5 Ekim 2024 Cumartesi

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -5 Ekim 2024-

12 Eylül sürpriz değildi -Aydemir Güler-

12 Eylül sürpriz değildir ve sol için “hazırlıksız yakalandı” denemez. Gerçek, solun hazırlık yapmadığıdır.

Geçtiğimiz Ağustos ayında bu köşede “sosyalizm stratejisi” başlığını açtığımda, arada şöyle yazmıştım: “Solun iki tane verimi yüksek stratejik tartışma dönemi var. Birincisi 1960’lara ikincisi 1980-90’lara tarihlenebilir.”

O gün birinciden başlamıştım. Araya başka konular girdi; bugün 1980-90’lara yine sıra gelmedi… Bir ara halka daha var, yazılması gereken…

12 Eylül 1980 Türkiye’nin tarihsel yıkım anıdır. Ancak bu askeri darbe asla sürpriz olmamıştır. 

Yalçın Küçük laik sanılan askerlerin dinci bir darbeye hazırlandıklarını tutarlı bir teorik öngörüyle kaleme almıştı. 

1973-1974’te Atılım yaparak sol siyaset sahnesinde yerini alan dönemin TKP’sinin 1977-1978 tıkanışını MESS grevleriyle aşmayı denediği düşünülebilir. Ama o sıra yurtiçi örgütünün sorumlusu olan Nabi Yağcı’nın hatıra niyetine verdiği bilgiye göre, -öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül 1980’in içine yerleştiği- bir yıllık zaman diliminde bin kişi yurtdışına çıkartılacaktır. Yağcı bu sayının “ailelerle birlikte” olduğunu not etmiş; yani giden “kadro sayısı” binin altında olmalı... Büyük, çok büyük sayıdır… Darbeden sonra gidenlere, daha doğrusu gitmeleri için hakkında karar alınanlara “direnmek varken nereye?” diye sorabiliriz. Zira bu ölçekte gitmek, yenilgiyi kabul etmek oluyor... Önceden gidiş ise “yenilgi öngörüsünün kabul edilmesi” oluyor! Bu çok daha trajik… Konumuz açısından, darbenin sürpriz olmadığını gösteriyor.

Darbe sürpriz değildi; Devrimci Yol davasında bir numaralı sanık olan Oğuzhan Müftüoğlu Murat Belge’yle, artık yapılacağı kesinleşmiş darbenin arifesinde görüştüğünü, Belge’nin “yapacak bir şey yok” yaklaşımında olduğunu aktarır. 

Bir dizi sol örgütün darbeyi izleyen günlerde “örgütlü korunma” kararı almak için yarışa girdiklerini benim yaşımdakiler gayet iyi hatırlayacaktır. Pratikte kast edilen neydi; o değişebilir. Kesin olan, kast edilen pratiğin içeriğinde direnmenin olmadığıdır.

Oysa darbecilerin en az iki etkili direniş beklediklerini, bu köşede geçenlerde de yazdığım gibi, biliyoruz. TKP belirlenimli DİSK’in fabrikalarda ve Dev-Yol’un silahla direnmesi. İkincisinden bölgesel düzeyde, yani ülke çapında etkisi olmayan bir kısıtlılık içinde söz edebiliyoruz. İlkine ise yine anılarda rastlıyoruz: Partili bir işçi önderi fabrikasını direnişe taşıyabileceğini iletiyor, sorumlusu öneriyi reddediyor. Anlaşılan o sıra parti merkezinde birileri “12 Eylül’e neden faşist denemeyeceği” üstüne çalışıyorlar. Kısa süre sonra bu isimle bir broşür bile çıkıyor!

12 Eylül sürpriz değildir ve sol için “hazırlıksız yakalandı” denemez. Gerçek, solun hazırlık yapmadığıdır. Bu tutuma uygun düşen görüşlerin Murat Belge tarafından formüle edilmiş olmasının üstünde şimdi durmayacağım!

Bütün bunların nedeni beceriksizlik değildir. Aslında 12 Eylül 1980, sol, darbeyi bu tarihten çok önce yediği için sürpriz olmamıştır. Bana sorarsanız temsili darbe tarihi 1 Mayıs 1977’dir. Öyle ki, komünist ve devrimci hareket 12 Eylül 1980’e yenik girmiştir…

Kuşkusuz Taksim Alanında kanları dökülen işçilerin ve devrimcilerin yükü çok ağırdı. Ama mücadelede ödenen bu tür ağır bedeller bazen ileri sıçratıcı bir birikimin parçası olur. Eğer siyasal strateji söz konusu saldırıyı yanıtlama gücünü içeriyorsa…

Bu güç yoktu, çünkü 1977’ye gelindiğinde, ülkeye dair yapılan saptamalardan ve savunulan tezlerden bağımsız olarak Türkiye solu sosyalist iktidar perspektifiyle değil demokratikleşme programıyla ve beklentisiyle hareket ediyordu. 

Akla bazı şerhler gelebilir; atlamayayım… Solda gayet radikal hareketler vardı. Ancak radikallik siyasetin içeriğiyle değil mücadelenin araçlarıyla ölçülüyordu. Bu yanlış bir ölçüttür. En radikal sol hareketler de demokrasiciliğin ötesine geçememişlerdir. 

Bir istisna olarak programında sosyalist devrim yazan ikinci TİP ise bu bakış açısının propagandasını yaptığı üç-dört yılın ardından sahada yol alamadığını görmüş ve direksiyonu demokratikleşmeciliğe kırmıştır. 

1977’de yaşananlarsa katliamdan daha fazlaydı. Egemen güçler, yaşanan politik krizden bir karşıdevrim çıkartmaya karar verdiler. Taksim’de kontrgerillanın kurşunlarıyla ilan edilen buydu. 

Üç yıl boyunca Türkiye “düşük yoğunluklu bir iç savaş” yaşayacak ve faşist darbe için koşullar oluşturulacaktı. Egemenler dünyasında daha önce ciddi anlaşmazlıklar olduğu anlaşılıyordu. Örneğin 12 Mart’tan birinci olarak çıkan Ecevit CHP’sinin karşıdevrim yerine sosyal-demokrasiyi bir alternatif olarak gündeme getirdiği görülüyordu. 1977’de DİSK’te kendisine el uzatan TKP’yi tasfiye etmeyi kabul eden, 1978’de kendisi hükümetteyken Maraş katliamını seyreden CHP, aynı dönemeçte yeni stratejiye ikna edilmiştir. 

Türkiye solunun farklı kesimlerince “milli”, “ulusal”, “halk”, “ileri” sözcükleriyle nitelenen demokratik devrim programları, CHP’nin terk ettiği limana demir atmak anlamına geliyordu. Aslında liman kapanmıştı. Sol, sosyalizmi bir seçenek olarak gündeme taşıyamayacaksa, ülke ekonomik ve sosyal programı çoktan hazır olan bir faşizme götürülecekti. Faşist terör solu savunmaya itiyor, bu konumlanış toplum genelinde “aşırı uçların çatışması” olarak algılanıyordu. Artık toplum solu bir umut olarak göremez olmuştu. 

Sol farklı pencerelerden gözünü CHP’ye çevirmişti. CHP’cilik solu yatağa düşüren hastalıktır. 12 Eylül darbesi sürpriz değildir.

Faşizme karşı direnişi tek tek devrimcilerin kahramanlığına bırakan sol siyasetin önünde sadece bir yenilgi sayfası değil, kendi kendini tasfiye, oto-likidasyon süreci açılıyordu. Artık masanın üstü boşaltılabilirdi. Bütün bilinenler sıfırlanabilir, her şeyden tövbe edilebilir, bütün değerler ve ilkeler revizyona sokulabilirdi. Demokrasiyi CHP’den nafile bekleyenler yüzlerini ilerici olduğu rivayet edilen kimi generallere, sonra darbenin ekonomisti Özal’a, darbenin yasakladığı Demirel’e, hatta meydanlarda “İkinci İnönü geliyoooor” diye anons edilen Erdal Beye dönebildiler. “Demokrasi mücadelesi” solun tasfiyesinin takma adı mı olmuştu?

Ama madem tasfiyeciliğin önü alabildiğine açılıyordu, buna direnç göstermek, geleneği yaratıcı biçimde yeniden inşa etmek de, ister istemez gündeme gelecekti. Solda tasfiye sürecine sadece itiraz edilmedi. Tasfiyeye yeniden kuruluş eşlik etti. 1980 ve 90’larda verimi yüksek bir strateji tartışmasının yapılabilmesinin temelinde bu vardı. Bunu da gelecek hafta ele alırız…                   /././

Ekim Devriminin 107. Yıldönümüne yaklaşırken Gürcistan izlenimleri -Erhan Nalçacı-

Dünyanın nasıl bu hale düştüğünü biraz olsun kavramak için Ekim Devrimi’nin 107. Yıldönümüne yaklaşırken geçenlerde gezi yaptığımız eski bir sosyalist ülke olan Gürcistan izlenimlerinden bahsedelim.

İnsan haberlere bakmak istemiyor gerçekten, İsrail’in suikastlarla giden saldırganlığı, dünyanın sürekli bir felaketin eşiğinde dolaşması, bir yandan saldırganlığa verilen ölçüsüz destek, öte yandan seyretme hali… 

Dünyanın nasıl bu hale düştüğünü biraz olsun kavramak için Ekim Devrimi’nin 107. Yıldönümüne yaklaşırken geçenlerde gezi yaptığımız eski bir sosyalist ülke olan Gürcistan izlenimlerinden bahsedelim.

Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin on beş cumhuriyetinden biriydi. Sosyalizmde geçirdiği 70 yılda feodalizm ağırlıklı düzeninden sanayileşmiş bir ülke, köylülerinden aydınlanan ve eşitlik içinde yaşayan bir halk çıkmıştı.

1990 sonrası neredeyse 35 yıldır kapitalist düzen içinde yaşıyorlar.

Başka bir deyiş ile 35 yıldır sermayenin işgali altında Gürcistan.

Daha Tiflis Havaalanı’na adımını atar atmaz işgali ve getirdiği çürümeyi hissediyorsunuz. Havaalanı Türkiye sermayesinin ağırlıklı olduğu TAV tarafından inşa edilmiş ve işletiliyor. Havaalanına girince aşağıda fotoğrafını çektiğim kumarhane reklamı sizi karşılıyor. Fotoğraf çok net değil ama kumar oynayan adamın yüzündeki ifade adeta bu ülkenin 35 yıldır kapitalizminin yarattığı mide bulandırıcı pisliği özetliyor.

               TAV tarafından işletilen Tiflis Havaalanında yolcuları karşılayan kumarhane reklamı.

Karşı devrimle yıkılmış eski sosyalist ülkelerde çoğunlukla rastlanan olgu yerli turist rehberlerinin çok sıkı bir anti-komünist tezgâhtan geçirilmiş olmasıdır. Bu üç günlük gezide bizim rehber de böyleydi, Gürcistan’ın şimdiki halini övüyor ve sosyalist geçmişi kötülüyordu.

İlk götürüldüğümüz yer bir tepede Gürcistan Tarih Anıtı oldu. Dev taş bloklardan oluşan yapı adeta bir karşı-devrim anıtı gibi yüzümüze çarptı. Temelinde Hıristiyan öğretisi ve İncil’den tasvirler, üzerinde Gürcistan köylüsünü yüzlerce yıl sömürmüş feodal beylere ve soylulara övgü ve güzelleme. 

Buradan Tiflis’in içine giriyor ve ülkenin en büyük katedralini ziyaret ediyoruz. Katedral tarihi mi peki, yok değil, karşı-devrimden sonra inşa edilmiş. Bu kadar mı bütün karşı-devrimler halkın dini duygularını suiistimal etmekte ortaklaşır? Katedralin finansmanını sağlayan oligark ve şu anda fiili olarak Gürcistan’ı yöneten Gürcistan Rüyası Partisinin kurucusu ve onursal başkanı olan Bidzina İvanişvili.

Gürcistan’da bir köylü ailenin çocuğu olarak doğan İvanişvili’nin öyküsü karşı-devrimi çözmemize yardımcı oluyor. Sovyetler Birliği’nin sağladığı olanaklarla Moskova’da mühendislik okuyan müstakbel oligark 1988’de Sovyetler Birliği’nin o dönemde izinli tek şirketini kuruyor ve telefon ithalatı ile ciddi bir sermaye birikimi sağlıyor. Karşı-devrim sonrası Sovyet mallarının özelleştirilerek yağmaya açıldığı dönemde büyük bir avantaj elde ediyor böylece. Yedi milyar dolar serveti ile bugün dünyanın başlıca zenginleri arasında sayılıyor.

Sovyetler Birliği döneminde sanayiyle tanışan Gürcistan daha sonra uluslararası alanda etkinlik gösteren tekellerin siyasi iradeye müdahale etmesiyle sanayisini yitiriyor ve büyük ölçüde hizmet sektörüne yöneliyor. Kumarhane reklamından tahmin edebilirsiniz hizmet sektörünün ne anlama geldiğini. Şarap üretimi ise büyük oranda Batılı şirketlerin eline geçiyor.

Rehber bize işsizliğin olmadığı güllük gülistanlık bir Gürcistan tanımlıyor ama nüfusun dörtte birinin çalışmak için yurt dışına göç etmek zorunda kaldığını saklıyor. Akşam geç saatlerde gençliğin ciddi bir uyuşturucu sorunu olduğunu gözleyebiliyorsunuz.

Gürcistan Ulusal Müzesi’nde bir katın Sovyet İşgali Dönemi’ne ayrılmış olması şaka gibi geliyor insana. Gürcistan’da egemenlik ve bağımsızlık sorununu kısa bir süre önce ele almıştık, bu yazıya göz atabilirsiniz.

Neyse daha fazla içinizi karartmayalım ve Gori ziyaretinden bahsedelim. Tiflis’in batısında yer alan Gori Stalin’in doğduğu kent ve ona adanmış bir müzeye sahip.

Gürcistan devleti Stalin ile ilgili belli ki bir ikircikliğe sahip. Tüm sosyalist geçmişlerine küfür ederken Stalin’in yaşamının anlatıldığı müzeyi korumuşlar, Gürcü kökenli Stalin’i görmezden gelemiyorlar anlaşılan.

Müzenin rehberi olan genç bir kadın gezdiriyor bizi. Yüzünde öyle bir donukluk var ki böcek müzesini gezdirseniz daha duygusal olabilirsiniz! Stalin’in yaşamının evreleri arasına “ama işçiler söylendiği gibi mutlu değillerdi”yi sıkıştırıyor. 

Stalin’in Çarlık döneminde gönderildiği sürgünlerin haritasına bakıyoruz, binlerce km Sibirya’ya sürülüyor, kaçıp geliyor, tekrar sürülüyor, yine kaçıp geliyor. Harita bu zoraki ve gönüllü yolculukların izleri ile dolu ama rehberin yüzünde aynı duygusuzluk.

Bolşeviklerin Tiflis’teki yer altında kurdukları gizli matbaanın maketine bakıyorsunuz, hiçbir mimik kımıldamıyor.

Müzenin dışında Stalin’in devlet başkanı olarak Yalta ve Tahran Konferanslarına gittiği tren vagonu var, içinde toplantı, çalışma, yatak odası ve banyosu olan vagonu dolaşmak insanı ikinci Dünya Savaşı yıllarına götürüyor.

Müzenin hemen yanında Stalin’in ailesi ile yaşadığı ev bulunuyor. Gürcistan’da soyluların saraycıklarını da görme şansı oldu ama bu ev tam bir yoksul kulübesi. Tek katlı, tuğladan, her an yıkılacak gibi duran evin bir odasında kalıyorlarmış ve Stalin’in babası kunduracılık yapıyormuş burada.

1878’de doğan Stalin’i annesi din okuluna yolluyor. Başarılı olunca din okulunun lisesine gidiyor. Diyelim ki İmam Hatip! Sonra 15 yaşında devrimcilerle tanışıyor.

Stalin’in önderliğinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi farklı yönleriyle tartışılabilir ama tartışmasız olan, özellikle 1929’da başlayan kolektivizasyon hamlesi ile bir devrimin yaşaması için süreç içinde nitelikçe devrimci atılımların yapılması gerektiğini bize göstermiş olmalarıdır.

Sonuçta, hiç kimse ülkesinden ve insanlarından ümidini kesmemelidir. Gürcistan’ın İmam Hatibinden ülkenin yetiştirdiği en büyük devrimci çıkmıştır. Yeter ki bir ülkenin işçi sınıfının siyasi öncüsü ayakta dursun.

                                                          /././

                                               soL - GÜNDEM

Finans tekelleri AKP'ye akıl verdi: Kamu harcamalarını kısın, asgari ücrete çok zam yapmayın

Enflasyondaki gerileme beklentilerin gerisinde kalınca uluslararası finans tekelleri, Şimşek yönetimine yeni acı reçeteler yazdı.(https://haber.sol.org.tr/haber/finans-tekelleri-akpye-akil-verdi-kamu-harcamalarini-kisin-asgari-ucrete-cok-zam-yapmayin)

                                                        ***

ABD yine Yemen'i hedef aldı: Başkent Sana ve liman kenti Hudeyde'yi vurdu

ABD, İsrail'e giden ticari gemileri vuran Husiler'e karşı Yemen'i hedef almaya devam ediyor. ABD ordusu, bugün başkent Sana ve liman kenti Hudeyde'nin de aralarında olduğu Yemen kentlerini vurdu.(https://haber.sol.org.tr/haber/abd-yine-yemeni-hedef-aldi-baskent-sana-ve-liman-kenti-hudeydeyi-vurdu-395359)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder