8 Ekim 2024 Salı

T24 - "KÖŞEBAŞI" -8 Ekim 2024-

 Mafyada, cemaat tipi örgütlenme!-Tolga Şardan-

Kimi zaman otobüs dolusu getirilen dezavantajlı gençler, farklı mafya gruplarının kontrolünde Esenyurt, Bağcılar, Güngören, Sancaktepe, Çekmeköy gibi semtlerde hazırlanan kiralık evlerde konaklatılıyor. Bu gençler, bir bakıma özel eğitimden geçiriliyor. Zamanı geldiğinde de ellerine verilen silahlarla kendilerine gösterilen hedeflere yönelik saldırılarda görev alıyorlar.

Dur durak bilmeden devam eden “vahim” olaylar, ülke genelinde kamu güvenliğinin geldiği noktayı acı örnekleriyle yaşatıyor bir süredir.

Türkiye, çok büyük iç güvenlik sorunuyla karşı karşıya maalesef.

İç güvenlik sorunundan kastım, sokakların güvenliği elbette.

Uyuşturucu satışının patlaması başta olmak üzere cinayet, taciz, saldırı, gasp, hırsızlık, tecavüz olayları haber bültenlerinin başında yer almaya başladı artık.

Özellikle kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet olaylarındaki gelişmeler, ülkenin ana gündem maddesinin en tepesinde.

Yapılan veya yapıldığı ifade edilen tüm mücadeleye ve çabalara karşın, en küçük bir gerileme olmadığı gibi olaylardaki şiddet görüntüleri her geçen gün daha farklı boyutlara ulaşıyor ne yazık ki.

Şimdiye kadar bu coğrafyada görülmemiş vahamette ve vahşetle sonuçlanan olaylar hafızalara kazınıyor.

8 yaşındaki Narin’in Diyarbakır’ın Tavşantepe Köyü’nde öldürülmesi, İstanbul’da Polis Memuresi Şeyma Yıldız’ın şehit edilmesi, 19 yaşındaki iki genç kızın vücut bütünlüğünü bozan gencin intiharı, Beyoğlu’nda genç kıza saldıran ve yaptıklarını hatırlamayan iki gencin tutuklanması, Kahramanmaraş’ta hastane çalışanlarının bir kadın tarafından pompalı tüfekle rehin alınması, Tekirdağ’da 2 yaşındaki Sıla bebeğe yönelik cinsel saldırı, futbolcu Serhat Akın’ın vurulması, sadece son bir – iki hafta içinde yaşananlar.

Sokaklarda çatışanları, birbirlerine kurşun yağdıranları, tekme tokat saldıranları, trafikte yaşanan silahlı dayaklı saldırıları, hesaba katmadan üstelik.

Suç basamağının en tepesindeki kent

T24’ün yıllık toplantısına katılmak için İstanbul’daydım geçen hafta boyunca.

Kara ve deniz toplu taşıma sistemini kullanarak sokaklarını, semtlerini epeyce arşınladım.

Bu kente her gelişimde “bir başka dünya” olduğunun örneklerini görmek, Ankara’ya dönüşte mutlu kılıyor bu satırların yazarını.

İstanbul’u turlarken uzun sürelerle ve sıkça kullandığım toplu taşımda gözlerimi kime odaklasam, yüzlerinde hep aynı endişeyi gördüm desem yanlış olmaz.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, göreve geldiği günden buyana geçen sürede açıkladığı rakamlara bakıldığında suçla mücadele çerçevesinde ülke genelinde binlerce operasyon yapıldı. On binlerce şüpheli yakalandı, binlercesi tutuklandı.

Her ne kadar istatistik olarak kayıtlara girse de bu rakamlar, ülkenin adım adım nasıl suç cenneti haline geldiğinin göstergesi.

Bilakis İstanbul, suç cennetinin ilk basamağında elbette.

Yerlikaya, sosyal medyadan gerçekleştirdiği kamuoyu bilgilendirmelerinde neredeyse hemen her gün İstanbul’la ilgili operasyonel faaliyetleri aktarıyor.

Tonlarca uyuşturucu madde ele geçirilmesi, mafya gruplarına yönelik düzinelerce operasyonlar, dolandırıcılık şebekelerinin gün ışığına çıkarılması, terör örgütleri ile yasa dışı bahis organizasyonlarının tespiti, Türkiye’nin en büyük kentindeki yaşam güvenliğini tesis etmeye yetmiyor maalesef.

Yerlikaya’nın sosyal medya mesajlarına bakıldığında İstanbul’da mevcut ulusal mafya gruplarının yanı sıra fazlasıyla lokal ve yerel suç örgütleri faaliyet gösteriyor.

Kentin 39 ilçesinden hemen hemen tamamında suç örgütlerinin faaliyet gösterdiği söz konusu mesajlardan anlaşılıyor.

Örneğin, Yerlikaya 30 Eylül’deki bilgilendirmesinde Sultangazi, Eyüpsultan, Bakırköy, Bağcılar ve Ataşehir’deki suç örgütlerine operasyon yapıldığını duyurdu.

Keza, Esenyurt’ta da suç örgütü operasyonu yürütüldü.

Yerlikaya, İstanbul Emniyeti’nde!

Bakan Yerlikaya, hafta sonunda İstanbul Emniyeti’ne giderek kentin polis yöneticilerinden bilgi aldı.

Aralıkta yaş haddinden emekli olması beklenen Zafer Aktaş ve ekibi, Yerlikaya’ya son durumu özetledi.

Yeri gelmişken, bizzat Yerlikaya tarafından kamuoyuna yapılan ziyaretle ilgili bilgilendirme mesajında yer alan fotoğraflara bakıldığında dikkat çekici bir durum ortaya çıktı.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü binasındaki toplantıda İstanbul Valisi Davut Gül yoktu!

Kentin genel asayiş ve düzeninin sağlanmasından birinci derecede sorumlu olan Vali Gül’ün toplantıda neden olmadığı merak konusu oldu.

Merakı gidermek adına, Bakan Yerlikaya’nın İstanbul Emniyeti’nin ana yerleşkesinin bulunduğu Fatih’e yakın bir semtte gerçekleştirdiği özel ziyaret sonrasında, Aktaş ve ekibiyle programsız biçimde bir araya geldi. Vali Gül ise o saatlerde Tuzla’da başka bir programdaydı.

Aktaş, ziyarette nasıl bir tablo ortaya koydu bilmiyorum. Ancak, dışarıdan bakıldığında kentin vaziyeti hiç iç açıcı değil.

Mafyadan, cemaat yöntemi

Bu arada İstanbul’daki mafya gruplarının faaliyetleri hakkında yakın zamanda edindiğim bir bilgiyi paylaşayım.

Kentin suç cenneti olmasını sağlayan ister ortam deyin ister alt yapı tanımı yapın; irili ufaklı onlarca suç örgütünün faaliyeti kuşkusuz.

Kentteki kayıt dışı paranın üç haneli milyarlarca liralık hacme ulaşması, eline silah alan en az iki kişinin mafya grubu kurmasının önünü açıyor.

Peki, devletin bu kadar operasyon ve soruşturmaya karşın, tarihin belki de en çok şüphelisinin yakalandığı kentte faaliyet gösteren suç örgütleri insan kaynağını nereden buluyor?

İnsan kaynağı döngüsü nasıl sağlanıyor?

Anlatayım.

Yapılan yakalamalara bakıldığında; mafyanın insan kaynağı, Doğu ve Güneydoğu’nun dezavantajlı bölgelerinin gençleri çoğunlukla.

Sürekli insan kaynağına ihtiyacı bulunan suç örgütleri, söz konusu bölgelerde yaşanan çoğunlukla 15-17 yaş aralığındaki ekonomik durumu iyi olmayan, işsiz ve eğitimsiz gençlerle aracılar vasıtasıyla bağlantı kurup, gruplar halinde İstanbul’a getiriyor.

Kimi zaman otobüs dolusu getirilen dezavantajlı gençler, yine farklı mafya gruplarının kontrolünde Esenyurt, Bağcılar, Güngören, Sancaktepe, Çekmeköy gibi semtlerde hazırlanan kiralık evlerde konaklatılıyor.

Evlerin yiyecek ve konaklama ihtiyaçlarının yanı sıra, konaklatılanlara uyuşturucu ve para veriliyor, bunları mafya grupları karşılıyor.

Bu gençler, bir bakıma özel eğitimden geçiriliyor. Hedeflere yönelik keşif çalışmalarına katılıyorlar. Zamanı geldiğinde de ellerine verilen silahlarla kendilerine gösterilen hedeflere yönelik saldırılarda görev alıyorlar.

İşin ilginci, söz konusu gençler kime karşı eylem yaptıklarını da bilmiyor çoğunlukla. Hatta bazıları, kullandıkları uyuşturucunun etkisi nedeniyle, katıldıkları silahlı saldırıları hatırlamıyorlar bile.

Yakalananlar, yer aldıkları olaylara göre tutuklanıyorsa cezaevine, serbest kalırlarsa yine eve gidip yeni görev için talimat bekliyorlar.

Cezaevine girenlerin ihtiyaçları da yine sorumlu oldukları mafya gruplarınca sağlanıyor.

Bakan Yerlikaya’ya bu bilgiler aktarıldı mı bilmiyorum, ancak durum bu.

İnsan kaynağının kesil(e)memesi, klasik deyimle bataklığın kurutulamaması halinde bugünler İstanbul’un daha iyi günleri.

Bu konuda gazeteci Ali Fuat Duatepe’nin kaleme aldığı yazıyı da okumanızı öneririm.

Emniyet’te dikkat çeken görevlendirme

Öte yandan Emniyet teşkilatının Ankara’daki merkez karargahında geçen cuma akşamı dikkat çeken bir gelişme yaşandı.

Koltuğa yeni oturan Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş, cuma akşamı yardımcıları arasındaki iş bölümünü değiştirdi.

Daha önce yine Emniyet Genel Müdür Yardımcısı görevini yürüten mülki idare kökenli Ali Baştürk, yurt dışı görevinin ardından bir kez daha aynı göreve getirildi.

Mevcut altı yardımcısının yanında yedinci isim olarak Emniyet yönetimine giren Baştürk’e KOM, Siber Suçlarla Mücadele ile Göçmen Kaçakçılığıyla Mücadele ve Hudut Kapıları Daire Başkanlığı bağlandı.

Bu birimler, daha önce Emniyet’in gündemde olan tartışmalı isimlerinden Mahmut Çorumlu’ya bağlıydı. Çorumlu’yu Büyüteç okurları yakından tanır.

Özellikle Önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu döneminde ortaya çıkan iş insanı Sezgin Baran Korkmaz’ın Ankara’ya çağrılıp Soylu ile görüşmesinde yer alan polis müdürlerindendi.

FETÖ’yle mücadele ettiği lanse edilmesine karşın; TİP Milletvekili Ahmet Şık, TBMM’de yaptığı bir konuşmada Çorumlu ile ilgili “Garson” adlı gizli tanığın teslim ettiği FETÖ’cü polisler listesinde “DA” olduğu iddiası gündeme geldi.

FETÖ’de “DA” kodunun karşılığının bir dönem cemaat içinde yer alan ancak sonrasında düşman olanları tanımlayan “Düşman Aktif” anlamına geldiğini aktarayım. Bir dönem FETÖ içinde yer aldığı öne sürülen bir polis müdürünün sonrasında FETÖ’yle nasıl mücadele ettiği soru işareti.

Görev yeri değişen Çorumlu bir nevi by-pass edilmiş, yani aktif birimlerden tasfiye edilmiş oldu.

Çorumlu hakkındaki “DA” kodu iddiası bu yazı yazıldığı düne kadar ne Emniyet Genel Müdürlüğü’nce ne de başka devlet birimlerince yalanlandı!

Ankara Emniyeti’nde geçen nisanda patlak veren gizli tanık skandalı sırasında da Çorumlu’nun öncesinde yaşanan gelişmeleri bilmesine karşın Bakan Yerlikaya’ya aktarmadığı ortaya çıktı.

Ayrıca Çorumlu, kısa süre önce HSK’nın hakkında adli yargılama yolu açtığı önceki Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz’ın emekli edilmesi sürecinde de aynı zamanda devresi olan Yılmaz’ın yanında halen İstihbarat Başkanı olan Selami Yıldız’la birlikte yer aldı.

Emniyet kulislerinde yaşanan bu gelişme yakın zamanda İstanbul Emniyeti’ne yapılacak atama konusunda da öncül işaret oldu.

                                                       /././

Tedarik zincirlerinin riski gitgide yükseliyor; Lübnan saldırıları sonrası dikkat arttı -Füsun Sarp Nebil-

"Ama şunu farketmek lazım. Günümüzde bilişim araçları ve üretimler bu kadar tekelleşmişken, başımız gerekten belada. Yani çok geç olmadan, bunların şirket / kamu / hükümet düzeyinde analiz edilmesi ve önlemler alınması şarttır. Aksi durum, -en iyi ihtimalle- herkesi Ortaçağ’a gönderir"

Lübnan saldırıları sonrasında, herkes "tedarik zinciri" konusunda konuşmaya başladı. Çünkü saldırının temelinde, malzemelerin (Bu örnekte çağrı ve telsiz cihazları) satın alma sürecinde içine zarar verici (Bombalama) bir şeyler eklediğini gördük.

Zaten günümüzde güvenlik anlamında yükselen risk alanlarından birisi küresel dağıtım yapılan ürünlerin "tedarik zincirleri." Bu yazıda örnekleyeceğimiz gibi, sadece Lübnan saldırıları ve fiziksel durumlar ile de sınırlı değil. Son birkaç yıldır üstüste gelen olaylara bakıldığında, "bir taşla çok kuş vurmak" olarak tanımlayabileceğimiz, “kitlesel saldırı" imkânı sağlayarak, büyük sorunlara yol açtığı düşünülürse, "tedarik zincirleri" konusunda, ülkelerin ve hatta şirketlerin yeni yaklaşımlar geliştirmesinin gerektiği açık.

Tedarik zinciri, ürün ya da hizmetin tedarikçiden müşteriye doğru hareketini kapsayan ve bu süreç içerisindeki şirketler, insanlar, teknoloji, faaliyetler ve kaynaklar sistemlerinin bütününe verilen isimdir. "Elektronik" ve "bilgisayar" dünyasının tedarik zincirinde çok sayıda oyuncu yer alıyor. Bunlar arasında donanım üreticileri, yazılım üreticileri ve iç bileşenlerin (OEM) üreticileri var.

Tedarik zincirinin riskini ilk gördüğümüz olay, 2017'deki yazılım güncellemesi (yazılım tedariki) ile meydana gelen Petya saldırısı oldu. Bu olay gözlerin birden bilişim alanındaki tedarik zincirlerine çevrilmesine neden oldu. Ancak sadece saldırı olması gerekmiyor. Geçtiğimiz temmuz ayındaki "CrowdStrike" olayında, hatalı yazılım güncellemesinin de tedarik zincirlerindeki riskler arasında olduğunu fark ettik.

Tedarik zincirleri tek bir üreticiden yani tekelden geldiği için "dağıtımı ne kadar çok müşteriye yapılıyorsa”riski de o düzeyde büyük olacaktır. Tedarik zinciri riskini daha iyi anlamak için, yakın zamanda olmuş belli başlı sorunları en yeniden, eskiye doğru gözden geçirelim.

Lübnan çağrı cihazları ve telsizler saldırısı

En yeni tedarik zinciri saldırısı eylülde meydana gelen ve tüm dünyada şok (ve "cep telefonum patlar mı?" korkusu) yaratan saldırılar oldu. Üstelik üst üste gelen iki saldırı konusunda hala kimse net bir şey söyleyemiyorAma bilinen şu; Hizbullah'ın satın aldığı çağrı cihazları ve telsizler içine tedarik zincirinin bir noktasında patlayıcılar yerleştirilmiş. Özetlersek;

Krizi yaratan: Çağrı cihazları ve telsizler.

Sonuç: İsrail, Hizbullah'a öldürerek ya da sakatlayarak, önemli sayıda "savaşçı kaybı" verdirmiş durumda. Yarattığı "korku" ve "endişe"yi de eklersek, bu saldırı adeta Çinli komutan Sun Tzu'nun kitabından çıkmış bir saldırı gibi oldu.

CrowdStrike sorunu

Temmuz 2024 sonunda küresel çapta meydana gelen büyük IT kesintisi bir siber saldırı değildi ama sonuçta tedarik zinciri riskini ortaya koyan diğer bir olaydır.

29 bin küresel müşterisi ile dünyanın en büyük güvenlik yazılımlarından biri olan CrowdStrike'ın olağan güncellemesi sırasında meydana gelen bir yazılım hatası, çalışmayan (mavi ekrana düşen) bilgisayarlar ile dünya çapında iş kesintisine neden oldu.

Krizi yaratan: Windows çalıştıran bilgisayarlarda CrowdStrike yazılım güncellemesi.

Sonuç: Bir sigorta firması olayın 5,4 milyar dolar zarar verdiğini tahmin etti. Ancak sadece şirketlerin iş kaybı düşünülerek bulunmuş bir rakamdı bu. En büyük kullanıcılar arasındaki -THY dahil- havayolları şirketlerinin çok sayıda uçuş iptallerini ve bu iptallerin insanlara maliyetini düşünürseniz, rakamın daha büyük olduğunu tahmin edebilirsiniz. Geçen hafta dABD Kongresi’nden özür dilediler.

CrowdStrike firmasına açılan davalar var. Bunların nasıl sonuçlanacağını göreceğiz ama lisans anlaşmaları genellikle yazılım firmalarını koruyor. Bunu da not edelim.

Rusya'nın Ukrayna'ya yaptığı siber saldırı

Rusya tarafından, 2021'deki işgal hareketinden 1 ay kadar önce, Ukrayna Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi bünyesindeki Ulusal Siber Güvenlik Koordinasyon Merkezi, yürütme organlarının Elektronik Etkileşim Sistemi (SEI EB) aracılığıyla kötü niyetli belgeleri yayma girişimleri bulundu.

Krizi yaratan: Microsoft yazılımı kullanan bilgisayarlar

Sonuç: Rusya'nın, Ukrayna'yı işgalinden kısa bir süre önce meydana gelen bu siber saldırıda, Ukrayna Kamu şirketlerinin verileri yok edildi.

Salgın ve Süveyş Kanalı kazası (fiziksel olaylar)

2020 ve 2021'de yaşanan olaylarda, bu sefer üretim kabiliyetindeki bozulmanın ya da paralelindeki gemi taşımacılığında yaşanacak sorunların da tedarik zincirini bozabileceğini gördük. Dünyanın son 40 yılda üretim tarzı, batıda tasarlanan ama doğuda (maliyet avantajı nedeniyle) üretilen ürünler olduğu için, bu ülkelerdeki gelişmeler ve gemi taşımacılığı önemli olabiliyor. Bu sorunu önce Covid salgını sırasında, doğuda üretimin zarar görmesiyle yaşadık. Sonra da Süveyş Kanalı’ndaki gemi kazası konuyu bir daha önümüze getirdi. Çünkü doğudan batıya taşımada gemi nakliyatının oranı yüzde 80.

Krizi yaratan: Üretimde ya da Gemi taşımacılığında sıkıntı oluşması ya da yaratılması.

Sonuç: Bunların sonucunda "yerinde üretim" fikri geri döndü. Örneğin Çip üretimi konusunda, ülkeler Tayvan'a güvenmek yerine, kendi çip üretimlerini oluşturmak yönünde finansman ayırmaya başladılar.

Fireeye (SolarWinds) saldırısı

Dünyanın en büyük siber güvenlik şirketlerinden biri olan FireEye'a 2020 sonunda yapılan bir siber saldırıydı. SolarWinds isimli ağ izleme programları firmasının kötücül kod bulaşmış yazılım güncellemeleri üzerinden yapılmıştı. Yani bir kez daha "tedarik zinciri" saldırısı meydana gelmişti.

Fortune 500 firmalarının büyük kısmı ve ABD kamu kurumlarının büyük kısmı networklerini SolarWinds ile izliyorlardı. Hepsi etkilendiler.

Krizi Yaratan: Solarwinds Ağ İzleme Yazılımı güncellemesi yoluyla FireEye'e sızılması.

Sonuç: Hesaplanamayan ve milyar dolarlar denilen bir mali zarar dışında, FireEye firması CIA'ın fonladığı ve Amerikan devlet kurumlarında kullanan bir yazılım olduğu için, saldırının "devlet destekli" bir hacker grubundan (Ruslar) geldiği iddia edildi ve ABD, siber güçleri konusunda itibar kaybı yaşadı.

Crypto AG rezaleti

Bir diğer tedarik zinciri sorunu, şifreleme cihazları üreten Crypto AG firmasının aslında bir CIA projesi olduğunun ortaya çıkması oldu.

50 yıldan fazla bir süredir, tüm dünyadaki hükümetler casuslarının, askerlerinin ve diplomatlarının iletişimini gizli tutmak için Crypto AG isimli tek bir şirketin ürünlerini kullanıyor.

Krizi Yaratan: Casus-asker-Diplomatların iletişimi için gereken şifreleme cihazları.

Sonuç: İsviçreli Şirket, onlarca yıldır, mekanik dişlilerden elektronik devrelere ve son olarak silikon çiplere ve yazılımlara kadar teknoloji dalgalarını yönlendiren, şifreleme cihazlarının en önemli üreticisi oldu. Sonra sızan bir belgede ne gördük. Dünya hükümetler gizli bilgilerini CIA'ın sahibi olduğu firmaya para ödeyerek şifreliyorlarmış. Yani hükümetler gizli bilgilerini vermek için CIA’e resmen para ödüyorlarmış.  Bunun 50 yılda yol açtığı zararı hayal bile edemiyoruz.

Çip sıkıntısı

Tedarik zinciri konusundaki "en önemli" sorun bu oldu. Covid salgını başladığında, hastalanan Tayvanlı işçiler, sokağa çıkma yasakları, gemi taşımacılığının durması, bir sonraki sene etkilenen sektörlerin (beyaz eşya, otomotiv vs) gereğinden fazla stok yapması derken, Çip krizi meydana geldi.

Krizi yaratan: Çip üretiminin ve de taşımacılığının bir şekilde kesilmesi.

Sonuç: Çünkü çipler özellikle 21.yüzyılda, batıda tasarlanıp, -ölçek ekonomisi nedeniyle- doğuda üretiliyordu. Ama Covid krizi yerel üretimin önemini ortaya koydu. Sonuçta Güney Kore, İspanya, İtalya, Almanya, Avrupa Birliği ve tabii ki ABD, üretimi kendi ülkelerine geri çekmeye yönelik teşvikler açıkladılar. Ama henüz büyük bir değişim meydana gelmiş değil.

ABD yaptırımları

Tedarik krizi yaratacak en enteresan konulardan birisi de ABD'nin canı istediği zaman yaptırım uygulaması oluyor. Çünkü bugün kullanılan pek çok yazılım ABD malı. Hatta SAP gibi Alman malı olanlar bile ABD'de satmak ve de borsada hareket etmek için ABD kurallarına uymak zorunda.

ABD'nin sağladığı bilişim araçları, yazılımlar, bulut servisleri, Gmail, WhatsApp türü uygulamalar. Hatta internet ağı. Bu tehdit uzak da değil. Trump'ın BaşkankeTürkiye'ye yaptığı tehditi hatırlatalım. Diğerlerini de zaman gördük. Mesela Oracle Rusya'ya Java'yı yasakladı. Adobe, Venezüela'ya yaptırım uyguladı. Ukrayna işgali nedeniyle birçok Amerikalı şirket -istemese bile- Rusya'ya yaptırım uyguladı. Mesela Mastercard ve Visa, ödemeleri bloke etti.

Krizi Yaratan: Yazılımları ya da donanımları bloke etmek.

Sonuç: Bu yazılımların ve donanımların dayandığı iş süreçleri yok olurÇözüm ise açık kaynaktır.

Petya saldırısı

Yine Amerikan istihbarat örgütü NSA'in yarattığı söylenen kodların kullanılarak yaratıldığı   düşünülen ve Windows açığını kullanan Petya, bir tür fidye saldırısıydı. Mart 2016'da keşfedildi ama en büyük saldırısını Haziran 2017'de yaptı. Farklılıklar olduğu için bu sefer notPetya olarak adlandırıldı.

Bu saldırı, yazılımda "tedarik zinciri saldırısı" olarak adlandırılan ilk olay oldu. Çünkü, PETYA başta Ukrayna olmak üzere tüm sistemlere, şaşırtıcı bir şekilde "otomatik yazılım güncellemesi" ile sızmıştı.

Araç: Burada, tedarik zincirinde, yine Microsoft üretici, bayileri ise dağıtıcı durumundaydı.

Sonuç: Bu saldırıda Ukrayna, Fransa, Almanya, İtalya, Polonya, İngiltere, Çin ve Amerika Birleşik Devletleri'nde çeşitli özel ve kamu şirketlerinin etkilendiği bildirdi. Sonuçta 10 milyar dolarlık bir zarar yol açtığı hesaplandı.

En çok etkilenen firmaların başında denizcilik firması Maersk geliyordu. Firmanın 49 bin bilgisayarı devredışı kaldı ve kullandığı 1200 yazılım ile ilişkisi koptu. 14 gün sonra geriye dönmeye başladılar. Bu esnada 350 milyon $ kayıp raporlanmıştı.

WannaCry saldırısı

Nisan 2017 sonlarında, Rus ShadowBrookers isimli bir hacker grubu, Amerikan istihbarat örgütü NSA’ın yarattığı düşünülen bir hacking aracı yayınladı. Bu araç, WannaCry olarak bilinen saldırıya zemin sağlıyordu. Microsoft’un Windows işletim sisteminde yer aldığı belirtilen EternalBlue isimli bir açığı kullanarak bilgisayarlara sızıyor ve içindeki bilgilere erişimi sağlıyor ya da bilgisayarın kumandasını ele geçirmeye yarıyordu.

Araç: WannaCry saldırısında üretici Microsoft idi. Dağıtıcı da her ülkedeki Microsoft bayileri. Ruslar tek bir atışla çok sayıdaki bilgisayarı etkilemişlerdi.

Sonuç: Bir gün içinde dünyaya yayıldı, 150 ülkede 230 binden fazla bilgisayar sistemini etkiledi ve yaklaşık 4 milyar dolarlık mali kayba neden oldu. İngiltere’de sağlık sistemi, İspanya’da Telefonica, Almanya’da tren istasyonlarındaki ekranlar, Rus İçişleri Bakanlığı sorun yaşayan yerler arasındaydı.

O günlerde bu olay henüz tedarik zinciri saldırısı diye sınıflandırılmamıştı ama öyleydi.

Cihazlara böcek yerleştirilmesi

Bu olay, son Lübnan saldırısından farksız bir saldırı cinsi. Snowden 2014 yılında, diğer ülkelerin bakanlık, başbakanlık ya da Merkez bankası gibi önemli bölümlerine satılan Cisco cihazların içine, dağıtıcı firma tarafından bazı dinleme / takip cihazları konulduğuna dair bir dosya yayınladı. Yani, yabancı devletlerin özel ya da kamu şirketleri internet bağlantı cihazları aldıklarında aslında kendilerinin dinlenmesi için üste para ödüyor durumundaydılar.

Bu nedenle de şimdi ABD bas bas bağırıyor; Çinli telekom firmalarının ürünleri "milli güvenlik riski" taşıyor diyorlar. Çünkü kendileri yıllardır bunu yapıyorlardı.

Araç: Her türlü yazılım ya da donanım araçları.

Sonuç: Kim bilir ne bilgiler sızdı?

Tedarik zinciri risklerine karşı neler yapılmalı?

Kısaca gözden geçirdiğimiz bu olayların dışında bu kadar büyük olmayan yani küresel değil yerel soruna neden olan olaylar da mevcut.  Hepsinde Tedarik Zinciri sürecinin içindeki bazı dikkatsizliklerle ya da tekele bağımlı olmakla ilgili.   Buradaki riskler, Lübnan olayındaki ölüm ve yaralanmalar dışında, iş kesintisi, verilerin kaybı (mesela alacak-verecek hesapları yani muhasebe), kıymetli verilerin sızması (müşteri veri tabanı, üretim sırları gibi), itibar kaybı olarak tanımlanabilir.

Başta da belirttiğimiz üzere, tedarik zincirlerinin işleyişinde dikkat edilmesi gereken hususlar olduğu açık. Bu nedenle nelere dikkat edilmeli dersek; hemen aklımıza gelenler şunlar (daha aklınıza gelen varsa ekleyiniz).

1- Dünyadaki "yerinde üretim" doğru bir stratejidir. Özellikle kritik ürünler açısından da ö

2- Tekel haline gelmiş ve tüm dünyada (ya da geniş bir yayılma ile) kullanılan yazılımlar önemli bir tehdit olabiliyor. Örneğin yukarıdaki olaylara bakın, hemen hepsinde Microsoft'un yazılımı ile ilgili sorunlar gözüküyor. Bunların bir kısmı Microsoft'un yazılım kalitesi ile ilgili olsa da, çok dağılmış yazılımların açıklarının mutlaka tespit edileceğini düşünmek lazım. Bunun çözümü;

* Bu tür yazılımları kullanmamak

* Kullanmak mecburiyeti varsa da yedekleme ve güncellemeler konusundaki prosedürlerin iyi oluşturulması ve uygulanması gereklidir.

* Bağlı olmayan ortamda bir yedekleme stratejisi de iyi olabilir. Petya saldırısında, Maersk'i kurtaran Nijerya'daki şubenin elektriklerinin kesik olmasıydı.

3- Bağımsız yazılım üreticileri (ISV) açısından bakarsak da sistem çekirdeğine doğrudan erişim vermek ya da otomatik güncellemeler konusu hassas (Petya ve CrowdStrike olayları).

4- "Sessiz yama" yani otomatik güncellemeler konusunda da yöntemlerin yeniden tanımlanması lazım.

5- Siber güvenlik prosedürlerinin sürekli güncellenmesi şarttır.

6- Sistemdeki yeni uygulamalar konusunda muhafazakâr olun. İyice emin olmadan kullanımına yol vermeyin. Bu yapay zeka uygulamaları için özellikle geç

Bir yandan da şunu fark etmek lazım. Günümüzde bilişim araçları (yazılım, bulut vs) ve üretimler bu kadar tekelleşmişken, başımız gerekten belada. Yani çok geç olmadan, bunların şirket / kamu / hükümet düzeyinde analiz edilmesi ve önlemler alınması şarttır. Aksi durum, -en iyi ihtimalle- herkesi ortaçağa gönderir.

                                                      /././

Ayşenur Halil’in abileri, T24'e konuştu: Kardeşim içine kapanık biriydi; neden gitti, tehdit mi edildi, şantaj mı yapıldı?-Candan Yıldız-

Semih Çelik, 112’ye kendisi ihbarda bulunmuş: Ceset içeride, anahtar kapının üzerinde

Kadınlara, genç kızlara, çocuklara savaş açılmış gibi…

Failler değişse de kadınların yüz yüze kaldığı şey adeta seri cinayet… Başka bir ifadeyle cinskırımı…

8 yaşındaki Narin’in planlı ve örgütlü katlinin yaydığı dehşet eşiği başka bir cinayetle aşıldı.

İstanbul-Eyüpsultan ve Fatih’te üç kadın öldürüldü geçtiğimiz günlerde… Semih Çelik tarafından katledilen Ayşenur Halilİkbal Uzuner ve boşandığı erkeğin babası (Mehmet Fidyel) tarafından öldürülen Kübra Güler

Semih Çelik'in yaşadığı sokak

Bilgi kirliliği, sosyal medya aşırılığı ve delik deşik edilmiş etik değerler başka bir yazının konusu olsun ama şiddetin sarsıcılığı lise çağında olan genç kızlara ulaşmış…

İstanbul’un kozmopolit ilçelerinden biri olan Eyüpsultan’ın 13 bin nüfuslu Merkez Mahallesi’ne gittim bugün…

Cinayetleri işledikten sonra intihar eden 19 yaşındaki Semih Çelik hakkında az bilgiye ulaşılıyor. Zira mahallede yaşıyor ama yaşamıyor gibi…

Aynı şey Çelik ailesi için de geçerli… Aileyi komşuları tam olarak tanımıyor. Baba A.Çelik için “Motoruyla gelir giderdi” dediler. Babanın kuryelik yapıp yapmadığını kimse net olarak bilmiyordu.

Çelik ailesinin aynı binadaki komşusuyla tesadüf eseri mahalledeki bir fırından ekmek alırken konuştum.

Failin tanıdık ve o kadar yakınlarında yaşıyor olmasının verdiği korku kadının yüzünden okunuyordu. Çok konuşmak istemedi. Apartmana kadar eşlik ederken “Benim de iki kızım var, uyuyamıyorum kaç gecedir. Çok görüşmezdik. Çocuk kimseyle görüşmezdi” diye anlattı.

Ailenin dindar bir aile olduğunu anlatan mahalleden başka bir kadın komşu, anne H.Çelik’in de pek kimseyle görüşmediğini söyledi.

Oluşan öfkenin olası sonuçlarına karşı sokağın başında nöbet tutan polislerden Çelik ailesinden kimsenin eve gelip gitmediğini öğrendim.

Zaten herkes aynı fikirde… “Bir süre sonra taşınırlar, barınamazlar burada…”

Yine oradaki görevli polislerden birinin Semih Çelik hakkında verdiği bilgiyi aynen aktarıyorum.

“112’ye kendisi ihbarda bulunmuş. Ceset içeride, anahtar kapının üzerinde…”

Mahallede doğup büyümüş, hemen herkesi tanıya, emlakçılık yapan Uğur Yılmaz da aile hakkında pek bir şey bilmediğini aktardı.

“Babayı cinayet günü gördüm. Sakindi… Mahalledeki herkes şaşkın ve tedirgin… Aileyi tanıyan yok. Babayı da hiç görmedim. Cami cemaati de tanımıyor. Burada bir kahvehane var. Oraya da gelip gitmezmiş baba…”

Ayşenur Halil'in yaşadığı mahalle

Belediyede temizlik görevlisi olarak çalışan bir kişi de Ayşenur Halil’i mahallede birkaç kez gördüğünü söyledi.

Eyüpsultan Merkez Mahalle Muhtarı Hüseyin Bilek kentsel dönüşümle birlikte sosyolojinin değiştini, yerleşik alilelerin dışında eski komşuluk ilişkilerinin kalmadığını söyledi. Bildiğimiz hikaye… Atomize olan sosyal doku…

“Babayı bir ya da iki kez gördüm. Bir tebligatı almaya gelmişti. Ama pek konuşmadık. Cinayet günü gidip yanına konuşmak istedim ama bana ‘Sıkıntılı biri, gitme istersen’ dediler. Adres kayıtlarını artık biz yapmadığımız için ne zaman bu mahalleye taşındıklarını bilmiyorum ama komşuları 2 ya da 3 yıl önce dediler. O güne ait bir görüntüyü izledim. Semih Çelik, Ayşenur Halil’i bilinen market zincirlerinden birinin önünden alıyor. Ellerinde poşetler vardı. 19 yaşındaki bir çocuk nasıl bu hale geldi, daha kişiliği oturmamış, hayatı daha yaşamamış bir çocuk…Surlarda çıktığı bölge de kolay bir bölge değil…”

Semih Çelik ve Ayşenur Halil’in evlerinin arası yürüyerek 15-20 dakika… Ayşenur’un yaşadığı mahallede yas havası hakim… Tek katlı evlerinin önünde kurulan belediye taziye çadırının önünde insanlar, siyasetçiler gelip gidiyor.

Çankırılı olan Ayşenur’un iki abisine denk geldim… Her ikisinin cümlelerinden içlerindeki yangın hissediliyordu. Kardeşlerinin üniversitede okuduğunu, olay günü okula gitmek için evden çıktığını söyleyen abiler cevapsız bir çok soruyu yüksek sesle paylaştılar.

İkbal Uzuner, Semih Çelik, Ayşenur Halil

“Benim kardeşim içine kapanık biriydi. Hadi gel gezmeye gidelim dediğimizde evde kalacağım, dizi izleyeceğim derdi. Biz o çocuğun adını bile duymadık. Kardeşimin iki kedisi vardı, kendi sosyal medya hesaplarından hep kedi videoları paylaşırdı. Neden gitti, tehdit mi edildi, şantaj mı yapıldı, hiç bilmiyoruz. Biz İkbal’i de tanımıyorduk. Bize hiçbir şey söylemedi kardeşim.”

Mahalleden konuştuğum başka bir kadın da “Semih Çelik’in çok zeki olduğunu eski arkadaşları anlattı. Matematikte çok başarılı olduğu söylediler.”

Semih Çelik’in zekasına ilişkin vurguyu manipülatif bir kişiliği olabileceğine dair ihtimalin altını çizmek için yapıldığını not düşmek isterim…

19 yaşındaki bu gençlerin yollarının kesiştiği, bölgenin iyi okullarından biri olan Oğuz Canpolat Anadolu Lisesi’nin hemen yanındaki spor tesisinin kafesinde otururken okuldan gelen öğrencilerin yakalarındaki Ayşenur ve İkbal’in fotoğrafları dikkatimi çekti. Saat 15.00’teki tepki eylemini sorduğumuzda kimi tedirgin, kimi ‘Okulumuzun olayla ne alakası var, yanlış bilgi veriyorlar’ tepkisiyle sorularıma yanıtlar verdi.

Ayşenur ve İkbal'in bir dönem okuduğu lisenin öğrencileri yakalarına fotoğralarını astı

16 yaşındaki bir genç kızın cümlesi çarpıcıydı…

“Can güvenliğimiz yok…”

Öğrenciler eylem yapıp yapmamak arasında gidip gelen bir ruh halindeydi. Öğretmenlerin de ağzını bıçak açmadı. Tam öğrencilerle konuşurken polisler yanımızda bitti. “İhbar var” diyerek kimliklerimizi sordular…

Mazallah okula siyaset girerdi!

Müdürle de konuşmak istedik ama kapı duvar… Okuldaki tek cesur kişinin Semih Çelik’le ilgili cümlesini aktarayım.

“İki ya da üç yıl önce okula geldi. Okul yönetimi 'Sakıncalı bir tip, içeri girip çıkmasın bir daha' dedi…”

Ayşenur ve İkbal için yapılan eyleme çevre liselerden öğrenciler de katıldı

Anlaşılan Semih Çelik’in ayrıldığı okulundaki halleri ya da davranışları dikkat çekecek kadar belirgindi…

Okulda izin verilmeyen tepki eylemini okulun karşısındaki parka taşıyan lise öğrencileri siyah kıyafetleri ve yakalarında Ayşenur ve İkbal’in fotoğrafları ile cinayetin onların dünyalarındaki karşılığını paylaştılar…

Çevredeki liselerden gelenler, hatta Silivri’den gelen bile vardı.

Onların anlatımları, akranları erkeklerin bu vahşetle nasıl alay ettikleri de yarına kalsın…

                                                              /././

Savaş ve enflasyon -Ercan Uygur-

Yargı kurumları, güvenlik kurumları, devlet okulları yanında merkez bankası, TÜİK gibi kurumlara güven yok. Bir savaş yaşamadık ama daha da beterini yaşamış gibiyiz. Yoğun bombalar altındaki Filistin’de enflasyon neredeyse Türkiye’ninki kadar.

Ülkemizin çevresinde savaşlar var. Bu savaşların kısa sürede bitmeyeceği de anlaşılıyor. İsrail’in çok uzun yıllardır düşük yoğunlukta, son bir yıldır yüksek yoğunlukta sürdürdüğü savaşlara ilişkin bir soru şu: Bu savaşlar Türkiye’yi de içine alacak biçimde büyür mü?

Bu soruya yanıt olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç kez; “İsrail, savaşı bizim topraklarımıza da taşıyacak” dedi. Bunun üzerine CHP, TBMM’yi bugün toplantıya çağırdı. Toplantının kapalı (gizli) olacağı anlaşılıyor. Peki, nereden çıktı bu “İsrail’in hedefinde Türkiye de var” iddiası?

Bu yazıda iki soruya yanıt arıyorum. Birincisi, İsrail neden Türkiye’ye savaşı taşıyabilir ve bunun olasılığı nedir? İkincisi, savaş ülkelerin enflasyonunu nasıl etkiliyor ve savaşta olmayan Türkiye’nin enflasyonu, savaş ülkeleriyle karşılaştırınca nereye düşüyor?  

“Büyük İsrail” ve “Vadedilmiş Topraklar”

İsrail’in “genişleme savaşları” son dönemde İsrail’de ve uluslararası platformlarda da tartışılıyor. İsrail’de ülkenin sınırlarının “Büyük İsrail”i veya “Vadedilmiş Topraklar”ı içerecek şekilde çizilmesi gerektiğini savunan siyasi partiler ve örgütler biliyoruz. Benzer örgütler ABD’de de var. 

Bu örgütlerin siyasi temsilcileri İsrail’deki şimdiki hükümette koalisyon ortağı olarak yer alıyor. Kritik bazı bakanlıklar bunların elinde. İster demokrat, ister Cumhuriyetçi olsun ABD hükümetlerinde de bunlar görülüyor. Geçen yazıda İsrail istikrar programının ABD’de, ABD’nin maddi ve kadro katkılarıyla nasıl oluşturulduğunu açıklamıştım.

Yahudilerin dinî kitabı İbranice Torah’a veya Arapçasıyla Tevrat’a göre bu toprakları Yahudilere vadeden tanrıdır. Geniş tanımıyla, vadedilmiş topraklar, batıda Mısır’ın Nil nehrinden başlıyor, doğuda Fırat nehrine kadar uzanıyor. Bu toprakların İbranice adı Eretz Yisrael.

Vadedilmiş topraklar içinde; Filistin toprakları olan Gazze ve Batı Şeria var. Sina başta olmak üzere Mısır’ın önemli bölümü; Suriye ve Irak’ın büyük bölümleri ve S. Arabistan’ın da önemli bölümü yer alıyor. Ürdün’ün tümü bu sınırlar içinde. Bazı haritalarda Türkiye’nin Güney Doğusu’nun Fırat’a kadar olan bölümü de bulunuyor.

Tevratta bu toprakların doğu ve batı sınırları bellidir de kuzey ve güney sınırları çizilen haritaya göre değişiyor. Jerusalem Post gazetesinde iki haftta önce yayımlanan bir yazının başlığı şöyle; “Lübnan, İsral’in vadedilmiş topraklarının bir parçası mıdır?” (Fish, 25 Eylül 2024)

Yazıda Soruya “evet” yanıtı veriliyor. Hatta Lübnan sınırları içinde yer alan Sidon gibi şehirler de vadedilmiş topraklar içinde özellikle belirtiliyorlar. Bu açıdan bakınca, İsrail’in lojjistik gücü yettiğince ve ABD yardımı devam ettiği sürece İsrail’in savaşları sürecek gibi görünüyor.

Gelelim baştaki soruya; İsrail neden Türkiye’ye savaş taşıyabilir ve bunun olasılığı nedir? Soruya yanıt vermek için birçok tartışmaya baktım; savaşın Türkiye’ye İsrail tarafından taşınma olasılığı ancak fanatik dinci Yahudi gruplar İsrail’de iktidarı tümüyle ele geçirirlerse olabilir.

Bu olasılık şu anda her açıdan çok düşük görünüyor. Jerusalem Post gazetesindeki yazılarda, bu olasılık belirtilmiyor ve Türkiye’nin adı geçmiyor. Birkaç fanatik dincinin “tanrı mutlaka emir verirse Fırat’ın kuzeyine de gidilebilir” deniyor. Ancak ABD İsrail’i ileri sürerse bu olasılık artabilir.

İster Yahudi ister başka dinler olsun, yüzyıllar önce yazılmış dinî kitaplara göre siyasi, ekonomik ve jeostratejik kararlar almak ne kadar anlamlı olabilir ki? Biz bunun bir örneğini “nass” ile enflasyonu sıçratarak yaşamadık mı?

Savaşta enflasyon etkisi

Savaşlar sırasında ve sonrasında genellikle enflasyonun arttığı bilinir. Geniş bir tarama için

Daly ve Chankova (15 Nisan 2021) çalışmasına bakılabilir. Bu genellemenin bazı istisnaları vardır.

Birinci istisna, savaş içindeki ülkenin savaş harcamalarının tümünün veya önemli bölümünün başka bir ülke tarafından karşılanmasıdır. İkinci istisna, savaşan ülkenin cari açık ve bütçe açığı vermemesi, parasal gevşemeye gitmemesidir. Bu durumda ülkede enflasyonist ortam oluşmaz. 

Örneğin Rusya-Ukrayna savaşında Ukrayna’nın savaş giderlerinin ve silahlarının çok önemli bölümü ABD tarafından karşılanıyor. İkinci bir örnek İsrail’dir. ABD bu ülkenin de savaş giderlerinin ve silahlarının çok önemli bölümünü karşılıyor.

Savaş giderleri önemli ölçüde ABD tarafından karşılandığı için Ukrayna’da ve İsrail’de enflasyonun yüksek olması beklenmez. Cari fazla veren ve zaman zaman bütçe açığı verse de bu açığın yüksek olmadığı, sıkı para politikası uygulayan Rusya’da da yüksek enflasyon beklenmez.

Tablo 1’de savaşın sürdüğü ülkelerde ve Suriye gibi savaşın sona erdiği ülkelerde yıllık tüketici enflasyon oranları yer alıyor. Bu tabloda, yukarıda öngördüğümüz gibi, Ukrayna, İsrail ve Rusya’nın enflasyonları tek hanelerde devam ediyor.   

Tablo 1 Savaş Olan Ülkelerde Enflasyon

Kaynak: Ülke merkez bankaları ve tradingeconomics
Not: Başta Suriye ve Lübnan olmak üzere bazı ülkelerin enflasyon oranları ağustos ayına aittir

Lübnan’ın enflasyonu hızlı şekilde düşürdüğü görülüyor. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, Lübnan IMF ile bir istikrar programı üzerinde anlaşarak, IMF’den önemli kredi aldı ve döviz açığını giderdi. İkincisi, ülkesindeki Suriyeli mültecilerin çok önemli bölümünü geri göndedi.

Üçüncüsü, Lübnan hükümeti İsrail ile Hizbullah’ın savaşına katılmıyor ve karışmıyor. Bu bakımdan tam savaşın içinde sayılamaz. Ancak bundan sonraki gelişmeler farklı olabilir. Eğer İsrail ile anlaşıp İsrail işgaline olur verirse, ülkedeki Şiilerin büyük tepkisini çekecektir. 

Üç haneli Suriye enflasyonu konusunda söylenecek fazla söz yok; bunlar öngörüler dahilindedir.

Tablo 2’de AB ile ABD’nin ve enflasyonun yüksek olduğu bazı ülkelerin yıllık tüketici enflasyonları yer alıyor. AB ve ABD’nin uyguladığı sıkı politikalarla enflasyonun büyük ölçüde düştüğü görülüyor. Bu ülkelerde zaten enflasyon beklentileri çok yükselmedi ve bu beklentiler sıkı para politikası açıklandıktan hemen sonra hızla düşmeye başladı.

Tablo 2 AB, ABD ve Savaş Olmayan Yüksek Enflasyon Ülkelerinde Enflasyon

Kaynak: OECD ve trading economics
Not: Birkaç ülkenin enflasyon oranları ağustos ayına aittir

Venezüella’da uygulanan sıkı politikalarla enflasyonun hızla düştüğü görülüyor. ABD’nin el koyduğu varlıkları serbest bırakması ve petrol fiyatlarının belli bir istikrara kavuşması da bu konuda yardımcı oldu.

Arjantin’de ultra liberteryan Milei’nin uyguladığı politikalar sonuç alıyor gibi görünse de, nihai olarak nereye varacağı henüz belli değil. Arjantin de bir anlaşma ve program çerçevesinde,

IMF’den döviz akışı sağlıyor. Ayrıca, özellikle tarımsal üretimin yardımıyla cari fazla veriyor.

Bu ülke, aylık enflasyonu 2024’te ortalama yüzde 4’e, 2025’te ise yüzde 2’ye indirmeyi hedeflemiş durumda. Ancak Türkiye’de olduğu gibi ücretlere, özellikle asgari ücretlere getirilen artış çok düşük olduğu için, nüfusun yüzde 60’ının yoksulluk sınırı altına düştüğü anlaşılıyor. Bu ülkede uygulanan programa karşı sürekli protesto gösterileri var.

İran’nın siyasi, askeri ve ekonomik olarak nereye gideceği henüz belli değil. Ancak savaş İran’ı da içine alırsa, enflasyonun yükseleceği bellidir.

Tablo 2’de Türkiye, enflasyonun seyri bakımından başarısız bir ülke konumunda. Kaldı ki, tablodaki veriler TÜİK verileri ve yaşanan enflasyonun tablodakilerden daha yüksek olduğu genel kanıdır. Evet, Türkiye bir deprem yaşadı ama depremin etkileri 2023 yılında kalmış veya çok azalmış olmalıydı. Kaldı ki, deprem programları da hızlı gitmiyor.

Peki, ne oldu? Türkiye bir savaşa girmedi. Neden o zaman düşük bir enflasyon ve istikrar ortamı yaratılamadı. Tüketicilerin enflasyon beklentilerine, tüketim malları ithalatına, hala yeterince düşmeyen döviz talebine bakarsak, alınan önlemlere güven olmadığı anlaşılıyor. Burada güven eksikliğini yaratan kurum, en üstteki cumhurbaşkanlığı kurumudur.

Cumhurbaşkanlığı başta adalet, eğitim, güvenlik, ekonomi konularında hiç güven vermiyor. Bu açıdan yargı kurumları, güvenlik kurumları, devlet okulları yanında merkez bankası, TÜİK gibi kurumlara da güven yok. Bir savaş yaşamadık ama daha da beterini yaşamış gibiyiz.

Dikkatinizi çekerim; yoğun bombalar altındaki Filistin’de enflasyon neredeyse Türkiye’ninki kadar.

Kaynaklar

Daly, Kevin ve Rosita D. Chankova (15 Nisan 2021) “Inflation in the aftermath of wars and pandemics”, CEPR, VoxEu.

https://cepr.org/voxeu/columns/inflation-aftermath-wars-and-pandemics#:~:text=This%20column%20uses%20data%20extending%20to%20the

Fish, mark (25 Eylül 2024) “Is Lebanın Ppart of Israel’s Promised Territory?”

Jerusalem Post, Israel.

                                                            /././

Dün Gazze, bugün Lübnan: İsrail devleti saldırılarını sürdürüyor!-Mustafa Durmuş-

Dünyanın gözü önünde, ABD ve Avrupa emperyalizminin açık desteği ile Orta Doğu halkları katlediliyor. Başta Arap ülkeleri olmak üzere diğer ülkelerin yönetimleri ise bu savaşı iç siyasete malzeme yaparak timsah gözyaşları dökme dışında sessiz kalıyor. Dün İsrail-Hamas savaşının birinci yıl dönümüydü. Bir yıldan beri Filistin topraklarında katliam yapan İsrail ordusu dün akşamdan beri Lübnan’ı çok şiddetli bir biçimde vurmaya başladı.İsrail devleti ile Hamas arasında başlayan savaş Gazze’nin yerle bir edilmesi ve 40 binden fazla Filistinlinin öldürülmesiyle sonuçlanmıştı. Bir süredir İsrail yeni bir cephe daha açtı ve bu kez savaş İsrail ordusu ve İran destekli Hizbullah arasında Lübnan topraklarında sürüyor.

İlk savaşın bedelini Filistin halkı ödemişti (hala da ödüyor), şimdi ise Lübnan halkı ödüyor. Lübnan ordusunun İsrail’i durdurma gücü yok. Hizbullah ise 5 km kadar içeri çekilmek zorunda kaldı. O da Lübnan’ı savunmakta yetersiz kalıyor.

Özetle, dünyanın gözü önünde, ABD ve Avrupa emperyalizminin açık desteği ile Orta Doğu halkları katlediliyor. Başta Arap ülkeleri olmak üzere diğer ülkelerin yönetimleri ise bu savaşı iç siyasete malzeme yaparak timsah gözyaşları dökme dışında sessiz kalıyor.

Batı İsrail’i neden destekliyor?

Batının İsrail’i açıktan desteklemesinin dinsel nedenleri var mı? Yani bu savaş İslam’a açılmış bir savaş mı? Bu soruları masaya yatırmak gerekiyor. Zira özellikle de Türkiye’deki bazı çevreler bu savaşı bir İslam- Siyonizm (Hristiyanlık destekli) bir dini savaş olarak sunuyor.

Bu sorunun yanıtı belli: Eğer böyle olsaydı Filistin, İran ve Lübnan dışında, başta S. Arabistan ve Mısır ve NATO üyesi Türkiye de İsrail’in saldırılarının hedefi olurdu. Asıl neden İsrail’in Batı emperyalizminin Orta Doğu'daki ileri karakolu konumunda olması ve bu çerçevede eski Batılı emperyalist güçlerin geçmişte davrandığı gibi davranmasıdır.

Vekâlet savaşları çağında Batılı devletlerin İsrail’i finanse ediyor olması, istediği zaman toprak talep etmesi ve bu talepte bulunma hakkına karşı çıkabilecek insanları ortadan kaldırmak ya da boyunduruk altına almak istemesi şaşırtıcı değil.

Bir başka anlatımla, ABD, İngiltere ve bazı AB ülkeleri, İsrail’in Yahudi devleti olmasıyla pek de ilgisi olmayan nedenlerle saldırganlığını sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu silah ve finansmanı sağlıyor: İsrail Batı ittifakının hayati bir ortağı ve bir parçası olarak görülüyor ve bu nedenle saldırıları ne kadar iğrenç ve korkunç olursa olsun, talep ettiği desteği alıyor.

İsrail’in saldırıları meşru müdafaa sınırlarını çoktan aştı

Diğer yandan, İsrail'in kendi topraklarının sınırları dışında askeri olarak hareket etme hakkı yoktur. Bu bağlamda on binlerce sivili katletmesini “meşru müdafaa” gerekçesiyle haklı göstermek mümkün değildir. Özetle, Gazze’nin var olma hakkını inkâr etme girişimi ki bu iddia şimdi Lübnan’a da uzanmış görünüyor, yasadışı bir savaş eylemidir.

Bu çerçevede, Batı'nın uluslararası hukuk çerçevesinde İsrail'in saldırganlığını desteklemeye hakkı yoktur. Siyasal açıdan bu eylem, zaten meşruiyetlerini yitirmekte olan Batılı devletleri ve onların nesnel olarak açgözlülük ve sömürüye dayanan felsefelerini dünyanın geri kalanından uzaklaştırmaya devam edecektir. Ortaklaşma zemini aşınacak, kutuplaşma artacaktır. Bu ise çok tehlikeli bir durum olup, üçüncü dünya savaşının fitilinin ateşlenmesi anlamına gelmektedir.

Son olarak, bu savaş, tıpkı Rusya-Ukrayna savaşı sırasında olduğu gibi,  başta petrol ve temel gıda maddelerinin fiyatları olmak üzere fiyatların artmasına neden olacak, bu da bir bütün olarak azgelişmiş ülke ekonomilerinin ve yoksul halklarının daha da zor zamanlar yaşamasına neden olacaktır. Bu ülkelerin başında Türkiye gelmektedir.

Bu arada, büyük petrol ve silah şirketleri kârlarını katlarken,  otoriter rejimler bu savaşı fırsat bilip iktidarlarını sağlamlaştırıp halk için kullanmaları gereken kaynakları “savunma” adı altında militarizme ayırırken, bu savaşın bedelini işsizlik ve yoksulluk artışı biçiminde yine başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilen halklar ödeyecektir.

Sonuç olarak

Halkların gerçek temsilcisi olmayan milis güçlerinin ya da emperyalizmin yedeğindeki ulus devletlerin bu saldırıları durdurabilmesi ve üçüncü bir paylaşım savaşını önleyebilmesi mümkün değildir.

Bu barbarlığı durdurabilecek ve savaşsız, sömürüsüz ve sınıfsız bir yeni dünya kurmak için fırsata çevirebilecek olan tek güç dünya işçi sınıfı ve ezilen halklardır. 100 yıldan fazla bir zaman sonra işçi sınıfı ve ezilen halklar tarihi yeniden yapma görevi ile karşı karşıyadır.

(T24)

                                                             

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder