10 Kasım 2024 Pazar

10 Kasım’ın iki dakikası…+ -Asaf Güven Aksel/soL

O “sarı saçlı, mavi gözlü” yeniden zuhur etmeyecek. Bir daha aynı 1919 olmayacak. Bir daha aynı 1923 yaşanmayacak. Bu bir doğa / tarih yasasıdır.

İlki 86 yıl önce, 1938’in 10 Kasım’ında olmuştu. Saat 9’u 5 geçmişti. Bu yıldönümünde de, yine yelkovan akrebi ite kaka devinmek zorunda olduğundan, o kaçınılmaz saat gelecek, bu yazıyı günün hangi zaman diliminde okuduğunuza bağlı olan ifade farkıyla, bir kez daha Mustafa Kemal Atatürk, gözlerini yumdu, yumuyor ya da yumacak diyeceğiz. Bu mutlak. 

Sirenler çalacak, hareket duracak, bayraklar yarıya inecek, ceketler iliklenecek, ayağa kalkılıp başlar öne eğilecek, saat 9’u 7 geçince de, saygı duruşundan normal hayat akışına dönülecek. Ekranlarda resmî spotlar, sermaye kuruluşlarının, bankaların, müteahhit tüccarların riyakârlık geçidi başlayacak, çok dokunaklı, yüksek prodüksiyonlu, “casting” yarışmalı, anma kılıflı reklamları dönecek art arda. Müşteri toplanacak. Sonra onlar da dinecek… İki dakika. Ve hayat kaldığı yerden devam edecek.

Sermayenin çarkları emekçiyi öğütmeye, ülkeyi yağmalamaya devam edecek. Hukukta, sağlıkta, eğitimde, kültürde, ticaretin ve gericiliğin karşıdevrimi saltanat sürecek, başlar önde ceket ilikleme müddetinde bile, onlarca kadın yaşamadan öldürülecek, ülkenin emanet edildiği çocuklar istismara uğrayacak, can verecek, diz boyu açlık kemirecek, cehalet çürütecek… Dağ başını dozer alacak, gümüş dere zehir renge çalacak. Sanayi hamlelerinin, kamu yatırımlarının mirası har vurup harman savrularak özelleştirmeyle peşkeş çekilecek. İki dakika saygı duruşu molası… Sonra hayat yine akacak…

İlhamlarını gökten ve gaipten değil, hayattan aldığını, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamayacağını söyleyen Atatürk’e daha “son nefes”inde, sadece kendisine görünen, sağ omzundaki meleği selamladığı yakıştırmasıyla başlayan hurafe kuşatması, iki dakika bile durmayacak. Anlayacağız ki, “Türkiye Cumhuriyeti … olamaz”daki keskinlik, iç rahatlatıcı bir kesinleme vaadi değil, “olmamalıdır” ikazlı bir vasiyettir. Ama olmuştur, heyhat. Saat 9’u 7 geçmiştir. Sanki ülke saygı duruşu ritüelindeyken, karşıdevrim bunu fırsat bilip sinsice yükselmiştir.

Öyle bir geçmiştir ki gerçekten, bu sessiz, kımıltısız iki dakika, cumhuriyet, diyelim ders kitaplarına göre, bir devlet idare biçimi mi? İşte o devlet de yoktur şimdi ki, cumhuriyet gündem olsun. Türkiye, kuralsız, bağıtsız, hiçbir norma, toplumsal sözleşmeye bağlı olmayan, sadece sermaye hizmetinde bir harami çetesi şeyhinin keyfî yönetimi elinde eriyip gitmektedir sirenler çalarak. “Majestelerinin muhalefeti” terimi, çok uzun yıllar sonra yeniden siyaset literatürüne dönüşünü, CHP ve bir yığın benzeri zevattaki sinameki siyasetsizliğe borçludur. “Sen rahat uyu, yolcusuyuz, bekçisiyiz, alnımızda istiklâl, lalala…” Derken, akıp giden hayat…

Şeyhlerin, tarikatların, cemaatlerin iktidarında, emperyalizmin “yuttuğu”, kapitalizmin “mahvettiği” bir ülkede, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî adlandırma dışı bir niteliğinin kalmadığı koşullarda, Mustafa Kemal’i sevenlerin ve Cumhuriyet’in kurucu ideallerini benimseyenlerin belki de öncelikle idrak etmesi gereken şey, bugünün tarihinin 10 Kasım 2024 olduğudur. 

Ne sıfat getirirseniz getirin önüne, sonuçta, bir insanın 86 yıl önce öldüğüdür bunun anlamı. Mustafa Kemal’in, “ölümden sonra hayat” ya da “tekrar diriliş” inancı yoktu. O “sarı saçlı, mavi gözlü” yeniden zuhur etmeyecek. Bir daha aynı 1919 olmayacak. Bir daha aynı 1923 yaşanmayacak. Bu bir doğa / tarih yasasıdır. El bağlayıp geçmişin tekrarlanmasını beklemek, ya da tekrara yönelmek, akıl ve mantık dışıdır, olanaksızın peşine takılmak, boşa oyalanmaktır.

Bugün Mustafa Kemal’in “bir doktrin, bir ülkü” olarak yaşatılması da aynı yasalara tabidir. Olanaksızdır. Çünkü, yaşandığı dilimde bir tarihsel ilerleme olan süreç, yine yaşandığı dilimdeki yönelimleri ve sınıfsal karakteri sebebiyle, kendi bıraktığı yoz filizlerin sürmesiyle sona ermiştir. Yıktığı köhnelik, üstü örtülmemiş mezarından kalkıp yerine kurulanı yıkmaya koyulmuştur. Haliyle aynı kuruculuk, tekrarlanamaz. Aynı yerden bakarak, aynı yoldan yürüyerek yeniden hayat bulamaz. Bulsa, bugünkü adı ilerleme olamaz.

86 yıl sonra da, 10 Kasım’da saygı duruşu, tıpkı 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim kutlamaları gibi, asla önemsiz törensellik görülemez. Bunların toplumsal karşılıkları, karşıdevrimin meşruiyet ihtiyacına gedik açan, nihaî sistem tesisine çomak sokan direnç noktaları olarak çok değerlidir. Ancak, bu değer, anmalarla kutlamalarla yetinmemekle, kuvveden fiile çıkan bir savunma hattını örmekle, karşıdevrime her düzeyde isyanla vücut bulmalıdır ki, olmayana özlemden çıkıp, yeni bir düzlemde inşa mücadelesine güç olsun.

Bugün 10 Kasım 2024. Güzergâhı Mayıs 1919’dan geçen 9 Kasım 1938’in bütün tarihsel anlamının, gericilik ve sermaye tarafından ortadan kaldırıldığı, emperyalizmin cirit attığı bir ülkede, gönülden özlem yüklü de olsa, ah’larla vah’larla ne bir insana saygı gösterilmiş, ne de bir dönemin ilerici birikimi savunulmuş olunur. Bir “kurtarıcı” bekleyenler ya da bir kurtarıcının göğüste fotoğraf olması onu yaşatmaya yeter sananlar, hüsrana uğramakla kalmayacak, o değerlerin yıkımına ortak sayılacaklardır. Ahde vefa göstermiş bile değillerdir.

Sevileni, sayılanı, ideali paylaşılanı yıkıcılara karşı sadece tütsülerle ananlar, Mustafa Kemal’in deyişiyle, “vazifesini yapmamış”lar safındadır. Gerisi boş laftır. Yatıştırmacı avuntudur.

Laikliğin, bağımsızlığın, kamuculuğun, aydınlanmacılığın olmadığı bir yerde, 1919 da yoktur, 1923 de. Ve bugün bunları savunmak, tarihsel ilerleme ile gericilik arasındaki mücadelenin temeline, yani sınıfsal saflaşmaya uzak durarak, mümkün değildir. Türkiye’nin bugünkü panoramasına yansıyanları değiştirmenin, örgütlü bir halkın ayağa kalkmasından, bir emekçi sınıf hareketine omuz vermesinden başka yolu yoktur. Bunun dışında bir kurtarıcı olmayacaktır. Cumhuriyetin yolu emekçi iktidarıyla kesişmek zorundadır. 

Bugün komünistlerin, cumhuriyet ileri adımına da, o adıma önderlik eden bir devrimciye de hak ettiği saygıyı samimiyetle gösteren tek kesim olması, rastlantısal değildir. Aşmayı hedeflediği için, sınıfsal dayanaklarını emekçiler lehinde değiştirmek istediği için, bir burjuva devriminin ve önderinin çok ilerisinde bir siyasal çizgiyi temsil ettiği için, sermaye ve gericilik işbirliğiyle yürütülen cumhuriyet yıkıcılığına karşı, sağlı “sol”lu her türlü kara çalmayı göğüsleyerek direnmeleri, komünistlerin dünyayı değiştirme ufku gereğidir.

Gericiliğe, yıkmaya koyulduklarından çok daha ileriyi savunanlar direnebilir ancak. Tarihteki bütün ileri adımları, onları yepyeni bir dünyaya giden adımlar olarak değerlendirenler sahiplenebilir. TKP’yi bu alanda da biricik kılan budur.

Bize lazım olan, karşıdevrimci dirence, Meclis kürsüsünden, “ihtimal, bazı kafalar kesilecektir” diye meydan okuyan iradedeki kararlı ve köktenci duruşun bugüne uzanan emekçi sınıf temsiliyetidir.

Mustafa Kemal’e derin ve içten saygıyla, ama bir daha olmayacağı bilinciyle...

                                                             /././

* Bugün için, vaktiniz olursa diye, önemsediğim eski bir 10 Kasım yazımı da paylaşıyorum: 10 yıl önce yazıldığının dikkate alınması dileğiyle…

10 Kasım ve üç saray -Asaf Güven Aksel (10/11/2014)

Barutu erken tükenmişti 1923’ün. Kuruluş ilkelerini ve söylemlerini ileri noktalara taşıyacak, bu anlamda geri verilmesine, kaybedilmesine de direnebilecek biricik gücü, solu ve emekçileri karşı safa koyarak yok etmeye koyulduğunda, saat 9’u geçmeye başlamıştı kendisi için de...

Kimindir sözler bilmiyorum, ama çocuk yaşta yazılmıştır zihnimize kuşaklar boyu, bu şiirimsi tekerlememsi ağıt.

“Saat 9’u 5 geçe / Atam Dolmabahçe’de...”

Bunca yıl sonra hatırlatan, 10 Kasım’ın yıldönümü değil sadece. Belki de, “geçe-bahçe” ses kullanımının ötesinde bir anlama kavuşmasıdır, saat ve yer bildiren bu ölüm haberinin.

Dolmabahçe. Orada Mustafa Kemal’in ölmesi, bir faninin kaçınılmaz sonunu imlemiyor olabilir bugünden bakınca.

Dolmabahçe. Padişahlar sarayına yerleşmiş bir cumhurbaşkanının ölümü bu.

Saltanatın ve hilafetin merkezini, onları yıkarak ele geçirmiş bir yeni rejimin, cumhuriyetin varlığının altını çizme bu dize, bir noktada.

Dolmabahçe’de. Bir cumhurbaşkanı. Öldü, ama Dolmabahçe’deydi! O yılların meydan okuması bu.

İkinci bir anlama geçiliyor buradan, bu basit çocuk şiirinde. Şu saat itibariyle, sarayı ele geçiren yeni rejimin de ölümüdür bahsedilen. Dolmabahçe’de.

Gerisi çürümedir artık, fizik varlığın sona ermesini izleyecek, hatıralardan silinme sürecidir.

Saat 9’u 5 geçe.

Doktor kalkamamış, lambaları yakamamış, çaresine bakamamıştır işte. Gitmektedir elden.

Saray, bir kez daha düşmeye, el değiştirmeye yüz tutmuştur bir ölümle.

Doktoru değil, halkı kaldıracak bir kudretten yoksun, yani ölüme yazgılı bir sınıfın rejimine mekân tutulan, Dolmabahçe’de.

                                                         * * *

Geç bir burjuva devrimi, tek başına tanımlamıyor, önderinin ölüm yıldönümünde anımsadığımız bu rejimin inşasını. Dolmabahçe’ye “Sultan Sarayı” demeyi sürdüren Bolşeviklerin, yine bugünlerde kutladığımız devriminin, Ekim’in bir tasarı olmaktan çıkarıp gerçekliğe dönüştürdüğü sosyalizmin varlığı da belirlemişti kuruluş dönemini.

Öncüllerinden ve benzerlerinden oldukça radikal hatlarla ayrılan, aydınlanmacı, planlamacı, kamuya ağırlık veren, yıktığı rejimin bütün kalıntılarıyla sert hesaplaşmalara giren tavrıyla, emperyalizme karşı mücadele içinde oluşan bir bilinçle, toplumu tebaadan yurttaşa taşımaya yönelik Jakoben hamleleriyle birlikte, ülkemizin tarihsel ileri adımını temsil eden 1923 Cumhuriyeti’nin harcında, hemen yanı başındaki bu devrimin de payı vardı.

O devrim, sınıfsal temeliyle zıt olduğu bir başka devrime, bu yıkıcı ve kurucu iradeyi olumlayarak, ama niteliği konusunda hiçbir hayale kapılmadan, emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadelesinde dost elini uzatmıştı.

1923 Cumhuriyeti’nin sınırları, bu elin önce ikircikli tutulması, sonra kendi karakterini öne çıkararak korkuyla itmesiyle çizilmişti.

Barutu erken tükenmişti 1923’ün. Kuruluş ilkelerini ve söylemlerini ileri noktalara taşıyacak, bu anlamda geri verilmesine, kaybedilmesine de direnebilecek biricik gücü, solu ve emekçileri karşı safa koyarak yok etmeye koyulduğunda, saat 9’u geçmeye başlamıştı kendisi için de...

                                                        * * *

Ve 9’u 5 geçe, Dolmabahçe’de ölmesi bir cumhurbaşkanının, yelkovan saatin kadranında ilerledikçe, bir rejimin de ölüm döşeğine serilmesine varmak zorundaydı.

Bir başka çocukluk ezberimizin 10 Kasım şiirinde denildiği gibi, sarsılıyordu yedi tepe, yaman esmişti Dolmabahçe’de rüzgâr... Sarsılıyordu... O ki, toplum doymamıştı devrime, o rejime kara topraklar doysundu, belleğimizdeki dizelerle...

                                                          * * *

Saat henüz 9’u 5 geçmemişken, Mustafa Kemal’e bir “hacı”nın mülkiyetindeki bataklık, sazlık bir arazi armağan edilmişti. Dudak kıvrılmıştı, hiçbir şey olmazdı o araziden. Öyle demişti uzmanlar, kurutulması bile boşa zahmetti. Saat, bir yeni rejimin heyecanı saatleriydi oysa. Kollar sıvanmış ve bir bataklığın verimli araziye çevrilebileceği, doğaya iyileştirme yönünde müdahale edilebileceği, bir sembolik anlama taşınıvermişti. 1923 Cumhuriyeti, bozkır başkentinin bataklık arazisini, tarıma, hayvancılığa, şıracılığa, çiçeklendirmeye elverişli bir yere çevirmeye muktedir olduğunu kanıtlamakta kullanmıştı bu “olmaz” denilen şeyi. Emek ve irade, demişti, engel tanımaz. Doğanın ve toplumun dönüşümünü örnekleyecekti. Başarmıştı da. Orman Çiftliği böyle doğmuş, devrimci iradenin nişanesi gibi yeşile dönmüştü. Endüstriyel çalışma sahasıydı, fabrikaydı, seraydı, üründü şimdi o bataklıkta yükselen...

Ama saat ilerliyordu, atılım enerjisi geriliyordu...

                                                        * * *

76 yıl olmuş Mustafa Kemal Dolmabahçe’de öleli.

O saray, şimdi rantçıların, tarih yıkıcılarının elinde, her an çökmesi beklenen bir çürük binadır.

Atatürk Orman Çiftliği, haraç mezattır.

Gericilik, saltanat ve hilafet düşkünlüğü, 1923’ün, 1938’de orada olduğunu, bir cumhuriyet olduğunu 10 Kasım şiirinde bile ilan ederken, rövanşı “şimdi biz yine oradayız” nidasıyla almaya hiç yeltenmemiştir bile.

Çok daha sert vurmuştur darbesini.

Bir bataklıktan eşsiz bir verimli toprak mı yaratmıştınız, diye sormuştur. Dokunulmaz mı ilan etmiştiniz? Koruyacak mıydınız? Bu muydu sembolik gösteriniz? Kurucu irade miydiniz?

Sert vurmuştur.

Tam oraya, tarihi de yasaları da çiğneyerek, durdurulamazlığını göze sokarcasına, bir saray inşa ettirmiştir.

Cumhurbaşkanı sıfatlı bir sultan özentisini, oraya yerleştirmiştir. Merdivenlerinden ihtişam yansısın diye, dersini çalışmamış sözlüdeki öğrenci duruşundan heybet çıkarmaya heveslilere pozlar verilmiştir.

Bağımsızlık marşına, mehteran ezgisiyle, ritmiyle yorum katarak yapılmıştır tanıtımı.

Yurtta ve cihanda harp çılgını, gerici, faşist, bütün değerleri piyasanın ayakları altına seren, taşı, toprağı, suyu satan, emperyalizmin kulu, dinci bir rejim, sarayını Atatürk Orman Çiftliği’ne dikmiştir tarihten bütün hıncını çıkarırcasına...

Ve elinden saat 9’u 5 geçe hıçkırıklara boğulmak dışında bir şey gelmeyenler, durup izlemiştir bu öç inşasını. Yıkılmış bir rejimin burcuna dikilen bayrağı...

                                                            * * *

Amacımız, Dolmabahçe’de ölen bir cumhuriyet önderine saygısızlık olarak algılanacak anımsatmalarda bulunmak değil.

Ama, ne 29 Ekim’lerde kutlanacak, ne 10 Kasım’larda ağıda duracak bir takvim yaprağı çevrilmektedir uzun yıllardır Türkiye’de. Boştur yapraklar ve yeniden yazılmayı beklemektedir, bir anlamla buluşmak için.

Atatürk Orman Çiftliği’ne dikilen o sarayı yıkmaktan imtina edenleri, o sarayın neyi ifade ettiğini bilince çıkaramadan törensel “kıvanç ve tasa”da ortaklaşanları sarsmalıdır bu 10 Kasım.

Şimdi çürümeye terk edilmiş bir saraydan kalkan cenazeyi bir faninin kaçınılmaz sonu olarak görme aymazlığı eşlik ediyorsa ağıtlara, korunacak ve kollanacak bir emanetinin kaldığı yanılsaması süregeliyorsa, bir diktatörün yeni inşa edilmiş sarayına bakılmalıdır.

Bu 10 Kasım, fethedilmesi gereken bir iktidara yürümenin zorunluluğunu imlemelidir.

Ve bu iktidarın sınıfsal karakterinin ne olması gerektiğini, 1917’de, Kışlık Saray’a yürüyenler göstermektedir.

Dolmabahçe’yi anlamak ve tarihsel konumuna oturtmak, Ak-saray’ı, bu gericiliğin ve paranın saltanat binasını yıkmak, Kışlık Saray’ı topa tutanlarla mümkündür artık...

Bunun dışında, bir bataklığı bitek araziye çevirmenin yolu yoktur.

Saat 9’u 5 geçe Dolmabahçe’de gözlerini kapayan halk bunu kavradıkça, karşıdevrimin sarayında rüzgâr yaman esecektir...

Ve ancak o zaman, yakın tarihimizin en önemli ilerleme hamlesi, bir emekçi iktidarına giden yolun merhalesi olarak, 10 Kasım’larda anılan önderiyle, toplumsal bellekte yeniden canlanacak, saygın yerini alacaktır.

Gerisi, bütün kaleleri düşmüş olan bir cumhuriyetin gömüldüğü karanlıkta dökülen gözyaşıdır, tekerlemedir, yalandır...

Asaf Güven Aksel/soL(10/11/2014)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder