'Küçük Amerika' dedikleri -Mesut Odman-
Ne demeli, atasözü bize aittir, onlarda da var mı, bilmiyorum: Boynuz kulağı geçer.
Bizim ülkemizde “küçük Amerika” olma özlemi çok eskiyse de bunu ilk kez dile getirenin kim olduğu biraz tartışmalıdır; daha doğrusu, genellikle sanıldığından farklıdır. Aslında bunun her söyleyen açısından bir özlem olup olmadığı ile ilgili bazı itirazlarla da karşılaşılmıştır. Söyleyenler içinde kimilerinin gerçekten öyle düşünmedikleri, öyle bir özlemlerinin bulunmasından hicap duyacak muhafazakâr, milliyetçi, köklerine bağlı, işte yeni moda deyişle “yerli ve milli” kimseler yahut çevreler oldukları, ama çeşitli güncel kaygı ve ihtiyaçların zorlamasıyla bu sözde anlatımını bulan bir hedef koydukları öne sürülmüştür. Ama o itirazları bir yana bırakıp “küçük Amerika” tamlamasındaki Amerika sözcüğünün ABD anlamına geldiği ve bu ülkenin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist sistemin liderliğini alıp günümüze kadar insanlar eliyle işlenmesi imkânsız sanılan kötülüklerin birincil sorumluluğunu taşıdığı hatırlanırsa, bu özlemin açık açık dile getirilmesinin pek de kolay olmadığı anlaşılır.
Ama önemli olan, bu sözün, özlemle ya da o kadar da özlem duyulmadan çaresizlikle ortaya atılmış bir hedef olması yerine, ne zaman ve kimlerce dillendirildiğidir. En azından bu yazı açısından böyledir.
Daha yaygın olarak bilinen, gerçek sanılan, sözün ilk kez üçüncü cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından 20 Ekim 1957’deki Taksim mitinginde dile getirildiği ve “30 yıl sonraya” tarih verildiğidir. Küçük Amerika olma vaadinin 10 yıllık DP döneminde başta Adnan Menderes olmak üzere DP’li politikacılar tarafından sıklıkla yinelendiği de söylenegelmiştir. Belgelere dayanılarak kanıtlanmış olmasa da bunların hiçbiri yanlış sayılmaz; o dönemin ruhuna uygunluk açısından sorun yoktur.
Ancak, adları verilerek ya da ad belirtilmeksizin DP’lilere yakıştırılan bu sözün ilk kez onlar tarafından dillendirildiği doğru değildir. “Küçük Amerika olacağız” sözü ya da özlemi, ilk kez, İsmet Paşa’nın harika çocuğu olarak siyaset sahnesinde yerini almış olan Nihat Erim’in ağzından çıkmıştır. Tarih 26 Eylül 1949’dur. Erim o sırada başbakan Şemsettin Günaltay’ın DP dönemi öncesindeki son CHP hükümetinde başbakan yardımcısıyken, milletvekili olduğu İzmit’te yaptığı konuşmasında bu “onur”un sahibi olmuştur!
Yer yer sıklaşarak ortaya çıkan kayıkçı kavgalarının etkisine kapılmadan bakıldığında, Türkiye’nin egemen sınıfları ve onların siyasetçilerinde kolayca gözlenebilecek bir durumdur bu. Özellikle ikinci büyük savaş yıllarından günümüze kadar sürmüştür. Emperyalist dünyanın önderi ABD’ye ve onun öncülüğünde kurulmuş, başta NATO olmak üzere çeşitli ülkelerarası savaş ve cinayet makineleri ile siyasal ve ekonomik örgütlere bağlanma, onlara benzeme, yakınlaşma, bu uğurda zaman zaman inanılması güç tezgâhlara girişme çabaları, değişmez bir çizgi oluşturmuştur. Denebilirse, bu tutum, hızla gelişmekte olan kapitalist düzenin kalıcılığını sağlamanın güvencesi olarak görülmüştür.
Yetmiş küsur yıl önce ilk kez ortaya atılmış küçük Amerika olma sevdasının nasıl ve hangi şiddette sürdüğünü göstermek çok önemli değil. Daha önemlisi, çeşitli biçimlerde beslenip kışkırtılmış bu sevdanın, kuşkusuz başka etkenlerle birlikte, ülkeyi nereye getirdiği. Uzun süredir olup bitenlere bakıldığında, ülkenin getirildiği yere ilişkin birtakım çarpıcı örnekler seçerek, bu soruyu yanıtlamak mümkün.
Ama, oraya gelmeden, iki hafta önce “Nasıl bir ülkede yaşıyoruz?” sorusunu sorduğumuz yazının ana fikrinin altını çizmeliyiz. Bizim ülkemizdeki kapitalizmin az gelişmiş, çarpık, vahşi ve benzeri sıfatlar eklenerek zaman zaman ağız alışkanlığıyla hâlâ Batı dediğimiz emperyalist ülkelerdekinden ayırt edilmesi yanıltıcıdır. Oralardaki kapitalizm, örnek olsun, ne kadar vahşi ise bizdeki de o kadar vahşidir; çünkü vahşetin kökeni insanın insanı sömürmesi, bunun gittikçe artarak sürmesi ve düzenin her şeyi ile buna dayanıyor olmasıdır. Kapitalizmin özelliklerini anlatan sıfatlar açısından, o da önemsiz olmamakla birlikte, sadece bir derece farkının bulunduğu unutulmamalıdır. Yoksa, bütün düzen içi muhalefetin yakınıp yazıklandığı türden, “Keşke biz de bir Amerika, bir İngiltere, bir Almanya… olsak!” diye ah vah eder duruma düşmek işten bile değildir.
Şimdi gelelim küçüklü büyüklü Amerikalara…
Yukarıda birtakım çarpıcı örnekler seçerek “küçük Amerika” olmanın hakkını vermeye başladıklarını göstermek mümkün demiştik. Bunlardan biri, dış görünüşünden geçmişine kadar birbirinden farklı ekonomi uleması elemanları göreve getirerek ve onların komikliklerini sergilemelerini sağlamalarının da katkısıyla başardıkları, yok yoksul yığınların başlarını sokacakları bir dam bulmalarının imkânsızlaştırılmasıdır. Amerikaların büyüğündekine benzer bir “evsizler” kitlesi oluşmuş mudur, oradaki açıklıkla ortaya çıkmış görünmüyor henüz. Ama yakındır. Kapitalizmin bütün coğrafyalarda eksilmeyip artan vahşetinin yanı sıra “yetmiş iki buçuk millet”in en çaresiz yoksullarının dur durak bilmeyeceği anlaşılan göçlerinin etkisiyle, bu toprakların eski yoksul sakinlerinin her biri, yanında yöresinde birçok “evsiz” ile birlikte yaşamaya başladığında, şaşırmayacak belki de.
İrili ufaklı kentlerimizin, uydurulup dilimize girmesini aşağı yukarı altmış yetmiş yıl öncesine götürebileceğimiz deyimle, “Teksas’a dönmesi” bir başka örnek olarak verilebilir. Mafyatik örgütlenmeler ya da herhalde güvenlik birimlerinin basın bültenlerinde yaratılıp seçkin yazarların dillerine kadar giren bozuk Türkçesiyle “organize suç örgütleri”nin pıtrak benzeri çoğalması, hafifiyle ağırıyla türlü silahların günlük kullanımdaki sıradan araç gereçlere dönüşmesi, bütün bunlar, “küçük Amerika” özlem ve hedefinde çok yol alındığının aynı başlık altında toplanabilecek göstergeleri arasındadır.
Bir başka örnek, okulların açılması ile birlikte gündemin ilk sıralarına yerleşen ve hâlâ da oralardaki yerini koruyan temizlik ve hijyen konusu oldu. Bu bakımdan da mı Amerikaların küçüğüyle büyüğünü karşılaştıracak bu Amerika düşmanlığında kantarın topuzunu kaçırmış yazar, diye söylenenler olursa, evet o konuda da Amerika’dan aşağı kalmayız. Cümleyi tersyüz ederek yazalım bir kez de: Amerika’nın büyüğü küçüğünden aşağı kalmaz.
Nasıl yani, diye şaşkınlıkla soranlar olursa, devam edebiliriz.
İstatistiklerin havada uçuştuğu bir zamanda yaşıyoruz. Onlardan kayda değer yararlar elde edecek kimseler, bu kimselerden oluşan topluluklar, kurumlar, yapılar istatistiklerin derlenmesini ister, bunların güvenilir ve düzenli olmasını sağlayacak örgütler kurar; ama bazı konularda istatistik tutulmasını yararlı bulmaz, hatta tehlikeli sayar, dolayısıyla onların kullanıma sokulmasını istemez, bazılarını da sadece sınırlı sayıda kullanıcının bilmesini isterler. Oysa, özellikle bu sonunculara ilişkin en azından bir fikir edinmek için ille de istatistiklere bakmak gerekmez. Birçok durumda belli bir kuramsal çerçeveye ve gözlem gücüne sahip olmak yetebilir.
Böyle bir yeterliliği olanlar, alışılmış istatistiklerin yardımı olmadan, her günkü yaşantıları sırasında tanık olduklarına ya da tanıklıklarını aktaranlara bakarak hem yakın hem uzak çevrelerindeki gerçekliğin bilgisine kabul edilebilir sınırları aşmayan hatalarla ulaşabilirler.
Bu yöntemsel denebilecek ayraçtan sonra şuraya gelebiliriz: Bugün ABD’nin birçok yöresindeki devlet liselerinde temizlik ve hijyen sorunu bizim ülkemizdekinden çok farklı sayılmaz. Oralarda yakınları bulunanlar için bu yargının sınamasını yapmak hiç de güç değildir. Ayrılan kamusal kaynakların yetersizliği, yoksul emekçi çocuklarının, siyahların, Latin kökenlilerin son derece anlaşılır hoyratlığı ile birleşince şunlara benzer hoş olmayan, çoğu kez de bu deyişin anlatmaya yetmediği görüntüler, şaşırtıcı olmaktan çıkmaktadır: silinip temizlenmesi üzerlerine konulan eşyanın himmetine bırakılmış yüzeyler, öğretmenlerle öğrencilerin kimi zaman da velilerin el atmasını bekleyen kirli zeminler, pislik içindeki tuvaletler, kırılıp tahrip edilmiş pisuarlar, günlerce boş kaldığı için koparılıp atılmış sıvı sabun kapları, yağmurlarda aktığı halde bir türlü onarım sırası gelmeyen çatılar…
Amerikaları karşılaştırırken küçük olanında son günlerde ortaya çıkan gelişmeleri de atlamak olmaz: Artık hemen her konuda alışkanlığa dönüşen merkezi yönetim- yerel yönetim çekişmeleri, en ilkel hizmetleri bile sunmayan merkezi yönetimin şu ya da bu niyetle devreye giren belediyeleri engellemesi, buradan kaynaklanması olası polisiye olaylar, birçok okul binasına haftada üçer gün uğrayacak tek bir temizlik görevlisi türünden akıllara durgunluk veren çözümler falan da katılırsa, “küçük Amerika”nın fark attığı düşünülebilir. Sorun çözmekte olmasa bile sorun yaratmakta…
Ne demeli, atasözü bize aittir, onlarda da var mı, bilmiyorum: Boynuz kulağı geçer.
/././
Gurur duyanlar! -Rıfat Okçabol-
Tekin, “Türk olan herkesin gurur duyacağı bir eğitim müfredatını uygulamaya koyduk” demiş! Bu ifade, Tekin'e neden milli eğitim bakanı değil de AKP’nin eğitim bakanı dendiğinin açıklaması gibi!
Eğitim bakanı Prof. Dr. Yusuf Tekin geçen hafta, “Türk olan herkesin gurur duyacağı bir eğitim müfredatını uygulamaya koyduk” demiş!
Bu ifade, Y. Tekin’e neden milli eğitim bakanı değil de AKP’nin eğitim bakanı dendiğinin açıklaması gibi! Bakanın, müfredatın uygulanmasına karşı olan laik, bilimsel ve çağdaş anlayış sahibi olan çoğunluğu "Türk" saymaması, herhalde koca profesörün dil sürçmesinden kaynaklanmıyor. Y. Tekin bu söylemle iki kuşu birden vuruyor: Bu söylemin zahiri (görünen) haliyle müfredatı beğenmeyenleri Türk saymazken, batıni (görünmeyen –gizli) haliyle müfredatla gurur duyanları "Türk" olarak gördüğünü anlatıyor. Büyük bir olasılıkla;
- Mayıs 2013’te Y. Tekin’in eğitim bakanlığı müsteşarlığına getirilmesine,
- 2017 Eylülünde gerici eğitim müfredatını uygulamaya koymasına,
- Y. Tekin’in Kasım 2017’de PISA Direktörü’nün "Ezberci bir eğitimden uzaklaşılmalı" önerisine, “Ezber mantığı ve yöntemi bizim geleneğimiz için önemli bir öğrenme yöntemidir” şeklinde yanıt vermesine,
- İstanbul Sözleşmesinden çıkılmasına,
- Ülkemizde yeterince cami yokmuşçasına Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesine,
- Y. Tekin’in, alavere-dalavere ile ya da al takke ver külah ile profesör yapılıp rektör olarak atanmasına,
- Okullarda ÇEDES uygulaması ile manevi rehberlik uygulaması vaizlerle imamların ders vermelerine,
- Diyanet Akademisi’nin kurulmasına,
- Laik ve bilimsel eğitimi savunanların önemli görevlere getirilmemesine,
- Sokaklarda ve de hatta Adliye koridorlarında hilafet/şeriat gösterisi yapılmasına ve böylesi gösteri yapanlara dokunulmamasına,
- Cinsel istismarda bulunanlara sahip çıkılmasına, örneğin istismar sanığı öğretmenin ilçe milli eğitim müdürü yapılmasına,
- İstismar konusunda “Bir kerecikten bir şey olmaz” diyenlere,
- Diyanetin yaz Kuran kurslarında 3-4 yaşındaki çocuklara fes/türban kullandırmalarına,
- Bakanlığın yalnız tarikatlarla ya da tarikat niteliğindeki kuruluşlarla işbirliği yapmasına,
- Devlet kurumlarına yalnız imam hatiplilerle AKP’lilerin ve yandaşlarının atanmasına,
- Kayyım olarak dekan/profesör yapılanların iktidarın dümen suyunda gitmelerine,
- Öğretmen atamasıyla ilgili mülakatlarla laik ve bilimsel eğitimi savunanların elenmesine,
- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin zorunlu olamayacağı ile Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala gibi tutukluların serbest bırakılması yönündeki kararlarının yok sayılmasına,
- Dini anlayışlarının Taliban’ın dini anlayışından faklı olmadığına,
- Anayasa Mahkemesi kararlarına uyulmamasına,
- Bazı okul müdürlerinin, “Başı açık kız öğrenci görünce afakanlar basıyor” demesine, öğrencilerin camiye götürülmesine,
- Öğretmenlik Meslek Kanunu’nu çıkarıp Milli Eğitim Akademisinin kurulmasına kalkışılmasına,
- Eğitim gibi yeni sözcükler yerine maarif gibi eski sözcüklerin kullanılmasına,
- Seçimle göreve getirdikleri kişinin ümmetin lideri olarak görülmesine,
- Kılıçla vaaz veren Diyanet başkanı alkışlanırken, kılıçlarıyla Cumhuriyet rejimini korumaya ant içen teğmenlerin tu-kaka edilmesine,
- HAMAS’ın siyasi liderinin öldürülmesi üzerine üç gün yas ilan edilirken İsrail düşmanı Lübnan’daki Hizbullah liderinin öldürülmesine,
sevinenler, 2017 müfredatı ile yetinilmeyip daha da gerici nitelikte olan "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli"nin uygulamasından gurur duyuyorlar.
Dolayısıyla Y. Tekin’in yukarıda özetlenen olaylara sevinenleri "Türk" saydığı belli oluyor!
/././
İsrail'in gizlemeye çalıştığı Lübnan fiyaskosu: Çok sayıda asker ve tank kaybı var, ilerleme yok -Can Kuyumcuoğlu-
İsrail Lübnan'ı resmen işgali başlattı. Ama ülkeye giremiyor, girdiği anda ağır kayıplar vererek geri çekiliyor. Şimdiden asker ve tank kayıpları var. 2006'nın tekrarı yaşanabilir.
İsrail, kendisini sürekli bir yenilmezlik mitiyle kuşatıyor. Türkiye'de de kimileri ya 2006'da ne olduğunu hatırlamıyor, ya da bile isteye yalan söyleyerek İsrail'in her savaşı kazandığını öne sürüyor.
2006'da İsrail "Hizbullah'ı yok etmek" amacıyla Lübnan'a karadan girmişti. 34 gün neredeyse ancak 10 kilometre kaydetmiş, büyük bir hezimet yaşayarak Lübnan'ı terk etmişti.
Dünden beri yaşananlar, bu kez de benzer bir tablo ortaya çıkabileceğini gösteriyor.
Lübnan'ı karadan işgal etme operasyonunu resmen başlatan İsrail, dün ilk kez Hizbullah birlikleriyle karşı karşıya geldi.
Siyonist ordu birçok noktadan sınırı geçme girişiminde bulundu. Girişimlerin tümü püskürtüldü, İsrail ordusu sınırın kendi tarafına geri çekildi.
İsrail-Lübnan sınır haritası. İsrail birlikleri sınırın belli noktalarında toplanmış durumda. İsrail askerleri, kara operasyonu kapsamında bu noktalara yakın yerlerden Lübnan içerisine sızmaya çalıştı, ancak tüm noktalarda Hizbullah tarafından pusuya düşürüldü ve geri çekilmek zorunda kaldı. Bununla birlikte, İsrail kuvvetlerinin toplandığı bölgelerden birçoğu Hizbullah roket ve füzeleriyle vuruldu. Vurulan bazı noktalar, İsrail'in kuzeyinin daha da derinliklerinde bulunuyor.İsrail ordusu: 8 askerimiz hayatını kaybetti, çok sayıda yaralı var.
İsrail ordusu dün, Lübnan'ın güney sınırında Hizbullah'la yaşanan çatışmalarda 8 askerin öldürüldüğünü doğruladı. Ordu, ölenler arasında 2 yüzbaşının da olduğunu açıkladı.
İsrailli Kanal 13, 8 askerin Hizbullah unsurlarıyla yakın mesafeden doğrudan çatışmalar sonucu iki farklı yerde öldüğünü söyledi.
İsrail ordusunun yayınladığı bilgilere göre, ölenler arasında Yahalom muharebe mühendislik biriminden bir asker ve "seçkin birlik" olarak bölgeye gönderilen Golani Tugayı'ndan iki asker bulunuyor. Ölen diğer askerlerse ek kuvvet olarak gönderilen "seçkin" Egoz Tugayı'ndandı.
İsrail ordusu, Lübnan'a kara operasyonu için sınır bölgesine ek kuvvet olarak Egoz ve Golani Tugaylarını göndermişti. İsrail ordusu, bu birliklerden kayıplar olduğunu resmi olarak doğruladı.İsrail ordusu ayrıca, bir subay da dahil olmak üzere, Egoz tugayından olan 5 kişinin daha yaralandığını doğruladı.
İsrail ordusu, verdiği detaylarda, Egoz'daki komando biriminin tüm üyelerinin Lübnan'ın güneyindeki bir köyde Hizbullah üyeleriyle yaşanan silahlı çatışmada öldürüldüğünü ve aynı olayda bir başka subay ve 4 askerin ağır yaralandığını kabul etti.
Ordu, ayrı bir olayda, Golani keşif birliğinden iki askerin öldürüldüğünü ve bir diğer askerin ağır yaralandığını, üçüncü farklı bir olayda da, Golani Tugayı'ndaki 51. Tabur'dan bir muharebe sağlık görevlisinin ağır yaralandığını ekledi.
İsrail medyası, yaşananları "Lübnan'da bir felaket" olarak nitelendirdi.
Yaralanan askerler helikopterlerle hastaneye naklediliyor
Hizbullah, bölgeyi işgal etmeye çalışan İsrail güçlerine karşılık vermeyi sürdürürken, İsrail Ordu Radyosu, İsrail bir komando kuvvetinin Lübnan'ın güneyindeki köylerden birindeki bir binanın içinde silahlı kişilerle karşılaştığını söyledi.
İsrail askerlerini kurtarma operasyonu sırasında Hizbullah üyelerinin havan topu atmaya devam ettiğini aktaran radyo, sahadaki askerlere tedavi sağlamak için bir tıbbi kurtarma biriminin çağrıldığını belirtti.
Buna karşılık, İsrail'deki Ziv Hastanesi, Lübnan sınırındaki çatışmalar sonucu helikopter ve askeri ambulanslarla gelen 39 İsrail askerinin yaralandığını ve bunların arasında 3'ünün kritik durumda olduğunu duyurdu.
8 ölü, İsrail'in verdiği resmi sayı. Lübnan kaynakları ve bölgedeki gazeteciler, sayının daha yüksek olduğunu iddia ediyor.
2006'daki savaşta İsrail ordusundan toplam 121 asker ölmüştü. Lübnan tarafındaysa Hizbullah 250, Lübnan Ordusu 43, Emel Hareketi 17, Lübnan Komünist Partisi 12 ve FHKC-GK 2 asker kaybetmişti.
İki Hizbullah savaşçısı tanksavarın arkasındaİsrail karakolları roket ve top ateşiyle vuruldu
Lübnan sınırındaki ateş alışverişi, dün yoğunlaşmaya devam etti. Hizbullah, Şomera Kışlası da dahil olmak üzere birkaç İsrail askeri karakolunu roket ve topçu ateşiyle hedef aldı.
Yerel muhabirlerin bildirdiğine göre, İsrail askerleri, yoğun olarak Ştula, Misgav Am ve Kiryat Şmona gibi sınırda yer alan yerleşim yerlerde konuşlandı.
İsrail Ordusu Radyosu, Metula yerleşimindeki en az 14 evin Lübnan'dan gelen ateşle hasar gördüğünü duyurdu. Ordu, ayrıca dün Lübnan'dan İsrail'in kuzeyinde doğru yaklaşık 100 füze fırlatıldığını duyurarak kuzey cephesinde konuşlanmış askeri konuşlanmasını yeni bir tümenle güçlendirdiğini ekledi.
Lübnan ordusu, İsrail güçlerinin Yarun ve Aadaysit'teki noktalarda Mavi Hat'ı geçerek Lübnan topraklarına 400 metre girdiğini ve kısa bir süre sonra geri çekildiğini doğrulayan bir açıklama yayınladı.
Yerel muhabirler İsrail'in kayıplarının çok daha fazla olduğunu bildiriyor
Lübnan medyasının bildirdiğine göre, İsrail güçlerinin kayıpları, İsrail ordusunun bildirdiğinden çok daha fazla.
Bölgede bulunan Al Mayadeen muhabiri Ali Mortada, ülkenin güneydeki Ayta eş Şab kasabasının karşısındaki İsrail askeri yığınaklarının Hizbullah tarafından roket ateşiyle vurulduğunu doğruladı.
Aynı zaman diliminde, İsrail kuvvetlerinin Yarun kasabasından orman yönünde ayrılmaya çalışırken, Hizbullah savaşçılarının özel bir patlayıcı cihazı etkin hale getirerek onları şaşırttığını ifade eden Mortada, alanda bulunan tüm İsrailli askerlerin öldürüldüğünü veya yaralandığını bildirdi.
Buna ek olarak, Hizbullah, dün öğleden sonra gözlemlenip izlendikten sonra Kfarkela kasabasının dış mahallelerine sızan bir İsrail piyade gücüne karşı da önceden hazırlanmış bir patlayıcıyı etkin hale getirdi. Hizbullah, patlamanın ardından, makineli tüfekler ve roket güdümlü el bombaları yağdırarak İsrail askerlerini öldürdü ve yaraladı.
Hizbullah da, bir açıklamasında, doğu tarafından Marun El Ras kasabasına sızan işgal ordusu askerleriyle çatışmaya girdiğini ve aralarında birkaç kişinin de can kaybına uğradığını duyurdu ve çatışmaların hala devam ettiğini belirtti.
İsrail askerlerinin seçkin kuvvetleri, dün şafak vakti Aadaysit kasabasına sızmaya çalışırken Hizbullah'ın kurduğu bir pusuya yakalandı. Pusu, İsrail birliklerini geri çekilmeye zorladı. Hizbullah, Aadaysit Lübnan topraklarına yapılan bir saldırı sırasında bir İsrail kuvvetini püskürtebildiğini ve "onlara kayıplar verdiklerini ve geri çekilmeye zorladıklarını" doğruladı.
Aadaysit, sınırın Lübnan tarafında, İsrail yerleşimi Misgav Am'a bakan bir konumda yer alıyor.
Üç İsrail tankı imha edildi, bir helikopter Hizbullah ateşinden kaçtı
Bölgede en az 4 İsrail helikopteri yaralıları tahliye etmek çalıştı. Helikopterler ve tanklar Hizbullah tarafından gerçekleştirilen yoğun topçu ateşi nedeniyle İsrail güçlerini korumak için bölgede saldırılar düzenledi.
Bölgedeki Lübnanlı muhabirlerin bildirdiğine göre, Hizbullah, ayrıca dün saat 17:00'de güney sınır kasabası Marun El Ras'a doğru ilerleyen İsrail'in üç Merkava tankını güdümlü füzelerle imha etti.
Hizbullah hava savunma birimleri, ayrıca dün sabah saat beşte İsrail'in Beit Hillel yerleşiminin semalarında bir düşman helikopterini hedef alan füze fırlattı. Bunun ardından, İsrail helikopteri bölgeden derhal ayrılmak zorunda kaldı.
Al Mayadeen muhabiri Ali Mortada, bugün bölgede İsrail'in terk edilmiş zırhlı personel taşıyıcısını paylaştı. 2006'da 34 gün süren savaşta İsrail toplam 20 tank kaybetmişti.İsrail birliklerinin birçok toplanma noktası vuruldu
Hizbullah ayrıca, öğleden sonra saat birde Aadaysit ve İsrail'in kuzeyindeki Misgav Am yerleşim yeri arasında İsrail güçlerinin toplandığı bir yeri bir füzeyle doğrudan vurdu. Saldırı, İsrailli askerlerin ölümüne ve yaralanmasına yol açtı.
Hizbullah, ayrıca İsrailli güçlerin iki diğer toplanma yerini, birer roket salvosuyla ve sadece bir saat arayla hedef aldı. Roketlerden biri, Misgav Am ile Kfar Giladi arasındaki bir toplanma noktasında doğrudan isabet sağladı. Roket saldırılarından ikincisiyse Abirim yerleşimini hedef aldı.
Sahadaki muhabirlere göre, Hizbullah, Abirim'deki işgal güçlerinin toplanma noktasını hedef alırken aynı anda, Matla çevresindeki başka bir toplanma noktasını topçu ve füze silahlarıyla hedef aldı ve doğrudan isabet sağladı.
Hizbullah'ın dün roket ve füzelerle hedef aldığı diğer İsrail toplanma noktaları şöyle: Afdon, Roş Pina, Yara, Ştula
Hizbullah'ın, ayrıca bir saldırı uçağı filosuyla Neve Ziv'deki topçu mevzisine bir hava saldırısı başlattığı ve insansız hava araçları hedeflerine tam isabetle ulaştığı bildirildi.
Hizbullah'ın saldırıları bugün de devam etti
Hizbullah, bugün de sabah saatlerinden bu yana İsrail güçlerinin toplanma noktalarına çok sayıda saldırı düzenledi.
İsrail güçlerinin bu sabah saat 10:15'te Fatima Kapısı'na ilerleme girişimini top mermileriyle püskürttüğünü duyuran Hizbullah, Marun el Ras'a doğru sızmaya çalışan bir İsrail piyade gücüne karşı da iki patlayıcı cihaz patlattı. Bu, dünden bu yana İsrail güçlerinin kasabaya ikinci sızma girişimi oldu.
Örgüt, bugün saat 13:00'te Şomera yerleşimindeki İsrail güçlerinin bir toplanma noktasıyla Felak füzesiyle hedef aldığını duyurdu.
Hizbullah'ın bugün roketle saldırdığını açıkladığı İsrail güçlerinin diğer toplanma merkezleri şöyle: Tiberya, El Basa, Avivim, Sasa, Raheb, Admit, El Rahip, Yarun, Misgav Am, Kfar Giladi, Hanita
Bu noktaların hepsi İsrail'in kuzeyinin daha derinliklerinde yer alıyor.
/././
NATO’nun gizli üyesi: İsrail -Murat Akad-
NATO üyesi olmayan İsrail bu örgütün stratejik ortağı konumunda. Peki, İsrail neden NATO üyesi değil?İsrail’in on yıllardır sürdürdüğü ama özellikle son bir yılda daha da üst bir aşamaya geçmiş olan saldırganlığın dayandığı en temel noktalardan biri, bu ülkenin emperyalist sistemin başat ülkeleriyle çok derin ilişkilere sahip olması. Özellikle ABD ile İsrail arasındaki son derece derin ve çok boyutlu ilişkiler bu saldırganlığın vazgeçilmez unsuru. Emperyalizmin desteği olmaksızın İsrail’in bu siyasi çizgiyi izlemesi mümkün değil.
soL’da da sıkça vurgulandığı gibi, İsrail’in emperyalizmin savaş örgütü NATO ile ilişkileri de bu ülke için vazgeçilmez düzeyde. NATO üyesi olmayan İsrail bu örgütün stratejik ortağı konumunda. Peki, İsrail neden NATO üyesi değil?
Bu soruya yanıt vermek için öncelikle İsrail’le NATO arasındaki ilişkilerin tarihini kısaca ele almakta yarar var.
İsrail devletinin ilan edilmesi ile NATO’nun kurulması arasında yalnızca birkaç yıl var. İsrail devletinin 1948’deki ilanı, Batı emperyalizminin Sovyetler Birliği’ne karşı başlattığı soğuk savaşın başlangıcını izledi. NATO ise bundan hemen sonra, 1949’da kuruldu.
İsrail’in “kurucu babası” olarak anılan ve ilk başbakanı olan David Ben-Gurion, 1950’li yıllarda ülkesinin NATO üyesi olmasına sıcak bakıyordu. Bu dönemde NATO üyeliğinin ülkeyi yalnızlıktan kurtaracağı, bölgedeki “tehlikelere” karşı koruyacağı ve Batı’nın bir parçası haline gelmesini sağlayacağı umut ediliyordu. Ancak bu yaklaşım pek de uzun ömürlü olmadı. ABD, o dönemde Arap ülkelerinin Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmasından ve İsrail’in NATO üyeliğinin bu açıdan sorun yaratmasından çekiniyordu. Ayrıca NATO’nun Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerini içermesi gerektiği, İsrail’in Asya kıtasında yer alması nedeniyle üyeliğe uygun olmadığı da değerlendiriliyordu.
İsrail NATO üyeliği sevdasını devam ettirmedi. Bunun yerine, ABD’nin dışında Fransa, Federal Almanya gibi önde gelen NATO ülkeleriyle ikili ilişkilerin hızla geliştirilmesi için girişimlerde bulundu. Britanya ile zaten ülkenin kuruluşundan çok öncesine dayanan tarihi ilişkiler vardı. Bütün bu ilişkilerin Batı ülkelerinin birbirine karşı kullanılması açısından da yararı olacağı düşünüldü. Örneğin İsrail 1962’de Federal Almanya’nın nükleer silaha sahip olma isteğini desteklediğini açıkladı. Ülkenin, ABD’nin tam anlamıyla koruması altına girmesi 1967’deki Arap-İsrail savaşından sonra gerçekleşti.
İsrail-NATO ilişkisinde 1987 yılı kritik bir eşik oluşturdu. Dönemin ABD başkanı Reagan, İsrail’i ABD’nin başlıca NATO üyesi olmayan müttefiki ilan etti. Bundan sonra İsrail, başta teknoloji olmak üzere pek çok alanda NATO ile işbirliği yapmaya başladı.
İbrahim anlaşmalarının zemini: Akdeniz Diyaloğu
Bir başka önemli tarih 1994. 1993’te İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü arasında yapılan Oslo 1 anlaşmasından bir yılı biraz aşkın bir süre sonra NATO bünyesinde Akdeniz Diyaloğu isimli bir oluşum ortaya çıktı. Bu oluşum, NATO’nun Akdeniz üzerinden Afrika ve Asya’ya doğru uzanmasını sağlıyordu. İlk üyeleri arasında İsrail, Mısır, Moritanya, Fas ve Tunus vardı. Daha sonra Ürdün ve Cezayir de üye oldu. Akdeniz Diyaloğu aynı zamanda İsrail’in bölge ülkeleriyle görüşme platformu olarak da işlev gördü. Bu, günümüzden birkaç yıl önce İsrail’le bir dizi Arap ülkesi arasında imzalanan İbrahim anlaşmaları gibi bir uzlaşmanın zemini olarak görüldü.
2001’de İsrail, NATO’yla bir güvenlik anlaşması imzalayan ve gizli bilgilerin korunması için bir çerçeve oluşturan ilk ülke oldu. 2006’da Akdeniz Diyaloğu çerçevesinde ilk Tekil İşbirliği Programı, İsrail’le oluşturuldu. İki yıl öncesinde ilk kez NATO-İsrail ortak tatbikatı düzenlemişken, bu programla birlikte İsrail NATO tatbikatlarına, adeta bir üye gibi katılmaya başladı.
İlerleyen yıllarda İsrail çok sayıda NATO tatbikatına katıldı. Bunların arasında 2018 yılında, Rusya sınırlarındaki Polonya ve Baltık Cumhuriyetlerinde yapılan tatbikat da vardı.
2000’li yılların başlarına Batı ülkelerinde, İsrail’in NATO’ya katılmasına yönelik bir lobi faaliyeti yürütüldü. Bu faaliyetin gerekçesi, üyeliğin Filistin’de iki devletli çözümü kolaylaştıracağı ve İran’ın nükleer programını engelleyeceğinin düşünülmesiydi.
Türkiye vetoyu çekti, İsrail'in ilk kalıcı NATO büyükelçisi atandı
Önemli bir başka eşiğe 2016 yılında gelindi ve İsrail’in ilk kalıcı NATO büyükelçisi atandı. Bunu sağlayan şey, Türkiye’nin bu konudaki vetosunu geri çekmesiydi. “One minute” döneminin sonu bu tarihte gelmişti. Böylece İsrail, üye olmadan mümkün olan en üst ilişki düzeyine ulaşmış oldu. Bundan iki yıl sonra da İsrailli şirketlerin NATO ihalelerine katılmasına izin verildi.
Bu koşullar altında İsrail’in NATO üyesi olması neredeyse gereksiz hale geliyor. İsrail zaten başta ABD olmak üzere bütün NATO üyesi ülkelerde yakın ilişkiler geliştirmiş durumda. En gelgitli ilişki Türkiye ile olmakla birlikte, bu gelgitlerin sınırları da herkesin malumu. Türkiye de İsrail’le işbirliğinden vazgeçemiyor.
Ayrıca İsrail NATO’ya üye olup bazı konularda diğer üyelerin onayını aramak zorunda kalmıyor. Benzer bir nedenle başka herhangi bir uluslararası askeri örgüte de bugüne kadar dahil olmadı.
Bütün bu koşullar İsrail’in dış politikasında NATO üyeliğinin ve NATO ile kurumsal ilişkilerin hiçbir zaman odak noktası oluşturmamasını açıklıyor.
İsrail ve NATO: İki terör odağı arasındaki ilişki hız kesmeden sürüyor
Peki bu durum İsrail’in NATO ile ilişkilere ve NATO’nun desteğine muhtaç olmadığı anlamına mı geliyor? Bu soruya son derece net bir hayır yanıtı verilebilir. NATO üyelerinin desteği olmadan İsrail’in savaş makinesini işletmesi, saldırganlığını sürdürmesi mümkün değil. Nihayetinde İsrail küçük ve kaynakları sınırlı bir ülke. Evet, Yahudi sermayesi bütün dünyada, nüfus içinde sahip olduğu konuma göre yaygın ve güçlü. Bu, İsrail’in gücünün altyapısını da oluşturuyor. Ancak Batı emperyalizminin desteği olmadan bu olgu tek başına yeterli değil.
Kısacası, İsrail’in NATO üyesi olmasına, en azından şimdilik gerek yok. Ama İsrail’in NATO’ya şiddetle ihtiyacı var. O yüzden bu iki terör odağı arasındaki ilişki hız kesmeksizin devam ediyor.
2020’de imzalanan İbrahim anlaşmaları, NATO’nun yeni stratejik konsept tanımlaması ile aynı döneme denk geldi. Her ikisi de İsrail-NATO ilişkilerinde yeni bir dönemin açılmasını sağladı. Ukrayna’daki savaş ile birlikte NATO’nun yeni bir konsolidasyon sürecine girmesi de bunu destekledi.
Bir parantez açarak Doğu Akdeniz’deki doğal gaz yataklarının emperyalizmin iştahını kabarttığını, bölgedeki gerilimlerde ve Batı ile İsrail arasındaki ilişkilerde bu olgunun da etkili olacağını hatırlamakta yar var.
İsrail’in NATO üyeliği gelecekte gündeme gelebilir mi? Koşulların bu doğrultuda gelişmesi mümkün. Ama en azından şimdilik böylesi bir üyelik ufukta görünmüyor.
/././
Bolu’da 'Çocuklar Camide' projesine tepki: Önce çocukları okula taşıyın! -Burcu Günüşen-
Taşımalı eğitim kapsamında ücretsiz servis hakkı kaldırılan çocuklar eğitimden koparken, Bolu İl Milli Eğitim Müdürlüğü “Çocuklar camide” diyerek akşam namazına çağırdı.Bolu İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından okul müdürlerine gönderilen mesajda “Aileleriyle Birlikte Çocuklar Camide 2024” projesi kapsamında veli, öğretmen ve öğrencilerin bu akşam Bilal-i Habeşi Camii’nde akşam namazına katılması için gerekli duyurunun yapılması istendi.
İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından dün okul müdürlerine gönderilen mesajda “Değerli müdürlerim, hayırlı sabahlar. Yarın akşam yapacağımız akşam namazı programının tüm veli, öğretmen ve öğrencilerimize ulaştırılması gerekiyor. Hassasiyetiniz için teşekkür ederim. Bekliyoruz” denildi.
Çağrının okul öncesi eğitimdeki çocukların veli gruplarına da gönderildiği öğrenildi.
Eğitim-Sen Bolu Şube Başkanı Dilek Çakman “Biz bu süreci Bakanlığın eğitimdeki dinselleştirme projesinin bir ayağı olarak görüyoruz” dedi.
Bugün okullarda ciddi sorunlarla karşı karşıya olduklarını belirten Çakman “Bakanlık bu sorunları çözmeye dair adım atmazken, çocukları dinselleştirme projesi üzerinden bir araya getirerek kendi ideolojik hedefleri doğrultusunda adım atıyor” dedi.
Çakman “Okullarda taşımalı eğitimin sona erdirilmesiyle çocuklar okullarına gidemiyor. Okula giden çocuklar temiz içme suyu, sağlıklı yemek bulamıyor, birçok aile beslenme çantasına kuru ekmek bile koyamıyor. Sınıflarda ciddi bir hijyen sorunu var. İnatla çocukları camide buluşturmak zaten çok bilinçli politik bir tercihin sonucu. Çocuklar üzerinde de birbirini ötekileştirici, baskı oluşturucu, aynı zamanda idarenin de öğretmen, öğrenci ve veliler üzerinde baskı oluşturabileceği bir uygulama bu” diye konuştu.
Bolu İl Milli Eğitim Müdürü ile dün bir görüşme yaptıklarını söyleyen Çakman, müdürün bu projenin önceki yıllardan beri devam ettiğini dile getirdiğini, kendilerinin de bu projeyi inatla devam ettirmenin bir anlamı olmadığını belirttiklerini ifade etti.
Laik, bilimsel ve kamusal eğitim için mücadeleye devam edeceklerini vurgulayan Çakman gerici müfredatı, tarikat ve cemaatlerle yapılan protokolleri kabul etmediklerini kaydetti.
‘Biz inatla çocuklar okulda olsun istiyoruz’
Veli-Der Bolu Şube Başkanı Zehra Kulalı da taşımalı eğitimin kaldırılmasıyla eğitimden kopan çocuklar olduğuna dikkat çekerek, çocukların öncelikli olarak camiye değil okula gitmelerinin sağlanması gerektiğini vurguladı.
Bolu İl Milli Eğitim Müdürlüğüyle müftülük arasında yapılan ve geçen yıl da uygulamada olan bu projenin “Çocuklar Camide” adını taşıdığını kaydeden Kulalı “Biz inatla çocuklar okulda olsun istiyoruz. Mesele bu” dedi.
Kulalı “Şu anda tüm Türkiye’de 1 milyon 300 binin üzerinde taşımalı eğitim kapsamında öğrenci var ve perişan haldeler. Biz çocuklar camide değil okulda demek istiyoruz. Devletin ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın temel sorumluluğu çocukların eğitime erişim haklarını sağlamak. Bunun için kaynak yaratmak zorundalar” diye belirtti.
Eğitimde dinselleşmenin siyasi iktidar tarafından bir politik araç olarak kullanıldığını ve bilimsel eğitimden söz etmenin neredeyse mümkün olmadığını kaydeden Kulalı “Bu proje özeline baktığımız zaman burada eşitlik kavramını da bozan, ayrıcalıklı bir grup gibi sadece erkek çocukların davet edildiği bir uygulama” dedi.
Projeye anaokulu çocuklarının da dahil edilmesine de tepki gösteren Kulalı soyut düşünme gelişimini tamamlamamış yaştaki çocuklara din eğitiminin çocuk haklarına aykırı olduğunu ifade etti. /././
soL - GÜNDEM
Filistin'e ihracatta yine rekor kırıldı: İsrail'le ticaret gerçekten kesildi mi?
Filistin'e yapılan ihracatta patlama yaşandı. İhracat 1 yılda yüzde 1113 büyüdü. Hazır giyim ve halı ihracatının artışı ise dikkat çekici.
Eylül ayında en Filistin’e yapılan ihracatta öne çıkan sektörler ve geçen yılın aynı dönemine ilişkin verilerin bazıları şöyle:
- Eylül 2023'te 156 bin 700 dolar olan çelik ihracatı yüzde 30 bin 930 oranında artışla Eylül 2024'te 48 milyon 626 bin 330 dolara ulaştı.
- Eylül 2023'te 960 dolar olan hazır giyim ve konfeksiyon ihracatı yüzde 1 milyon 331 bin 997 artışla Eylül 2024'te 12 milyon 811 bin 50 dolara ulaştı.
- Eylül 2023'te 138 bin 760 dolar olan kimyevi maddeler ve mamulleri ihracatı yüzde 14 bin 293 artışla Eylül 2024'te 19 milyon 9762 bin 250 dolara ulaştı.
- Eylül 2023'te 0 dolar olan halı ihracatı Eylül 2024'te 3 milyon 179 bin 440 dolara ulaştı.
- Eylül 2023'te 40 bin 910 dolar olan mobilya, kağıt ve orman ürünleri ihracatı yüzde 27 bin 861 artışla Eylül 2024'te 11 milyon 437 bin 980 dolara ulaştı.
- Eylül 2023'te 3 bin 510 dolar olan demir ve demir dışı metaller ihracatı yüzde 133 bin 729 artışla Eylül 2024'te 14 milyon 691 bin 990 dolara ulaştı.
- Eylül 2023'te 107 bin 40 dolar olan elektrik ve elektronik ihracatı yüzde 8 bin 268 artışla Eylül 2024'te 8 milyon 957 bin 410 dolara ulaştı.
- Eylül 2023'te 0 dolar olan deri ve deri mamulleri ihracatı Eylül 2024'te 1 milyon 614 bin 260 dolara ulaştı. (https://haber.sol.org.tr/haber/filistine-ihracatta-yine-rekor-kirildi-israille-ticaret-gercekten-kesildi-mi-395344 ***
ABD’nin Avrupa’yı Ukrayna, Ortadoğu’yu da İsrail üzerinden dönüştürmekte olduğunu belirterek, “İsrail'in pervasızlığı karşısında Rusya ve Çin'in doğru düzgün ses çıkarmak yerine mırıldanmaları manidar, değil mi? İran cidden hırpalanacak mı? Yoksa kıyıya; denklemin dışına mı itilecek?” dedi. Babaoğlu, bu tablo karşısında “Türkiye ne yapmalı” diye sordu ve yanıtında, Irak ve Suriye’yi işgal çağrısı yaptı. Babaoğlu’nun satırları şöyle:
“Türkiye ne yapmalı?
İlk iş olarak...
İçeride hiçbir ‘çıbanbaşı’nın ağırlığı hissedilmemeli artık.
Toplumsal huzursuzluk kaynakları (enflasyon, adaletten şüphe, sokakta adi şiddet, vd.) hızla kurutulmalı.
Ve Suriye ile Irak'ın yapay sınırları içinde ‘hakiki Misak-ı Milli’ çizgisi oluşturulmalı...
Savaş, uzun bir süre kapımızda vaktini bekleyecek çünkü…”
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder