarından küçük kesitler aktaracağım.

Demirköy’de 5 Eylül 2023’te yaşanan ve altı kişinin yaşamlarını kaybettiği sel felaketi çerçevesinde ailelerin yaşadıkları “yorucu ve vicdan yaralayıcı” süreçleri, Büyüteç’in takipçileri yakından biliyor.

Altı kişi suda boğularak can verdi

“Sisli Vadi” adıyla bilinen turistik tesiste yaşanan sel felaketinde emekli öğretmen  Raile Şimşek ve eşi Ahmet Baki Şimşek, balayı için tesiste konaklayan genç Mihriban ve Selman Bağışlar çifti, Suna Duman ve tesis müdürü  Ümit Solmaz, önüne geçilemeyen sel sularına kapılarak hayatlarını kaybetti.

Yapılan araştırmalarda Bülent Bayrak adlı iş insanının sahip olduğu ve 20’ye yakın bungalovdan oluşan tesisin ruhsatsız olarak “kaçak” faaliyette bulunduğu ortaya çıktı. Tesisin, Kırklareli Valiliği İl Özel İdaresi tarafından Bayrak’a tahsis edilen alana inşa edildiği belirlendi.

Sel felaketine kadar Bayrak’a ait turistik tesiste işler gayet yolunda gitti. Ancak hesapta olmayan yoğun yağış sonrasında oluşan sel, Bayrak’la birlikte Bayrak’ın yaptığı usulsüz işlere göz yuman kamu yöneticilerinin de huzurunu kaçırdı, doğal olarak.

Arazinin Bayrak’a tahsisi sırasında görevde olan dönemin Kırklareli Valisi Osman Bilgin başta olmak üzere, sonrasında görev yapan önceki Kırklareli Valisi Birol Ekici ve il özel idaresinden kimi yöneticilerin, tesisin ruhsatsız biçimde kaçak faaliyetine göz yumdukları anlaşıldı.

Aileler, sinir harbi yaşıyor

“Yeni Türkiye”de benzerleriyle sıkça karşılaşılan Sisli Vadi faciasından sonra yakınlarını kaybeden aileler için azap günleri başladı. Zira beklenen adaletin gecikmesiyle, aileler ile adaleti sağlamakla görevli devlet/siyaset arasında tam bir “sinir harbi” yaşanıyor, deyim yerindeyse.

Faciadan sonra başlatılan adli soruşturma sırasında aileler Kırklareli’ndeki savcılık ve Ankara’da devlet/siyaset arasında mekik dokumaya başladı. Çünkü, ailelere göre nedense soruşturma bir türlü “adaletli” biçimde yürümüyordu.

Ortaya çıkan delillere karşın tesisin sahibi Bayrak başta olmak üzere ihmalde payı olanlar hakkında, “olası kasıtla ölüme sebebiyet vermek” yerine, görece daha az cezayla sonuçlanacak “taksirle ölüme sebebiyet vermek”ten soruşturma yürütülmesi ailelerin sabrını taşırdı.

Valilik – adliye – tesisi sahibi birlikteliği

Aslında bu tablonun gerekçesi, ilerleyen günlerde belli oldu.

Kaçak faaliyete devam eden tesisin sahibi Bülent Bayrak’ın, kenti yöneten kamu görevlileri ile savcılık yönetimi ile “yakın diyaloğu”nun bulunması, sürecin hem yavaş yürümesine hem de tıkanmasına neden oldu.

Hatta öyle ki, Kırklareli Adliyesi’ni yöneten dönemin Başsavcısı Hazım Arslancı ile adliye Adalet Komisyonu Başkanı Hüseyin Gedik’in, Bayrak’ın sahibi olduğu kaçak tesiste adliye pikniği düzenlediği, adliyedeki kimi hakim ve savcıların aileleriyle bu pikniğe katıldığı anlaşıldı.

Kırklareli Adliyesi'nin bahar buluşması (22 Mayıs 2022, fotoğrafın çekildiği yer, kent merkezine 2 saat uzaklıktaki Foggy Valley (Sisli Vadi) adlı tesis)

Tabii burada, kaçak tesisteki pikniğe katılan Adalet Komisyonu Başkanı Hüseyin Gedik ile hakim Merve Lekesiz’in Sisli Vadi dosyasını yargılayan heyette yer aldığını; yanı sıra hakim Lekesiz’in eşi savcısı Muzaffer Lekesiz’in de Sisli Vadi soruşturmasını yürüten ve Bayrak’ın da aralarında bulunduğu şüpheliler hakkında TCK’da daha az ceza karşılığı bulunan “taksirden” dava açan dosya savcısı olduğunu özellikle belirtmek gerek.

Valiler, savcılar ve hakime görevden alındı

Söz konusu fotoğraf sonrasında aileler, gün ışığına çıkan “tuhaf bağlantılar”ın bekledikleri adaleti sağlamayacağı endişesiyle hem valilik hem de adliye yönetiminden şikayetçi oldular.

Nihayetinde devlet/siyaset refleks verdi. Görev yaptığı kentlerde “Jet Osman” lakabıyla tanınan dönemin Kırklareli Valisi Osman Bilgin merkeze alındı. Sonraki Vali Birol Ekici, Şırnak Valisi yapıldı.

Ailelerin hakkında adaleti sağlamadığını iddia ettiği dönemin Kırklareli Cumhuriyet Başsavcısı Hazım Arslancı, HSK tarafından Yargıtay Savcısı yapıldı. Arslancı, tenzil-i rütbe gördü. Savcı Muzaffer Lekesiz ile eşi Hâkime Merve Lekesiz ise, Van’a gönderildi.

İçişleri Bakanlığı ve HSK tayinlerinden sonra kente yeni yönetim geldi.

Daha çok ceza istenilen yeni mütalaa

Özellikle Cumhuriyet Başsavcısı Enver Eroğlu, yargılaması başlayan dosyayı yeniden ele aldı. İnceledi, mahkeme heyetine yeni savcı görevlendirdi. Savcı Uğur Öztürk, iki gün önce yargılamayla ilgili mütalaasını hazırlayıp mahkemeye sundu.

Daha önce de Büyüteç’te çok defa konu ettiğim üzere; aileler, sanıkların az ceza alarak kurtulacağından endişeliydi.

Ancak Savcı Öztürk’ün kaleme aldığı mütalaada, sanıkların yargılanması gereken suçun taksirle ölüme sebebiyet vermekten olası kastla ölüme sebebiyet vermeye çevrilmesi, ailelerin yüreğine biraz olsun su serpti.

Bundan sonra mahkemenin nasıl bir tavır alacağı çok önemli. Kaçak tesisteki adliye pikniğini düzenleyen, Adalet Komisyonu Başkanı ve aynı zamanda dosyaya bakan mahkemeyi yöneten Hüseyin Gedik’in yaklaşımı ailelerin merak konusu.

Kaldı ki; aileler önceki duruşmalarda Gedik’in dosyayı bırakmasını istemesine karşın, mahkeme başkanı talebe olumlu yanıt vermedi.

Kırklareli Adliyesi’nde gelecek cuma yeni savcı mütalaası ışığında yargılamaya devam edilecek.

Mütalaa ne diyor?

Savcı Uğur Öztürk, yargılamanın yapıldığı Kırklareli 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunduğu iki sayfalık mütalaasında özetle şu görüşlere yer verdi:

* Bungalov evler, dere yatağı üzerine inşa edildi.

* Bungalov evlerin inşası sırasında herhangi bir statik, mühendislik ve yapıların dere yatağında yapılmasına rağmen jeolojik bir destek veya izin almaksızın işletmelerde çalışan işçilere tabanı kot üstünde taş duvar örerek, taş duvarın üzerine donatısız ince bir beton döküp, betonun üzerine ise yeterli bir bağlantı yapmaksızın basit usulde üzerine bungalov ev olarak adlandırılan ve maktullerin konakladığı ahşap evlerin yapıldı.

* Yapılan evlerin 5 Eylül 2023 tarihinde meydana gelen yağışla sel sularının belli bir seviyeye ulaşması üzerine ölenlerin gerek bungalov evlerden uzaklaşmaya çalışırken, gerek bungalov evlerin içerisinde bulunurken evlerin yıkılmasına bağlı olarak gelen sel suları ve suların içerisinde bulunan kütüklerin vücutlarına isabet etmesi sonucu yaşandı. Yapılan otopsi sonucuna göre; ölenler, genel beden travması ve suda boğulma sonucu vefat etti.

* Tesislerin fiili işvereni sanık Bülent Bayrak. İşletmeye kaçak olarak yapılan bungalovların inşaatlarının devam edildiği tarihlerde işletme, belli sürelerde, sanıklar Büşra Gökgöz, Cenan Aydın ve Sevcan Ulutürk’e devredildi.

* Bu sanıklar, söz konusu işletmenin yapıldığından haberdardı. Bülent Bayrak ile yakın ilişkide bulunmaları, söz konusu şirketin devrini kabul ederek bir nevi işletmede meydana gelen cezai sorumlulukları da bilebilecek durumdalardı.

* Söz konusu kaçak bungalovların yapıldığı yer ile ilgili olarak daha öncesinde de bungalovların bulunduğu yerleri su basması, yapılan yapıların basit usulde hiçbir statik, jeolojik ve hidrolojik hesaplama yapılmaksızın vadi içindeki dere yatağında sel olayı açıkça öngörülebilir olmasına rağmen hiçbir güvenlik önlemi, erken uyarı sistemi ve selin geldiği yerlere ilişkin olarak işletmede yapılan yapıları korumaya yönelik önlem alınmaksızın teknik destekten yoksun şekilde bungalov evler yapıldı.

* Bungalov evler kâr amacıyla, konaklamak isteyen kişilere faturasız şekilde kiralandı. Bilirkişi raporları bu konuları doğruladı.

* Seli meydana getiren aşırı yağış olayının yaklaşık 12 yılda bir tekrarlaması, söz konusu bölgede sel olaylarına ilişkin olarak uyarılarının yapılması, sanık Bülent Bayrak’ın daha öncesinde de bölgede sel olaylarının meydana geldiğine ilişkin beyanları ve bu sel olayının meydana gelebileceğinin öngörülebilir olduğu dikkate alındığında; sanıklar, kasten öldürme ve kasten yaralama suçunun kanuni tanımındaki unsurlarının gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen neticenin gerçekleşmesini kabullenerek neticenin meydana gelmemesi için hiçbir çaba göstermeyerek “olursa olsun” mantığıyla hareket ettiler.

Olası kasttan altı kez ayrı ayrı yargılanmaları istendi

Savcı Öztürk, mütalaasının sonunda ise, altı kişinin yaşamını yitirdiği davada altı kez ayrı ayrı olası kastla öldürmeden yargılanmaları gerektiği talebinde bulundu.

Öztürk’ün, aynı zamanda, yargılama sırasında tahliye edilen ve davaya tutuksuz olarak katılan sanıklardan Büşra GökgözCenan Aydın ve Sevcan Ulutürk’ün tutuklanması talebinde bulunması dikkati çekti.                 

                                                                 /././

Tayfun Kahraman’ın kelepçeleri -Rıza Türmen-

Jandarma görevlilerinin Tayfun Kahraman’a yaptıkları muamelelerin bir insan hakkı ihlali ve TCK’de yazılı bir suç olduğu kuşkusuz. Etkili bir soruşturma yürütülürse, görevlilerin yargı önüne çıkarılması ve cezalandırılması gerekir.
Tayfun Kahraman

Gezi olayları nedeniyle cezaevinde bulunan Tayfun Kahraman MS hastası. MS (multiple skleroz) hastalığı, kol ve bacakta güçsüzlük, görme sorunları, yürüme güçlüğü ve denge bozukluğuna yol açan bir merkezi sinir sistemi hastalığı.

Tayfun Kahraman, hastalığı nedeniyle nöroloji muayenesi için belirli fasılalarla cezaevinden çıkarılıp hastaneye kontrole götürülüyor. Nakil sırasında kelepçe takılıyor. Daha önce sekiz kere bu muayeneye gidildi. Bir sorun olmadı.

Ancak 28 Ağustos günü Tayfun Kahraman’ın Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroloji Polikliniğine götürülmesi öncekilerden farklı oldu. Bu sefer bileğine takılan kelepçe çok sıkıydı. Altı buçuk saat bu sıkı kelepçeyle kalınca bileklerinde, ellerinde kan dolaşımı yavaşladı, ellerinin hissi kayboldu. Canı yanıyordu. Kendisini getiren jandarma görevlilerinden kelepçeyi biraz gevşetmelerini rica etti. Jandarma görevlileri kelepçeyi gevşetmek yerine daha çok sıktılar. Sıkınca Tayfun’un bileklerine acı büsbütün arttı. Bütün bunlar doktorların gözleri önünde oluyordu. Olayla ilgili zabıt tutuldu.

Eşine karşı yapılan haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı durmadan, yılmadan mücadele veren Tayfun’un eşi Meriç Kahraman olayı kamuoyuna duyurunca Silivri Başsavcılığı adli, Bakırköy Başsavcılığı idari soruşturma açtı. Soruşturma konusu görevlilerin bağlı olduğu Jandarma Genel Komutanlığı da bir açıklama yaptı. Açıklamada Jandarma Genel olayı inkâr ediyor, bu “gerçek dışı iddiaların kamuoyunu yanıltmaya ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın itibarını olumsuz etkilemeye yönelik” olduğunu ileri sürdü.

Tayfun Kahraman’a yapılan işlemin doğurduğu sorunlar var. Bu olay Türk infaz sisteminde kelepçenin çok yaygın bir biçimde kullanılmasının sorgulanmasına yol açmalı. Kelepçenin sanığın ya da hükümlünün durumuna, koşullarına bakılmaksızın, her hastaneye nakilde hatta hasta yatağında kullanılması ne denli insan haklarıyla bağdaşıyor?

AİHM içtihadına göre, kelepçe ancak koşullar gerektirdiğinde kullanılırsa, kötü muamele ya da insanlık dışı muamele oluşturmaz. Örneğin, Henaf/Fransa davasında (2003) AİHM, bir operasyon için hastaneye götürülen 75 yaşındaki bir hükümlünün yatağa kelepçelenmesini Sözleşme’nin 3. Maddesinin (kötü muamele ve insanlık dışı muamele) ihlali olarak kabul etmişti. AİHM birçok kararında hasta bir insana kelepçe takılmasını orantısız ve haksız bir önlem olarak gördü ve sözleşmenin ihlaline hükmetti. Shlykov ve Diğerleri/ Rusya (2021) kararında AİHM, müebbet hapse mahkûm olan hükümlüye, kaçma riskinin mevcut olup olmadığı ya da bu önlemin orantılı olup olmadığı incelenmeden, rutin bir biçimde kelepçe takılmasının insanlık dışı muamele olduğu sonucuna vardı.

Olayımızda Tayfun Kahraman’ın talebi kelepçenin çıkarılması bile değildi. Hasta olduğunu, kelepçenin çok sıkılması nedeniyle canının yandığını, bu nedenle kelepçenin gevşetilmesini istemişti. Jandarma görevlilerinin bu meşru isteğe karşılığı, daha fazla canı yansın diye kelepçeyi büsbütün sıkmak oldu.

Tayfun Kahraman’ın maruz kaldığı bu muamelenin AİHM standartları açısından “insanlık dışı muamele” oluşturduğuna kuşku yok. Ama Türkiye’deki yasalar bakımından da bu muamele Anayasa’nın 17. maddesindeki “Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir ceza veya muameleye tabi tutulamaz” şeklindeki hükmü ihlal eden ağır bir insan hakkı ihlali.

Bunun ötesinde Jandarma’nın kendi kurallarına da aykırı. Jandarma’nın JGY: 27-3(B) Devriye Yönergesi’nin 7. maddesine göre “kelepçe bilekleri aşırı derece sıkacak şekilde takılamaz.”

5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 2/2 maddesine göre ise “Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazında zalimane, insanlık dışı, aşağılayıcı ve onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz.”

Tayfun Kahraman’a güvenlik görevlileri tarafından yapılan muamele aynı zamanda TCK 96. maddesindeki eziyet verme suçunu oluşturuyor.

Bu olayda benim merak ettiğim Tayfun Kahraman’a eziyet eden 4 kişilik Jandarma timi. Üç er ve bir komutan. Bu kişiler Tayfun Kahraman’ın bileğindeki kelepçeyi sıkıştırırken onun kaçmasını önlemek için yapmıyorlar. Sadece ve sadece acısını çoğaltmak için, eziyet vermek için yapıyorlar. Bir insan başka bir insana böyle bir kötülüğü neden yapar? Talimat aldığı için mi? Yoksa o insana karşı duyduğu kişisel düşmanlık, nefret duyguları nedeniyle mi? Dört görevli tarafından paylaşılan kişisel nefret duygularıyla hareket ediliyorsa, böylesine bir nefret nereden kaynaklanıyor?

Bu dört jandarma görevlisi kim? Özel yaşamlarında ne yaparlar? Örneğin, evlerine döndüklerinde boyunlarına sarılan çocuklarını sevgiyle kucaklarlar mı? Çocuklarını severken küçük Vera’nın, babası Tayfun Kahraman’ın boynuna sarılamamasının doğurduğu acı akıllarına gelir mi? Bu dört jandarma görevlisi sivil yaşamlarında mutlaka normal insanlar. Çevrelerinde sevilen, çocuklarına, ailelerine düşkün, işlerinde güçlerinde insanlar. Askerlik hizmetlerini yapıyorlar. Bitince evlerine dönecekler. Normal yaşamlarını sürdürecekler.

İster istemez akla Hannah Arendt’in Eichmann’ın yargılanmasına ilişkin 1963’te yazdığı Kötülüğün Sıradanlığı adlı kitap geliyor. Yargı sürecini ABD’deki bir gazete adına izleyen Hannah Arendt’i dehşete düşüren, milyonlarca Yahudi’nin ölümünü örgütleyen Eichmann’ın son derece “normal” bir insan olmasıydı. Arendt’e göre Eichmann “sıradan”, “düşünmeyen” bir bürokrattı. Bulunduğu ortamdaki insanlarla birlikte hareket eden, aynı dünya görüşünü paylaşan, sürüden ayrılmayan, sığ bir kişiydi. Büyük, güçlü, Nazi makinesinin bir parçasıydı. Kendisi kötü olmaktan çok kötülüğün bir aracıydı.

Bu gözlemler, Tayfun Kahraman’a eziyet eden görevliler için de geçerli olabilir mi? Bu görevliler büyük bir otoriter – totaliter iktidar makinesinin bir parçası. Bu makine kendileri gibi düşünmeyen insanların düşman olduğu, vatana ihanet ettikleri, ortadan kaldırılması gerektiği, bu ülkede yaşamaya hakları olmadığı gibi bir dünya görüşünden hareket ediyor. Gezi olayını ise hükümeti devirmeyi amaçlayan bir kalkışma olarak görüyorlar. Jandarma görevlileri böyle bir dünyanın ürünü. Böyle bir makinenin parçası.

Jandarma görevlilerinin Tayfun Kahraman’a yaptıkları muamelelerin bir insan hakkı ihlali ve TCK’de yazılı bir suç olduğu kuşkusuz. Etkili bir soruşturma yürütülürse, görevlilerin yargı önüne çıkarılması ve cezalandırılması gerekir. Bu aynı zamanda bu tür eziyet çektirmeye yönelen muamelelerin önüne geçmek için bir emsal oluşturur.

Asıl sorun bunun ötesinde. Devlet memurlarını, iktidar makinesinin parçaları olmaktan nasıl çıkarabiliriz? Toplumda kendileri gibi düşünmeyenlerin düşman olmadığını, sadece farklı düşünen başka insanlar olduklarını ve farklı düşünmeye hakları olduğu inancını nasıl yerleştirebiliriz? Toplum böyle bir zihinsel dönüşümü gerçekleştirebilir mi? Böyle bir dönüşüm için her şeyden önce insanların kendilerini sürünün bir parçası değil, özgür düşünen bireyler olarak görmeleri gerekir.

Tayfun Kahraman’ın Kelepçeleri’nin toplumda, işkence ve insanlık dışı muamelelerin insan haysiyetiyle bağdaşmadığı inancının yerleşmesine yol açacağını umut etmek istiyorum.

                                                           /././

Meclis’ten üzerimize estirilen pembe dizi rüzgârına reyting yağıyor!-Tuğçe Tatari-

Meclis’ten izlemelik, devamını merak etmelik pembe dizi yayını yapılıyor adeta. Kim kime doğru yürümüş, ilk kim selam vermiş, resepsiyonda kim kimle yan yana gelmiş-gelmemiş, kim kimin elini iki avucunun arasına almış da sevmiş. Oturup uzun uzun bunları konuşalım… Çünkü yeni Türkiyemize bu yakışır!

İran’dan sonra Türkiye de savaşa ‘çekilir mi?’ Uzun yıllara yayılmış bir başka anksiyete konusudur bizler için. ‘Arap Baharı’ diye yola çıkılan ‘şeyin’ varacağı yer olarak İran’ı öngörenlerimiz azımsanacak sayılarda değildi.

Öngörünün sahipleri içimizden -gazeteci milleti- Ortadoğu’yu gerçekten bilenlerimizdendi… Şimdilerde pek çoğunun adı bile anılmıyor.

Artık Türkiye’de Orta Doğu’yu da ‘bilgi sahibi olmaya ihtiyaç duymadan her konuyu konuşanlar’ değerlendiriyor!

Özetle;

O öngörünün devamında da İran’dan hemen sonra sırada Türkiye vardı...

“Aman bizden uzak olsun” dediğinizi duyar gibiyim ama yeni dünya düzenine de bakınca bunun gerçeklikten beslenen sağlam bir temenni olduğunu söyleyemeyiz maalesef.

Ondandır ki yıllardır mülteci meselesini tartışırken uyarıyoruz, “Bu koşullar altında kimin ne zaman mülteci konumuna düşeceği belli olmaz” diyoruz. “İçi çoluk çocuk dolu olan o botlara saplanan bıçak darbelerine ses etmeyenler o anı yaşarken bu sözleri de hatırlar” diyoruz.

Araplardan nefret edenler, özellikle ‘beğendikleri’ ülkelerde Türklerin de hatırı sayılır bir nefret kitlesi olduğunu hatırlarsa iyi olur” diyoruz.

“Yarın sen de bir başkasının Arap’ı olabilirsin” diyoruz.

Elbette bu en basit empatik denklemi kurdurmak bize kadar düşmemeli, toplumun çoğunluğunun ta çocuk yaşta edindiği bir düşünme biçimi olmalıydı.

İşin bu kısmı zaten şimdilik hala çözümsüz!

Elbette ki tek konumuz olası bir savaş endişesi değil! Çünkü Türkiye’de yaşıyoruz. Bizler tek bir felaketin yarattıklarıyla mücadele edemeyecek kadar kararmış bir çukurdayız uzundur.

Mevcut bir savaşın -sıramız geldiğinde- aktörü yapılma ihtimalinden önce gerçek bir ‘karın tokluğu sorunu’muz var!

Ekonomik krizin geldiği hâl ortada. Açlıktan sıyrılan, karnını doyurabilen iyi durumda sayılıyor bugünlerde. Ülke genelinde çocukların gelişim için ihtiyaç duyduğu beslenmeyi dahi sağlayamadığımız, yeterli gıdaya ulaşımın hızla düştüğü günlerdeyiz.

Peki ya biraz daha şanslı olup gıdaya ulaşabilenler onlar ne durumda?  Küflü sebzelerden yapılmış salça ve konserveleri tüketmeye mahkûm edilmiş, içeriği tartışmalı gıda malzemeleri ile baş başa bırakılmış, domatesi, kekiği, armudu, mercimeği, narı ‘tüketim açısından tehlikeli’ bulunup bazı ‘ülke halkına ve sağlığına değer veren’ ülkeler tarafından geri gönderilmiş -ama kendi yıllardır o ürünleri tüketmekte olan- şanslılar!

Ülkede şaibesiz tek bir unsur kalmadı ya!

Temel gıda ürünleri bile şaibe altında, düşünsenize!

Paran yetti, karnını doyurdun diyelim. Ne yediğin, o yediğinin seni ne sürede nasıl bir hastalıkla muhatap edeceği sürpriz!

Gıda krizini aşabilirsek, çoluğu çocuğu hasta etmeden belli bir yaşa getirebilirsek orada da daha eğitim sorunuyla temas edeceğiz.

Eğitimde yaşanan ‘kitaplara sokulan uydurma bilgiler skandalı’ konusuna geçen hafta değindik. Ama bakıyorum memleketin temel meselelerinden biri bile değil bu. 21. yüzyılda yaşam mücadelesi veren bir toplum eğitimin kalitesini, eğitim adı verilen bu garip şeyin düzelmesini nasıl sorun etsin, bunun için nasıl mücadele etsin değil mi?

O zaman otomatikman hukuk ve demokrasi de sorun edilmeyenler listesine geçiyor işte!

Açız kardeşim bize ne düşünce özgürlüklerinizden!

Benim çocuğun bir işi olsun, başını sokacak bir damı olsun da varsın düşüncesi de olmayı versin kardeşim!

Geçen gün deprem uzmanı ve yer bilimci Naci Görür’ün bir konuşmasına denk geldim. Adam artık yılmış “acele önlem alın” diye yalvarmaktan. “Depreme hazır değiliz hatta hazır olmaya yakın bile değiliz” diyor. “İnsanımızın can güvenliği için bile bir araya gelip şehirlerimizi depreme hazırlayamadık” diyor.

Şimdi kimse dinlemiyor onu ama olası İstanbul depreminden sonra ülkenin en seksi erkeği seçerler muhakkak, tabii şayet o seçimi yapacak olanlar hayatta kalırsa!

Bir çırpıda saydıklarımıza bir bakın lütfen.

Sonra da başınızı çevirin bir de Meclis’e bakın!

Salı günü açılan Meclis adeta geçmişin ‘efsane’ magazin programlarını -Televole- aratmayan bir yerden sesleniyor bizlere.

Kim kiminle nerde selamlaştı, kim kime ne dedi.

‘Cilveleşmek’ diye bir tanım vardır, o tarz görüntülerle ünlü siyasetçilerimiz gündemde. Sabahlara kadar süren yayınlarda da o cilvelerin kodları çözülmeye çalışılıyor.

Kişiler konuk alınıp “Neden o eli sıktın”, “Neden burada ayağa kalktın” diye soruluyor.

Eğitim ve bilinç seviyesi düşük bir topluma Meclis’ten izlemelik, devamını merak etmelik pembe dizi yayını yapılıyor adeta.

Bakıyorsun vatandaş da pür dikkat izliyor, yorum yapıyor.

Gazetecisi, okur yazarı da bu toplardan hiç geri durmuyor!

Eh dedikodu basittir, kolaydır, emek istemez, çabaya gerek yok, yorumu kolay, risksiz, herkesçe de sevilir.

Seyirci getirir, izlenme getirir, popülerlik getirir.

Bir bakmışsın, kim kimle aynı ceketi giymişi konuşurken bulursun kendini!

Ama diğer yandan, işte tüm mesele de o diğer yanda cereyan etmektedir zaten!

Diğer yandan Ekrem İmamoğlu’na yasak, Sinan Ateş dosyasını bir çırpıda yutan derin yapımız, 20 haneli bir köyde ısrarla katili bulmayan düzen, artan suç oranları, artan şiddet -sokaklarda kol gezen tehlikeler-, çocuk istismarı -her manada-, uyuşturucu sorunu, açlık, işsizlik, beyin göçü, vize randevusu dahi verilmeyen bir ülke pozisyonuna hızla düşmemiz vs. vs. say say bitmeyecek ve her biri başlı başına kriz sayılacak konular…

Ama haklısınız biz pembe dizide kalalım.

Kim kime doğru yürümüş, ilk kim selam vermiş, resepsiyonda kim kimle yan yana gelmiş-gelmemiş, kim kimin elini iki avucunun arasına almış da sevmiş.

Biz oturup uzun uzun bunları konuşalım…

Çünkü şüphesiz ki -artık eski bile sayılır aslında- yeni Türkiyemize de bu yakışır!

                                                             /././

AKP fiber altyapı işini, operatörlerden ayıracak mı? -Füsun Sarp Nebil-

Yıllar, yıllar sonra, biz bu kadar ikaz ettikten, operatörler ve Telkoder bir süre "Ortak Altyapı" diye bağırdıktan ve hatta 2018 seçimleri öncesinde Binali Yıldırım'ın ev sahipliğinde imza attıktan ama bir türlü oldurulmadan sonra, acaba ne oldu da birden fiber altyapının eksik olduğu gündeme geldi? Bu aklı çok uluslu yatırım bankaları vermiş olabilir mi?

Dün T24'ün "Belirsizlikler ve Öngörüler" başlıklı yıllık toplantısında, açılıştan hemen sonraki konuşmasını "Türkiye Ekonomisi: İstikrar ve Reform Programı" başlığı ile Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek yaptı.Şimşek, başarılı bir ekonomi programı sürdürdükleri iddiasını aktardığı sunumunda, cari açıktan, enflasyona, yapısal reform gündeminden, vergide adalet ve etkinliğe, harcama disiplini ve tasarruf tedbirlerine kadar pek çok başlık altında bilgiler verdi. Ama başka bir toplantıya yetişeceği gerekçesiyle, bu toplantıdan hızla ayrılınca bizlere soru sorma imkanı vermedi. Dolayısıyla örneğin; "kamuda tasarruf başarılı oldu" başlığını güncel örneklerle -New York gezisi ya da makam arabaları ile- soramadık.

Ama asıl sormak istediğim önemli soru şuydu: Şimşek "Digital Dönüşüm"  ve "Yapay Zeka"ya önem verdikleri yanı sıra fiber altyapının zayıf kaldığını  söyledi (bilmeyen var mıydı, bilmem) ve altyapıyı artık telekom firmalarından ayıracaklarını söyledi. Yıllar, yıllar sonra, biz bu kadar ikaz ettikten, operatörler ve Telkoder bir süre "Ortak Altyapı" diye bağırdıktan ve hatta 2018 seçimleri öncesinde Binali Yıldırım'ın ev sahipliğinde imza attıktan ama bir türlü oldurulmadan sonra, acaba ne oldu da birden fiber altyapının eksik olduğu gündeme geldi? Bu aklı çok uluslu yatırım bankaları vermiş olabilir mi?

Türk Telekom ve Turkcell, iskeleti alınmış hale mi gelecek?

Eski bir damat beyin sözleriyle "İşte burası çok önemli."  Neredeyse son 5 yıldır kulaklarımızda, "Turkcell Azerbeycan'a satılıyor", "Türk Telekom Katar'a satılıyor." "Turkcell Birleşik Arap Emirlikleri’ne satıldı bile" ve benzeri onlarca spekülasyon ulaştı. Bu konuşmaların her birinin arka planında, yapılan bazı görüşmeler olduğunu da duyduk ama Varlık Fonu içine çekilip, satılmaya çalışılan ama bir türlü satılamayan ve gün geçtikçe network cihazları eskiyen, püsküyen, içine binlerle ifade etmenin mümkün olduğu liyakatsız çalışan doldurulan, buna karşı makyaj yatırım dışında yatırım yapılmayan ama masraflarını karşılamak için enflasyonun üç katı zam yapan ve gitgide hantallaşan iki şirket var ortada. Söylentiler doğru çıkmadıkça, satılamadıklarını anlıyoruz.

Bu iki şirketin borsa değerlerine bakıldığında 2009'da toplam 22.90 milyar $ iken, eylül itibariyle baktığımızda 10,67 milyar $. Yani yarıdan fazla inmiş (doların sabit tutulması nedeniyle aslında bu değer çok daha düşük onu da not edelim.)

Gördüğünüz gibi Turkcell 15 yılda neredeyse 3'de bire düşmüş. 15 milyar $ olan değeri bugün 5,78 milyar $. Türk Telekom ise neredeyse yarıya düşmüş, 8,2 milyar $'lardan 4,89 milyar $'a gelmiş. (Grafik için Telkoder'e teşekkürler.)

Şimdi Mehmet Şimşek'in "fiberi ayıracağız" cümlesine yeniden bakalım ve toplantıdan hızlı bir şekilde ayrıldığı için kendisine soramadığımız soruyu soralım: "Fiber Altyapıyı neden telekom firmalarından ayırıyorsunuz acaba? Turkcell ve Türk Telekom'u bir türlü satamadığınız için, Türkiye'nin fiber altyapı potansiyelini mi satacaksınız?" Muhtemelen önümüzde böyle bir gelişme var.

Dünyadaki Telekom sektörü trendleri

Dünyaya baktığımızda, son yıllarda fiber optik altyapıların ayrıldığı örnekler görüyoruz. Çünkü son 10-15 yılda küresel operatörler yatırım yaparken (ki hatırlatalım Türkiye yatırım yapmadı), parayı kazananlar, bu yatırımları yapan (ve de temel internet hizmetleri satan) operatörler değil, kullanıcıların satın aldığı bu hatların üzerinden katma değerli servis sunan yani genişbanta yatırım yapmayan ama genişbantı kullanarak hizmet veren Youtube, Facebook, Netflix gibi firmalar oldu. Bu operatörlerin üzerinde ciddi baskı yarattı ve belli bir zaman sonrasında fiber yatırımları yapmak için farklı modeller geliştirildi.

Detecon araştırmasına göre, 2021-2022'de dünyada yaklaşık 108 (kamuya açıklanmış) anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaların 72'si için yatırım hacmi: 72 milyar dolar, yılda ortalama 35 milyar dolardı. Tüm anlaşmaların yaklaşıyüzde 90'ı fiber optik erişim, geri kalanı ise omurga ve denizaltı altyapısıydı. Genel anlaşma şekli açısından, yüzde 50'den fazlası satın almalar iken, geri kalanı ortak girişimler ve çoğunluk veya azınlık yatırımları olmuş. 2021-2022'de açıklanan anlaşmalara baktığımızda, üçte birinden biraz fazlasının satın almalar olduğunu görüyoruz.

Türkiye'de fiber altyapının durumu

Aşağıda, işletmecilerin fiber yatırımlarına bakalım. (Bu grafik için Mehmet Ali İnceefe'ye teşekkürler.)

Yıllardır, ülkemizde 4-5 milyon kilometre fiber olmalı diye bağırırken, 2024'ün ilk çeyreğinde yapılan miktar, yukarıda görüldüğü gibi sadece 6 bin 341 kilometre yani aylık bazda 2 bin 114 kilometre. Ülke insanları ile alay eder gibi.

Bu arada not edelim; 2024 son çeyrekteyiz ama BTK kaplumbağa hızında çalışıyor. Bu sabah bir arkadaşımdan şu mesajı aldım: "Günaydın Füsun Hanım. Bugün 2024 3. çeyrek pazar verilerinin bile yayımlanması gerekirken, BTK daha 1. çeyrek verilerinde kalmış durumda... İnternet hızını geçtik, topladığı verileri yayımlama hızında bile 6 ay geriden geliyor... Veri çağından bahsetmeyi çok seviyorlar... Şimdi 6 ay geriden gelen veriler ile neyi nasıl yorumlayacaksınız? Belki de amaç budur... ;)

Toplamda Türk Telekom ve onun dışında kalan (Turkcell, Vodafone dahil alternatif telekom firmaları) firmaların ayrı ayrı fiber yatırımlarına bakalım. Burada bir not verelim; bir bölgeye fiber yatırım yapacak olan firmanın Türk Telekom'a orada yatırımı olup olmadığını sorması ve varsa tesis paylaşımına başvurması gerekiyor.

Yukarıdaki tablodakine 2024'ün 1. çeyreğindeki miktar eklendiğinde Türkiye'de ilk çeyrek itibariyle 568 bin 35 kilometre fiber mevcut. Bunun 5'te biri alternatif operatörlere ait. Toplamda da, bu yatırımların 229 bin 761 kilometresi omurga (yani operatörün kendi altyapısı) ve 338 bin 274 kilometresi abonelere giden miktar.

Bir başka notumuz şu; BTK 2006 yılından itibaren fiber altyapı kurmak isteyen firmalara lisans verdi. İlk etapta 11 firma lisans almıştı. Ama bu firmalara yatırım yaptırılmadı. Buna dair bir yazımızı 4 yıl önce "Devlet Telekom'da Altyapı Konusunda Maytap mı Geçiyor?" başlığı ile yayınlamıştık. Yine altyapıdaki sorunları 6 şubat depremi sonrasında "BTK, Altyapı Şirketlerini Engellemeseydi, Bugün Haberleşme Çökmezdi”başlığı ile vermiştik.

Saudi Oger'den sonra Türk halkı şimdi hangi firmayı zengin edecek?

Bu bilgiler ışığında, Mehmet Şimşek'in sabahki sözlerine baktığımızda ne düşünmeliyiz? Ülkemizdeki serbestleşmenin ilan edildiği 2004'den bugüne geçen 20 yılda fiber yatırım miktarı --tüm operatörler dahil-- şu ana kadar 600 bin kilometrenin altında (yıllık 30 bin km falan.) Evet Avrupa'da da (örneğin Vodafone İspanya) fiber altyapısını satan firmalar görüyoruz ama yatırım yapılmış olan miktar zaten önemli bir varlık. Bizim tarafa bakarsak olacak olan şu; yeni bir firma (muhtemelen çok uluslu) bu altyapı işini alacak ve bunun yeni yapım maliyetini de biz Türk halkı ödeyeceğiz.

11. Kalkınma planında sayfa 76'deki 4.4 Bölümdeki "Sektördeki Kırılganlık"  bölümüne bakarsak şöyle diyordu:

"Bugün hızla yükselen veri tüketimi, şebekelere yapılan yatırımların artarak devam etmesini zorunlu kılmaktadır. Finansal kaynaklar geri dönüş seviyelerinin sağlıklı ve sürdürülebilir olduğu sektörlere yönelmektedir. Mobil iletişim sektörünün de bu finansal kaynaklar açısından cazip hale gelmesi için işletmeciler ve sektör üzerindeki finansal yükümlülükler ve vergiler hafifletilmelidir. İmtiyaz ve frekans kullanım hakkı gibi ek mali yüklerin de azaltılması, sektör açısından aynı derecede önemlidir.

Türkiyenin en parlak istihdam ve yatırım alanlarından biri olan iletişim sektöründe yaşanacak olası sıkıntılar, tüm BİT sektörünün yansıra diğer sektörler (finans, sanayi vb.) üzerinde de düzeltilmesi zor ve uzun zaman alacak tahribata yol açacaktır.

Diğer taraftan, ülke kalkınmasında çok önemli bir yere sahip olan iletişim sektörünün oluşturduğu ekonomik büyüklüğün, GSMH içerisindeki payının zamanla artması, sektörün kendisinin yanı sıra diğer sektörler için de kaldıraç etkisini sağlaması nedeniyle çok önemlidir. Nitekim geçmiş kalkınma planlarında da bu hedeflenmiştir. "

Ama bu kalkınma planları dikkate alındı mı? Ya da bahsedilen tahribatlar ne kadar oldu, hesaplandı mı?

Diğer yandan "fahiş operatör fiyatları" nedeniyle gözler bilançolara döndü. Varlık Fonu altında yer alan telekom firmaları kâr ediyor diye düşünüyorsanız, daha yakından bakın.

Bizler yani Türk halkı, AKP'nin, Türk Telekom'u "özelleştirme kisvesi altında" Saudi Oger'e devretmesi sonrasında, gerek verilen fahiş maaşlar, fahiş danışmanlık ücretleri, ihaleler ve temettülerle giden kimbilir kaç milyar $'lar üstüne, AKP'nin gitmesine izin verirken Türk bankalarına bıraktığı 4,75 milyar $'lık borcunu -diğer başka saçmalıklarla birlikte- şu anda ve önümüzdeki 20-30 yılda, rekor enflasyon, yükselen kiralar, pahalı hayat şartları ile ödeyeceğiz. Peki fiber altyapının satılması ile acaba yeni hangi yeni yükleri sırtımıza alıyor olacağız?

Akıllı-uslu sualler

Fiber optik ayrılacaksa, neden altyapı lisansı almış firmaların önü açılmıyor? Devlet zaten onlardam 200 bin - 300 bin $'lık (günümüzün 7-10 milyon TL'si) lisans paraları aldığına göre, bunu yapmak zorunda değil mi?

* Mevcut altyapının çoğunluğu Türk Telekom'a ait. Arkasından en fazla altyapısı olan Superonline'ın altyapısı küçük adacıklar halinde. (Üçüncü operatör zaten TT altyapısı kullanıyor.) Sadece Varlık fonuna ait olan bu iki firmanın altyapısı mı ayrılacak?

* Alternatif operatörlerin ya da altyapı lisansı olanları az da olsa payları var. Bunlar nasıl ayrılacak?

* Ayrıca dönem dönem "tesis paylaşımına zorlanan" alternatif telekom firmalarının parası ile yapılmış altyapı da devredilecek mi?

* Altyapı nasıl geliştirilecek? TOGG olayındaki gibi bir babayiğit çıkıp Türkiye'de bütün yolları kazıp fiber mi döşeyecek?

* Ya da aslında bu fikir, bir yatırım bankasından ve hazır çok uluslu bir altyapıcıdan mı geldi?

* Fiber altyapı yapması için çok uluslu (Türkiye'de yatırım için kimsenin nefesi kalmadı) bir firmaya aktarım yapılırsa, acaba hangi tavizler (kapitülasyonlar) verilecek? Bunun halkın sırtına yükleyeceği yük ne olacak?

                                                  
(T24)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder