15 Kasım 2024 Cuma

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -15 Kasım 2024-

Bir Almanya gerçeği: İşçilere yoksulluk, CEO’lara zenginlik -Yücel Özdemir-

Almanya’da ekonomideki durgunluk, tekellerin daha fazla kâr ve mali destek arayışı, halk arasında artan güvensizlik 6 Kasım’da SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümetinin dağılmasına yol açtı. Der Spiegel dergisinde bu hafta anlatılan hükümetin dağılma hikayesine göre, zenginlerden daha az vergi alınmasını savunan Maliye Eski Bakanı Lindner’in kapalı kapılar arkasında erken seçim arayışında olduğu anlaşılıyor. 23 Şubat’ta yapılmasına karar verilen erken seçimlerde FDP’nin meclis dışında kalma olasılığı epey yüksek. SPD ve Yeşiller de oy kaybına uğrayacak. Son anketler baz alındığında, üç koalisyon partisinin 2021’den bu yana toplam oy kaybı yüzde 20 civarında.

Bu da halkın son üç yıl içinde izlenen politikalara tepkinin yüksek olduğunu gösteriyor. Tepkinin başlıca nedeni, yaşam standartlarının sürekli düşmesi, gelecek kaygısının artması. Toplam açısından bakıldığında üç yıl içerinde Avrupa’nın en zengin ülkesi Almanya’da dağılan “trafik lambası” hükümeti sayesinde zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum derinleşti. Bütün emekçiler yoksullaştıkça, ekonomideki durgunluğa rağmen tekeller ve onların yöneticileri daha da zenginleşti. Hem de rekor düzeyde.

Hafta başında Almanya’daki borsalar Dax, Mdax ve Sdax’a kayıtlı şirketlerin yöneticilerinin 2023’teki gelirlerinin ortalama yüzde 11 arttığı basında yer aldı. Denetim firması EY’nin araştırmasına göre, üç borsaya kayıtlı tekel ve şirketlerin her bir yönetim kurulu üyesi, ikramiyeler de dahil olmak üzere, ortalama tüm zamanların en yüksek seviyesi olan 2.65 milyon avro gelire sahip oldu. Yönetim kurulu başkanı olan CEO’ların yıllık ortalama ücretleri ise yüzde 16’lık bir artışla ortalama 3.7 milyon avroya ulaştı.

Durgunluğa rağmen yöneticilerin maaşları rekor düzeyde artmış, işçilerin maaşı reel olarak düşmüş. Bunun en somut örneğini binlerce işçiyi işten atacağını, üç fabrikayı kapatacağını ilan eden Volkswagen (VW) tekelinde görmek mümkün. Yatırımcı Koruma Derneğine göre, VW’nin CEO’su Oliver Blume’nin geçen yılki maaşı yaklaşık 10.3 milyon avroydu. Onu 9.1 milyon avro ile Adidas CEO’su Bjørn Gulden, 9 milyon avro maaşla Deutsche Bank CEO’su Christian Sewing takip etti. EY, DAX’a kayıtlı 40 tekelin CEO’larının ortalama yıllık maaşının 5.7 milyon avro olduğunu saptadı.

Maaşlara baktığımızda yıllık 36 bin avro brüt maaş alan bir VW işçisinin Blume’nin bir yıllık maaşını kazanması için tam 286 yıl çalışması gerekiyor. Buna rağmen Almanya’nın en fazla maaş alan CEO’su Blume, kısa bir süre önce tasarruf planları kapsamında işçilerin maaşlarından yüzde 10 kesinti yapılması gerektiğini açıklamıştı. Bu tablodan yola çıkan IG Metall Genel Başkanı Christiane Benner, işçilerinden yüzde 10 feragat isteyen yönetim kurulu üyelerine maaşlarından feragat etme çağrısı yaptı. Benner, VW’nin kâr ortaklığı adı altında hissedarlara dağıttığı paranın geri alınmasına ise karşı. Halbuki, tekelin hissedarlarının aldığı para da rekor düzeyde. ZDF Heute’de yer alan habere göre, VW 2021-2023 yılları arasında hissedarlarına yaklaşık 22 milyar avro dağıttı. Sadece geçtiğimiz yıl dağıtılan miktar 4.5 milyar avro. Tekel aynı yıl tam 18 milyar avro net kâr yapmıştı.

Kârı tekel yönetimine ve hissedarlara “helal” gören sendikacının faturanın zenginliğin asıl yaratanı işçilere kesilmesi karşısında ne kadar direnebileceğini hep birlikte göreceğiz. Gerçek zarar değil, “kârdan zarar” olduğu koşullarda işçilerin maaşından yapılması planlanan kesinti işçi sınıfını daha fazla yoksullaştırma siyasetinden başka bir şey değil. Sömürücü kapitalistler, büyük hissedar Piech ailesi ve Porsche’nin keyfine değen yok! Halbuki tam da bu kriz ve durgunluk koşullarda, sendikanın VW’nin tamamen kamulaştırılması, yöneticilerin de işçiler kadar maaş almasını savunması gerekiyor.

Tekeller ve yöneticilerinin maaşlarında rekor artışların olduğu devrik hükümet döneminde emekçi sınıflar arasında yoksulluk da rekor kırdı. Hans Böckler Vakfı tarafından kısa bir süre önce yayımlanan rapora göre, “1990’ların sonu ve 2000’lerin başında Almanya’da gelir eşitsizliğinde önemli bir artış oldu. 2010 yılında Gini değeri* 0.282 iken bu 2021’de 0.310’a çıktı. Uluslararası kıyaslamalarda oldukça yüksek bir oran.” (WSI-Verteilungsbericht 2024)

Aynı rapora göre, 2021’de Almanya’da halkın yüzde 17.8’i yoksulluk içinde yaşıyordu. Yüzde 11.3’ü de aşırı yoksulluk içindeydi. Yoksulluk oranı 2010’da yüzde 14.2, aşırı yoksulluk ise yüzde 7.8 idi.

Açıklanan veriler 2021’e kadar ekonomideki gelişmelerin yarattığı etkilerle ilgili. Buna bir de ekonomideki güncel gelişmeler, 2022’de başlayan Ukrayna savaşıyla birlikte aratan enerji fiyatlarını eklediğimizde, yoksullaşmanın ifade edilen tablodan da fazla olduğu net bir şekilde söylenebilir. Artan yoksulluk, bunun sorumlusu partilere ve kapitalist sisteme, onun demokrasisine güvensizlik özellikle yoksul emekçi kesimler arasında önceki yıllara kıyasla hızla artıyor. Almanya siyasetteki son gelişmelerin asıl olarak ekonomik ve sosyal gelişmelerle bağlantılı olduğu böylece bir kez daha görülmüş oldu. Bütün bunlar eşitsizliklerin kaynağı kapitalizme karşı mücadele için yeni olanaklar anlamına geliyor.

* Gini değeri, 0-1 arasında bir ulus ya da bir sosyal grup içindeki gelir eşitsizliğini temsil etmeyi amaçlayan bir istatistiksel dağılım ölçüsüdür.

                                                         /././

Türk Telekom işçisi 3 yıllık yoksulluğa mahkum edildi -Hilmi MIYNAT-

Türk Telekom’daki yetkili sendika Haber-İş 3 yıllık toplu iş sözleşmesi imzaladı. Yüzde 36,5 zamla biten sözleşme işçileri yoksulluğa mahkum etti.

Türk Telekom ile Türk-İş’e bağlı Haber-İş arasında yürütülen toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşmaya varıldı. 3 yıllık imzalanan sözleşme ile işçilerin ücretlerine yüzde 36.5 zam yapıldı. Yoksulluk sınırının 65 bin lirayı geçtiği dönemde işçilerin zamlı ortalama ücretleri net 33 bin lira oldu. Kapsam dışı çalışan işçilerin yoksulluk sınırında ücret aldığını belirten işçiler tepkili.

Türk Telekom işçileri, Haber-İş’in ölen ve emekliye ayrılan işçileri de üye olarak göstermesi üzerine, şirketin ve Öz İletişim-İş’in açtığı dava sonucu uzun süre toplu sözleşmesiz çalıştı. Şirketin ve Öz İletişim-İş’in davalarını geri çekmesi üzerine haziran ayında yetki belgesini alan Haber-İş ilk görüşmesini temmuz ayında yaptı. Kasım ayında sonuçlanan görüşmeler sonucunda 1 Mart 2023 ila 28 Şubat 2026 dönemini kapsayan 3 yıllık sözleşme imzalandı. Sözleşmeye göre işçilerin 1 Eylül 2024’teki ücretlerine yüzde 36.50 zam yapıldı. Ayrıca yüzde 5’le sınırlı kalmak kaydıyla bu zam oranına her 3 hizmet yılı için yüzde 1 ilave zam verildi.

Yeni başlayan işçinin brüt ücreti eylül 2024 itibarıyla 40 bin lira (net 29 bin TL) oldu. Son 6 ay için ise enflasyon artı enflasyonun yüzde 15’i refah payı kadar zam alınabildi. Yoksulluk sınırı 65 bin lirayı geçmesine rağmen Telekom’da ortalama işçi ücretleri brüt 49 bin lira (net 33 bin) oldu. Taslakta yer alan birçok madde imzalanan sözleşmede yer almadı.

SENDİKACILAR BAŞKA ŞİRKET BAŞKA AÇIKLADI

Akıllı kart uygulaması üzerinden günlük net 230 TL olarak ödenen yemek bedeli, 1 Eylül 2024 tarihinden itibaren net 300 TL’ye, 1 Mart 2025 tarihinden itibaren net 400 TL’ye çıkarıldı. Haber-İş açıklamasında 70 liralık yemek zammını şu ifadelerle duyurdu: “2024 yılı için ikinci defa bir ücret artışı ile yemek ücretlerinde sektörümüzün ortalamasının üzerinde başarılı bir kazanıma imza atılmıştır.”

İşçilerin akıllı kart uygulamasına tek sefere mahsus yatacak olan 5 bin lirayı şirket başka sendika başka şekilde duyurdu. Haber-İş Merkezi bu 5 bin liranın sadece sendika üyelerine verileceğini duyururken şirket tüm çalışanlara verileceğini duyurdu. İşçiler bunu sendikacıların üye kazanabilmek için son hamlesi olarak yorumladı.

İmzalanan sözleşmeye ilişkin konuştuğumuz bir Telekom işçisi, “Bu sendikadan daha fazlasını beklemiyorduk aslında. Temmuzdan beri bu zam oranı bilinen bir şeydi. Ocak ayından sonra bu zam eriyip gidecek. Dolmuş, otobüs fiyatları artıyor, kiralar artıyor. Benim brüt ücretim 49 bin olacak. Yüzde 27 vergi dilimi, yüzde 15 sigorta kesintisi derken yüzde 42’ye yakın kesinti olacak” diye konuştu. Kira vermeyecek işçi için bile bu ücretin yetersiz olduğunu belirten işçi, “Hiç borcun olmasa, kredi ödemen olmasa, harcaman olmasa o zaman tatmin eder. Bugüne kadar düşük maaş aldığımız için hep kredi çektik, borçlandık” dedi. Akıllı karta yatacak 5 bin liraya ilişkin sendika merkezinin açıklamasını değerlendiren işçi, “Sendikacılar yetkiyi kaybettiklerini bildikleri için son hamle olarak böyle bir yalan yaydı. 5 bin lira için 50-100 işçi daha gelir mi diye düşündüler. Peşinden şirketten mail geldi, mailde belli oldu tüm çalışanlara verildiği” ifadelerini kullandı.

"YOKSULLUK SINIRININ ÜZERİNDE ÜCRET HAKKIMIZ"

Süreç içinde tek bir eylem dahi örgütlenmemesine tepki gösteren işçi “Bu sendika şirket ve iktidar yanlısı olduğu için hiçbir eylem yapamaz. Onları kızdıracak bir açıklama dahi yapamaz. Temmuzdan beri bu zam oranı belliydi. Sosyal medyadan bile açıklama yapılmadı, işçi oyalandı” diye konuştu.

Geriye dönük alacaklara ilişkin konuşan Telekom işçisi, “Geriye dönük alacaklar anamızın ak sütü gibi helaldi. İşçi bu açıklamayla dalga geçiyordu. ‘160 bin lirayla tekne tutalım, tatile gidelim’ diye. Olmayacağını biliyorduk” dedi. “Tekrar yetki alamayacağını bildiği için üç yıllık imzaladı” diyen işçi şöyle devam etti: “Bazı işçilerde ‘DİSK’e üye olalım ama Telekom DİSK’i sokmaz’ gibi düşünce var. DİSK’e karşı sempati var ama iktidar değişmediği sürece yetkili olamaz gibi düşünen var!”

Yoksulluk sınırı üzerinde ücret istediklerini belirten işçi, “Yoksulluk sınırı üzerinde bir ücret hakkımız. Bazı işçilerde kanıksama var. Memur maaşıyla kıyaslayan var. Memur da düşük alıyor biz de düşük alıyoruz. Bu kanıksamanın değişmesi lazım. Öğretilmiş çaresizlik gibi. Hak ettiği ücret değil de alabildiği ücret üzerinden yorumlayan var. Yoksulluk sınırı üzerinde ücreti hepimizin alması lazım” dedi.

İLETİŞİM-İŞ: İŞÇİYE SORULMADAN İMZALANAN SÖZLEŞME BAŞTAN HATALIDIR!

DİSK’e bağlı İletişim-İş, imzalanan sözleşme sonrası yaptığı açıklamada işçiye sorulmadan imzalanan bu sözleşmenin baştan hatalı olduğunu dile getirdi. İşçinin yoksulluk sınırının üzerinde bir ücreti hak ettiği belirtilen açıklamada şu ifadeler kullanıldı: “Telekom işçisi en azından yoksulluk sınırında bir ücreti hak etmiyor mu? Grev adının dahi geçmediği bir toplu sözleşme sürecinden işçi ne elde edebilir? Aylardır çıkacak sonuç aşağı yukarı belliyken yetkili sendika neden bir eylem dahi örgütlemedi? Sendikal bürokrasi neden 3 yıllık sözleşmede ısrar etti? Sendikal bürokrasinin uğursuz rolü işçilerin birliğini bölmek üzerineydi. İşçilerin talepleri görmezden gelindi, iş verenle işçiler değil iş veren ile sendika arasında bir pazarlık yürütüldü. Telekom işçisi için vakit elini taşın altına koyma vakti. Arkadaşlar bugün artık Telekom işçisi için ‘Şu sendika bu sendika, şu görüş bu görüş’ diyerek bölünme zamanı değil! Bugün birleşerek örgütlenme günü! Eğer birleşir ve DİSK İletişim-İş’te örgütlenirsek mart ayında ek sözleşme için birlikte mücadele edebiliriz.”

SÖZLEŞMEDE ALINAN ZAM TÜİK ENFLASYONUNUN ALTINDA

TÜİK verilerine göre 2023 aralık ayı ve 2024 eylül ayları arasında açıklanan mevsim etkisinden arındırılmış TÜFE endeksinde yüzde 38 artış oldu. Sözleşmeyle açıklanan yüzde 36.5 oranında zam son 9 ayda gerçekleşen enflasyonunun altında kaldı. Yılın ilk 9 ayındaki enflasyonun üzerinde ücret alabilen işçiler ise en az 4 yıllık skala farkı nedeniyle enflasyonun yarım puan üzerinde ücret zammı alabilecek.

Yeni sözleşmeye göre skalaya göre ek zam oranları ise şöyle oldu:

* 01.09.2021-31.08.2023 (dahil) tarihleri arasında işe başlayanlara ilave yüzde 1 (Toplamda yüzde 37.50)

* 01.09.2018-31.08.2021 (dahil) tarihleri arasında işe başlayanlara ilave yüzde 2 (Toplamda yüzde 38.50),

* 01.09.2015-31.08.2018 (dahil) tarihleri arasında işe başlayanlara ilave yüzde 3 (Toplamda yüzde 39.50)

* 01.09.2012-31.08.2015 (dahil) tarihleri arasında işe başlayanlara ilave yüzde 4 (Toplamda yüzde 40.50)

* 31.08.2012 (dahil) tarihi öncesinde işe başlayanlara ilave yüzde 5 (Toplamda yüzde 41.50)

* 01.03.2025 tarihine kadar yatırılacak yemek bedelleri 230 TL’den 300 TL’ye çıkarıldı. Bu tarihten sonra ise yemek bedeli 400 TL olarak belirlendi.

* Yıllık 3 bin TL olan giyecek bedeli ise 5 bin 500 TL’ye yükseltildi.

                                                           ***

TRT’de, İsrail’le ticareti eleştirenler MOSSAD ajanı ilan edildi 

TRT’de konuşturulan Emekli Albay Coşkun Başbuğ, İsrail’le ticareti eleştirenleri MOSSAD ajanı ilan ederek “Lamı cimi yok. Etki ajanlığı bu işte” dedi.

"Etki ajanlığı" düzenlemesi Meclisten çekilse de iktidar muhalefetle görüşerek düzenlemeyi yeniden gündeme getireceğini duyurdu. Muhalefet ise iktidarın uygulamalarını eleştiren tüm kesimlerin keyfi olarak suçlanacağını belirterek düzenlemenin tümden çekilmesini istiyor. Tartışmalar sürerken, TRT’de konuşturulan Emekli Albay Coşkun Başbuğ, İsrail’le ticareti eleştirenleri MOSSAD ajanı ilan ederek “Lamı cimi yok. Etki ajanlığı bu işte” dedi. 

Emekli Albay Coşkun Başbuğ, TRT canlı yayınında İsrail ile Türkiye’nin yaptığı ve TÜİK ve Ticaret Bakanlığı verileriyle çokça kanıtlanan ticareti eleştirenlerle ilgili şu ifadeleri kullandı: “Bir taraf bunu sana karşı zaten kullanacak. Benim yadırgadığım bizim içimizden insanlar tarafından bunun gündeme getirilmesi. Maalesef bu işin içerisinde siyasiler de var, akademisyenler de sanatçı diye bildiklerimiz de var. Bu konu ilk gündeme geldiğinde jet yakıtı hikayesi üretildi. Bakanlık defalarca açıklama yaptı, belge sundu. Bunlar ispatlandığı halde hâlâ ısrarla birileri birilerinin talimatıyla kaşıma gayretine girdiler. Bakanımız diyor ki ‘Bu bir MOSSAD operasyonu, Türkiye’yi karıştırmak için bunu yapıyorlar’. Siyasi iktidara karşı bir yapılanmayı tesis etmek, çok net. En son laf söylenecek ülke Türkiye. Dolayısıyla bizim içimizdeki odaklar birilerinin talimatıyla bunları diline doladıkları an, tek bir tanım kalıyor geriye. MOSSAD ajanı hemşerim bunlar. Lamı cimi yok. Etki ajanlığı bu işte.”

                                                         ***

AKP'nin eğitim ve bütçeleme anlayışı: Lime lime ayrıştırmanın, imam hatipleştirmenin, metalaştırmanın, peşkeş çekmenin binbir türü -Adnan Gümüş-

Barış Manço kimi ifade ediyordu, kendi hallerini mi anlatıyordu, bilmiyorum ama şöyle bir şarkısı/şiiri vardı: “Sözüm meclisten dışarı dostlar/ Bugünlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum/ Hani dilim dilim doğrasalar beni/ Marmara, Ege, Karadeniz/ Ve hatta Akdeniz cacık olur diyorum” / (…) Hani ince kıyım doğrasalar beni /Akdeniz cacık olur diyorum/ Ve hatta Atlas Okyanusu/ Ve hatta Hint Okyanusu/ Ve hatta hatta Büyük Okyanus bile cacık olur diyorum/ Böyle cacığa (…)”

Böyle cacığa eğitim mi, memleket mi dayanır?

Maalesef eğitim egemenlerin ideolojik aracı olmaktan çok daha öteye geçmiş, aynı zamanda bizzat çocuk sömürüsü, kârlı bir sektör haline gelmiş. Bir taşla birkaç kuş değil, tüm çocuklar ve hayat vurulur hale gelmiş.

MEB’in son birkaç günlük öne çıkan icraatlarına bakarsak, yine bir bölme parçalama ayrıştırma yolu bulmuşlar “ihtisaslaşma”. Bakan Tekin “Özel Özel Eğitim Dernekleri Konfederasyonu buluşma” toplantısına katılmış, orada konuşma yapmış. Bakan Yardımcısı Ökten “imam hatipliler” ile buluşmuş, bütçe görüşmeleri var.

AKP’NİN EĞİTİM VE BÜTÇELEME ANLAYIŞI: AYRIŞTIRMA, İMAM HATİPLEŞTİRME, METALAŞTIRMA, ÇOCUKLARI VE KAMU KAYNAKLARINI ÇETELERE, TAŞERONLARA, PATRONLARA PEŞKEŞ ÇEKME

Bakanlığın açıklamasına göre “Mesleki eğitimde ‘ihtisaslaşmış’ okullar hayata geçiriliyor. Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğünce hazırlanan ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın onayıyla yayımlanan ‘Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi’ndeki istihdamın kolaylaştırılması için ‘bölge’, ‘ihtisas’, ‘sektör içi’ ve ‘sektöre entegre’ olmak üzere 4 yeni okul modelinin hayata geçirilmesi için çalışmalar sürüyor. Sektörlerin nitelikli iş gücü ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla daha önce meslek lisesi çatısı altında ‘denizcilik’, ‘tarım’, ‘ticaret’ ve ‘turizm’ alanlarında eğitim verilen 494 okul, ‘ihtisaslaşmış okullar’ kapsamına alındı” (Açıklama MEB’in resmi web sitesinde).

Tüm bu bölme parçalamalar metalaşmanın bile ötesinde özel sektöre, patronlara kaynak transferine varıyor. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin “Özel Özel Eğitim Dernekleri Konfederasyonu tarafından Antalya'nın Kundu Oteller Bölgesi'nde düzenlenen ‘7. Özel Eğitimde Rehabilitasyon Merkezlerinin Rolü ve Eğitim Niteliklerinin Artırılması Türkiye Buluşmaları’nda ‘Özel Özel Eğitim Dernekleri Konfederasyonu kapsamında 3 bin 284 özel kurumda 700 bine yakın öğrencinin eğitim öğretim süreçlerini devam ettirdiğini belirterek, bu kurumlarda biyometrik kimlik doğrulama sisteminin en kısa sürede hayata geçirileceğini bildirdi” ve “Özel bireylere yönelik çalışma yapan ve katkı sunanlara teşekkür etti” (Açıklama MEB’in resmi web sitesinde).

Özel gereksinimli çocuklar devletin özel sektöre terk ettiği, dahası en ciddi kaynak transferi yaptığı alanlardan biri haline gelmiş bulunuyor. Eğitimde metalaşma ve özelleştirmenin en uç örneklerinden birini oluşturuyor.

Özel gereksinimli olmak bile sermayedara kaynak transferine, sömürü konusuna dönüşüyor.

Okul kademeleri, okul türleri, bölgeler, tek cinsli okul, MESEM, meslek okulları, özel, sektör, ihtisaslaşma vb. bunlar ne anlama geliyor?

Maalesef çocuklar da toplum da eğitim ve okullar da lime lime bölünüyor, parçalanıyor. Bu parçalanma öyle bir hal aldı ki artık bölgeler değil, mahalle düzeyinde bile ayrıştırılıyor, çocuklar milimlik puanlarla ayrıştırılıyor, aileler milimlik zenginliklerine göre zümrelerine göre ayrıştırılıyor.

Tüm bunlar; insanı, toplumu, hayatı lime lime bölen parçalayan ayrıştıran metalaştıran olumsuz fiiller eğitimin amacı olabilir mi? Dahası tüm bunlar halkın kaynağı ile resmi güç ve kamu kaynağı ile yapılıyor. Halka karşı halkın kaynağı bazı zümre ve sınıflara peşkeş çekiliyor. Bütçeleme bunun en somut ayağını oluşturuyor.

MEB’İN ÖNCELİĞİ EKMEK, SU, EĞİTİM DEĞİL SÖMÜRÜYE ÇOCUK VE KAYNAK TRANSFERİ: KİTAP, YEMEK, TAŞIMA İÇİN 19.7, PATRONA YAMAK İÇİN 25.1 MİLYAR

Hani millettik? İyi günde de kötü günde de varlıkta da yoklukta da birlikte olacaktık.

Tüm canlılığın da eğitimin de temeli hakların ve uygun şartlarının sağlanmasından geçiyor. Yaşam hakkı nedir? Her canlının beslenmesi yaşam hakkının ayrılmaz parçası, yemek ve su insanın ayrılmaz parçası, varlık şartı. Eğer bu sorunlar yaşanıyorsa her şeyden önce su, beslenme, barınma gibi sorunlar için bütçeleme yapması gerekmiyor mu? Cumhurbaşkanının, Bakanlığın bütçesi pek öyle gözükmüyor.

Bakanlığın kendi resmi web sitelerindeki bütçe görüşmelerinde neler ifade ettiklerine dair açıklamadan: “19 milyar 709 milyon lirası ilköğretim öğrencilerinin ücretsiz ders kitabı giderleri, taşımalı ilköğretim ve ortaöğretim uygulaması kapsamında öğle yemeği giderleri ve özel eğitime ihtiyaç duyan öğrencilerin taşıma giderleri için Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonundan aktarılacak ödenek, 1 milyar 300 milyon lirası okullarda kullanılacak kömür alımları için Hazine ve Maliye Bakanlığı bütçesinde tefrik edilen ödenek, 25 milyar 171 milyon lirası aday ve çıraklara ödenecek devlet katkısı için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bütçesinde tefrik edilen ödenek olmak üzere eğitim bütçesinin 1 trilyon 619 milyar 907 milyon 408 bin lira olarak öngörüldüğünü söyledi” (Alıntı MEB’in resmi web sayfasından).

Yani 1.6 trilyonluk bütçeden en temel ihtiyaçlar için sadece 19 milyar ödenirken çocuk sömürüsü yetmiyormuş gibi üstüne üstlük bir de patronlara 25 milyar transfer.

Dahası bakan ne tür suistimaller de yaptıklarını farkında olmadan itiraf ediyor: “MESEM'lerdeki suistimallerle ilgili bir dizi düzenleme yaptık.” Bütçe komisyon görüşmelerinde bizzat bakanın ifadeleri: “Mesleki eğitim merkezleriyle (MESEM) ilgili bazı eleştiriler olduğunu belirten Tekin, ‘Biz de başladığımız andan itibaren MESEM'ler yani bu başlattığımız projeksiyonda suistimallerin yaşandığını gördük. MESEM'lerdeki bu suistimallerle ilgili bir dizi düzenleme yaptık ve bu suistimaller tamamen önlenmiş durumda’ ifadelerini kullandı. Bu konuda aldıkları önlemlerle ilgili bilgiler aktaran Bakan Tekin, bunlar arasında her öğrencinin devlet katkısından bir defaya mahsus yararlandırılması, İŞKUR aktif iş gücü, kurs veya programlardan yararlananlara devlet katkısının ödenmemesi, önceki öğretmenlerin tanınması kapsamında mesleğinde ustalık belgesi alabilecek durumda olanlara devlet katkısı ödemesi yapılmaması gibi konular bulunduğunu ifade etti” (MEB’in kendi web sayfasında bu ifadeler).

Bakanlığın itiraf etmediği, ifade etmediği daha temel suistimaller var. En büyük suistimal çocukları MESEM altında yamaklığa, çıraklığa, çocuk işçiliğine, çocuk sömürüsüne transfer etmek değil mi, bir de bunun tüm yükünün çocuklara bindirilmesi ve ödemelerini kamu bütçesinden yapmak, böylece patrona taşerona partidaşa kaynak transfer etmek değil mi? Hem de işsizlik vb. fonlardan, halkın fonlarından.

Eğitim ve okul temel bir hak değil, sektörün kâr nema alanı olmuş, MESEM ve meslek okulları eğitim ve okul amaçlarına hizmet etmekten çıkmış, çocuk sömürüsüne dönüştürülmüş, imam hatipler muhafazakar dinci yetiştirme ocaklarına dönüştürülmüş. Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinden en büyük paylar da yine bunlara ayrılıyor, her çocuğa nitelikli eğitim değil taşerona, patrona, partiye, tarikata nema sağlama bütçelemenin temel ilkesi haline gelmiş bulunuyor.

KENDİNDE AMAÇLAR NELERDİR? EĞİTİMİN, BÜTÇELEMENİN İLKELERİ, ÖLÇÜTLERİ NELER OLMALI?

AKP’ye, Bakanlığa, muhalefete, herkese basit bir soru: Eğitimin herhangi bir araçsallaştırmaya yol açmadan herkes için, insan, toplum ve hayat için, herhangi bir gerekçe saymadan “kendinde amaç” olarak kabul edilebilecek bir tanım veya birkaç amacı nedir, neler olmalıdır?

Merak ve bilme kendinde bir amaç mı? Her çocuk ve canlının kendini geliştirmesi kendinde bir amaç mı? Her bir şeyin, insan ve toplumun, kendini ve kendi geleceğini kendi bilgi akıl istem iradesiyle belirleme istemi -özgürlük ve bağımsızlık fikri- kendinde bir amaç mı? İnsan ve toplumların bilgi beceri edinimi, kendini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi, özgürleşmesi eğitimin en temel amaçları mı?

Peki, bunların şartları nedir, bütçe ne anlama geliyor?

Bütçelemenin ilkesi, bu temel hak ve özgürlüklerin mevcut kaynaklarla nasıl sağlanabileceğidir. Yani bütçeleme bu temel hakların ve özgürlüklerin ayrılmaz parçasıdır. İkinci kuşak ve üçüncü kuşak haklar diye adlandırmak çok uygun değil, bunlar birer farklı derece veya basamak değil, temel hak ve özgürlüklerin ayrılmaz parçaları ve şartlarını oluşturmaktadır.

Eğitimin de bütçelemenin temel ilkesi; tam da temel hak ve özgürlüklere yönelik kendinde amaçların gerçekleştirilebileceği şartları herkes için eşit ve adil bir şekilde sağlamak olmalıdır.

Temel hak ve özgürlükleri paranteze alsak, yine de geriye genel bir ilke kalır: Herkese eşit ve adil bir eğitim, eşit ve adil bir bütçeleme.

                                                          /././

Asgari ücret tartışmaları -Erkan Aydoğanoğlu-

Türkiye’de enflasyon artışının nedenleri tartışılırken kamuoyunda enflasyon artışının asıl nedeninin ücret artışı olduğu konusunda tartışmalar yürütülüyor. Bu çarpık fikrin sadece ekonomi ile ilgilenenler arasında değil, ücretli çalışanlar arasında da azımsanmayacak bir karşılığı var. Ücret artışlarının enflasyonu artıran temel değişken olduğu düşüncesini benimseyenlerin mevcut enflasyonun kendine özgü dinamikleri ve ücretlerin bu dinamikler içindeki rolü konusunda, kasıtlı olarak yapmıyorlarsa, kafalarının epey karışık olduğu anlaşılıyor.

Ekonomik büyüme dönemlerinde talep artışı fiyatların yükselmesine neden olabilir. Ancak yapılan araştırmalar ücretlerdeki artışın enflasyon üzerindeki etkisinin iddia edildiği gibi temel belirleyici olmadığını gösteriyor. Emekçilerin aldığı ücretler, toplam maliyetlerin küçük bir kısmını oluşturuyor. Nitekim bu alanda yapılan çalışmalar yüksek kâr oranlarının enflasyonun artmasına ücretlerden daha fazla etkili olduğunu tespit ediyor. Bu etkinin boyutunu hem maliyetler hem de talep koşulları belirliyor. Özellikle Türkiye gibi denetimin zayıf olduğu ekonomilerde, kâr oranlarının yükselmesi, enflasyonun temel tetikleyicisi durumunda. Benzer tespitleri asgari ücretin fazla artırılmamasını isteyen IMF de yapıyor.

Türkiye ekonomisinde son yıllarda belirgin şekilde gözlendiği gibi yüksek kâr oranları, genellikle ücretlerin sabit ya da düşük kaldığı dönemlerde gerçekleşiyor. Merkez Bankasını, piyasacı akademisyenleri ve patronların asgari ücrete hedeflenen enflasyon oranında zam yapılmasında ortaklaştıran temel neden kesinlikle enflasyonun düşmesi değil. Çünkü enflasyonun sadece ücretlerin baskılanmasıyla düşmeyeceğini onlar bizden daha iyi biliyorlar.

Aralık ayında asgari ücretlere ne kadar zam yapılacağı tartışmaları sürerken, önümüzdeki dönemde bütün fiyat artışlarının gerçekleşen enflasyon oranında olacağı biliniyor. Bütçede vergi artışlarının tamamı gerçekleşen enflasyonun üzerinde belirlendi. Benzer şekilde yeniden değerleme oranı yüzde 44 olarak açıklandı. Vergiler ve fiyat artışları belirlenirken gerçekleşen enflasyonun üzerinde artış yapılmasına ses etmeyenler, utanmadan asgari ücrette ‘yüzde 25’ artış talep ediyor. 

Türkiye’de enflasyonun en önemli nedenleri arasında uzun süredir maliyet artışları yer alıyor. Enerji, gıda ve sanayi girdilerindeki artışlar, özellikle temel tüketim ürünlerinde yüksek fiyatlara neden oluyor ve bu durum enflasyonun hızının yavaşlamasını engelliyor. Bu durum bilinmesine ve bu yıl ara zam yapılmamasına rağmen asgari ücret artışında ‘yüzde 25’ beklentisi yaratmanın tek bir nedeni var. O da asgari ücret pazarlığında hükümetin ve patronların elini güçlendirmek. Böylece yüzde 25 üzerinde yapılacak her oransal artış işçilerin ihtiyaçlarını karşılamaktan çok, bir kez daha seçilmek isteyen Erdoğan’ın jesti olarak algılanacak.

Bugüne kadar asgari ücrete açıklanan resmi enflasyon oranının altında artış yapılmadı. Ancak bu yıl, ‘enflasyonu düşürmek’ bahanesiyle, 2024 sonunda gerçekleşmesi beklenen enflasyonun altında zam yapılması için yoğun bir propaganda yürütülüyor. Asgari ücrete enflasyon oranında artış yapmak gerçek anlamda ‘zam’ değil, yılbaşından itibaren satın alma gücünde yaşanan azalmanın kısmen telafi edilmesi demek. Buna rağmen 2025 yılı için asgari ücret artışını bugüne kadar hiç tutturulamayan ‘hedeflenen enflasyon’ oranına göre belirlenmesini istemek, işçi ve emek düşmanlığından başka bir anlama gelmiyor.

Asgari ücret zammı tartışmalarında doğru tutum alınmak isteniyorsa yapılması gereken belli. Asgari ücret belirlenirken enflasyon oranlarına endeksli bir artış yerine, yoksulluk sınırını temel alan bir yaklaşımla hareket edilmesi gerekiyor.

                                                            /././

Arka taraf!-Nuray Sancar-

Selçuk’ta en büyüğü beş yaşında beş çocuk yanarak öldü. Bu beş çocuğa izbe bir konduda bakmak için çöp konteynerlerinden atık kağıt, plastik, hurda toplayan anne, parasını almak için 20 dakikalığına evden çıkıp döndüğünde beş yavru artık yoktu. Devrilen elektrik sobası sonları oldu. Yoksulluğun kadınlara, çocuklara hayatı nasıl zindan edebildiğini gösteren tam bir Türkiye tablosu.

İstatistiklere, sayılara boğmayalım şimdi, dünkü Evrensel’de çocuk ve kadın yoksulluğuyla ilgili kara tablonun bilançosu var zaten. Bu sayılar emekçileriyle ayrı, çalışamayacak durumda olanlarla ayrı, çocuklarla ayrı, pazarlıklar yapan ve daima üste çıkan bir kurulu düzenin sürekli kadın ve çocuk öğüttüğünü gösteriyor. Eleştiriler bu düzenin bekçisi iktidarın üzerinden bedenleri teflonla kaplıymış gibi kayıyor. Ve daima ‘arka tarafta’ bizim bilmediğimiz bir şeyler olduğunu ima ediyorlar. Ya da açıkça şikayet edeni, eleştireni, mağdur olanı, hayatı kayanı suçluyorlar.

Özlem Zengin hamfendi de öyle yaptı. Söylediğine göre ‘bakanlığımız’ kaymakamlık üzerinden 110 bin 705 lira (!?) elektrik desteği vermiş, başka destekler verilmiş. Aile 118 kere ziyaret edilmiş, çocukların koruma altına alınması teklif edilmiş… Hamfendi sayıları yuvarlamıyor. 110 bin demiyor mesela, 120 demiyor… Çünkü asgari ücrete 17 bin artı 2 TL diye değer biçen iktidarın mensubu o. İkna kabiliyetini küsurata yüklüyor. Yetmiyor ama. O zaman, ‘Başka şeyler var… Aile içinde… Arka tarafta konuşalım’ diyor. Gerçeğin küsuru da ‘arka tarafta’, ailenin içinde. Kadın suçlu, hapisteki baba suçlu, çocuklarını devlet korumasına vermeyen annelik hali suçlu. ‘Dönüp dolaşıp para diyorsunuz’ diyebildiği herkes suçlu. Doğruyu bir Özlem hamfendi biliyor, susturucu takılmış sözler geliyor: “Bütün bu problemlerin olmasının sebebi, parasal sebepler mi! Değil, bunun altında başka sebepler var. Konuşalım, onları da arka tarafta size izah edeyim. Ailenin içerisinde olan başka problemler de var.”

Peki arka tarafa geçelim. Kanser hastası Dilek Özçelik derdini anlattığında kadına dilenci muamelesi yaparak para tutuşturan Bakan Erdoğan Bayraktar’ın vicdanı bu sözlerin de ortak paydasıdır. Çocuklarını pis okullara mecbur eden, velileri temizlikçiye, öğretmenleri gündelikçiye dönüştüren, okuyamaz yazamaz bir gençlik yetiştiren, çocuk emeğini MESEM’lerde sömüren, SMA’lı çocukların ailelerini her köşe başında yalvartan, okul yemeğini çocuklarına çok gören aynı vicdansızlıktan beslenir. Finans merkezlerini dolaşarak kendi kıymetli ekonomi asalaklarına hibe edeceği, vergilerini rahatlıkla silebileceği parayı dilenirken, ülkeye yatırım yapılsın diye New York’un devasa billboardlarına kendi reklamını yaparken de bilendi bu vicdansızlık. Bir de çalışabilir nüfusun işsizlik oranı yüzde 30’a, yoksulluk sınırı 65 bin liraya tırmandığında.

Beş çocuklu, yalnız bir anneyi suçlamak kolay. Sözde koruma altına alınan çocukların kötü muamele, istismar, beyin yıkama, şiddet ve her türlü kötülüğe maruz kalabilme ihtimalinin hiç de düşük olmadığı bir ortamda “Çocukları istedik, vermedi” deyip işin içinden sıyrılmak kolay geliyor. Oysa verseydi anneliğinin başka türlü kusurları olacaktı. Annelik her suçlamaya açık bir mazgal deliği çünkü. Neden arka arkaya beş çocuk doğurduğu, bakamayacağı çocuklara neden sahip olduğu, neden çocukları evde bıraktığı o arka tarafın mevzuları. Kusuru bol bir annelik mitini her dakika yeniden üreten Aile Bakanlığı, Diyanet ve öteki kurumlar kadını eğip bükmeye çalıştıkça malum parasal sebepler iktidarın korumaya çalıştığı aileyi ve içindekileri darmadağın ediyor, o ayrı.

Özlem Zengin hamfendinin uzvu olduğu iktidar bünyesi üzerine en çok ideolojik yatırım yaptığı aile ve çocuktan çürüyor. Sefaleti ahlakla sıvamaya, söylemle gizlemeye çalışan hiçbir söylemin, sayısal küsuratın faydası yok. Dönüp dolaşıp her şey paraya dayanıyor işte. Yani sosyal hakların budana budana sıfır virgül küsurata dönmüş olmasına, kadının ve çocuğun refah içinde yaşayabileceği maddi kaynakların yokluğuna. Biz ona para diyoruz, başka bir adı yok. Arka tarafta yokluk var işte; beş çocuklu bir anneyi çöpten artık toplamak zorunda bırakan o sefil düzen.

                                                             /././

Ormanlarımız için direneceğiz -Arif Nacaroğlu-

Ülkenin çivisi çıktı. Bir yanda bir eli yağda bir eli balda olan mutlu azınlık. O kadar mutlular ki çevrelerini saran ışıklı, camlı, deri koltuklu, ballı, börekli, altın tozlu ördek kızartmalı, 8 silindirli Alman otomobilli, özel uçaklı, İngiliz kumaşı paltolu dünyalarından kafalarını çıkartıp geride kalan mutsuz, yoksul, umutsuz çoğunluğu göremiyorlar. Aslında tehlikenin farkındalar. Yoksulluğu, umutsuzluğu yönetecek ne güçleri ne de paraları kaldı. Ellerinde bir tek hukukun içerisinde yükselme hırsı ile kirlenmiş adamları, sokaktaki insanı ne için dövdüğünü düşünemeden coplayan kolluk kuvvetleri kaldı. Bir de “İsrail bize saldıracak” diye tepinen siyasetçileri, “Ülkemiz tehlike içerisinde ve ülkeyi kurtarmanın tek yolu işçiler, emekçiler, işsizler, emekliler kendilerine verilen, verilmeyen her şeye vatan için razı olmalı” diye zıplayan, saçmalayan ekonomistleri(?), “Ülkemiz güllük gülistanlık, varlığımızı reise borçluyuz” diye çırpınan trol gazetecileri kaldı.

Giderler. Neleri, kimleri gördük. Bir zamanların ANAP’ın siyasetçi hoyratları, ANAP’ın zenginleri, 12 Eylül cuntasının işkencecileri vardı. Daha öncelerde vatan cepheleri kuran Demokrat(?) Parti şımarıkları vardı. Anadolu’yu, Mısır’ı, Pers’i talan eden Büyük(?) İskender vardı. Kan içmekten zevk alan Asur kralları, Maya rahipleri vardı. Hepsi yaptıkları pisliklerle birlikte tarihin çöplüğüne gitti. Arta kalanlar şimdi pişman numarasıyla televizyon ekranlarında, sosyal medya köşelerinde hatırlanmaya, hayata tutunmaya çalışıyor.

Bunlar da yakında tarih olur. Onlardan geriye ne kalır?

Türkiye’nin modern kölelik endeksinde en tepelere yükselmiş olması kalır. Enflasyonda dünya birinciliğimiz kalır. Yurt dışına, okyanus adalarına, daha Batıya kaçırılan milyar dolarlardan arta kalan boş kasalar kalır. Ama bunların hepsi emeğin, emekçinin, işsizin, gençlerin, hakkın, hukukun söz sahibi olduğu iktidarda düzelir. Ama bir şey var ki düzeltilmesi yıllar alır.

Ormanlarımız.

Holding patronunun, kızı, oğlu daha fazla dolar kazansın, daha fazla ıstakoz tıkınsın diye yok ettiği Akbelen Ormanlarının boş arazisi kalır. Küfürbaz Zottirik’in İngiltere’de daha fazla ev, sokak, cadde, mahalle almak için yok ettiği Kaz Dağı Ormanlarından, Rize’nin, Artvin’in, Karadeniz’in derelerinden, yaylalarından geriye onarılması yüzlerce yıl alacak taş ve kum yığını kalır. Yemyeşil Prens Adalarından geriye beton kalır.

Bir gitsinler her şeyi düzeltiriz. Ama ormanlarımızı, kuruyan derelerimizi geri getirmemiz yüzyıllar alır. Haksızlığa, hırsızlığa, talana, yazarak, çizerek, konuşarak, bağırarak, kol kola girerek direneceğiz. Önce “Ormanlarımız, ağaçlarımız” diyerek direneceğiz. Ve mutlaka çocuklarımız, torunlarımız için daha güzel bir dünya kuracağız.

                                                             /././

Hekim grevleri tüm dünyada tarihsel bir eşikte -Zeki Gül-

Yetmişli, seksenli yılları yaşayanların da hatırlayacağı üzere görkemli işçi grevlerinin yanında sağlık iş kolunda grevler devede kulak misali oldukça sınırlıydı. Son bir yılda İngiltere'den Amerika'ya, Türkiye'den Hindistan'a, Slovenya'dan Fransa, İsrail'e her bir ülke tarihinin en uzun hekim grevleri yapıldı, yapılmaya devam ediyor.

Hekimler, sağlıkçılar yorgun, kaygılı ama bir o kadar da direngen ve mücadeleci. Salt bizde değil birçok ülkede durum benzer. Ülkede ve dünyada hekimlerin ve cümle sağlıkçıların süre ve sıklık olarak grev pratiği gittikçe yaygınlaşıyor.

2023 ekim ayında sağlık sektöründe hizmet sağlayan Kaiser Permanente firmasının 75 bin sendikalı çalışanı ABD’nin beş eyaletinde iş bırakmıştı. Hekimlerin katılmadığı bu grevde “Ücretlere zam, taşeron işçilere yönelik güvenceler ve emeklilik alanında iyileştirmeler” ana taleplerdi. Bu ABD tarihinin en büyük sağlıkçı greviydi.

Gerek pandemide ötelenmiş işler gerek bazı ülkelerde nüfusun hızla yaşlanması, sağlık iş yükünde artışa yol açmakta. Gelirlerin azaldığı, iş yükünün arttığı bu ahvalde büyük sağlık iş kolu grevleri ve hekimlerin daha fazla içinde yer alması kaçınılmaz bir sonuç.

Doktor, hemşire açığı, düşük maaşlar ve fazla mesai Covid pandemisi yorgunu sağlık iş kolunda Türkiye dahil tüm Avrupa’da grev dalgasına evrildi. Geçtiğimiz ay bu gerçeklik Almanya, Slovenya ve İsveç'te grevlere yol açtı. Fransa’da tıp eğitimi reformu gündemi öğrencileri ve doktorları ayağa kaldırdı. Bizde ise aile hekimlikleri geçtiğimiz hafta üç gün greve gittiler.

Avrupa’nın diğer ülkelerine göre greve daha az rastlanan İsveç’te sağlık çalışanları, 16 yıl sonra ilk kez 2024 yılında 78 gün üst üste greve gitmiş oldular. Hemşire, ebe, ve radyograflardan oluşan 114 bin üyeli İsveç Sağlık Çalışanları Birliği bununla yetinmeyip 2025 yılında da 11 Nisan’dan 28 Haziran’a kadar greve gitme kararı almışlardı ki talepleri kabul gördü.

Yine ocak ayında Almanya’da kamu üniversite hastanelerinde çalışan binlerce doktor, toplu sözleşme görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından greve gitmişti. Geçtiğimiz ay aynı taleplerle üniversite hekimleri sokaklardaydı protesto için.

Slovenya da 2023’ten bu yana ülke tarihinin en uzun hekim grevlerine sahne olmakta. Grevler öylesine etkili ki hükümetin, “Sağlık sisteminin istikrarlı bir şekilde işlemesini garanti altına almak” adına grev sırasında asgari çalışma süresi şartı getirecek olan yasal değişikliğine sendikalar Slovenya Anayasa Mahkemesinde itiraz ettiler.

Aile hekimlerinin özgün grevleri Avrupa’da hızla yayılmakta. Geçen hafta Türkiye’de üç günlük grev yaşandı, talepleri kabul görmezse 2-6 Aralık’ta bu kez beş günlük grev öngörüyorlar. Ocak 2024’te İngiltere’de Ulusal Sağlık Hizmetleri (NHS) bünyesinde görevli pratisyen hekimler de altı günlüğüne grev yapmıştı. Grev, bugüne kadar NHS’nin tarihinde görülen en uzun iş bırakma eylemiydi, aynen diğer ülkelerde olduğu gibi. İngiltere'de de her iki hekimden birisi pratisyen hekim olup grevin etkisi de büyüktü.

Yine İngiliz Tabipler Birliği (BMA) üyesi asistan hekimler, İngiltere’de seçim gününden bir hafta önce, 27 Haziran’da grev kararı almışlardı. Bu ilk olmayıp 2023 yılında da asistan hekimler ülke tarihinin en uzun grevine gitmişlerdi.

Bir başka grev dalgası Güney Kore’deydi. Ocak 2024’te asistan doktorların yaklaşık dörtte üçü greve gitmişti. Güney Kore’de sağlık hizmetleri büyük ölçüde özelleştirilmiş durumda.

Denebilir ki sağlık iş kolundaki grevler giderek etkinleşirken ülkeler kendi demokrasi eşikleri ile sınanıyor. Misal Güney Kore hükümeti, “İşe dönmemeleri halinde grevde olan binlerce asistan doktorun tutuklanacağını ve tıbbi lisanslarının iptal edileceğini” açıklamıştı, gücü yetmedi. Aynen İsrail’de büyük hekim grevinde olduğu üzere. 1983 yılında 118 günlük hekim grevinde dönemin iktidarı hekimlerin yüzde 40’ını askere almakla tehdit etmişti.

“ Hekim grevleri ilk olarak 1962’de Kanada’da başlamıştı. Sonrasında “1973 İsrail; 1975 İngiltere; 1976 ABD, Kolombiya; 1980 İsveç; 1983 İsrail; 1984 Finlandiya; 1999 Almanya, İspanya, Lübnan; 2000 İsrail; 2001 Finlandiya, Yunanistan; 2002 Fransa, Portekiz, Hindistan; 2003 ABD, Fransa, Gana, Hırvatistan, İrlanda, Şili, Yenizellanda, Zambia;, 2006-2010 Güney Afrika; 2011-İsrail; 2012-İngiltere; 2020-Fransa, Hong Kong; 2022-2023-Nijerya ve İngiltere’de kamu sağlık sektöründe grevler ve eylemler oldu”. (1). Bu bağlamda Türkiye’de de 2002’den bugüne çok sayıda uzun süreli grevler yaşandı. (1)

Dünya tarihinde hekim grevleri diğer iş kollarına kıyasla oldukça nadirdi son üç yıla kadar. Hipokrat’tan beri hekimler yüksek sosyal statüleri ve refah düzeylerimin iyiliğiyle bilinirdi. Dünyada sağlık alanında politik tercihlerin oluşturduğu yapısal başarısızlıklar, çalışanların satın alma gücünün azalması, çalışma koşullarındaki kötüye gidiş binyılların hekim gerçekliğini tersyüz etti.

Hekimlerin sosyal statüsü gerilerken bir o kadar da yoksullaşıyorlar. Hekimlerin pasif proleterleşmeden aktif proterleşmeye geçiş süreci bazı ülkelerde daha hızlı olsa da tümünde tamamlanmaya yakın.

Bir o kadar da iş yükleri artıyor hekimlerin dünya genelinde. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ-WHO) Avrupa Sağlık İşgücü ve Hizmet Sunumu Bölgesel Danışmanı Tomas Zapata, “Temelde dört ana faktörden dolayı talep artışı var: Nüfusun yaşlanması, multimorbidite ve kronik hastalıkların artması, COVID-19 pandemisi sırasında bekleme listesi açısından biriken yığılmalar ve ayrıca hastaların artan beklentileri” diyor bir söyleşisinde.

Kapitalizm krizini sağlık ve sosyal güvenlik başlıklarında aşmakta zorlanıyor. Kırılma noktası sağlık olacağa benziyor. Son bir yılda hekimlerin de katıldığı sağlıkçı grevlerinin ilgili ülke tarihlerinin en uzun grevleri oluşunu iyi okumak gerekiyor.

Hipokrat’tan bugüne mesleki antlarında hastaları arasında ırk, dil, inanç ayrımı yapmama bulunan hekimler, dünya genelinde hak arama mücadelesinin merkezine oturacağa benziyor. Ülke sınırlarını aşan hak arama mücadelesi olarak grevler, hekimler ve cümle sağlıkçılar eliyle aynı anda tüm Avrupa'da ya da daha geniş coğrafyalarda hayata geçeceğe benziyor çok da uzak olmayan bir gelecekte.

Türkiye’de hekim meslek örgütü TTB'de toplumcu hekimlik anlayışının on yıllardır benimsenmiş olmasının bir getirisi olarak grevlerde hekim hakları kadar toplumun sağlık hakkı da talepler arasında yer buluyor.

Aile hekimliklerinin grev pratiğine sahip çıkmak aynı zamanda tüm toplumun sağlık hakkına sahip çıkmak demek.

Türk Tabipleri Birliği (TBB), sendikalar ve ilgili derneklerin oluşturduğu 14 kuruluş, yönetmeliği protesto etmek üzere üç günlük iş bıraktı geçtiğimiz hafta. Talepler karşılanmazsa aralık ayında beş gün grev gündemde.

Unutmayalım, dayanışmanın dışında kalmayalım.

 Sağlıcakla kalın.

(1) HEKİMLİKTE G(Ö)REV FENOMENİ: NİTEL ARAŞTIRMA KUBİLAY ÖZER / https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3312021,

İngiltere'de Kasım Gelincikleri ya da 'şehitleri anma' günü -Mustafa Yalçıner-

Geçtiğimiz pazar bir büyük alışveriş merkezindeydik. Saat 11’i az geçe saygı duruşuna davet eden bir anons duyuldu. Herkes saygı duruşuna geçti. Tam da 10 Kasım’da. Önce şaşırdık. Bizim 10 Kasım anmaları gibiydi, ama iki saatten fazla gecikmişti!

Çağrıyı tam duyamamıştık. Anmayı bitirme anonsuyla anladık.

İngiltere’de kasımda anmalar yapılıyor. Adı “Remembrance Day” (“Anma Günü”). I. Dünya Savaşı ve sonrasındaki çatışmalarda canlarını feda edenler hatırlanıp anılıyor. “Şehitlik” dinsel bir kavram ve İslam’a özgü. İngiltere’de şehit olmak yok. Düpedüz ölünüyor. Ama “vatan” için ya da emperyalist İngiliz burjuvazisinin dünyanın zenginliklerinin aslan payına el koyma hırsına kurban giderek ölünmüşse saygı duyuluyor. Ölüler hatırlanıyor.

Şehit densin ya da denmesin savaşta ölenlere saygı gösterilmesi gerçekte savaşta ölmenin kutsanması oluyor. Ölenlere saygıdan çok, savaşlara saygı gösterilmesi anlamına geliyor. “Savaşlar olağandır, savaşlarda ölümler de olağandır ve bize de anarak saygı göstermek düşer” denmiş olunuyor. Kutsanan, savaş oluyor.

Günümüzde İngiliz burjuvazisinin Amerikan burjuvazisiyle birlikte Ukrayna’da süren savaşın başlıca taraflarından biri olmasıyla kanıtlı bu üstelik. Savaş kurbanlarının anılması, Ukrayna savaşının silah-cephane ve hatta eğitmen kisvesi altında asker gönderilerek harlanmasıyla uyum içinde. Yoksa savaş kurbanlarını anmanın savaşa karşı olmakla bir ilgisi yok!

Bir de simgesi icat edilmiş: gelincik. Yakalara kızıl gelincikler takılıyor. Bu gelincikler bağış toplanarak satılıyor da. Simge, sonradan eski savaş alanlarını dolduran gelinciklerden esinlenerek üretilmiş. Bir de vurulup düşenlerin göğüslerindeki kan pınarcıklarına gönderme olmalı.

Tartışma konusu olmamış değil. Kurbanlarının anılması üzerinden savaşların kutsandığını düşünenler de gelincikler takıyor yakalarına. Onlarınki savaşlara karşı olduklarını belirtmek amacıyla beyaz gelincik. Aslında iş çığırından çıkmış. Gelinciklerin moruyla siyahı da var. Moru savaşlarda kurban giden at ve köpek gibi hayvanları belirtiyor. Onlar da anılıyor. Siyahıysa, İngiliz sömürgelerinden getirilip savaşın hizmetine koşulanlara özgü.

Moruyla siyahı fazla yaygın değil, ama yakalardaki kızıl ve beyaz gelincikler aşağı yukarı birbirini dengeliyor. Yakaları kızıl gelincikli olanlar bilinçli savaş destekçisi değiller kuşkusuz. Kızıl gelinciğin savaş yandaşlığı anlamına geldiğini düşünmüyorlar. “Şehitlerini” anıyorlar yalnızca. Yeni yeni başını kaldırmakta olan faşist hareket de hiç değilse henüz kızıl gelincikle savaş kışkırtıcılığı ve yandaşlığı arasında bağlantı kurmuş ve onu bir kampanyanın kaldıracı olarak kullanıyor değil. Burjuvazi ama alttan alta herkesin kafasına sokma çabasında savaş yandaşlığını. Ukrayna savaşına yatırımlarla yaptığı gibi bunu gelinciklerle hafızaları hareketlendirerek de yapıyor.

Bizdeyse simgeymiş, gelincikmiş denip incesinden ilerlenmiyor. Açık konuşuluyor. Ve kaba saba yürünüyor. İngilizler Ukrayna’ya füze, top, uçak falan gönderirken, tek adam iktidarı silahlar kendi ellerinde Suriye ve Irak’a girmeye hiç ara vermedi.

Şimdi yine Ortadoğu’nun yeniden dizaynından pay kapma telaşında. İsrail durmayıp Amerikan koçbaşı olarak dolu dizgin İran’a doğru ilerlerken, bu ülkeden doğacak boşluğu doldurmayı hesaplıyor. En uygunudur denip Bahçeli’nin önerisiyle Öcalan’ın Meclise getirilip konuşturulması karşılığında Kürt hareketinin teslim alınıp peşe takılarak Ortadoğu’da yeni ciritler atma hesabı tutacak gibi görünmüyor. Ama herhalde “ya tutarsa” diye düşünülüyor olmalı!

Sözde açılım ama bedeli teslimiyet. Sözde açılım ama kayyımlarla el ele yürütülüyor ve “yerseniz” diye dayatılmaya çalışılıyor!

Sonra gelsin tartışmalar: Bahçeli’yle Erdoğan birbirlerinden haberli miymiş habersiz mi? Bre gafiller, binmiş bir alamete kıyamete koşanların birbirinden habersiz, hesapsız-kitapsız olmaları mümkün olabilir mi?!

Dünya faşist dayatmaları kabul etmez beklentisiyle gözü sandıktan başkasını görmeyenler biraz sağları sollarına, faşizmin yükselişine, Fransa’ya, ABD’de Trump’ın gelişine, Almanya’nın her gün biraz daha çok polis devleti oluşuna baksınlar.                                     /././

(EVRENSEL)

                                                            



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder