3 Ekim 2024 Perşembe

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -3 Ekim 2024-

İşte savaşın kazananları: ABD ve İsrail sermayeli savaş tekellerinin piyasa değeri katlandı -Uğur Zengin-

İsrail’in Filistin’e karşı başlattığı ve bir yılda bölgeye yaydığı savaş, silah tekellerini büyütüyor. ‘Havacılık ve savunma sanayi’ şirketlerinin hisse fiyatları bu bir yılda tırmandı.

Şirket AdıSermayeİsrail için Ne Üretti?Son 1 Yılda  Büyüme Oranı
RTX CorporationABDDemir Kubbe, sığınak delici bomba (2.2 ton), bombalar: AGM-65, Paveway, GBU-28, AIM-9X%73.4
Lockheed MartinABDF-16 ve F-35 savaş uçağı, Arrow 3 Füzesi, akıllı bomba (JDAM)%48.15
IMCOİsrailZırhlı araçlar için gelişmiş elektrik sistemleri, Video yönetim sistemleri%186
AshotİsrailJet motor şaftları, iniş takımı parçaları, yüksek kaldırma parçaları%112

İsrail’in ekim ayında Filistin’e başlattığı, bölgeye yaydığı savaş, savaş baronlarını büyüttü. ‘Havacılık ve savunma sanayi’ şirketlerinin hisse fiyatları hızla arttı. Başta ABD ve İsrail sermayeli olmak üzere askeri sanayide üretim yapan şirketlerin piyasa değeri son bir yılda katlandı. 165.5 milyar dolarlık piyasa değeriyle dünyanın en büyük savaş tekeli olan RTX Corporation’un hisseleri bir yılda yüzde 73.4 arttı. 144.4 milyar dolarlık değeriyle en büyük ikinci savaş tekeli olan Lockheed Martin’in hisseleri ise sadece son 3 ayda yüzde 30 değer kazandı.

RTX SAVAŞTAN EN KÂRLI ÇIKAN ŞİRKET

İsrail’in hava savunma sistemi ‘Demir Kubbe’nin üreticisi İsrailli Rafael Advanced Defense Systems şirketi ile ortaklığı bulunan ABD’li RTX Corporation, savaştan en kârlı çıkan şirket oldu. 165.5 milyar dolarlık piyasa değeriyle ABD’nin en büyük ‘havacılık ve savunma’ şirketi olan RTX’in New York borsasında işlem gören hisse fiyatları son 5 yılda yüzde 54 büyümüştü. Buna karşı İsrail’in Filistin’e yönelik başlattığı saldırılarla birlikte, İsrail ordusunun Filistinli sivillere karşı kullandığı füze, bomba, savaş uçakları için bileşenler ve diğer silah sistemlerini üreten şirketin hisseleri sadece son 1 yılda yüzde 73.4 değer kazandı.

İran’ın Tel Aviv’e yönelik saldırılarının yaşandığı günün ardından şirket hisseleri bir günde yüzde 2.7 yükseldi. Son 5 günde hisse fiyatlarında artış yüzde 3.22’yi buldu.

DÜŞEN HİSSELER SAVAŞ İLE YÜKSELDİ

Şirketin hisseleri ocak 2023 ile İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarının başladığı 7 Ekim 2023 tarihleri arasında düşüş eğilimindeydi. Ocak 2023’te 102 dolar olan hisse fiyatı, 3 Ekim 2023’te 70 dolara kadar geriledi. İsrail saldırılarıyla birlikte hisse fiyatı hızla yükselişe geçti. 9 Ekim 2023’te 73.25 dolara çıkan fiyat dün 124 doları aştı.

FİLİSTİN’E RTX BOMBALARI DÜŞTÜ

RTX İsrail'in Patriot füzelerini ve Rafael ile birlikte ‘Demir Kubbe'yi de üretiyor. Gazze'ye karşı sık sık gerçekleştirdiği askeri saldırılarda İsrail ordusu, RTX’in 2.2 tonluk GBU-28 “sığınak delici” ve lazer güdümlü Paveway bombalarının yanı sıra AGM-65 Maverick hava-yer füzeleri, AIM-9X füzeleri, AIM-120 Sidewinder füzeleri ve TOW uzun menzilli füzelerini kullanıyor. Bu füzeler ve bombalar genellikle İsrail Hava Kuvvetlerinin F-16 ve F-35 savaş uçakları tarafından ateşleniyor veya bırakılıyor.

Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsüne (SIPRI) göre RTX, 2006 ile 2009 yılları arasında İsrail hükümetine en az 150 GBU-28 bombası ve 2004 ile 2015 yılları arasında 1200 Paveway bombası tedarik etti. ABD Dışişleri Bakanlığı 2015 yılında İsrail'e 2 bin 200 Paveway bomba kiti ve diğer silahların 1.8 milyar dolarlık satışını onayladı.

SIPRI'nın raporuna göre RTX ayrıca İsrail hükümetine en az 8 bin 188 TOW, 1360 AGM-65 Maverick, 4 bin 842 Sidewinder ve 154 AIM-120 AMRAAM füzesi sağlarken, ABD yabancı askeri satış (FMS) sözleşmeleri, ABD hükümetinin haziran 2021, temmuz 2020 ve nisan 2019'da İsrail'e füze bileşenleri tedarik edildi. Mart 2020, mayıs ve nisan 2019 ve aralık 2018'de ise RTX İsrail hükümetine AIM-9X füzeleri sağladı.

LOCKHEED MARTIN: F-35 SATTI

ABD’li küresel savaş tekeli Lockheed Martin, haziran 2024’te İsrail’e toplam 3 milyar dolar tutar karşılığında 25 adet F-35 savaş uçağı daha sattı. Uçaklar, İsrail Hava Kuvvetlerinin F-35 filosunu önümüzdeki yıllarda 75'e çıkaracak. İsrail'in orijinal 50 F-35 siparişinin şimdiye kadar 39'u teslim edildi.

Lockheed Martin ayrıca son yıllarda F-16'lar ve CH-53K King Stallion, Yas'ur helikopterleri ve Black Hawk'ları içeren anlaşmalarla İsrail’in en büyük tedarikçisi haline geldi. Boeing havacılık endüstrisiyle iş birliği yaparak Arrow 3 füzesini üretti ve Hava Kuvvetlerine F-15 uçakları ve "akıllı" bombalar (JDAM) sağladı.

Lockheed Martin'in Yönetim Kurulu Başkanı Jim Taiclet, İsrail'in Gazze'deki sivilleri katletmesine ilişkin “İsrail'i askeri operasyondan uzak tutmanın hiçbir anlamı yok. GSYİH'mizin yüzde 2'sinden fazlasını oluşturması gereken sanayi kompleksimizin geliştirilmesine büyük katkıları var. Silahlar ile çözülmesi gereken çatışmalar var ve biz bu silahları sağlamaya hazırız” demişti.

İSRAİL TEKELİ IMCO YÜZDE 186 BÜYÜDÜ

İsrail borsasında işlem gören İsrail sermayeli IMCO, son bir yılda yüzde 186 büyüdü. İsrailli savaş tekelleri Rafael, Elbit, ile Britanya sermayeli lüks otomobil üreticisi Rolls-Royce ve Fransa sermayeli Boeing ile çalışan IMCO, en hızlı büyüyen İsrailli savunma sanayi şirketi oldu. Şirket mayıs 2024’te İsrail Savunma Bakanlığı ile 100 milyon dolarlık satış anlaşması imzaladı. Şirket, İsrail Savunma Bakanlığına ait zırhlı araçlar için gelişmiş elektrik sistemleri, video yönetim sistemleri ve voltaj yönetim sistemi sağlayacak. Sadece bu anlaşmanın ardından IMCO’nun hisse fiyatı yüzde 19 arttı. IMCO, bu anlaşma ile İsrail’den aldığı sipariş tutarını tek kalemde ikiye katlamış oldu.

Şirket aynı dönemde ABD’de kurulu şirketi Advenced Defence Technologies ile de 9.5 milyon dolar tutarında satış anlaşması yaptı.

TRANSDIGM GROUP: YEDEK PARÇALARIN ŞEYTANI

ABD piyasasında işlem gören, İsrail’in savaş helikopterlerine ve diğer askeri sınıf makinelere yedek parça sağlayan Transdigm Group hisseleri ise son bir yılda yüzde 70 arttı. Şirket 2023 yılının son çeyreğinde kârını yüzde 23 artırarak 1 milyar doların üzerine çıkardı. Şirketin ocak 2023’te 650 dolar hisse fiyatı dün 1435 doları gördü. Hisse fiyatları bu yılın başından bu yana yüzde 42’nin üzerinde arttı.

Merkezi Cleveland’daki şirket ‘yedek parçaların şeytanı’ olarak anılıyor. Kurulduğu günden bu yana, Rishon Lezion'da şubesi bulunan ve havacılık, deniz ve kara alanlarında güvenlik güçlerine profesyonel kontrol ve izleme ekranları satan ScioTeq Ltd (eski adıyla Esterline) dahil olmak üzere 88'den fazla farklı şirketi satın aldı.

641 DOLARA MAL OLAN ÜRÜNÜ 10 BİN DOLARA SATTILAR

New York merkezli Ynetnews haberine göre Pentagon soruşturmaları, TransDigm’in bir yolcu uçağı için bir bağlantıda yüzde 4 bin 436 kâr elde ettiğini, 46 dolara mal olması gereken yarım inçlik bir pim için 4 bin 361 dolar ve 641 dolara mal olan bir hidrolik valf için 10 bin dolar talep ettiğini ortaya koydu.

                                                        /././ 

Haydut başı: Amerikan emperyalizmi -Mustafa Yalçıner-

Son yazımızın başlığı “Haydut Devlet: İsrail”di. Bu tamamen doğrudur ve ABD “haydut devlet” kavramını İsrail için üretmiş gibidir. Siyonist haydudun Lübnan’a yönelik son saldırıları bunu bir kez daha doğrulamıştır.

Her devlet bir şiddet aletidir demiş ve ABD büyük haydutturdiyerek noktalamıştık.

19. yüzyılın haydut başı neredeyse tüm dünyayı sömürgeleştiren İngiltere’ydi. Belki gelecekte bu payeyi bir başka emperyalist kuşanacak; ancak geçen yüzyılda İngiltere’den devraldığı haydut başılığı günümüzde kimseye bırakmayan ABD’dir.

Herhalde İsrail’in aklına estiği gibi saldırdığını kimse düşünmüyordur. Böyle düşünen varsa ya dinsel vb. ön yargılarla gözü kördür ya da fazlasıyla saftır!

İslami yaklaşım İsrail’i “kötülüklerin başı” sayar ve hatta ABD’yi ve giderek dünyayı Yahudilerin yönettiğine inanır. Kanıtları yok değildir: Rockefellerden Rothschild’e, Dupont’tan Morgan’a, H. Kissenger’e Amerikan mali oligarklarının önemli bir bölümü Yahudi asıllıdır ve Yahudi-Hristiyan öğretisi ABD’de etkilidir. Kuşkusuz ABD ile İsrail arasında fazlasıyla yakın, hatta iç içe geçmiş girift bir ilişki var. İsrail, Amerikan emperyalizminin en çok ve sorgusuz sualsiz koruyup kolladığı, yakın desteğine mazhar bir haydut. Ancak ayrıntılı analizlere gerek kalmadan ön yargısız mantık bile İsrail’in ABD’yi yönettiğini değil ama tersini doğru sayacaktır.

İsrail, ABD üzerinde bir karşı etkiye sahip şüphesiz, ancak sonuçta ABD’nin Ortadoğu’daki gölgesidir. Bölgede ABD adına davranan ve onun herkesten ve her saldırıdan sakındığı göz bebeği taşeronudur. ABD, kiri pası nedeniyle doğrudan dahil olmak istemediği işleri İsrail’e gördürmektedir. İsrail de kendi özel çıkarları nedeniyle buna dünden razıdır.

Son saldırılarıyla İsrail kuşkusuz kendisini de sağlama almaya çalışmakta, ama asıl ABD stratejik yöneliminin gereğini yapmaktadır. Gazze soykırımının ardından, İran’da Haniye suikastı, Lübnan’da önce çağrı cihazları ve ardından telsizleri patlattıktan sonra Hizbullah’ın karargahına saldırarak Nasrallah’ı ve Güney Cephesi komutanıyla diğer önde gelen komutanları öldürmesi Ortadoğu’yu savaşın alevleri içine çekmeye yöneliktir. Hizbullah bölgede İsrail’in rakipleri arasında en önde geleni olmasının yanında bölgenin ve hatta dünyanın en tutarlı Antiamerikan, hatta antiemperyalist güçlerindendir. Bir yıldır süren saldırganlığıyla İsrail savaşı yayma tutumu izlerken İran’ı da yanıt vermeye ve savaşa dahil olmaya zorluyor. Darbe vurdukları İran’ın yakın müttefikleri ve örneğin Haniye Tahran’da öldürüldü. Yanıt vermediğinde müttefiklerini yüzüstü bırakıyor ve korkuyor görüntüsü verecek olan İran kendi cephesinin moralini de olumsuz etkileyecek, yanıt verse savaşa çekilmiş olacaktır. “İki ucu pis değnek” açmazına alınmaktadır.

Savaşın bölgeye yayılması tek başına İsrail’in boyunu ve cürmünü aşan bir yönelimdir.

Öte yandan Çin’in hızla gelişip ekonomik olarak dünyaya yayılarak “tahtını” tehdit ettiğini gören ABD, yeterince güçlenmeden onu ya savaşarak bertaraf olmaya ya da boyun eğmeye zorlamak üzere hamleler yapmaya çoktan başlamıştır. Savaşın, Çin’in iktisaden ABD’yi çoktan geride bıraktığı Ortadoğu’ya yayılması zorlaması bu türden bir hamledir. Filistin’in haritadan silinmesi ya da direnemeyecek duruma sıkıştırılması, Suudilerle ilişkilerini geliştiren Çin’in Hint Okyanusu ve BAE üzerinden “Kuşak-Yol İnisiyatifi”nin bir parçası olarak Avrupa ve Afrika’ya uzanan ticaret yoluna alternatif Hindistan, Suudi Arabistan, İsrail ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya uzanacak “yeni ekonomik koridor” açılmasıyla doğrudan ilişkilidir.

ABD, önce yakın müttefiki Rusya’yı Ukrayna’da savaşa zorlayarak zayıflatıp Çin’i yalnızlaştırmaya girişmiş, Avrupalı emperyalistleri de yanına çekerek ticari ve sınai ambargo uyguladığı Çin’in gelişmesinin de önünü kesmeye yönelmiştir. Şimdi Ukrayna’ya uzun menzilli füzeler vererek Rusya’yı karşı hamleye, örneğin en azından taktik nükleer silahlar kullanmaya zorlamakta ve Avrupa’yı ateşe atmaktadır.

İsrail saldırganlığı bu genel tablo içinde anlam kazanır.

Saldırılarını sorgusuz destekleyen Amerikan haydutluğu görülmeden İsrail haydutluğu anlaşılamaz!

                                                        /././

İktidar neden yapamayacağı bir anayasayı gündem yapmak için bu kadar uğraşıyor? -İhsan Çaralan-

TBMM’nin 28 dönem 3. yasama yılı önceki gün   Meclisin “kendiliğinden” toplanmasıyla başladı.

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un açılış konuşmasının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan Meclise hitap etti.

Halkın büyük geçim sıkıntısı içinde olduğu; çiftçilerden işçilere, emeklilerden emeği ile geçinen her toplumsal kesimin eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten işsizliğe, yerel hizmetlere, hayatın her alanında büyük sorunlar yaşadığı ülkemizde Cumhurbaşkanı başlıca üç konu üstünde durdu:

* Birincisi “yeni bir sivil ve demokratik anayasa” vaadi! Nasıl bir anayasa yapmak istediklerini 22 yıllık icraatlarını tarif etmeye çalıştıkları anayasa ile taban tabana zıt oluğunu hiç umursamadan anlattı! TBMM’nin 3. yasama yılında böyle bir anayasa yapmayı başaracaklarını iddia etti.

* İkincisi; ekonominin iyiye gittiği, enflasyonun düşmeye başladığı ve yakın bir zamanda sıkıntıların aşılacağına dair çizdiği pespembe tablo. Buna “Halk inanır mı inanmaz mı”yı hiç umursamadan!

*Üçüncüsü ise İsrail’in bir yıldır Filistinlilere karşı giriştiği kanlı katliamların Lübnan’a da yayılmasıydı. Dünyadaki ve İslam dünyasındaki duyarsızlıktan yakınan Erdoğan hamaseti İsrail’e karşı mücadelede dünyaya liderlik etme zamanının gelindiğine kadar götürdü! “İsrail’in gözü bizim vatan topraklarımızda, Anadolu’da” diyerek çıtayı Başdanışmanı Yiğit Bulut ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “İsral’in hedefi Türkiye’dir” iddiasına koydu. İsrail için hayati önemde olan ticaretin resmiyette yasaklansa da fiiliyatta üçüncü ülkeler üstünden bugün bile sürdürülmesini umursamadan!

ERDOĞAN VE PARTİSİNİN GERÇEKTEN ANAYASA YAPMA GİBİ BİR İSTEĞİ VAR MI?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Meclis konuşmasında böyle ete süte karışmaması elbette tek adam rejiminin artık halka verecek inandırıcı herhangi bir vaadinin olmamasındandır. Ama bugün burada bu yanın üstünde durmayacağız. Tersine bugün AKP’nin TBMM’nin 1. ve 2. yasama dönemlerinde gündeme getirip çeşitli girişimler yaptığı yeni “sivil ve demokratik bir anayasa” yapma iddiasının üstünde duracağız.

28 Mayıs 2023 akşamı 3. kez ve anayasaya da aykırı olarak cumhurbaşkanı seçildiği günün hemen arkasından ilan ettiği “yeni anayasa yapma” çağrısından beri Erdoğan ve AKP yeni anayasa yapma iddiasını diri tutmaya çalışıyor. Ancak ne önceki ne de o çağrıdan sonraki uygulamalarına bakıldığında Erdoğan’ın mevcut anayasanın ne dediğini umursamadan, anayasaya aykırı ne yapılacaksa onları yapmaya devam ettiğine tanık oluyoruz. Bu yüzdendir ki Erdoğan’ın yeni anayasa iddiasına karşı çıkan muhalefet “Sen önce mevcut anayasaya uy” demektedir!

Erdoğan ve partisinin “Sivil ve demokratik yeni bir anayasa yapacağız” diye ortaya çıkmalarından beri sürdürdüğü uygulamaların; sivil ve demokratik anayasanın ‘s’ ve ‘d’si ile bile aralarındaki makası her geçen gün artırması açıkça gösterdi ki; Erdoğan ve AKP’nin Meclis grubunun aslında “sivil” ve “demokratik” bir yana; sıradan bir anayasa gibi bile ciddi bir isteği yoktur!

Tersine onların asıl talebi kendilerini yasa ve anayasa ile sınırlamamış keyfi bir yönetimdir. Bu yolda sermaye muhalefetinin de hoşgörüsü çerçevesinde mevcut anayasayı tanımamayı “kazanılmış bir hakka” dönüştürmüş bulunmaktadırlar.

İşlerine geldiğinde muhalefeti ve karşıtlarını anayasaya uymamakla suçlayarak sindirme, işlerine gelmediğinde “Bu cunta anayasası, buna mı uyacağız?” deme konforunu meşrulaştırmışken tek adam yönetimi neden yeni bir anayasa istesin ki!

Tabii gerçekte yeni anayasa amacı olmayan bu girişim mevcut anayasanın “Bir kişinin cumhurbaşkanı seçilmesinin ‘iki kez’ ile sınırlandırılması”, “Barajın yüzde 50+1’den yüzde 40’lara çekilmesi” gibi bazı maddelerinin pazarlıklarla değiştirilmesi Erdoğan ve partisi için çok iyi bir “bonus” olur!

MEVCUT MECLİS BİR ANAYASA YAPABİLİR Mİ?

Aslına bakılırsa mevcut Meclisin anayasa yapacağını iddia ederek ortaya çıkmanın kendisi bile iktidarın gerçekte anayasa yapma niyetinin olmadığının kanıtıdır.

Çünkü bırakalım “kurucu meclisi”; iktidar anayasa gibi temel bir yasayı yapmak istiyorsa bunu en güçlü oluğu, toplum nezdinde itibara sahip olduğu dönemde yapsaydı en azından niyetinin ciddiliği konusunda inandırıcı olabilirdi.

Ama tek adam yönetimi ve AKP iktidarı;

* Sistemin tel tel döküldüğü,

* Meclisin güvenirliğinin anketlerde bile en alt sıralara indiği ve toplumsal dayanağı bakımından meşruiyetinin tartışılmaya başlandığı,

*AKP-MHP çoğunluğunun Saray’dan gelen istekler karşısında hiçbir itirazda bulunmadan kaldır parmak indir parmak tarzının tek yasa yapma yöntemi olduğu,

* Kürtçe konuşan milletvekilinin Meclis zabıtlarına “Bilinmeyen bir dille konuştu” diye kayda geçirildiği,

* Seçilmiş bir milletvekilinin Anayasa’ya aykırı olarak hapiste tutulmasını önleyebilecek bir otoriteye sahip olmayan bir Meclisin tüm ülke halklarını birleştirecek bir anayasa yapacağını iddia ederek elbette kimseyi inandıramaz. İnandıramıyor da.

Nitekim Numan Kurtulmuş da bunu kabul etmekte ve eğer AKP ve CHP önayak olursa “yeni anayasa” konusunun halkın gündemi olacağını söylemektedir.

Kısacası “yeni ve demokratik anayasa” sorunu tek adam rejimi ve onun müttefiklerinin boyunu çok aşan bir sorudur. Bu yüzden onların girişimleri gerçek bir demokratik anayasa ihtiyacını istismar etme ve bunun arkasında halkın boğazını sıkan Erdoğan-Şimşek programını hayata geçirmenin örtüsü olarak kullanmaktır.

MEVCUT MECLİSLE KURUCU MECLİSİN FARKI NE?

Gerek anayasa hukukçusu bilim insanları gerekse özgürlük ve demokrasiden yana tutum alan siyasi çevreler, olağan seçimlerle görevlendirilmiş bir meclisin yeni bir anayasa yapma yetkisi olmadığını söylüyor. Çünkü anayasa yapmada asıl olan anayasa yapma amacıyla seçilmiş delegelerden oluşan “kurucu meclis”lerdir ve bu çevreler Erdoğan’ın ve partisinin “Ben yaptım oldu” anlayışının ifadesi olan bu girişime esastan karşı çıkıyor.

AKP ise bütün itirazlara “Ne yani cuntanın anayasasını mı savunuyorsunuz? Cunta anayasasını milletin seçtiği vekiller feshedip neden yeni bir anayasa yapamasın?” diye itiraz ediyor. Kurtulmuş pazartesi günü Meclisin önceki yasama yıllarındaki çalışmalarını değerlendirdiği konuşmasında bunu “TBMM'nin böyle bir yetkisi yoktur, diyenler, demokrasiyi özümsememiş olan kesimlerdir” demeye kadar götürdü.

Oysa kurucu meclis sadece mevcut siyasi partiler ve parti liderlerinin, seçilmiş vekillerin oluşturduğu meclis değildir. Tersine kurucu meclis, sendikalar, emek örgütleri, kooperatifler, odalar, barolar, etnik gruplar, aydınlar, akademisyenler, kültür çevreleri ve tabii siyasi partilerin de temsilcileri… gibi toplumun mümkün tüm kesimlerinin temsilcilerinin özgürce “nasıl bir anayasa” tartışması içinde seçtikleri delegelerden oluşan bir meclistir.

                                                           /././

Enflasyon eşitsizliği -Koray R.Yılmaz-

Malumunuz maaş, ücret artışı gibi hususlarda enflasyona bakılıyor. Her altı aylık dönemde, ya da yılda bir gelirin kaynağına göre, gazeteler yeni maaşlar şu kadar, asgari ücret bu kadar olacak diye yayınlar yapıyor. Hatta son zamanlarda neredeyse her ay enflasyon oranı açıklanır açıklanmaz olası yeni maaş ve ücret tabloları sunulmaya başlandı.   

Peki bu kadar önemli olan enflasyon nasıl ölçülüyor. Hayır niyetim burada ciddi ciddi bunu anlatmak değil ama dikkat çekilmesi gereken hususlar var. Çünkü enflasyonun hesaba katılması işçi sınıfının ve genel olarak emekçi kesimlerin ekonomik refahının ve bu refah seviyesi ile ilişkili politikaların belirlenmesinde kilit rol oynuyor. Asgari ücret, emeklilik maaşları, yoksulluk politikaları, sosyal yardımlar vb. birçok başlık enflasyon oranından etkileniyor.

En yaygın olarak kullanılan enflasyon ölçüsü Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) iken ABD başta olmak üzere birçok ülkede Kişisel Tüketim Harcamaları (Personel Consumption Expediture) vb. farklı endeksler de söz konusudur. Ancak tüm bu ölçümlerin ortak noktası nüfusun bir bütün olarak karşı karşıya kaldığı ortalama mal ve hizmet fiyatlarında tek bir değişim varsaymasıdır. Bu varsayım gerçek olmadığı gibi gerçeği de gizleyen sonuçlar üretir. Nasıl Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) toplam ölçümleri ekonominin farklı noktalarında ekonomik büyümedeki farklılıkları maskeleyebilirse, benzer şekilde enflasyonun toplam ölçümü de yoksulların karşılaştığı fiyatların ve fiyat değişikliklerinin orta gelirlilerden, orta gelirlilerin ise yüksek gelirlilerden, daha yapısal bir analizle toplumun farklı sınıflarının ve hatta sınıf içi farklı bileşenlerinin karşılaştığı fiyat ve fiyat değişikliklerinin birbirlerinden temelde farklı olabileceğini gizleyebilir.

Aslında farklı gelire sahip kesimlerin faklı mallar ve hizmetler tükettiği Alman istatistikçisi ve iktisatçısı Ernst Engel’den (1857) beri bilinmektedir. Ancak bu olgu üzerine yapılan çalışmalarda enflasyon olgusunun daha fazla görünür olmasıyla birlikte son zamanlarda bir artış dikkat çekiyor. Yeni çalışmalarda farklı kesimlerin enflasyon oranlarının farklılaşması “enflasyon eşitsizliği” bağlamında ele alınıyor. Çalışmalar gelir dağılımının en altında yer alanların yıllık enflasyon oranlarının, gelir dağılımının en üstünde yer alanlardan önemli ölçüde daha yüksek olduğunu ve bunun da gelir eşitsizliğini etkili bir şekilde artırdığını tespit ediyor. Gelirleri hızla artan en üst kesimin harcamalarından daha fazla pay almak için rekabet eden firmalar, bu kesimin tüketimine konu olan ürünlerin fiyat artışlarını düşük gelirli insanlar için üretim yapan firmalar gibi rahatlıkla artıramıyorlar. Bu da yoksullar aleyhine bir görünüm arz eden “enflasyon eşitsizliği” olgusunu pekiştiren ve gelir eşitsizliğini de besleyen bir unsur olarak beliriyor.    

Çalışmalar farklı gelir grupları için farklılaşan enflasyon ölçümlerine dayalı olarak farklı ekonomik göstergelere doğru analizlerini genişletiyorlar. Soru şu hale geliyor? Eğer enflasyon bağlamında tek bir değişim oranı yoksa ve yoksulların enflasyon oranı hesaplandığından daha yüksekse bunun örneğin yoksulluk, gelir eşitsizliği vb. üzerindeki etkisi ne olur? Varılan sonuç çarpıcıdır: Gelire göre fiyatlardaki değişimi doğru bir şekilde hesaba kattığınızda (yani yoksullar için gerçekçi bir enflasyon oranından hareket ettiğimizde) yoksulluk belirgin bir şekilde artmakta ve gelir eşitsizliği genişlemektedir. Bu düzeltmelere dayalı olarak yapılmış bir çalışma ABD için yoksulluk içindeki kişi sayısında yaklaşık %8’lik bir artış, yoksulluk oranında %1 bir yükselme tespit ediyor. Bu 3,2 milyon daha fazla yoksul demektir. 1,7 milyon kadın, 1,5 milyon erkek. Yoksulluk değişimlerine çeşitli alt demografik gruplar bağlamında da bakılmış ve örneğin 1,1 milyon daha fazla yoksul çocuk, kadın reisli hanelerde 1,2 milyon yeni yoksul anne, 1,2 milyon fazladan yeni beyaz yoksul, 650.000 fazladan yoksul siyah birey gibi sonuçlara ulaşılmıştır. Yine başka bir yoksulluk ölçümü olan derin yoksulluğa bu yeni enflasyon ölçümleriyle bakıldığında 800.000 insanın daha derin yoksulluk sınırının altında kaldığı bulgulanmıştır. Özellikle de sosyal ve ekonomik yardım ve önlemlerin alınmasında yoksulluk sınırının önemi düşünüldüğünde, geleneksel tek bir değişim oranı veren enflasyon ölçümünün bu yardımlara ihtiyaç duyan insan sayısını olduğundan çok daha az gösterdiği açıktır. Yoksulların refahını artıracak politikalar geliştirmek için öncelikle onların refah düzeyini çarpıtan ölçüm tekniklerinden kurtulmak gerekir.

Farklılaştırılmış enflasyon verileri ile hane halkı gelirlerine baktığımızda da gelir dağılımının hem mevcut durumunun hem de zaman içindeki seyrinin açıklandığından çok daha kötü olduğu görülmektedir. ABD özelinde yapılan çalışmada 2004-2018 arasında en düşük %20’lik gelire sahip olan kesimin gelirinde %0.9’luk bir azalma görülürken, farklılaştırılmış enflasyon ölçümü ile bu azalma oranı %6.7’ye çıkmaktadır.

Çalışmalar enflasyonun gelir dağılımının en alt düzeylerinde daha yüksek olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’de ise gelir dağılımının en altındakiler daha ziyade enflasyonun nedeni olarak ortaya konuyor. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan, ülke sermayedarının ücret mallarına yönelik olarak yoksul kesimin talep artışı karşısında üretimi artırmaktan aciz olduğunu açık etmeyi göze alarak “Tabii bir numaralı risk olarak gördüğümüz şey bizim beklentimizin bir miktar üzerinde gerçekleşen asgari ücret artışı… Şu anda tahmin ettiğimiz ama tam olarak ne kadar olacağını bilemediğimiz etki, asgari ücret artışının talep kaynaklı etkisi” şeklinde bir açıklama yapmıştır. Daha yakın zamanda açıklanan OVP belgesindeki “asgari ücret artışlarının dezenflasyon süreciyle uyumu gözetilmeye çalışılmaya devam edilecek” vurgusu da aynı anlayışı yinelemiştir.

Şimdi soralım ücretleri, maaşları, yoksul insan sayısını, sosyal yardımları belirleyecek olan enflasyon oranı, Türkiye’de tek bir değişim oranı yerine en azından gelire göre farklılaştırılarak hesaplansaydı gerçekte ücretler, maaşlar, sosyal yardımlara hak kazanan sayıları nasıl değişirdi? Çalışmalar bize olması gerekenin açıklananlardan daha fazla olacağını söylüyor. Biz ise enflasyondan daha fazla etkilenmiş kesimin gelirini daha da fazla azaltmaya çalışıyoruz. İşte size verili ekonomik göstergelerin sınıfsal sonuçları. O zaman tamamlayalım ekonomiyi ölçmek de sınıfsal bir meseledir.

                                                         /././

Arsuz’da arada kalmış bir ‘Ev’ -Sedef Akçay-

Talin Azar’ın kaleme aldığı “Ev, İskenderun Sancağı 1934”, ünlü Fransız Pilot Maryse Hilsz’in uçağının 1934’te Arsuz’a zorunlu iniş yapmasıyla başlıyor.

Bazı kitaplarla kurduğumuz bağlar özeldir. Şimdi bahsini edeceğimiz kitabın bende oluşturduğu yer gibi. İstos Yayınlarından çıkan Ev, İskenderun Sancağı 1934  kitabını görür görmez çok heyecanlandım. Bu heyecanıma sebep kuşkusuz doğduğum, büyüdüğüm toprakları anlatan bir kitapla karşılaşıyor olmaktı. Arsuz’da geçen bir hikayeden esinlenilmiş yine Arsuzlu biri tarafından yazılmış kitap. Üstelik hikayenin başkahramanı Fransız kadın pilot, 1934 yılında Arsuz’da günlerini geçiriyor. Oldukça merak uyandıran ve şaşırtan bir durum bu. Önce, bu hikayeyi nasıl daha önce duymadım diye, sonra da 1934’lerde bir kadın pilotun Arsuz’a yolu nasıl düşer ki diyerek şaşırdım.

ROMANIN GÜCÜ: KURGU
Kitabı kısaca özetlemek gerekirse: Talin Azar’ın kaleme aldığı eser haziran 2023’de İstos Yayınlarının Neaturkika dizisinin ilk kitabı olarak yayımlandı. Kitabın editörlüğünü de Meltem Oral ile Foti Benlisoy yaptılar. Kitap, ünlü Fransız Pilot Maryse Hilsz’in uçağının 1934 yılında Arsuz’a zorunlu iniş yapmasıyla Hilsz’in, Arsuz’un ünlü, zengin ailelerinden Maliklerin evine misafir olmasını merkezine alıyor. Romanın gücü olan şey de burada devreye giriyor: Kurgu. Maryse Hilsz’in Arsuz’a gelişi gerçek, Malikler diye bahsi geçen aileyse kurgu. Talin Azar romanın başındaki notlarda bu durumu çok iyi açıklamış, “Ev neredeyse kelimesi kelimesine gerçek bir hikaye olabilirdi. Fakat gerçek bütün detaylarıyla aktarılabilir mi? 

Öte yandan anlatıcı, hayal gücüne ne ölçüde hakim olabilir ki?​” Kitabın sonunda Maryse Hilsz’e ait fotoğraflar, Hilsz’in Arsuz’a zorunlu iniş yaptığını aktaran L’Est Republican haberi, yine Hilsz’in Arsuz’daki günlerinde Sayegh (Sayek) ailesiyle geçirdiği vakitlerden fotoğraflar yer alıyor. Malikler diye kurgulanan ailenin Sayekler olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.

GÖRÜNMEZ SINIRLAR, YAPAY BİR DÜŞMANLIK…
1934 yılında özel idare statüsüyle Alexandrette Sancağı (İskenderun Sancağı) Fransa’nın Suriye’deki manda yönetimine bağlı olarak yönetiliyordu. Arsuz da bu sancağın nahiyelerinden biri. Ne var ki sancağın sonu yaklaşıyordu. Böylesi bir siyasi atmosferde bölgede yaşayan halklar değişimin her an gerçekleşebileceğini ve bu değişimde ne yapmaları gerektiğini tam olarak bilememenin sancısını yaşıyorlardı.
 
Roman dönemin bu karmaşasını, arada kalmışlığını ve bölgede yaşayan halkların çeşitliliğini çok güzel anlatmış. Tabii bu çeşitlilik içerisindeki dönemin getirdiği gerilimler de şöyle ifade ediliyor romanda: “Tarafların birbirlerine hiç güveni kalmamıştı. Hiç olmadığı kadar düşmandı herkes birbirine. Aleviler Sünnilere, Hristiyanlar Müslümanlara, Türkler Araplara, Fransızlar Türklere… 
Görünmez sınırlar halkı birbirinden uzaklaştırıyor, yapay bir düşmanlık şehrin sokaklarında kol geziyordu. Yapay sevinçler ve yapay düşmanlıklar. Muğlak bir toplum…” Yıllardır bir arada ve barış içinde yaşayan halklar siyasi kışkırtmalar ve güvensizlik düşüncesiyle birbirinden uzaklaşır olmuştu. Romanda Malik ailesinin reisi Alexander Malik’in düşüncelerinden bu karmaşayı görebiliyoruz: “Nüfus karışmıştı. Herkesin birbirinin etnik kimliğiyle ilgili aklı da fikri de karışmıştı. Adana’daki Ermeni olaylarından kaçıp gelenler Türk tarafı için büyük tehdit olarak algılanıyordu. Bütün Ermenilere potansiyel Arap ya da Fransız destekçisi ve Türk düşmanı olarak bakılıyordu. Kendisi Ortodoks Hristiyandı. Cahil ve fanatik birileri sırf bu yüzden pekala kendisini de tehdit unsuru olarak algılayabilirdi. Bu da Fransız hakimiyetini ve korumasını seçmek için dolaylı fakat bir diğer etkendi işte.” İşte böylesi bir dönemi anlatıyor “Ev”. 
Üstelik bunu kurguyla birlikte yapıyor olması kuru bir tarih anlatısının ötesinde insanı o yıllara ve o duygulara götürüyor.

Tüm yaşananların sonucu olarak bildiğimiz üzere ilerleyen yıllarda Hatay Meclisi kurulacak ve 1939’da Hatay Türkiye’ye katılacak. Bu dönemde birçok Ermeni, Hristiyan başlarına neyin geleceğini bilemedikleri için geçmişlerini, topraklarını, mallarını bırakıp göç ettiler. Mesela Hatay denilince turistik olarak mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri sayılan Türkiye’nin tek Ermeni köyü Vakıflı neden tek Ermeni köyü? Nereye gittiler, neden bir tek orada kaldılar?... Burada aslında toplumsal olarak hafızasız bırakılmanın, çarpık bir bilinçle tarihe bakıyor olmamızın yansımalarını görüyoruz.

Maryse Hilsz’in hayatını biraz araştırınca aslında ne kadar önemli biri olduğunu da görüyoruz. Yoksul bir aileden gelip, kadınların kısıtlı haklara sahip olduğu bir dönemde pilot olmayı başarmış. Bunun yanı sıra Hilsz, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Fransa’da işgale ve iş birlikçi rejime karşı Fransız direnişinde önemli bir rol oynamış. Böyle güçlü bir karakterin romanda anlatımı da aynı şekilde kararlı, cesur ve asi. 
Hilsz, Arsuz’da geçirdiği günlerde evin büyük oğlu, “yakışıklı bahçıvan” lakabını taktığı Paul’e aşık oluyor ve kısa da olsa bir ilişkileri oluyor. Tüm duygusuna rağmen bu ilişkiyi geride bırakıp hayatına, özgürlüğüne, ilk aşkı olan göklere dönüyor Hilsz. 

Bir diğer dikkat çeken nokta da şu; Maryse Hilsz, Arsuz’a gelince Malik ailesiyle rahatlıkla Fransızca konuşabildiğini görüyor ve çok şaşırıyor. İskenderun’da yapılan bir davete katıldıklarında şaşkınlığı daha da artıyor. Çünkü dünya büyük bir kaos, yoksulluk ve buhran içinde ve İskenderun gibi küçücük, hiç bilmediği bir yerde bambaşka hayatlar yaşanıyor. Tabii burada sınıfsal farkların yansımalarını da görüyoruz, burjuvalar koşullar ne olursa olsun aşağıdan sınıflara kıyasla karmaşadan çok daha farklı şekillerde etkileniyor.

‘ANTAKYA TARİH BOYUNCA YERLE BİR OLSA DA HEP DİRİLDİ’
Romanda yer yer Arapça, Fransızca konuşmalar da var. Bu da romana ayrı bir zenginlik katmış. Arsuz’da, Samandağ’da, Defne’de, İskenderun’da aslında Hatay’da hâlâ Araplar yaşıyor ve Arapça konuşuyorlar ama tabii ana dilinde eğitimin olmadığı ülkemizde dil de zamanla unutuluyor tıpkı geçmiş gibi. 

Romanda berber Abdo iki dilli olmayı ve ne yazık ki ikisinde de yarım olmayı şöyle özetliyor “Khvaca bağğhhd-el [sonra] bu yaş. Olduk elli beş! Arapça öğrenmemişik yazmayı. Türükçeyi mi öğreneceyiz? İmkanı yok, mabisir, ma mümken [Olamaz, mümkün değil].”

Talin Azar’ın bir konuşmasından anımsadığım kadarıyla, küçük bir hatırlatma yapmak isterim, kitap 6 Şubat depreminden sonra yayımlandı ve deprem bir süredir kenarda duran kitap çalışmasını hızlandırdı. Çünkü hafızaya sahip çıkmak gerekiyordu ve kitap da artık bu görev bilinciyle okurlarıyla buluştu. ‘Ev’in satışından İstos Yayınevinin katkılarıyla depremzede öğrencileri destekleme çabasında olduklarını da ekleyelim.

Kitabın teşekkür kısmından alıntıyla bitirelim:

Ev sayenizde yaşayacak.Ev bildiğimiz Hatay, Antakya tarih boyunca yerle bir olsa da hep dirildi…”

                                                             /././

                                                  Evrensel - GÜNDEM

Kaboğlu listesini açıkladı: Adil yargılanma hakkı için mücadele edeceğiz -Eylem Nazlıer-

İstanbul Barosu Başkan Adayı İbrahim Kaboğlu, yoğun katılımla gerçekleşen etkinlikte değişim vurgusu yaptı. Yönetim, disiplin ve denetleme kurulu adaylarını tanıttı.(https://www.evrensel.net/haber/529767)

                                                                    ***
Narin cinayetinin araştırılması talebi AKP ve MHP oylarıyla reddedildi

DEM Parti’nin Narin Güran cinayetinin araştırılması için Meclis’te verdiği önerge AKP ve MHP oyları ile reddedildi.(https://www.evrensel.net/haber/529747)


(Evrensel)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder