21 Ekim 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI" + Sahaflar Çarşısı(XXVIII) -21 Ekim 2024-

 Yeniden varolmaya dair: Şiddete karşı kadın mücadelesi-Gamze Yücesan Özdemir-

Bugün kadına yönelik şiddeti yok etmek için, toplumsal kurtuluş için, sınırları aşma yürekliliği gerekiyor. Yeniden varolmak bir başka dünyaya bakmaktır, yürek ister.

Son günlerde evlerde, sokaklarda, karakollarda, işyerlerinde ve mahkemelerde kadına yönelik şiddet dayanılmaz bir hal aldı. Toplum bir yangın yeri. Bir yandan işsizlik bir yandan ağır sömürü koşulları diğer yandan gericilik tutuşturuyor yangını. İş bulamayanlar, hiçbir yerde olmayanlar, çalıştıkça yoksullaşanlar, işten atılanlar, geçinemeyenler, sefaletin içindekiler, tarikatlarda, cemaatlerde olanlar kadınlara şiddeti boca ediyor adeta. Ancak haberiniz olsun, umutsuz, karamsar, üzgün olmaktan öte öfkeliyiz, hem de çok öfkeli.

Şiddet dayanılmaz, açıklaması daha da dayanılmaz. Burjuva sosyal bilimcilerin radikalleri de ana akımcıları da aynı şeylere işaret edip duruyor: Kadın-erkek ilişkilerinde bağlanma sorunları, kıskançlık, büyük kentlerde tutunamama halleri, uyuşturucu kullanımı, eğitimsizlik… Failin günahlarını işaret eden bu başlıklar sıralanıyor ve açıklama sorunu çözülüyor. Burjuva sosyal bilimlerinin herhangi bir konuyu değil tedavi, teşhis bile edemediğini bir kez daha görüyoruz. Bu konuşulanlar sadece sınıflı toplumun görünümleridir, büyük ustanın dediği gibi, “Her şey göründüğü gibi olsaydı, bilime gerek kalmazdı.” Kadına şiddeti açıklamak ancak tarihsel maddeci bir yaklaşımla, kadın sorununu sınıf sorunu kapsamında ele almakla mümkün. Ve şiddeti kökünden yok etmek de ancak yeni bir hayatı, eşitlikçi bir toplumu kurmakla gerçekleşebilir. Dolayısıyla kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmak bir temenni değil, bir politik mücadeledir.

Sınıf analiziyle baktığımızda, şiddetin son dönemde inşa edilen emek rejimi içinde biriktiğini belirtmeliyiz. Emek rejimi kavramı, genelde emekçilerin özelde de kadınların işyerlerinde ve gündelik hayatta kurdukları toplumsal ilişkileri, iktisadi, siyasi ve ideolojik yapılarla birlikte anlamayı ve açıklamayı sağlıyor. Bugünün emek rejiminin bir ayağı kuşkusuz neoliberalizmdir. Güvencesiz çalışma, yoğun işsizlik, kamusal hizmetlerin metalaştırılması, birey ve rekabet örülü ideolojiler kadınların karşı karşıya kaldıkları süreçlerdir. Bir diğer ayağı ise gericiliktir. Hem işyerlerinde hem gündelik hayatta gerici değerler kadını her anlamda sınırlandırıyor. Açıktır ki bu emek rejimi hem kadın emekçiler hem de erkek emekçiler için şiddet üretiyor. Kadınları şiddetin mağduru yaparken, erkekleri de şiddetin faili yapıyor.

Son yıllarda inşa edilen emek rejimi öncelikle piyasa şiddetini körüklüyor. Kadın emekçileri doğrudan emek piyasasına fırlatıyor. Piyasaya fırlatılan kadın emekçiler için işsizlik ve istihdam iç içe geçmiştir. Taşeron çalışma, evde çalışma, sözleşmeli çalışma, kısmi zamanlı çalışma gibi esnek istihdamda kadınlar işsizlik tehdidini her an hissediyorlar. İşsizlik korku yaratır. İşten atılan ya da iş verilmeyenlerin sayısı ne kadar çok ise, çalışanlar için baskı da o derece yoğundur. İşsizlik, çalışanlara vaat edilen uzun çalışma saatleri, kayıtsız ve esnek istihdam koşullarıdır.

İşyerleri de emek rejiminin parçası olarak şiddeti derinleştiriyor. İşverenler kadınları “uysal”, “itaatkar” ve “sorun çıkarmayan” olarak görmek istiyor. İşyerlerinde kadın emekçilerin dayanışmasını mümkün kılacak zaman ve mekan örgütlenmesi zayıflıyor. Sürekli risk altında çalışmak yalnızlaştırıyor onları. İç dünyalarına sürükleniyor ve “biz” zamirinden çekiniyorlar.

Emek rejimi üstünde yükseldiği neoliberal ve gerici politikalarla yeniden üretim alanında da şiddeti artırıyor. Evin içinde kadınlar, hem piyasaya dönük üretim yaparak para kazanıyor hem ev işlerini yürütüyor hem çocuk bakıyor hem de yaşlı bakıyor. Bununla birlikte dinsel kodlarla örülmüş “makbul kadınlar” olmaları da bekleniyor.

Değerler alanında emek rejiminin yarattığı gerici şiddet ise en sert ve çıplak olanı. Dini kurallar kadınlara dayatılmakta, onlar en çok dini uygulamalarla sindirilmeye çalışılmaktadır. Kadınların giyimi, toplumsal yaşamda varoluşu laikliğin ortadan kaldırılmasının ilk eşiğidir. Laikliğe dönük saldırılar, kadınların eşitlik iddiasının dine küfür olarak tanımlanmasına kadar uzanıyor. Laikliğin yok edilmesi, onları denetim altına alırken, kadın düşmanlığı da toplumun dinselleştirilmesinin en temel stratejisi olarak uygulamaya konuyor.

Yeniden varolma mücadelesi vereceğiz kadınlar olarak. Kadınlar olarak vereceğimiz mücadele sınıf kardeşlerimizin, arkadaşlarımızın, sevdiklerimizin içinde bulunduğu emek mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olacak. Bu mücadele yurttaş, yoldaş ve özgür kadınların sesi, sözü, iradesi ve eylemliliğiyle yükselecek. 

Yurttaş kadınlar. Kadınların yeniden varolabilmesi evde, işte ve toplumsal hayatta sosyal yurttaşlar olmalarından geçiyor. Kadın ve erkek, yaşamın üretiminde ve yaşamdan pay almada aynı haklara ve kolektif sorumluluklara sahipse ancak yurttaşlıktan söz edebiliriz. Yurttaşlık bugünün emek rejiminin karşısında en ön barikatlardan biridir. Yurttaşlık temelleri emekçilerin kolektif haklarına dayanan bir rejim içinde gerçekleşebilir. Dolayısıyla bugün emekçi sınıfın kolektif haklarının yeniden yükselmesi temel hedeftir. Eşit işe eşit ücret ilkesi, tüm kadın yurttaşlara sosyal güvence, mesleki eğitim ve öğrenim hakkı, kadınların çalışabilmesi ve toplumsal ilerlemenin eşit unsurları olabilmeleri için çocuklarla, yaşlılarla ilgili devletin sorumluluk alması ancak yurttaşlığın tesisiyle hayata geçirilebilir.

Yoldaş kadınlar. Kadın yoldaşlığıyla, bu toplumdaki şiddeti dağıtacak ve yeniden varolabilmenin yolunu açacağız. Yoldaşlık, emek rejimine yaslanarak halk üzerinde baskı kuran güçlere karşı sıradan ve sahici kadınların kendi kaderlerini ellerine alma mücadelesidir. Onların yoldaşlığı birçok değer taşır: Sorumluluk, irade, kararlılık, gözü peklik ve samimiyet. Ve bu yoldaşlık bugün liberalizmden sosyalist siyasete sızan aktivizmden çok farklıdır. Yoldaş kadınlar üretime, siyasete ve toplumun inşasına her alanda eşit olarak katılır. Kadınlar siyasallaşma pratiklerinde getirdikleri yenilikçi değerlerle, siyasete katılımda yarattıkları iletişimle yoldaşlığı zenginleştirip geliştirirler. Bu süreçte onların üretken ve yaratıcı enerjilerini tekrar hatırlamalı, bunları yeniden var etmenin koşulları üzerine düşünmeliyiz. 

Özgür kadınlar. Kadının özgürleşmesi ile yeni bir hayatın, yeni bir toplumun inşası birbirinden ayrı düşünülemez. Yeniden varolabilme mücadelesinde kadının özgürleşmesi, bireysel hareket serbestisi ya da kendi bedeni üzerindeki hakimiyeti ile sınırlandırılamayacak kadar büyük bir ufkun parçasıdır. Özgürlük, kadının yalnızca bireysel yaşamında değil toplumsal yaşamda da söz sahibi olması ve bu deneyim içinde kendi niteliklerini kaybetmeden var olabilmesidir.

Bugün kadına yönelik şiddeti yok etmek için, toplumsal kurtuluş için, sınırları aşma yürekliliği gerekiyor. Yeniden varolmak bir başka dünyaya bakmaktır, yürek ister. Bu yürek de kadınlarda var. “Biz işçi kadınlar, Ekim Devrimi'nden sonra ancak güneşi gördük” diyor bir kadın Pravda’ya yazdığı mektupta. Bu kara günlere inat, biz kadınlar güneşi tekrar göreceğiz, mutlaka!                                 /././

Bataklık -Serdal Bahçe-

"Kapitalizmi eskiden sadece ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmekle itham etmek bize yetiyordu, bugün görüyoruz, yaşayabilmek için bizi hayvanlaştırıyor."

Geçtiğimiz haftalarda ülkede uzunca bir süredir derinleşen çürüme zincirlerinden boşanmış gibi sökün etti, çürümenin sonucu olan pislik sardı her yanı. Gizlenecek yanı kalmadı, evlerinizin kapısının atlından, göz bağlarınızın boşluklarından, tıkadığınız kulakların kıvrımlarından sızdı. Potansiyel kirlenme yıllardır birikiyordu zaten, bunu gündelik hayatın her alanında hissediyordunuz. Sizden ırak, başkalarına yakındı belki. Rahattınız. Başlarda beyaz camdan izleyip “vah vah” çekip, sonrasında kendi mahrem alanınıza kaçıyordunuz. Dışarı çıkıyor, sadece aşina olduğunuz bir çevre içinde aşina olduğunuz, ve size tehdit yöneltmediklerinden emin olduğunuz insanlarla görüşüyordunuz. Kapıda hayvanlar dolaşsa da siz kapıyı kilitliyor ve kendi özel alanınızda huzursuz edilemeden yaşıyordunuz. Zihin ile beden farklı yerlerde bulunabilirdi, siz burada zihniniz başka yerde olabilirdi. Kapıyı kapattığınızda bile zihniniz giderek kirliliğe pisliğe batmış bir ülkenin yıpratıcı ve yorucu gündeminden azade bir oasise, vahaya erişebilirdi. Zihninizi dijital ve görsel iletişimin yardımıyla küçük dünyanızın güvenli sahillerinde tutabilirdiniz. Amma velakin olmadı. Tam tersine bir süreç kapattığınız kapıyı yıktı, içeri daldı ve benliğinizi, zihninizi ele geçirdi. Fark ettiniz artık, güçlünün ayakta kaldığı bir ormanda yaşıyorsunuz. 

Erich Fromm bir yerlerde yaptığı bir konuşmada insanın aslında doğa tarihi içinde bir “ucube” olduğunu söylemişti.1 İnsan hem bir hayvandır hem de kendisinin bilincinde olan tek hayvandır. Bu ikisi arasında kaçınılmaz bir gerilim vardır her zaman. Bu gerilimin kendisi insanın durduğu yerde sürekli olarak durabilmesini imkansız kılar. Her gerilim gibi bu da hareketi yaratır, her çelişki gibi kendisini çözmeye iter özneyi (çözebilir, çözmez; bu ayrı bir konu). Bu anlamda insan iki yönden birine gider zorunlu olarak. Hangi yöne giderse gitsin eni konu yaşamı iyi ya da kötü aşmak zorunda kalır. Geriler ve hayvani köklerine geri döner. Öldürerek, hayvanlaşarak aşar yaşamı. Ya da ilerler, bağlanmanın, toplumsallaşmanın yolunu üreterek bulur. Ortaklaşarak, yaşamı kutsayarak aşar yaşamı. İyi yaşamı üretemezse kötü yaşamı üretir. İkisinin arasında bir gri alan yoktur aslında.  

Fromm her dediğine katıldığım bir psikanalist değil, ama yukarıda aktardığım görüşleri ilginç ve değerli. İnsan ilerlerken birlikte yaşayarak, toplumsal bir şekilde yaşayarak ve başkalarının yaşamını değerli görmeyi öğrenerek ilerler. Elbette tarım devriminden bu yana sınıflı toplumlarda yaşadı insan, ve gerileme dinamikleri de en az ilerleme dinamikleri kadar güçlü oldu. Bazen toplumsal olandan doğal olana doğru savruldu, hayvanlaştı. Sınıflı toplumlarda onu bu yöne iten güçlü nedenler vardı. Açlık ile tokluğun, zenginlik ile sefaletin, siyasal hükümranlık ile sürekli köleliğin aynı anda, hem de birbirlerinden çok da uzakta olmayacak bir şekilde bir arada bulunduklarını gördü. Bu durum hem güçlüyü, zengini hem de güçsüz ve yoksul olanı bitmeyecek hayvani bir mücadeleye itti. Ahlaki, geleneksel ve dinsel kurallar herkesin bulunduğu yeri kabul etmesini sağlayacak çerçeveyi ve sahte bir barışı yaratmaya çalıştılar, ancak nafile. İnsanı hayvanlaşmaya iten, yaşamı yok etmeye iten etmenler ne tanrılar ne de gelenekler tarafından yok edilebildiler. Muazzam sanatsal, mimari, edebi ve yaşamsal yaratıma rağmen yakınımızda olan ve pusuya yatmış hayvanlığı besleyen gözle görünür güçler her zaman oldular. Zenginin bitmeyen açlığı, yoksulun bitmeyen hasedini ve nefretini yarattı. Zenginin açlığı yaşamı yok ederken, yoksulun akıl dışı öfkesi yaşamı aşındıran ve yaşanılmaz kılan bir gizli çağrıydı her zaman. Güçlünün pervasızlığı bedenleri çürüten bir esareti getirirken esir olanın çoğunlukla içine attığı öfke ve utanma bir anda patlayan, ve esasında kendi türdeşini, (güçlüye gücü yetmediği için) başka bir fukarayı yakan hayvani bir kine dönüştü çoğu zaman. Zenginlikten daha fazlasını, gücün daha çoğunu isteme Fromm’un bahsettiği gibi yıkıcı, hayvani bir isteğe dönüşegeldi; ilerletici akıl yerini aklı yok sayan, onu kıran hayvani bir hedonizme bıraktı. 

Utanmak yerine yüzsüzlük, çekinmek yerine saldırmak, yeter olanla yetinmek yerine her şeye sahip olma güdüsü, kendini mutlak olarak anlamlandırmak yerine sürekli başkalarına bakmak ve fesatlanmak, paylaşmak yerine giderek fazlasına el koymak; eğer Fromm’un bahsettiği birinci yoldan gidilirse insanlığın bedenini saracak hastalıklardır. Çürüme bireysel değil toplumsaldır. Bu çürümeyi engelleyecek tüm mekanizmalar çökmüş, tüm kamusal denetim mekanizmaları aşınmış demektir. İnsani varoluşun anlamı tasarlamaktan, iyiyi yaratmaktan, ortakça yaşamaktan, derinleşmekten arınmıştır artık; biyolojik bir varoluşsal kavga, pür hazzın, keyfin, sahip olmanın belirlediği çarpık ve “ucube” bir didişme, ormana dönüşmüş toplumda yaşanan derin bir güvensizlik ve şizofrenik bir yalnızlık hayvanlaşmaya atılmış adımlardır. 

Kamusallık işçi sınıfının burjuvaziden zorla kopardığı bir ödündü. Burjuva toplumu kendisinden önceki toplumları düzenleyen kuralları ve kurumları yıkmıştı, onu ayakta tutacak şey bir tür eğreti kamusallık olmuştu. Bu kamusallığı da bahsedildiği gibi gönülden vermedi, işçi sınıfı söke söke aldı. Gündelik hayat kamusallığın çatısı altında yeniden örüldü. Bu kamusallık, özel/mahrem olandan çalmıyordu (muhafazakâr ve liberal safsataların aksine), tam tersine özel alanı da güçlendiriyordu. Örneğin bireyin başka bir bireyin saldırısına karşı korunması sadece özel alanın korunmasıyla kotarılacak bir şey değildi. İnsanın kamusallığının vurgulanması, ahlakın bireysel inisiyatife değil, kamusal alana bırakılması ile mümkündü. Görece zayıf ve kendisini koruyamayacak olanın haklarının korunması sadece tek tek bireylerin korunması, tek tek çocukların korunması, tek tek kadınların korunması anlamına gelmiyordu, toplumun kamusal olarak kendi sağlığını koruması anlamına da geliyordu aynı zamanda. Kısacası özel alan kamusal olarak tanımlanıyor ve özel alana ait haklar, yaşam hakları, insanca ve güvenli yaşama hakları gücünü kamusal alandan alıyordu. Kendini koruyamayacak olanlar kamusal olarak korunmaya çalışılıyordu. Eksik veya tam, en azından böyle bir irade vardı. 

Özellikle II. Savaş sonrasında ortaya çıkan ekonomik ve siyasal durum buna izin veriyordu, ve hatta bunu gerekli kılıyordu. Gelişmiş kapitalist ülkelerde Sosyalist ve Komünist partilerin güçlü olması, işçi sınıfının örgütlü olması, ve pek tabii ki Sosyalist sistemin sermayenin her türden şımarıklığını ve pervasızlığını baskı altına alan varoluşu, Frommcu anlamda ilerlemeyi sağladı. Hukuk, anayasa, ya da devletin iradi ve idari gücü değildi bunu yaratan, insanların ortak bir toplumsal yaşama duydukları inanç ve özlem bu ilerlemenin gerçekleşmesini sağlayan asli unsurlardı. İnsan, insanlık yolunda epeyi yol almıştı. 

Sermayenin karşı saldırısı, Sosyalizmin bir sistem olarak çöküşü, ve sonuçta açık sermaye diktatörlüğü liberal zevatın zannettiği gibi özel olanın kamusal olan karşısındaki zaferine yol açmadı. Kamusallığın yitimi aynı zamanda korunabilir özel alanın da ortadan kalkmasına yol açtı. Frommcu anlamda bir hayvanizasyon, hayvanlaşma sürecini yaşıyoruz şimdi. Artık bireysel ele geçirme, daha fazlasına el koyma, kendisinden güçsüz olanı ezme, güçle orantılı bir şekilde pervasız olma; bunları engelleyecek hiçbir ahlaki, yasal, kurumsal ve idari engel kalmadı. Artık toplum yok, sürü var; toplum yok orman var. 

Başka nasıl açıklarız Yenidoğan Çetesi’ni. Sağlık sistemini özelleştireceğiz diye en temel insan hakkı olan bedava sağlık hizmetini ortadan kaldırdılar. Sağlık sektörünü Çarşamba pazarına çevirdiler. Sağlık hizmetini zorunlu kamusal bir hizmet yapan tüm yasal çerçeveyi kafalarına göre değiştirdiler. Hastayı doktora, doktoru hastaya düşman ettiler. Özel Hastane denilen ticarethanenin devletin kasasını soymasına izin verdiler. Mesleki dayanışmayı parçalayıp doktoru para peşinde koşan uzmana dönüştürdüler. Ameliyat için bıçak parası, küçük bir rahatsızlık için bir dolu test, daha fazla yatak ücreti için uzatılmış yatış süreleri, kamusal sağlık kurumlarının özel hastalar ve ameliyatlar için kullanılmaları, yardımcı sağlık elemanlarının bolca sömürülmeleri, yeterliliği olmadığı halde iki oda bir göz yerde açılan çakma hastaneler, hasta üzerinde şiddet, doktora şiddet…Sağlık sistemini tam bir ormana çevirdiler. 

Küçücük bebekleri devlet kasasını daha fazla soyabilmek için öldürdükleri iddia ediliyor. Bir tür kabus gibi. Bebek yahu, küçücük; ağlaması bile içimizi burkardı. Onlarınkini neden burkmadı? Nasıl bu hale geldiler? Nasıl bu kadar gözü dönmüş oldular? Ama hasta ruhlular deyip geçmek kolay. Onları bu türden kirli bir kazanca iten sistem ne olacak ama? Fromm işte bu hayvanlaşmadan bahsediyordu herhalde. 

Küçük bir kız öldürüldü, cesedi bulundu kendi köyünde. Kaç gün geçti, henüz tam olarak kimin hangi sebepten katlettiğini öğrenemedik hala. Ortaya çıkan şu; nerdeyse bütün aile işin içinde. Devletin sorgu ve ceza mekanizmaları çaresiz kaldı. Kocaman bir kitle küçük kızın nasıl öldürüldüğü ortaya çıkmasın diye uğraştı durdu. Küçük kızın çalınmış ve yaşanamamış hayatı kimsenin umurunda değildi. Fromm’un regresif gerileme momentini yaşadığımız açıktır. 

Zaten sorunlu dediler, bir kasapta çalışmaktaymış. Sosyal medya paylaşımları bir tür vahşete hazırlandığını haber vermiş önceden. Hatta daha önce de polis ile yolları kesişmiş. Aynı gün içinde iki genç kadını birden kesti. Ve kendisi de çok vahşi bir ritüelle intihar etti. Ürkütücü olan sosyal medya paylaşımlarına onu öven bir grup erkeğin ortaya çıkması oldu. Yaptığını öven mesajlar pek çoktu. “Sosyal medya” sorumlu dediler. Hadi canım…Fromm’un tanımladığı hayvanlaşma doğrultusunda erkekler ne yazık ki önden gidiyorlar. 

İşlek bir cadde veya sokakta gencecik kadına tecavüz etmek istediler. Pervasızlık ayyuka çıkmıştı. İnsanlar da kuzu gibi bakıyorlardı. Kendilerinden iri iki başka erkek gelince sindiler, korktular. İnsan davranışı değil bu; tepkileri bile hayvani. Zayıf olan kendisinden güçlü olandan korkar, kendisinden zayıf olana saldırır. Fromm haklı galiba. 

Babası zengin, kendisi de zengin bebesi. Babası iktidar partisinden bir vakitler aday da olmuş, sağlam yere konmuş. Babasıyla birlikte pahalı, gösterişli arabalarında yol alırken sirenleriyle sinyal veren bir ambulans yol istemiş. Vermemişler, dahası ambulansı durdurup gerçekten hasta var mı diye kontrol etmişler. Gerçekten içinde acil bir vaka varmış. Bu arada ambulans görevlilerine de hesap sormuşlar. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi pahalı, gösterişli, ensesi kalın arabalarına binip gitmişler. Ambulanstaki acil vaka ölseydi kim suçlu olacaktı? Kimseden hesap sorulmamış tabii ki. Bugün Fromm’u yad ettik hep. 

Yukarıdaki örnek olaylarda kurbanlar; bebekler, çocuklar, kadınlar, yoksullar,  çalışanlar; kısacası zenginleşenlerin giderek yüzsüzleştikleri ve güçlendikleri, gücü her türden yağma hakkını hayata geçirmek için kullandıkları bu toplumda kendini koruyamayanlar. Yukarıdakilerin gözü dönmüşlüğü artık toplum olmayan bu sürüye güçlü olanın her şeyi yapabileceği izlenimini vermektedir. Böylece en güçlüden en güçsüze doğru akan bir şiddet sarmalı ortaya çıkmaktadır. Kuralsızlık, empati eksikliği, ahlaki yozlaşma, yalnızlaşma, şizofrenik eğilimler, içinde her türden psikosomatik rahatsızlığın fink attığı bir sürü. Fromm’un skalasında geriye gitmenin, biyolojik hayvani yanımıza doğru yakınsamanın yansımaları bunlar. Kapitalizmi eskiden sadece ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmekle itham etmek bize yetiyordu, bugün görüyoruz, yaşayabilmek için bizi hayvanlaştırıyor.

                                                                /././

Siyaset yapmayın!-Engin Solakoğlu-

Taşları bağlayıp canavarları salıveren 12 Eylül düzeninin hüküm sürdüğü Türkiye’de toplum örgütlü siyasetin “ayıp bir şey” olduğuna inandırıldığı için bebeklerimiz hastanelerde öldürülüyor.

12 Eylül’ün Türkiye’ye verdiği zararları eksiksiz biçimde sıralamak ve her bir maddeyi hakkıyla açıklamak için bir ansiklopedi gerekir. Bununla birlikte, bugün yaşadıklarımıza baktığımızda aklımıza ilk gelen “lânet”lerden biri halka siyasetin kötü ve sadece siyasetçiler tarafından yürütülmesi gereken bir faaliyet olduğu yalanının yutturulmuş olmasıdır.

Dış politika “siyaset üstü”dür. Sağlık, eğitim, savunma “siyaset üstü”dür. Burjuvazinin iktidarı da muhalefeti de günde beş vakit bu herzeleri yineler. Egemen sınıfın bunu dayatması bir noktaya kadar anlaşılabilir zira halkın siyasetten uzak tutulması kontrolün profesyonel ve sermaye tarafından maaşa bağlanmış bir azınlığın tekelinde kalmasına hizmet eder. 

Emekçiler haklarını istediğinde, greve çıktıklarında karşılarına çıkan iktidar kolluğunun ilk sözü “siyaset yapmayın” olur. Akepe iktidarında mülksüzleştirilen çiftçi karayolunda eylem yaptığında kendilerine sözde destek için gelen cici muhalefet milletvekili “aman siyaset yapmayın” der. Öğrenciler kurtlu yemekhane, bitli yatakhaneye isyan ettiklerinde “siyaset yapmayın” sopasıyla karşılaşırlar. Evi barkı “dönüşüm” gerekçesiyle başına yıkılanlar seslerini yükselttiklerinde ilk aldıkları yanıt “siyaset yapmayın” şeklindedir. Bu öylesine etkili bir söylemdir ki, direnenlerin büyük çoğunluğunu da etkiler. “Grevimizde, eylemimizde, direnişimizde, isyanımızda parti bayrağı, flaması olmasın” diye ricacı olurlar.

Oysa ki patronu azdıran da çiftçiyi yoksullaştıran da yemeği kurtlandıran da açgözlü müteahhidi semirten de siyasettir. O siyasetle mücadele ancak siyasi alanda verilebilir.

Dış politika, savunma, sağlık, eğitim, barınma hakkı ve aklınıza gelebilecek bütün mücadele alanları siyasi tercihlerin yani siyasetin konusudur. Siyaset hayatın ta kendisidir. İnsanca yaşama talebinin dile getirilebileceği ve elde edilebileceği, en doğal ve en meşru zemindir. Siyaset de tek başına yapılmaz, örgüt ve parti gerektirir.

Geçen Cuma Mahir Esen’in konuğu olarak katıldığım “Sınırsız TV” kanalının tanıtımında “Ortadoğu’da Emperyalist İşgal ve Türkiye’nin Dış Politik yanılgıları” başlığı kullanılmıştı. Akepe’nin iktidarda olduğu dönemde dış politika alanında atılan adımları “yanılgı” olarak nitelemek isabetli görünebilir ama biraz düşününce eksik ve fazlasıyla nazik kalıyor. “Yanılgı” sözcüğünde belirli bir masumiyet hatta iyi niyet bulmak dahi mümkün. Oysa çeyrek yüzyıllık zaman diliminde gördüklerimiz böylesi bir yorumu haklı çıkartacak cinsten değil. Biz yine de o terim üzerinden gidelim.

“Dış politik yanılgı”nın karşıtı ne olabilir diye düşündüğümde aklıma gelen ilk yanıt “Dış politik doğru” oluyor. Herhangi bir ülkenin dış politikada attığı “doğru” adımları tanımlamak gerekirse, o ülkede yaşayanların tamamının olmasa dahi büyük bölümünün hayatlarını iyileştirecek, daha uygun koşullarda yaşamalarını sağlayacak, yaşam hakkı başta olmak üzere temel ve insani haklarını güvence altına alacak, bir yandan da bölge ve dünya halklarına da felaket getirmeyecek eylemler diye özetleyebiliriz. Bu son kaydı eklemezsek, “başarılı” sömürgecilik girişimlerini de “doğru adım” sınıfına sokmamız gerekir ki, muradımızın bu olmadığı açıktır.

Tanım gereği, ülkeyi yönetenler dış politik tercihlerini böylesi bir hedefe göre belirlerlerse halkın büyük çoğunluğunun yaşamsal hak ve çıkarları da gözetilmiş olur. Kuramlar dünyasından gerçek hayata doğru yaklaştığımızda Akepe ve temsil ettiği sınıfın bu tür hedefe sahip olduğunu ileri sürebilmek herhalde mümkün değildir. Akepe’nin dış politika adımları doğal olarak temsil ettiği sermayenin kâr maksimizasyonu hedefine hizmet etmelidir. Ne var ki, bunda sağlanabilecek “başarı” o piyasadaki başka aktörler tarafından dengelenir hatta kimi zaman hedefin tam aksi istikametinde sonuçlara yol açar. Siyaset biliminden aşina olduğumuz denge-denetleme mekanizmalarının âlâsı dış politikada mevcuttur. Türkiye gibi orta sikletli ülkelerin güçleriyle uyumlu olmayan hedeflere ulaşması daha güçlü oyuncular tarafından engellenir. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgur eksiliverir. İşte yanılgı veya hata olarak nitelediğimiz sonuçların ana sebebi budur.

Dış politikada halkının çıkarlarını düşünmeyen, dar bir azınlığın “iyiliği” için hareket eden iktidarın içeride farklı davranması beklenemez. Ülkeyi bir şirket gibi yönetmeyi marifet olarak tanımlayan bir zihniyet için geniş halk kitleleri ve emekçiler olsa olsa bir üretim ve maliyet unsurundan ibarettir. “Kâr”ın büyümesi bu unsurların alabildiğine aşağıda tutulmasına, sömürülmesine bağlıdır. Patron iktidarı, bu hedefe doğru ilerler. Türkiye’de içerisinin dışarısından farkı işte bu noktada belirgin hale gelir. Dış politikada elini kolunu tutan, haddini aştığında dersini veren, çoğu hedeflerken kırıntılarla yetinmesini sağlayan aktörler “hamdolsun” içeride mevcut olmadığında sermaye doğasının çağrısına uyar ve kudurur.

Kuduz hastalığı bir virüsten kaynaklanır. Beyni etkiler. Bünyeye göre değişen bir hızda ilerler. Emareleri vardır. Kuduza yakalanan canlı, kaşınır, hayal görmeye başlar, sudan ve havadan korkar etrafına saldırır ve sonunda ölür.

Kamuoyunda “Yenidoğan” çetesi olarak adlandırılan korkunç olay sermayenin yeni bir kudurma emaresidir. Sanılanın aksine Türkiye’ye özgü bir durum da değildir.

Şimdi ismini anımsamadığım bir film izlemiştim. 20. yüzyılın ilk yıllarında New York’ta geçiyordu. Kentte kurulan özel hastaneler hasta bulmak için birbirleriyle amansız bir mücadeleye girmişlerdi. Kullandıkları yöntemlerden biri cankurtaran sürücülerini maaşa bağlamak ve New York sokaklarında rastladıkları hastaları -aslında müşterileri- kendilerine getirmelerini sağlamaktı. İş bir süre sonra öylesine kontrolden çıkıyordu ki, getirdikleri hasta başına prim alan ambülans şoförleri önce birbirlerini, zaman içinde de sokakta rastladıkları insanları yaralayıp hastanelere götürüyorlardı. Hastanenin donanımı, yakınlığı, uzaklığı hiçbir anlam ifade etmiyordu. O hengamede son düşünülen şey insan sağlığıydı.

Kapitalizmin ve sermayenin tapınağı ABD’de şimdi o manzaralar yaşanmıyor belki ama yüz milyonlarca kişinin en küçük bir sağlık güvencesi dahi yok. İlaç şirketleri, sigortacılar ve özel hastaneler el ele halkı soymaya devam ediyorlar.

“Sosyalist Devlet”ten kaçınmak için, “sosyal devlet”i icat eden Avrupa’da ise 1990’lardan beri kamusal sağlık alanında müthiş bir gerileme yaşanıyor. Komünizm “öcüsü” ortadan kalktığından beri koşar adım piyasanın kollarına yönelen Fransa’nın kırsal alanlarında doktor bulmak deveye hendek atlatmaktan güç. Büyük kentlerdeki devlet hastaneleri ise kapasite ve donanım olarak sürekli geriletiliyor.

Büyük Britanya’nın Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) ne durumda olduğunu öğrenmek için BBC’nin yüz kere sermaye filtresinden geçmiş haberlerini izlemek dahi yeterli. Daha fazlası için ise Ken Loach’un filmlerini izlemek gerek.

Sosyalizmle ilgisi isminden ibaret Sosyalistlerin sermaye adına yönettiği İspanya’da da durum farklı değil. Halk sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesini protesto için sık sık sokaklara dökülüyor.

Kıtanın tamamında sermaye bir ahtapot gibi eğitim ve sağlık sektöründeki kazanımların boğazını sıkarak geniş halk kitlelerini soluksuz ve sağlıksız bırakıyor. Yine kıtanın tamamında sosyal güvenlik sistemleri “açık” verdikleri gerekçesiyle sermaye partilerinin hedefi. Zira o sermaye partileri de tıpkı Türkiye’deki gibi yönettikleri ülkelerde sosyal güvenlik birikimlerini sermayeye ucuz kredi olarak kullandırıyorlar. Buna karşılık hâlâ örgütlü bir direniş var. O direniş  var olduğu için patronlar bebek öldürerek para kazanmak gibi “parlak” yöntemlere henüz başvuramıyorlar. O direniş, kısmen de olsa, bir denge-denetleme işlevini görüyor, mevcut haliyle sermayenin önünde sonunda kudurmasını engelleyemeyecek olsa da geciktirebiliyor.

Taşları bağlayıp canavarları salıveren 12 Eylül düzeninin hüküm sürdüğü Türkiye’de ise o uğursuz darbenin en “mütekamil” ürünü olan Akepe-Mehape iktidarı böyle bir direnişle dahi karşılaşmadığı, “solcu” taklidi yapan düzen partileri ile “devrim”i isim tabelasına hapseden sendikalar bu düzeni bize dayan patron örgütleriyle düşüp kalktıkları, toplum örgütlü siyasetin “ayıp bir şey” olduğuna inandırıldığı için bebeklerimiz hastanelerde öldürülüyor, çocuklarımız okullarda adı konulmamış bir IMF programı sayesinde pislik içinde hurafe çamuruna bulanıyor, gençlerimiz devlet yurtlarında büyük parazitlerin yavruladığı küçük asalaklarla yemeklerini ve yataklarını paylaşıyorlar.

Ne dünyanın ne Türkiye’nin yazgısı bu olamaz. Olmayacak da. Bunun için ne yapılması gerektiği ortada. Örgütlenecek, siyaset yapacak, “siyaset yapmayın” diyenlerin ağzına terlikle vuracağız. Sonra da Türkiye’yi ve dünyayı kuduran sermayenin elinden çekip alacağız.                                                   /././

Emperyalizmin mezbahaneleri: Verdun, Kursk…-Erhan Nalçacı-

Bir kırılma noktasına doğru gidiliyor. Emperyalizmin yeni mezbahaneleri nerede kuracağını göreceğiz.

Rusya-Ukrayna savaşı 1000 km’lik hat boyunca devam ederken 6 Ağustos’ta beklenmedik bir şekilde Ukrayna birlikleri Rusya’nın Kurs kentine doğru sınırdan içeri girdi ve büyük bir direnişle karşılaşmadan genişçe bir havzayı ele geçirdiler.

Ülkelerin tarihlerinde toplumsal hafızaya işleyen duyarlılıklar olur, emperyalist devletler aralarındaki savaşa varan rekabette bu duyarlılıkları taktiklerinin içine yerleştirirler.

Birinci Dünya Savaşında mezbahaneye dönen Verdun olayını daha önce ele almıştık. Hemen hiç değişmeyen ve kuzeyden güneye uzanan Almanya-Fransa cephesinde Alman Genel Kurmayı Fransızlar için tarihsel bir şehir olan Verdun’a saldırmayı, bütün Fransız ordusunu burada toplayarak imha etmeyi planlar. 1916 yılı boyunca Verdun her iki taraftan işçi ve köylü çocukları için bir kıyıma dönüşür. Topçu ateşi altında çoğu hiç karşı tarafı görmeden can verir. İki tarafın toplam kaybı 600 bin civarına ulaşır. Ta ki üniforma giydirilecek yeni emekçi çocuğu kalmayana kadar emperyalizmin kasapları ısrarlarını sürdürürler.

Bugün Rusya’da bulunan Kursk bölgesi de benzer bir şekilde toplumsal hafızada önemli bir yer tutar. İkinci Dünya Savaşı’nda Stalingrad kuşatmasında yenilen Nazi orduları kuzeyden güneye binlerce kilometrelik bir cephe oluşturmuşlardı. Haritada görüldüğü gibi sadece Kursk bölgesinde Sovyet cephesi batıya doğru bir çıkıntı yapıyordu.

Haritada İkinci Dünya Savaşı’nda 1943 yılında Sovyetler Birliği’ni işgal eden Nazi ordusu ile Sovyetler Birliği arasındaki cephe hattı izleniyor. Halen Baltık bölgesi, Belarus ve Ukrayna işgal altındadır. Naziler Şubat 1943’te Sovyet Ordusunu Kursk bölgesinde kuşatmak üzere binlerce tankla saldırı başlattı. Dünyanın şimdiye kadar gördüğü en büyük tank savaşı Ağustos’ta Sovyetler Birliği’nin zaferi ile sonuçlandı.

Stalingrad kuşatmasında bozguna uğrayan Almanya savaşmak için yeni üretilen Tiger (kaplan) ve Panter tanklarını bekliyordu. Hazırlıklar tamamlanınca Şubat 1943’te Sovyet ordusunu kuşatmak ve yok etmek için iki taraftan saldırdılar. Görülmedik ölçüde şiddetli savaşa toplam 6000 kadar tank, 2 milyon kadar asker ve 4000 kadar uçak katılmıştı. 

12 Temmuzda Belgorod’ta her iki taraftan 1200 tankın katıldığı dünyanın en büyük tank savaşı gerçekleşti ve Sovyetler Birliği’nin zaferi ile sonuçlandı. Bundan sonra Naziler bir daha toparlanıp saldıramayacaklar ve teslim oldukları güne kadar savunmada kalacaklardı. 

             1943’te Kursk savaşı esnasında bir Rus köyü civarında Nazi ordusuna ait bir tank görülüyor.

Şimdi tarih eğer onu aşamazsınız tekrar ediyor gibi gözüküyor. Ukrayna Ordusu Almanya’nın verdiği Leopard tanklarını kullanıyor. Tank isimlerine bakınca Nazilerden bu yana devamlılığı fark edebilirsiniz (Kaplan, Panter, Leopar). Tabi devam eden isimler değil yalnızca, Almanya’da tekelci sermaye iktidarı süreklilik gösteriyor, örneğin Kursk savaşına yetiştirilen Panter tanklarını MAN AG ve Daimler-Benz tekelleri üretmişti.

Kursk saldırısı için ABD yeminler etti bizim haberimiz yoktu, bunu Ukrayna Genel Kurmayı bizden gizlice hazırladı diye. Batı emperyalizmi tümden nitelikli dolandırıcıdır ve bu kez de Ruslarla erken bir savaştan kaçınmak ve sanki Ukrayna’yı Batı’nın bir aparatçığı değil de kendi iradesi olan bir devletmiş gibi takdim etmek için bu yalana başvurdu. Saldırının Brüksel’de NATO karargâhında hazırlandığından kimsenin şüphesi yok.

Ancak çok işgal görmüş Rusya bu saldırıdan sarsılmış gözükmedi, aksine Ukrayna toprakları içinde Dinyaper’e doğru ilerlemeye devam etti. Kursk’a giren Ukrayna’nın seçkin birlikleri ise iki ay içinde büyük bir kayba uğradı. Emperyalizmin mezbahası bir kez daha kuruldu, iki taraftan binlerce emekçi çocuğu daha yaşamını yitirdi.

Ukrayna tarafında ise savaşı sürdürecek insan gücü tükenmiş gözüküyor. Sinema ve diskolara baskın yapıp erkekleri topluyorlar cepheye göndermek için ve askere alma yaşını 18’e indirmeye hazırlanıyorlar.

Bu koşullarda NATO Savunma Bakanları Brüksel’de toplanıyor. Arka planda NATO’nun nükleer silah tatbikatı devam ediyor. İlk defa Japonya, Güney Kore, Yeni Zelanda ve Avustralya Savunma Bakanları da toplantıya katılıyor. Tabi Türkiye’den Savunma Bakanı da eksik değil.

Ukrayna’nın “Zafer” planını görüşeceklermiş. Ukrayna ya NATO’ya alın ya da Rusya içlerini vuracak balistik füze verin diyor.

Bir kırılma noktasına doğru gidiliyor. Emperyalizmin yeni mezbahaneleri nerede kuracağını göreceğiz.

Bu yazıyı tabi okumazlar ama Rusya’yı şu an yöneten ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nden yetişen Putin, Lavrov gibi kadrolar ne demek istediğimizi en iyi anlarlar.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına izin vermeyecektiniz, kapitalizm kadehteki gibi durmaz, Nazilere karşı şanlı zaferi kazanan halkları birbirine kıydırır. 

                                                                 /././

'Yenidoğan' Anayasası mı?-Berkay Kemal Önoğlu-

"Anayasa onu ortaya çıkaracak koşullara bağlıdır. Devrim olur, yeni bir anayasa da peşine gelir. Asıl iş o yeni koşulların yaratılmasındadır, yazımda değil."

Büyük bir felaketle karşı karşıyayız. Küçük çocukların katledildiği, kadınların öldürüldüğü, öğrencilerin intihara sürüklendiği, uyuşturucunun kol gezdiği, dünyaya gözlerini yeni açmış bebeklerin kâr hırsına kurban verildiği iğrenç bir düzen hüküm sürüyor ülkemizde. Toplumsal çürümenin dip noktalarını gösteren insanlık dışı örnekler üst üste geliyor. 

Bu düzeni tarihin çöplüğüne süpüremediğimiz her güne lanet olsun çünkü her yeni gün yeni kurbanlar anlamına da geliyor!

İşte biz ülkemize baktığımızda böyle bir manzarayla karşı karşıya kalıyorken bir taraftan da usul usul anayasa gündemine çekildiğine şahit oluyoruz Türkiye’nin. 

Anayasa nasıl yapılır?

Şu televizyonlara bol bol çıkan cinsten en iyi hukukçuları, toplum bilimcileri, ekonomistleri, stratejistleri ve akla gelebilecek her türden başka “uzman” zevatı toplayıp getirip bir hafta bir salona kapatsak ve bir anayasa yazmalarını istesek herhalde ortaya bir ürün çıkar. Artık neye benzer o ürün bilemiyoruz ama anayasanın böyle yalnızca teknik bir işlem olmadığını ve çeşitli uzmanlıkların bir tür bileşkesi olmanın çok ötesinde anlam ifade ettiğini gayet iyi biliyoruz. 

Anayasa onu ortaya çıkaracak koşullara bağlıdır. Devrim olur, bu yeni tarihsel, siyasal, toplumsal koşullara uygun ve ayağını bunlara basan yeni bir anayasa da peşine gelir. Karşı-devrim keza benzer şekilde yeni bir dönemin başlangıcı anlamı taşıyorsa yine bir anayasaya ihtiyaç duyulacaktır. Bu anlamda asıl iş o yeni koşulların yaratılmasındadır, yazımda değil.

Şimdi yeni anayasa gündemine geri gelelim. Bugün Türkiye'nin içine sürüklendiği felaket tablosunu değiştirmeden anayasa değişikliğine öyle veya böyle, ucundan kıyısından teşne olanlar karanlığın normalleştirilmesinde pay sahibi değiller midir?

Aklınızı mı kaçırdınız? Böyle bir Türkiye'nin anayasasını mı yazacaksınız? 

Yenidoğan bebekleri, Narin’leri, Rabia Naz’ları, Sıla’ları, Gülistan’ları, Rojin’leri ve daha nicelerini katleden sisteme tüy mü dikeceksiniz?

Üstelik bunu “12 Eylül anayasasının değiştirilmesi gerek, cunta anayasası ortadan kaldırılmalı” diyerek mi yapacaksınız? Bu yapılanın 12 Eylül'de oturup cuntacılarla anayasa yazmaktan bir farkı var mı?

Bu yazacağınız anayasanın eğitim ve sağlık hizmetlerindeki özelleştirmeleri hedef alacağını, vahşi sömürü koşullarını en azından hafifleteceğini, toplumu karanlığa boğan tarikat düzeni ile hesaplaşacağını, emperyalist vesayet odaklarının oyuncağı olmuş Türkiye'nin bağımsızlığına vurgu yapacağını söyleyin hadi!

Ya da siz söylemeden biz söyleyelim. Biz bu çarkı geriye çevirmeden bu ülkenin haramilerine yeni anayasa yazdırmayacağız. Bu çark geriye döndüğünde yani Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları sırtlarındaki asalaklarlardan kurtulduklarında, işte o güzel Türkiye için yeni bir anayasa yazılacak elbette. Ama öncesinde yapılacaklar var.

Bugün bu haramilerin düzenini meşrulaştırma pahasına kendi ince hesapları, dar çıkarları için anayasa gündemini kaldıraç olarak kullanmaya niyetlenenleri halkımız görüyor. Bu Türkiye'yi ateşe atmaktır, halkımızı daha da ağır bir tabloya fütursuzca sürüklemektir. Tarih karşısında hesabı da ağır olacaktır.

Amerikancılık, piyasacılık ve tarikatçılık Türkiye'yi bu hale getiren saldırının ayakları. Kaynakları da bir: Sermaye sınıfı!

Bunun anayasasını yazdırmayız. 

İslamcılaşmayı demokratikleştirme aracı olarak dayatamayacaklar. Emperyalist vesayet araçlarını, NATO, ABD, AB hamiliğini kabullendiremeyecekler. İşçi sınıfını sermaye sınıfının çeşitli bölmeleri arasındaki iç çekişmelerden medet umar pozisyona hapsedemeyecekler. 

Denemiş ve başaramamışlardı. Türkiye'de AKP barışı, sermaye barışı, ABD barışı yoktur, mümkün değildir. Onların anayasası Cumhuriyetin değil, “Yenidoğan çetelerinin" Anayasası olur.

Cumhuriyet düşmanlarını gene püskürtecek ve onları bu ülkeden def edinceye kadar devam edeceğiz.                                             /././

Yarım kalmış bir Rexx yazısı-Asaf Güven Aksel-

"Bir düğün fotoğrafında, bir sütunun iki yanındaki yengemin, tekrarı imkânsız anısı, tapu senetlerinin üzerinde bir sahiplik belgesidir Rexx için."

Dayımın elinde bir fotoğraf var. Babamla yan yana oturmuşlar üçlü koltuğa, önlerindeki sehpada düğün fotoğrafları yığılı. Dayım, elindekini hafif çevirip bir noktayı parmağıyla gösteriyor, yakın gözlüğünü takıp o yöne kaykılarak bakan babama soruyor. “Sabri Bey, bu görünen kim?”

Şimdi herkesin cebinde dijital makineler, akıllı telefonlar varken, artık kalmamıştır muhtemelen, düğün fotoğrafçıları vardı zamanında. Kocaman flaşlı makineleriyle gezer, bazen bir araya toplayıp poz verdirerek, bazen habersizce, düğün katılımcılarını kaydederdi. Filmi aceleyle banyo edip, karta basar, daha tam kurumadan salonun amblemini taşıyan karton kılıflara koyar, hatta zımbalar, fotoğraftakiler kalkmadan yetiştirir, bahşişli ücreti mukabili “masanın ağırı”na ya da “karenin yamulmuşu”na uzatırdı. Kaç kişi varsa fotoğrafta, genellikle o kadar sipariş alıp çoğaltmaya koşardı. “İstemez, biz kendi fotoğrafımızı çekiyoruz, Almanya’dan makine getirdik” filan demek, düğün adabına, racona uymaz, hatta hırgüre yol açardı… 

Masadaki kraliyet ailesi edalı duruşlar, danslardaki mütereddit sarışmalar, tebriklerdeki anlamlı öpücükler, halaylarda kahkahalı dokunuşlar, mutlaka mevcut “coşturucu”ların göbecikleri, “sizi gidi”ye yakalanan masum bakışmalarla, yıllarca bir araya gelemeyen akrabalar, arkadaşlar, dostlar toplanmıştır ve o artık hayatımızdan silinen “aile fotoğrafı”nın kadrajında birer suret olup kütüğe geçmiştir. 

“Sabri Bey bu görünen kim?” Kalın bir sütunun arkasında kalanlar da çıkmış, öndeki grubun fotoğrafı çekilirken. Sütunun sol tarafında parmak ve sorulan “kısım”. “Bizim Fatma, Murat Bey.” Parmak sütunun sağ tarafına kayıyor. “Peki, bu?” Babam gülümsüyor. “O da Fatma.” Dayım, inanamıyor. “Yani bu, bunun devamı mı?” Elbiseye baksana dayı, desen tuttuğuna göre, niye zorluyorsun?

Biraz kiloluydu Fatma Yengem, ne var, düğün salonunun da bulunduğu binayı taşıyan sütuna sığmamış, iki yanına da taşmıştı. Sanki Ömer Amcam, tığ mıydı? Ne çok severdim yengemin kafa dengi anaçlığını, ama aynı zamanda o olağanüstü renkteki kocaman gözleriyle, sert baktığında olduğumuz yere çakışını… Neyse, İstanbul’a her ziyarete geldiklerinde yaşanan, vapur turnikesinden geçiş, otobüse biniş anılarımızla uzatmayayım.

Yengemi örtemeyen kalın sütunların olduğu düğün salonu, içinde kocaman sineması, kafeleri olan yapının, kırmızı halı kaplı havalı basamaklarla inilen alt katındaydı. Fotoğraflarına bakılan düğün, küçük ablamındı. Kısa süre önce de büyük ablamın fotoğraflarına bakmıştık.

Dayımla babam bir başka fotoğrafa geçerken, kapattılar eldekini. Karton kapakta, Reks Düğün Salonu yazıyordu… Sehpadaki yığının her birinde...

Şimdiki adıyla Rexx Sineması, o salon filan yok edilecekmiş şimdi. Bunu duyduğumda, oranın sık uğrağımız olduğu zamanların sinema anıları, “Artist”, “Zümküfül” sandviçleri değil de, artık aramızda olmayan Fatma Yenge’min anısı niye geldi? Kadıköylüler, tarihlerine, kültürel değerlerine yönelik paragöz vandallığın saldırısını durdurma eyleminde “Tapusu bizde değil ama Rexx bizim” demişler ya, sanki o düğün fotoğrafı, o sütunun iki yanındaki yengemin tekrarı imkânsız anısıyla, bütün tapu senetlerinin üzerinde bir sahiplik belgesidir demek istedim belki de.

Rexx, Fatma Yenge’mde somutlandı. Beyoğlu Emek, tartaklanan eleştirmenlerle belleğimde. Hele Ankara Akün, Şinasi sahneleri öyle yakmıştı ki canımı, çünkü o, güzel ustam, Yılmaz Onay’da somutlanmıştı. Ömrünü yeni bir dünya mücadelesine adamış, çınar yaşında bir adam, demişti ki kapatma kararına karşı, “o sahnelerde ömrüm geçti, hakkımı helal etmem!” Hakkımı helal etmem! O sahnenin kılına dokunursanız... Etmem! Bir ananın evladına söyleyeceği en ağır sözü sarf ediyordu tertemiz ustam. Biliyordu duyulmayacağını, biliyordu titreteceği hiçbir tel yoktu karşısındakilerde. Haram ediyordu emeğini naçar… Hâlâ genzim yanar aklıma geldikçe.

Bunlar, perdeye yansıyan pelikül karelerinden en küçük haz alamamışlardır. Küçükken, projeksiyondan uzanan huzmede uçuşan partiküllerden, şekiller, oyunlar icat etmemişlerdir. Genç olup da bitişik koltukların ortak kolçağında temastan kopan fırtına uğramamıştır semtlerine. Ne salon adabı sessizliğine sığınıp, bir saçın ıtırını çekmişlerdir içlerine, ne kulaklarında nemli bir fısıltıyla içleri ürpermiştir. Büfe önünde, gişe kuyruğunda bakışmamış, teşrifatçıya hava basmamışlardır. İnsan olmamışlardır bunlar.

* * *

Özür dilerim. Biraz şakalı biraz edebiyat dozlu bir pazar yazısıyla, Rexx’in yok edilişine karşı gelişecekti  bu başlangıç. Ama tam burada, “Yenidoğan Çetesi” haberi çalındı kulağıma fonda açık kanaldan. Dönüp baktım, dinledim. Yazıya bu planlı minvalde devam edemedim. “Gösteri sürmeli” bize göre değildir bazen. Ne mutlu bize ki, görmediğimiz, hesaba katmadığımız pek bir şey kalmamışsa da, şaşırma, inanamama, bu kadar da olmaz’lanma, irkilme, korkma, isyan gibi duygularımızı ve reflekslerimizi koruyoruz. Kanıksamanın, normalleştirmenin soğukkanlılığı bizden ırak olsun. İnsan kalalım… Günlüğü sekiz bin liraya, bebek canı. Yazamam ki keyfimce.

Sağlıkta özelleştirmelerin, hastaları müşterileştirmenin, sağlık patronlarını palazlandırmanın, kamusal sağlık kurumlarını yerle yeksan etmenin, sadece kâr etmeyi, para kazanmayı gözetmenin, insan hayatını mezata sürmenin doğurduğu bir vahşetin yeni görünümü var karşımızda. Üç-beş canavarla sınırlanamayacak, kanlı, irinli bir çark, dönüyor, kirletiyor, çürütüyor, cüruf saçıyor ortalığa.

Şaşırmayı, dehşete kapılmayı kaybetmediğim için özür dilemiyorum. Haftaya yazarız Rexx’i…

Cüruf konusunda, bu akıl almaz kötülük konusunda… Tabii sistem aslolandır da, gene de bu mahlûkların ortalığı sarmışlığı, sizi insan malzememiz konusunda karamsarlığa itiyorsa…. Bunların her sosyal katmanda farklı çaplarda mevcutluğuyla, umutsuzluğa kapılıyorsanız… Bunların tam zıddında yükselen, aydınlık yüzlü, umut veren, iç ferahlatan ve yarınlar için güven aşılayan insan örnekleri size yetersiz, zayıf geliyorsa….

Anlıyorum, ama, değişecektir bu tablo, inanın… İnsan tükenmez, kötülük yenilecek… Naçizane tavsiyem, üzerinde çalıştığım bir tezin terimiyle, Orhan Kemal’in “merhametsiz gerçekçilik”le resmettiği insanlarının öykülerini alın elinize böyle durumlarda. Balçıktaki cevherin romanlarını…. 

Ve iyiliğe örgütlenin, iyiliği örgütleyin, insanı yoğurun terle, emekle, çocukları koruyun, biz kazanalım….

Haftaya….                                         /././

Sekülerlik ve dinsellik arasındaki Boticelli-Fide Lale Durak-

"Zor olan karanlık dönemlerde nesnelliğin aşılarak inatla aydınlatmaya devam etmektir. Boticelli iyi bir temsilcidir ama nesnelliğini aşamamıştır."

Asıl adı Alessandro di Mariano di Vanni Filipepi olan Sandro Boticelli, Venüs’ün Doğuşu ve İlkbahar resimleri ile bilinir. Her iki resmin konusu da mitolojiden gelir ve Rönesans’ın önemli ailelerinden Medicilerin koruması altındayken yapılmıştır. Genelde İncil’den hikayelerin resmedildiği ya da soyluların portrelerinin yapıldığı 15. yüzyılda, mitolojinin seküler bir konu olduğu söylenebilir. Ve özellikle Venüs’ün, alışık olunan erkek çıplaklığının yanında oldukça cesur resmedildiği bilinir. Bu resimlerin sponsorunun Medici ailesi olması ise şaşırtıcı değildir. Sanata verdiği destek açısından oldukça önemli bir isim olan Lorenzo Medici, bir burjuva ailenin temsilcisi olarak o dönemler Cumhuriyet olan Floransa’nın yönetiminde uzun süre etkili olmuş ve aldığı konum ile bilim ve sanatın gelişimine zemin hazırlamıştır. Örneğin Leonardo da Vinci ya da Michelangelo gibi sanatçılar kadavralar üzerinde inceleme yaparak anatomi çalışabilmiş ve bu sayede sanatta insan bedeni, arkaik temsillerden gerçeğin heyecanlı bir arayışına varabilmiştir. Feodalizmin hüküm sürdüğü ve dinin baskı aracı olarak kullanıldığı bir yüzyılda erken dönem burjuvazisinin, kendi zenginliklerini daha fazla dinsellikte değil seküler bir konumlanışta korumaya çalışması ise tesadüf değildir. Hatta belki biraz da zorunluluktur. 

Diğer taraftan 15. ve 16. yüzyıl, büyük bir gericiliğin yerleşik olduğu, kadınların cadılık iddiasıyla yakıldığı, halkın şeytan korkusuyla kul edilebildiği zamanlardır. Engizisyonun sorgulama yöntemleri hali hazırda uygulanır ve hatta bunlara dair kitaplar bile basılır. Öyle ki, seküler sanatın ve kültürün yok edilmesini savunan, Rönesans karşıtı bir Dominiken rahibi Girolamo Savonarola, Lorenzo Medici’nin ölümünden sonra 1494 ve 1498 yılları arasında Floransa’ya hükmedecektir. Savonarola, şeytanın araçları olduğu savıyla birçok bilimsel çalışmayı ve sanat eserini yakılmasına sebep olur ve ne yazık ki Savonarola’nın sonu bir halk ayaklanmasıyla değil din adamlarının yolsuzluğunu deşifre ettiği için Papa Alexander’ın 1497’de aforoz etmesiyle gelir. İşte Boticelli, önce Medicilerin himayesinde sonra Savonarola’nın etkisinde kalarak, bize çok uzak bir zaman diliminden yansıyan yaşamıyla, sanatçı ve iktidar ilişkisine dair ipuçları verir.

Boticelli 1445 yılları civarında Floransa’da doğar. Doğduğu yıla dair kesin kayıt yoktur ama kuyumcu olan babasının 1447 yılındaki vergi ibrazında iki yaşındaki çocuğu olarak adı geçer. Boticelli kelimesi küçük fıçı anlamına gelir ve aslında bu lakap ilk önce babasının yanında çırak olarak çalışan ağabeyine verilmiştir. Zamanla, babadan ağabeye oradan kendisine geçen mesleğin sırları gibi lakap da aktarılır. Boticelli kuyumcu çıraklığından sonra resim öğreneceği Fra Filippo Lippi’nin atölyesinde çalışmaya başlar. Oldukça farklı biri olan Lippi, 15 yaşında keşiş olmak üzere Carmine Manastırı okuluna kaydolmuş, 16’sında yemin etmiş, Manastırın duvarlarını süsleyen Masaccio’nun resimlerinden etkilenerek derslerine çalışmak yerine arkadaşlarının ve kendisinin kitaplarını çizimlerle doldurmuştur. Sonunda baş keşiş, Lippi’nin keşiş olmayacağına ikna olarak onu salıvermiştir. Lippi tüm hayatı boyunca fakirlik çekmiş ama bir süre sonra Floransa’ya gelerek profesyonel bir ressam olmayı başarmıştır. Söylenti odur ki, eğlenceye ve kadına düşkündür. Bu yüzden resimlerinde Meryem’ler şuhtur ve melekler masum değildir. Diğer bir bakış açısına göre ise sade ve güzel figürler yapmıştır. Boticelli ise kaçınılmaz olarak ustasından etkilenir ve resimlerinde kadınları benzer bir güzellik anlayışıyla estetize eder. Boticelli’nin bir diğer ustasının ise Andrea del Verrocchio olduğunu düşünülür ama bu konuda net bilgi yoktur. Ancak resimlerinden çok heykelleriyle tanınan Verrocchio’dan heykelsi figürler yapmasını sağlayan ünlü konturlarını aldığı söylenebilir. 

Boticelli için olgunluk döneminin 1480-90 yıllarıdır, bu dönemde Papa IV. Sixtus tarafından Roma’ya davet edilir ve Sistina Şapeli’nin süslemesinde çalışır. Aynı yıllarda Medici’nin koruması altında İlkbahar, Venüs ile Mars, Pallas Athena ile Kentaur, Venüs’ün Doğuşu gibi konusu mitolojiden gelen eserlerini, Meryem’in Taç Giymesi gibi dinsel konulu resimlerini ise sadece kilise ya da dinsel derneklerin siparişi olarak yapar. Rasyonel bilimlerin gelişmesiyle Aydınlanma yaşanmaya başlanan Floransa’da, Medici’lerin kurduğu Akademide, Neoplatonik felsefe ve Rönesans Hümanizmi tartışılır ve klasik sanatın güncel kaynaklarından bahsedilir. Bu geliştirici ortamın içinde Boticelli, Orta Çağ’ın karanlığı sona ererken Batı Avrupa’da meydana gelen değişimin öncü sanatçıları arasında yerini alır ve resimlerinde bu felsefenin bir simgesi olan insanı betimler. 

                               Sandro Botticelli, 1480-83, İlkbahar, Uffizi Galerisi

İlkbahar ve Venüs’ün Doğuşu’nun Mediciler’in siparişi olduğu söylenir ama bu bilgi de net değildir. İlkbahar resmi Batı Klasik resminde dini olmayan bir sahnenin en eski örneklerinden biri olduğu için ayrıca önemlidir. Çünkü böylece sanat dinsel bir vaaz olmaktan çıkmaya başlamıştır. İlkbahar resmi bahar mevsimi üzerine bir alegoridir ve resimde klasik mitolojiden bir dizi figür yer alır. Mediciler’iin simgesi olan turuncu renkli şalı ile ortadaki figür Venüs’tür ama aslında duruşu ile bir Madonna’dır. Üç güzeller Venüs’ün yanında dans eder ve aşk tanrısı Cupid’in oku onlara çevrilmiştir. Sol tarafta ise ayağındaki kanatlı botlarla haberci tanrı Merkür vardır. Sağda çiçek tanrıçası Chloris’in Flora’ya dönüşmesini görürüz. Bu dönüşüm Rüzgar Tanrısı Zephyrus’un kendini affettirmek için Chloris’e hediye ettiği çiçek bahçesiyle yaşanır. Ayrıca resimde tespit edilmiş en az 138 farklı çiçek vardır, Boticelli bunları görsel bir ansiklopedi gibi tek tek işlemiştir. 

İlkbahar’ın peşinden yine dini olmayan bir konunun ele alındığı Venüs’ün Doğuşu gelir. Aslında bu resim Boticelli’nin ölümünden sonra unutulur ama 19. yüzyılda hatırlandığında uluslararası bir üne kavuşur. Resimde aşk tanrıçası Venüs dev bir deniz kabuğunun üzerinde kıyıya doğru sürüklenir. Mitolojide hikaye şudur; Kronos babası Uranüs’ün cinsel organını keserek denize atar ve deniz döllenerek Venüs ya da Antik Yunan’daki adıyla Afrodit doğar. Deniz kabuğunun şekli doğum alegorisiyle simgeleşecek şekilde vulvayı temsil eder. Resimdeki bir önemli ayrıntı, o vakte kadar yapılmamış olan kadının çıplaklığıdır. Aynı zamanda eser, klasik sanata referanslar barındırır. Kadının duruşu Antik Yunan ve Roma sanatında karşımıza çıkan, ağırlığını tek ayağı üzerine veren kontrapost duruştur. Duruş aslında abartılı bir şekilde betimlenmiştir. Anatomik olarak imkansız olan sol omzu ve kabuğa basmayan ayakları ile kendinden önceki Gotik sanat geleneğine atıfta bulunur. Ayrıca Venüs’ün en çok boynunda hissedilen ama tüm vücuduna uygulanmış olan olduğunda daha uzun çizme, daha sonra El Greco ile özdeşleşecek olan maniyerizm akımının çok erken bir örneği olarak da yorumlanabilir. Resim gerçekçi bir tasvirden ziyade semboliktir ve içinde bulunduğu Rönesans’ın yüksek sanatından farklıdır. Yine de Rönesans sanatının akıllardaki imgelerden birini oluşturması ise hayli ilginçtir. 

                                        Sandro Botticelli, 1482-86, Venüs’ün Doğuşu, Uffizi Galerisi

Bazı kaynaklara göre Venüs’ün Doğuşu resmi, Giuliano Medici’nin Simonetta Vespucci’ye olan aşkını anlatmak için verdiği bir sipariştir. Simonetta Vespucci Floransa’da güzelliği ile nam salmış, Marco Vespucci ile evli ve Amerika’ya ismini veren Amerigo Vespucci’nin akrabası, soylu bir kadındır. 22-23 yaşlarında tüberkülozdan ölmesine rağmen bu kısa hayatında birçok Floransalı ressamı etkilediği, modellik yaptığı ve hatta öldükten sonra dahi ilham kaynağı olmaya devam ettiği söylenir. Boticelli’nin de platonik aşkı olan Simonetta’nın yüzü, birçok resimde Venüs, Madonna ya da nymph olarak karşımıza çıkar. Tabii tüm bunlar bir efsane de olabilir, çünkü resimlerin yapıldığı tarihte Simonetta çoktan ölmüştür. Belki de gerçekten de Botticelli onu öldükten sonra resmetmeye devam etmiştir, bilmiyoruz. Diğer bir efsane ise Boticelli’nin öldüğünde Simonetta’nın ayaklarının dibine gömülmek istemesidir. Bu ise bir bakıma gerçekleşmiş görünüyor. Çünkü Boticelli, Floransa’daki Vespucci ailesinin kilisesi olan Ognissanti’nin bahçesinde gömülüdür. 

Boticelli, 1490’larda kardeşi Simone ile Floransa’nın eteklerinde küçük bir kır evi kiralayarak oraya yerleşir. Hiç evlenmemiş olduğu neredeyse kesindir. 1491 civarlarında Savonarola ile tanıştığı ve fikirlerinin peşinden gittiği iddia edilir. O sıralarda Floransa’da veba salgını etkilidir ve halkın kayda değer bir kısmı bu durumun materyalist yaşam tarzı nedeniyle Tanrı tarafından dünyaya verilen bir ceza olduğuna inanır. Bu inanış aslında Orta Çağ karanlığından gelir ama Savonarola’nın başını çektiği dinci gericiliğin etkisi de oldukça fazladır. Bu gerici yükselişin sonucunda şehrin meydanında resimler, kitaplar yakılacak ve Boticelli’nin de birçok eseri burada kaybolacaktır. Bugüne kalan eserlerin, İlkbahar ve Venüs’ün Doğuşu dahil, o dönem Mediciler’in elinde olanlar olduğu tahmin edilir. Yine kesin olmayan bir bilgiye göre, Boticelli Savonarola’nın etkisinde kalarak, kent meydanındaki eylem sırasında kendi eserlerini de yakmıştır. Bu doğru değilse bile her durumda Boticelli, 1500’ler itibariyle daha mistik ve dinsel konuları resmetmeye yönelmiştir. Örneğin, Gizemli Çarmıha Gerilme (1501) ve Gizemli Doğuş (1501) eserlerinde kasvetli bir karanlık vardır ve Boticelli’nin hayatının son on yılı buna benzer resimleri yaparak geçecektir. Botticelli belki gerçekten de Savonarola’nın etkisinde kaldığı belki de Leonardo da Vinci gibi Rönesans’taki başarılı çağdaşları nedeniyle işsiz kaldığı için içe kapanmış ve içe doğru döndükçe dinselliği artmıştır. 

Şu kesindir, nesnelliğin aydınlanmayı tetiklediği dönemlerde sanatçıların öncülüğü çok önemlidir ama daha kolaydır, zor olan ise karanlık dönemlerde nesnelliğin aşılarak inatla aydınlatmaya devam etmektir. Boticelli iyi bir temsilcidir ama nesnelliğini aşamamıştır.

                                                              /././

Sahaflar Çarşısı(XXVIII)/Marksist bir Kürt şairin sesinden: 'Boyun eğen esirdir, biz yücelere çıkalım'-Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Yusuf Şaylan'la birlikte Marksist Kürt şair Cegerxwîn'i, hayatını ve eserlerini konuşuyoruz.

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Marksist Kürt şair Cegerxwîn'i konuşmak için buluştuk Yusuf Şaylan'la. Elinde Mehmed Uzun'un Kürt Edebiyatına Giriş kitabıyla beraber Cegerxwîn'in "Lenin Şafağı" kitapları var. Notlarını çıkarıp masaya koyarken, "İlk kez nerede, ne zaman duydun Cegerxwîn'i?" diye soruyorum. 

Gözlerini hafif kısıp bir yandan da yılları hesaplayarak cevaplıyor: 

"1970'i yılların sonuydu sanırım. Yine bir kitap fuarı ya da kitap satışı için gitmiştim Diyarbakır'a. Sanırım o yıllarda insanların okumaya olan düşkünlüğü daha fazlaydı. Öğretmen odalarında ya da sokak aralarında koli koli kitaplar sattığımızı hatırlıyorum. 

Yine böyle bir günün akşamında Diyarbakır'daki dostlarla buluştuk. Güzel bir sofra kuruldu. Yemekler yeniyor, kadehler tokuşturuluyordu. Arkada da bir bant kaydından Şivan Perwer'in sesi duyuluyordu. Kürtçe bilmediğim için oradaki dostlara sormuştum ne anlatıyor diye. İçinde devrim, Lenin, Stalin gibi şeyler duydukça da merakım daha çok arttı. 'Şivan'ın mı bu sözler yoksa bir başka birine mi ait' diye sorunca da ilk o zaman duydum Cegerxwîn adını. Sanırım o günden beri de hep aklımda, yüreğimde tuttum bu ismi."

Notlarını sıraya koyup, "Haydi başlayalım, bekletmeyelim şairi" diyor gülümseyerek...

Başlıyoruz.

               Şairin dizesinin yazıldığı bir sokak yazılaması: "Eğer bir(lik) olmazsanız, bir bir gidersiniz"

Yüreği yaralı bir şair

1903 yılında Mardin'in Gercüş ilçesinde dünyaya gelir Cegerxwîn. Asıl adı Şehmus. Klasik bir medrese eğitimi alan ve İslami kültürle yetişen şaire Seyit ve Hoca manasına gelen "Seyda" da denilir bu nedenle. "Seyda", Cegerxwîn için bir yanıyla "öğreten" manasında kullanılır. Hayatının ilk dönemlerinde imamlara öğretir bildiklerini, sonrasında da işçi sınıfına. İmamlara isyan eden tavukların hikayesini anlatır ilk önce ve günde beş vakit namaz kıldırıp bir öğün olsun insanları doyuramayan inanışlara karşı çıkar.

Hayat hikayesi kısa bir Kürt tarihine denk düşer demek yanlış olmaz. 

1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra Suriye'ye göç eder. Suriye'deki Kürtler arasında tanınır, bilinir ve orada üretimler yapar. Kürt edebiyat ve fikir tarihinde silinmez bir izi olan Celadet Ali Bedirxan'ın çıkardığı ve Kürt tarihinin ilk Latin harfleri ile yazılan dergisi olan Hawar Dergisi'nin yazarları arasındadır. Burada mahlas olarak Cegerwîn adını kullanır. Bu ad şiirlerinde de geçer. "Yüreği yaralı bir şairim, halkım gibi" der. "Yüreği yaralı" manasına gelen Cegerxwîn adını kullanır. Adı yıllarca da böyle bilinir. 

Aslında "ceger" Türkçe'de "ciğer" manasına geliyor. Xwîn ise "kan" demek. Yüreği yaralı kelimesini "ciğeri kanlı" olarak tarif etmesinin nedeni kültürel bir ayrımdır. Kürtçede yürek aşkla ciğer ise dertle yaralanır. 

Suriye'de Şam ekolü diyebileceğimiz Kürtçe üretimlerin merkezinde yer alır Cegerxwîn. Eserleri Türkiye'ye Gani Bozarslan'ın çevirisi ile Türkçeleşir. Telaffuzu zor olduğu için Cigerhun diye çevrilir o yıllarda. Şimdiler de Kürtçedeki orijinal haliyle yazılıyor, Cegerxwîn diye. Okurlar adını söylerken dili dönsün dönmesin, şairin şiirlerinde tüm bir insanlığın ama en çok Kürt halkının değerlerini ve imgelerini görür. Bu yüzdendir, telaffuzu Kürtçe bilmeyenler için böylesine zor olan bir ismin bu kadar kalıcı olmasının sebebi.

Şair hemen hemen her şiirinde yüreğinin yaralı olmasını tekrar eder durur. İlerleme, aydınlanma, eşitlik ve özgürlük fikirleri tekrar eder ifadelerinde. Habur nehrine yazdığı şiir akla ilk gelenler arasındadır. 

"Ey Habur, Habur
Arzum gibi çok uzun ve çok derinsin.
Hep gürültülü ve çağıltılıdır çaban.
Aklına gelmez mi dinlenmek ve uyumak?
Hep inildersin, çığlıkla, haykırışla,
Ne ki duymaz kimse ne istediğini.
Amacın güçlenmek ve ilerlemektir.
Dar yatağını genişletmek istersin.
Dalgalarla atılırsın ileri, bağırışla ve feryatla.
Sen de benim gibi hasretsin özgürlüğe.
Toprağın bağrını yırttığın halde
Niçin yükselmediğini bilemem.
Bu denli güçlü olsan da,
Düşersin sevdasız denizin bağrına.
Senin gibi dertsiz ve yarasız olsaydım keşke.
Neşeli, beyinsiz ve yüreksiz yaşıyorsun.
Benim gibi olsaydın, Kürt olsaydın, görürdün
Gücünün derde ve yaralara dönüştüğünü."

          Cegerxwîn'in Türkçeye ilk çevrilen şiirlerinden biri olan Lenin Şafağı. Çeviren Gani Bozarslan.

'Kürt şiirinin Nâzım Hikmet'i'

Cegerxwîn Kürt edebiyatında ölçü kalıplarını reddederek şiir yazan ilk şairlerden biridir. Kendisine çağdaş olan Irak Kürtlerinden Piremerd ve onun öncülüğünde gelişen edebiyattaki Gelawej hareketi de benzer bir arayış içindedir. 

Söz Kürt edebiyat tarihine gelince Yusuf Şaylan, Mehmed Uzun'un Kürt Edebiyat Tarihine Giriş kitabını alıyor eline. Gözlüğünü burnunun kemerine sıkıca oturtup notlarını inceliyor. 

"Mehmed Uzun, Kürt edebiyat tarihinde Ahmedê Xani'den ve onun unutulmaz eseri, bir aşk hikayesi Mem û Zîn'den bahsederken, kendi çağdaşları ve edebi açıdan bıraktığı etkiyi inceliyor. Akla ilk gelen isimlerden biri Shakespeare oluyor haliyle. Yani Uzun, Ahmedê Xanî, Kürtlerin Shakespeare'idir diyor.  Bu kitabı okurlara ısrarla tavsiye ediyorum. Kürt edebiyatının gelişim süreçlerini ve sancılarını anlamak için kıymetli, sade ve güzel bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Zaten kısa bir kitap, hızlıca okuyabilirler. 

Ben de Mehmed Uzun'dan aldığım bu cesaretle Cegerxwîn'i Kürtlerin Nâzım Hikmet'i olarak ifade edebilirim sanırım. Onun işçilere ve köylülere yazdığı şiirler insanlığın hafızasında unutulmaz bir yer tutuyor hala. 'Kimiz Biz' şiirinde mesela şiire 'Kimiz biz? Çiftçi ile işçi, köylü ile reçber ve tümüyle proleter' diye başlıyor."

Şaylan, sayfaları karıştırırken bulduğu bir dizeyi heyecanla gösteriyor. "Baksana ne diyor. 'Pamuk bizim ama biz çıplağız. Bizler sağ ve yiğitken, düşmanın bağımızdan yemesi ayıp değil mi?' 

Cümleleri okuduktan sonra yüzünde candan bir gülümseme beliriyor Yusuf Şaylan'ın. "İşte bu" diyor. Bunu söylerken sesinde inat beliriyor. 

Cegerxwîn'in Nâzım ile çağdaş olması, benzer şiir akımlarını takip etmeleri ve bulundukları ülkelerin Komünist Partileri ile birlikte yürümeleri dışında aynı imgelerle yazdıkları şiirler de benzerlik taşır. Lenin, Stalin, devrim ve sosyalizm dışında Amerikalı siyahi sanatçı Robson'a yazılan şiirlerle, birbirlerinden habersiz ve iletişimsiz oldukları halde farklı mevziden aynı hedefe bakan iki şairi gösteriyor okurlara.

                                                                 Yusuf Şaylan

'Boyun eğen esirdir, biz yücelere çıkalım'

Kitapları “divan” olarak adlandırılan Cigerxwîn'in 8 divanı vardır. İlk divanı 1945 yılında basılmıştır ve Prisk u peti adını taşır. Bunu takip eden eserlerinden Sewra Azadi (Özgürlük Devrimi, 1954) ve Kime Ez (Kimim Ben, 1973) Irak ve Suriye’de basılmıştır. Ronak (1980), Zend-Avısta (1981), Şefaq (Şafak, 1982), Hevi (Umut, 1983), Aşıti (Barış, 1985) adlı kitapları ise İsveç’te basılmıştır. 

22 Ekim 1984'te İsveç'in Stockholm kentinde hayata veda eden şairin mezarı bugün Suriye'nin Kamışlı kentindedir. Eserleri birçok sanat dalında yeniden üretilen şairin şiirleri hem Kürt halkının geleneksel ve klasik edebiyatından beslenir hem de Kürt kültüründe artık klasikleşen bir yer edinir. 

"Cegerwîn Türkiye'deki devrimciler için Kürt kültürüne açılan bir köprü görevi görüyordu. İlk kez 1976 yılında Türkçe okuma şansı buldu insanlar onu. Sonra yasaklar azaldı, verilen mücadeleler sayesinde daha çok çevrildi kitapları. Daha çok tanıdı insanlar, daha çok sevdi onu. Şiirlerini okuyanlar fark edecektir. Bugünün Kürt siyasetçilerinin çok daha ilerisinde ve çok daha birikimli bir yerde duruyor Cegerxwîn, yıllar öncesinden seslenmesine rağmen. 

Onun şiirlerindeki duyguyu hissedip de insanın kendisini Kürt dağlarının tepesinde bir bir kuş gibi hissetmemesi mümkün mü? Bilir misin? Ben şairin şiirlerinden söylenen bir türküyü ne zaman dinlesem kendimi Hakkari'de bir dağın tepesinden aşağıya yuvarlanan taş parçası gibi hissediyorum. Hissediyorum bunu sahiden"... Yusuf Şaylan bunları anlatırken sesinde hafif bir titreme beliriyor ve yutkunuyor. "Keşke her dili bilsek ve her kültürün önemini kavrasak. Her okuduğumda yeniden heyecanlanıyorum. Siz kendi dilinizde anladığınız için çok şanlısınız Cegerxwîn'i" diye ekliyor. 

                                             https://youtu.be/sQjMSShOoPY

Sanatçı Sakina Teyna'nın sesinden Ey Xabur şarkısının bestelenmiş hali. Beste Nizamettin Ariç, Piyano: Nazê Isxan :

Gözlüğünü çıkarmadan önce bir şiir daha seçiyor Cegerxwîn'den: 

"Sevgili dost, ağlama, aslan yatağıdır dağlar.
Yiğitlerin kelleleriyle örülür kurtuluşun duvarları.
Zorla, savaşla, güçle elde edilir yüceliş.
Boyun eğen esirdir, haydi, yücelere çıkalım.
Özgürlüğün sarayı çok yüksekte, yücelerdedir."

Gözlüğünü çıkarırken Yusuf Şaylan, "Her halkın böylesine şanslı olduğu isimler var. Cegerxwîn de öyle isimlerden biri sanırım" diyor. Çayından son yudumunu alırken "Haydi haftaya görüşürüz" diyerek gülümsüyor. 

Hafta bir başka yazarı ve eserlerini konuşmak üzere vedalaşıyoruz. 

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder