16 Kasım 2024 Cumartesi

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -16 Kasım 2024-

Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti askerlerinin Rusya’da olduğu iddiası ne anlama geliyor?-Erhan Nalçacı-

Bu bilgilerin teyit gerektirdiği doğru. Öte yandan gerçek olması durumunda dünya bir paylaşım savaşına biraz daha yaklaşmış demektir.

Son bir aydır Batı emperyalizmine bağlı medya Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) askerlerinin Rusya’ya sevk edildiği haberi ile çalkalanıyor. Haberlere göre 8 ila 12 bin arası askerin özellikle Ukrayna’nın Rusya’nın içine doğru girdiği Kursk bölgesine yerleştirildiği, bu cephede savaşa katılacağı ve güncel savaşa ilişkin piyade eğitimi aldıkları iddia ediliyor.

Batı emperyalizminin halk düşmanlığının bir yanı olağanüstü yalancılığıdır, sermayeye bağlı medya bu yalanları üreten ve yayan bir motor gibi çalışır. Ancak bu sefer Rusya tarafından doğrudan kabul edilmemekle birlikte bu iddia yalanlanmadı da. Hatta Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov KDHC ile stratejik işbirliği anlaşmasının pratikte uygulanmaya başlandığını söyledi.

Bu durumda KDHC askerlerinin Rusya’da savaşa katıldığı veya katılacağı haberinin gerçek bir yanı olabilir.

Olayları anlamak ve günümüze nasıl etki edeceğini yorumlamak için kısaca da olsa tarihe dönmek gerekiyor.

Ülkelerin ve halkların tarihlerinde travmalar toplumsal belleğe kazınır ve ülkelerin güncel siyasetini belirleyen bir jeneratör gibi derinden çalışır. Batı emperyalizminin canavarlaştırmaya çalıştığı KDHC’de de durum böyledir. Batı emperyalizmine göre Kuzey Kore (tarihsel bağlamından koparıp coğrafi olarak adlandırmak da Batı emperyalizminin yönlendirmelerinden biridir) her an her yere balistik füze atacak “manyaklardan” oluşmaktadır.

Oysa Kore yarım adası İkinci Dünya Savaşı esnasında en vahşi uygulamalara sahne olacak şekilde Japon faşizminin işgali altında kaldı. Bu işgale karşı komünistler, sosyal demokratlar ve devrimci köylülerden oluşan ittifak bugün halen iktidarda olan Kore İşçi Partisi’ni yarattı. Kore’nin kuzeyi Kızıl Ordu tarafından özgürleştirilirken güneyi ABD tarafından işgal edildi. Kore İşçi Partisi’nin ulusal düzeyde düzenleyeceği seçimler ABD tarafından engellendi. 1950’de başlayan Kore Savaşı üç yıl boyunca devam edecekti.

Savaşta ABD tarifsiz insanlık suçları işledi. Kore santim santim halı bombardımanı denen tarzda B-12’ler tarafından bombalandı, 4 milyona yakın Koreli öldürüldü. İşgal altındaki şehirleri ABD valileri işkencehaneye çevirdiler. Bize unutturulmuş geçmiş ve Türkiye sermayesinin de ahlaksızca halkımızı dâhil ettiği bu toplumsal travma KDHC’nin bugün nasıl davrandığını açıklıyor. ABD’nin sonsuz cinayet işleme potansiyelini ve gaddarlığını tadan bir halk olarak kimseye güvenmiyorlar, “Üzerimize gelirseniz hiç acımam atarım füzeleri” kriz hali buradan geliyor. Yoksa sosyalizm barışçıldır, geliştirilen savaş kapasitesinin halkın refahından çalınarak yapıldığı çok iyi bilinir.

Rusya’daki karşı-devrim sonrası yağma rejimini daha regüler bir sermaye düzenine çeviren Putin 2000 yılında seçildikten hemen sonra ilk uluslararası ziyaretlerinden birini KDHC’ye yapmıştı. 

2016 yılında KDHC nükleer silah kapasitesi geliştirince BM’nin yaptırım programına Rusya da katılmış ve ilişkiler soğumuştu. Ukrayna savaşı sonrası uluslararası gerilim artınca tekrar bir yakınlaşma süreci başladı.

2023’te KDHC lideri Kim Jong Un Moskova’yı ziyaret etti. Bu yılın haziran ayında ise Putin’in Pyongyang ziyareti esnasında iki ülke arasında Kapsamlı Stratejik İşbirliği Anlaşması imzalandı. Birçok maddesi olan bu anlaşmanın en dikkat çeken yanı NATO’nun meşhur 5. Maddesi gibi bir ülkeye saldırı olursa diğer ülkenin de yanında savaşa dâhil olacağıydı.

Lavrov pratikte anlaşma yürürlüğe girdi derken muhtemelen bu maddeye işaret ediyor: Vekâlet savaşında Ukrayna Kursk’a girerek Rusya’ya savaş açmış oldu, KDHC de askeri olarak savaş açılan müttefikine destek için asker gönderdi.

Bu bilgilerin teyit gerektirdiği doğru. Öte yandan gerçek olması durumunda dünya bir paylaşım savaşına biraz daha yaklaşmış demektir. Birinci Dünya Savaşı başladığında da aralarında askeri işbirliği anlaşması olan ülkeler birbirlerine arka arkaya savaş ilan etmişlerdi. 

Batı emperyalizminin Ukrayna kışkırtması ve savaşı ile Rusya’yı Pasifikte savaşamaz hale getirmeyi denediğini hep yazıyoruz. Bu anlaşma Rusya’yı olası Pasifik cephesinin doğrudan parçası haline getiriyor.

Bu köşede sıklıkla işlediğimiz bir konu, çağımız kapitalizminde sermayenin milliyetçi ideolojisine rağmen cepheye sürecek asker bulmakta zorlanmasıydı. Otuz milyonluk Ukrayna çok büyük dış yardıma ve tüm dünyadan gelen kiralık askerlere rağmen tükendi. İdeolojik açıdan çok daha güçlü olan Rusya da cepheye gönderecek asker bulmakta güçlük çekiyor ve ek 10 bin asker değerli hale geliyor. Paylaşım savaşına emekçileri katma güçlüğünün dünya çapında devrimci bir dinamik olduğunu belirtmiştik.

Diğer bir konu da Çin’in bu anlaşmaya ne dediği ile ilgili. Batı basını kendi arzusunu cisimleştiriyor ve Çin’in Rusya ve KDHC arasındaki anlaşmadan rahatsız olabileceğini yazıyor. 

Şu anda Çin, Rusya ve KDHC’nin Batı emperyalizminin uyguladığı basınç karşısında birbirlerine çok ihtiyaçları var. ABD Genel Kurmayı savaş simülasyonlarında Pasifik’te kazanacaklarından zaten emin olsaydı, çoktan düğmeye basmıştı. Karşılarındaki devasa coğrafya karşısında şaşkınlar ve her eklenen km2 işlerini biraz daha zorlaştırıyor.

Ayrıca uluslararası izolasyon altındaki KDHC’nin sanayi ara ürünlerin başlıca tedarikçisi olan Çin’in bilgisi dışında böyle bir anlaşmayı imzalama olasılığı da düşük gözüküyor. Rusya ve Çin arasında her şeyin mükemmel olduğunu düşünmek saçma olur ama içinde bulunan koşullarda çelişkiler erteleniyor muhtemelen.

Ya sosyalizm?

KDHC’nin yeni bir sosyalizm dalgasına öncülük etmesini sanırım kimse beklemiyor. 

Yeni bir sosyalist devrim dalgası dünyanın sürüklendiği ve tüm emekçilere karşı açılan savaşın neden olduğu düzendeki çürümeler, zaaflar ve çelişkilerden yararlanan siyasi irade ile gerçekleşecek.

                                                             /././

NATO’dan çıkmak -Aydemir Güler-

Kimsenin açıktan sahiplenmediği NATO üyeliğinin tartışmaya açılmasında, her durumda NATO’cular kaybedecektir. 

Neredeyse memlekette NATO’yu alenen sahiplenen kalmayacak! 

Biraz abartıyorum tabii... Kuşkusuz bu cüreti gösterenler çıkabiliyor. Ama NATO’severlerin baskın çoğunluğunun kulağının üstüne yattığı günlerden geçiyoruz. Acil görev “yazıldığında” ise sahaya çıkmadan edemiyorlar. NATO’nun ileri karakolu İsrail’in medeniliğinden dem vurmak veya ABD’yi, Batı Avrupa demokrasisini övmek bazen ertelenemez bir iş olabiliyor. En fazla “yenilmezlik” vurgusu yaparak övgülerine tehdit dozu katıyorlar!

Bu bir yana, Türk sağına bakarsanız, Erdoğan’ın “bölücü terörün”, “darbeci terör örgütünün”, katliamcı İsrail’in arkasında olduğunu ikide bir açıkça dile getirdiği, olmadı, ima ettiği bir NATO söylemine denk geliyorsunuz. Sağcılar diyor ki, “NATO’ya güvenmiyoruz.” 

Kuşkusuz sağda, AKP’nin tepesinde hiç de pazarlıkçı falan olmayan, düz Atlantikçiler az değil. Onlar da bu söylemin basıncı altında ağızlarından çıkanı kontrol etmek durumundalar.

Hal böyle olunca, düzen solu açısından da NATO’ya sahip çıkmanın uygun momentini kollamak zorunlu oluyor. NATO’culuk ulu orta sergilenemiyor. Ne zaman AKP pazarlıkçılıkta dümeni Batı karşıtlığına fazla kırsa, CHP’deki NATO sözcülerine alan açılıyor, gün doğuyor. Kartlarını açıyorlar. Bir süre sonra görünmez olmak üzere…

Kürt siyasetinin emperyalizm sözcüğünü ağzına aldığı örnekler çok daha az. Ortadoğu’da biri Irak’ta diğeri Suriye’de iki Kürt özerk yapısı varsa, her ikisi de varlığını ABD şemsiyesine borçlu. Ama kısıt aynı kısıt. Türkiye’de NATO’yu alenen, ilkesel olarak, memleketin yararına olduğunu göğsünü gere gere savunacak kimsecikler yok gibi!

Bu yeni bir durumdur. Egemen güçler İkinci Dünya Savaşının ardından Soğuk Savaş’ta Türkiye’yi iddialı bir biçimde cepheye sürmüşlerdi. Osmanlı’dan miras Rusya fobisiyle iç içe sokulan bir komünizm tehlikesine gönderme yapılıyordu. Bu bir güvenlik doktriniydi. Bir de, yine tarihsel derinliği olan Batıcılığa dayanıyorlardı. Zenginleşme, kalkınma, modernleşme Batıdaydı bu teze göre... Menderes’lerin NATO’culuğu son derece pervasız olabildi.

İşbirlikçi ideolojinin çıktığı bu taht 1960’larda sarsıldıysa da, egemenlerin yanıtı çok sert oldu. Büyük mücadelelerin sonunda 12 Eylül 1980 itibariyle kaybettiğimizi kabul etmek durumundayız. Darbe sonrası Evren ve Özal dönemleri Amerikancılığın, NATO’culuğun ikinci baharıdır. 

Kabaca AKP öncesi Türkiye’de baskın ideolojik, politik eğilim NATO’yu olumlar nitelikteydi. Oysa topluma içkin başka bir şey daha vardı. Topraklarımızda “mazlumluğun tarihsel-toplumsal hafızası” hafife alınamaz bir gerçeklik olagelmiştir. 

NATO’culuğun ayıp hale gelmesi, Sovyet sonrası dönemde temel varlık gerekçesini yitirmesiyle ve başta Ortadoğu’da, sözü edilenin, bir uluslararası terör ve savaş örgütü olduğunun çıplaklaşmasıyla ilintilidir. NATO’nun haksızlığı az önce yazdığım hafızayı geri çağırdı. 

Zamanında emperyalist ligine girmeye çabalayan Osmanlı’nın ve şimdi dünyanın sayılı ekonomilerinden biri haline gelen, onlarca ülkeye askerini yerleştiren, duble yol ve inşaat şampiyonluğuyla sabah akşam övünen AKP Türkiye’sinin ne kadar ve ne anlamda mazlum sayılabileceği başka bir tartışmanın konusu. Halkımız, Batı’yı ve onun sıkılı pazılarını, kanlı ellerini temsil eden NATO’yu algılarken, kendisini mazlum onları saldırgan rolüne yerleştiriyor. 
Sınıf mücadeleleri boyunca bu algı bir hegemonya kavgasına sahne olmuştur. Geçmişte uğraştık ve kazanamadık. Batıcı hegemonya tarihsel hafızayı baskıladı. 

Bugün de bizim kazanmış olduğumuzu söyleyemeyiz. Ama karşı tarafta bir çöküş var. 

ABD’de seçim kaybedince taraftarlarına Kongre binasını bastırtan biri Başkan seçiliyor. NATO’nun da başında sayabiliriz! Nesine öyküneceğiz? Güçlülükleri ise titrek bir zemine basıyor…

NATO’nun Rusya’ya doğru genişleme tutkusunu Türkiye kamuoyuna anlatmak ve onaylatmak olanaksız. Komünizmin bir tehlike olduğu konusundaki geçmiş yanılgıyla bir yüzleşme yaşamakta olan, “aslında haklıymışlar” noktasına gelen bir toplumda Rusofobi’nin canlanması Osmanlıcı ve Turancı meczuplara özgü olabilir yalnızca. 

Üstelik yönetenler, terörden, beka sorununun kaynağından, yoksulluğumuzdan her söz açtıklarında, -doğru mu yanlış mı, samimi mi demagojik mi bakmayın- hep NATO üyesi devletleri işaret ediyorlar!

Özetle arkasında çok katmanlı krizlerin bulunduğu bir çöküşten söz edebiliyoruz. NATO’nun “kötülük dünyasına” ait olduğu yaygın bir kanıdır. 

Henüz büyük bir kazanımımız olmadığı doğrudur, ama kazanmak için bundan daha elverişli bir zemin olabilir mi? Kimsenin açıktan sahiplenmediği NATO üyeliğinin tartışmaya açılmasında, her durumda NATO’cular kaybedecektir. 

Açıktan sahiplenilemeyen bir konumlanış olsa olsa “çaresizlik” olarak aklanabilir. Bugün NATO gündemini güncel bulmayan, üyeliğin sona ermesi talebini zamansız sayan kesimlere rastlayabiliyoruz. “Çıkamayız ki…” “Çıkartmazlar ki…” Hatta “çıkarsak dımdızlak ortada kalırız, bizi mahvederler!” 

Neredeyse “Türkiye’nin NATO’dan çıkmasının, Türkiye’yi mahvetmek isteyen NATO’ya fırsat sunmak anlamına geleceği, mahvolmamak için mahvedicinin yanından ayrılmamak gerektiğini içeren” bir tez gizleniyor burada. Bu tezin dayak yememek için rakibine sarılmanın gerekebildiği boks dışında bir geçerliliği olamaz. Ama daha önemlisi, bu tez, Türkiye’nin dünyada tuttuğu yeri, sahip olduğu ekonomik, coğrafi, stratejik, askeri alanı, hele hele toplumda bağımsızlıkçılığın, yurtseverlik onurunun derinliğini hiç mi hiç okuyamayanlara özgüdür. 

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi yüzlerce aydının imzasıyla “NATO’dan çıkalım” diyor. Bu sadece ilkelerimizin gereği değil, aynı zamanda gerçekçi, gerçekleşebilir bir taleptir de…

                                                                  /././

Kıyıları işgal etmek kamu yararı sayıldı!-Yusuf Yavuz-

Üç dönemdir valilik yapan idareciler hakkında kıyı işgallerini önlemede yetersiz kaldıkları gerekçesiyle suç duyurusunda bulunuldu. İçişleri Bakanlığı, soruşturma izni vermedi.

Antalya’nın Aksu ilçesine bağlı Kundu ve Kemerağzı sahillerinde otellerin işgal ettiği hazineye ait toplam 534 bin metrekarelik kıyı şeridindeki işgalleri önlemede sorumluluğu bulunduğu iddiasıyla üç Vali hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunuldu.

Antalya’da yaşayan bir vatandaşın yaptığı suç duyurusunda, işgallerin sonlandırılmasında ve kaçak yapıların yıkılması için yapılan başvurularda gerekli işlemleri sürüncemede bıraktığı iddia edilen eski Antalya Valileri Münir Karaloğlu ve Ersin Yazıcı ile halen Antalya Valisi olarak görev yapan Hulusi Şahin hakkında inceleme başlatılması talep edildi.

İçişleri Bakanlığı’nın konuyla ilgili kararında turizmin baltalanmaması ve turizm gelirlerinin zarar görmemesi adına kamu yararının gözetilmesi gerektiği vurgulanarak, söz konusu parsellerdeki işgallerden alınan ecrimisiller ile kamuya gelir sağlandığı kaydedildi. Bakanlık üç vali hakkında ön inceleme verilmesine gerek olmadığına karar verdi, başvurucu vatandaş ise Danıştay’a başvurarak karara itiraz etti.

Antalya’nın ünlü turizm beldesi Kundu ve Kemerağzı’ndaki hazineye ait kıyı şeridindeki işgallerle ilgili yapılan başvuruların sürüncemede bırakıldığı gerekçesiyle kentin önceki ve halen görevde olan valileri hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunuldu.

Geçtiğimiz Mayıs ayında yapılan suç duyurusu üzerine İçişleri Bakanlığı Mülkiye Başmüfettişliği tarafından iddialarla ilgili bir ön inceleme raporu hazırlandı. 23 Eylül 2024 tarihli raporda, Aksu ilçesine bağlı Kundu ve Kemerağzı sahilindeki hazineye ait arazilerdeki işgallerin sonlandırılması ve kaçak yapıların yıkılması için yapılan başvurularda yapılması gereken işlemlerin sürüncemede bırakıldığı iddiasına yer verildi.

Antalya'nın son üç valisi hakkında ön inceleme talebi

Konuyla ilgili sorumluluğu bulunduğu öne sürülen eski Antalya Valilileri Münir Karaloğlu, Erzin Yazıcı ve halen Antalya Valisi Hulusi Şahin hakkında ön inceleme başlatılması talebiyle ilgili raporda, Kemerağzı’ndaki kıyı işgallerinin art bölgesinde 24 adet otel bulunduğu belirtilerek, söz konusu otellerin 2006 yılında faaliyete başladığı kaydedildi.

Kemerağzı sahilinde kıyı kenar çizgisi ile deniz arasında bulunan 348.946 metrekarelik kısım ile kıyı kenar çizgisi ile kara yönünde yer alan 91.938 metrekarelik kısmın otel ve turizm tesisleri tarafından işgal edildiği belirtilen raporda, Kundu sahilinde ise 93.158 metrekarelik alanın 2001 yılında yapılan oteller tarafından işgal edildiği bilgisine yer verildi.

Bakanlık 'işgaller geçmişte yapılmış' diyerek valileri savundu

Kundu ve Kemerağzı sahillerindeki işgal edilen Hazineye ait arazilerden 2023 yılında yapılan tespitlere göre toplam 22 milyon 331 bin TL işgaliye (ecrimisil) bedeli tahsil edildiği bilgisine yer verilen raporda, söz konusu işgallerin önceki dönemlerde başladığı savunularak sorumluluğuna gidilmesi istenen üç vali hakkında ön inceleme yapılmasına gerek olmadığı kanaatine yer verildi.

Müfettiş raporu: Kamuya ait sahiller otellerin işgali altında

Mülkiye Başmüfettişliği’nin raporuna dayanılarak alınan İçişleri Bakanlığı’nın kararında ise Aksu ilçesine bağlı Kemerağzı ve Kundu sahilinde devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan parsellerin art bölgede bulunan otel ve turizm tesisleri tarafından sabit ve seyyar unsurlar tarafından işgal edildiği, seyyar unsurların turizm sezonunda kumsala şezlong ve gölgelik koyduğu, sabit unsuzların ise otelin müştemilatı şeklinde inşa edilmiş yapılar olduğu belirtildi.

Kıyı şeridini işgal eden otellerin inşa ettiği sabit unsurlar için yapı sahiplerinin başvurusu üzerine 3194 sayılı kanun gereği yapı kayıt belgesi düzenlendiği bilgisine yer verilen Bakanlık kararında, tartışmaya neden olan hususun kumsaldaki şezlong ve gölgelikler olduğu savunularak, “Devletin hüküm ve tasarrufundaki bu alanlara yapılan işgaller nedeni ile işgali yapan otel işletmelerinden ecrimisil alındığı ve kıyıların kamuya kapalı olmadığı, kumsala şezlong ve gölgelikler konulması ile kumsalların nasıl kullanılacağı hususunda mevzuat düzenlemesine ihtiyaç olduğu” belirtildi.

'Turizmin baltalanmaması için kamu yararı gözetilmeli'

Turizmin baltalanmaması ve turizm gelirlerinin zarar görmemesi adına kamu yararının gözetilmesi gerektiği vurgulanan kararda, söz konusu parsellerdeki işgallerden alınan ecrimisiller ile kamuya gelir sağlandığı kaydedildi.

Turizm sezonunda yapılan seyyar işgaller ile ilgili yasal düzenlemeler yapılması gerektiği belirtilen kararda, kıyıdaki işgallerin kaldırılması için belediyeler tarafından bir talebin olmadığı da vurgulanarak “Kıyıdaki kumsal alanın kamuya açık olduğu anlaşıldığından eski Antalya Valilileri Münir Karaloğlu, Erzin Yazıcı ve halen Antalya Valisi Hulusi Şahin hakkında yapılacak herhangi bir işlemin olmadığı” belirtildi.

Bakan Yerlikaya kararı onayladı

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın 21 Ekim 2024 tarihinde imzalayarak onayladığı kararda, Antalya Valilileri Münir Karaloğlu, Erzin Yazıcı ve halen Antalya Valisi Hulusi Şahin hakkında söz konusu iddialarla ilgili ön inceleme başlatılmasını gerektirecek bir durumun bulunmadığı belirtildi.

İçişleri Bakanlığı’nın bu kararının ardından ise valiler hakkında suç duyurusunda bulunan Antalyalı vatandaş 11 Kasım 2024 tarihinde Danıştay’da karara itiraz başvurusu yaptı. İşgal ve tecavüz altındaki hazineye ait kıyıların halkın kullanımına kapatılamayacağı vurgulanan itiraz başvurusunda, İçişleri Bakanlığı’nın kararının iptali talep edilerek şöyle denildi: “Anayasa’nın 2., 43. ve 56. Maddelerine göre işgal ve tecavüz edilen parseller Hazine mülkiyetinde olan ve kamusal alan statüsüne sahip alanlardandır. 3621 Sayılı kanun 6. Maddesine göre bu parseller kıyı kenar kanunu kapsamında herkesin eşitlik ve serbestlikle yararlanmasına açık olup, buralarda hiçbir yapı yapılamaz; duvar, çit, parmaklık, tel örgü, hendek, kazık ve benzeri engeller oluşturulamaz. 3194 Sayılı İmar Kanunu Geçici 16. Maddesi kapsamında kamusal alan olan ve Hazine Mülkiyetinde olan parseller üzerinde yapı kayıt belgesinin verilmesi yasal değildir.”

'Bakanlığın kararı Anayasaya ve kanunlara aykırı'

Söz konusu işgallerle Anayasa ve kanunların ihlal edildiği savunulan itiraz başvurusunda, İçişleri Bakanlığı’nın raporunda yer verilen “turizmin baltalanmaması ve turizmin zarar görmemesi adına kamu yararının gözetilmesi gerektiği” ifadelerine atıfta bulunularak, “Turizmin baltalanmaması, turizm gelirlerinin zarar görmemesi adına kamu yararının gözetilmesi gerektiği, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan parsellere yapılan işgal sonucu ecrimisil tahakkuk ettirildiği, tahsilat yapılarak kamuya gelir elde edildiğini ifade eden rapor, Anayasa’ya, Hukuka ve Kanunlara aykırıdır. Turizm tesisleri kendilerine tahsis edilmiş olan alandan daha fazla alanı işgal etmiş, sosyal tesislerini işgal ettikleri alana ve kamusal alana kurmuşlardır. Sorumlu bakanlıklar ve Valilik, Anayasayı ve yasal mevzuatları ihlal eden özel işletmelere imtiyaz ve ayrıcalık tanımakta. Kamusal alanların işgaline göz yummaktadır. 2001 ve 2006 Yıllarından bugüne kadar işgal ve tecavüzlerin devam ediyor olması, ecrimisil cezasının uygulanıyor olması savunma gerekçesi olamaz” ifadelerine yer verildi.

‘İşgal edilen kıyılar tel örgü ve çitlerle çevrildi'

Türkiye Cumhuriyeti’nin her vatandaşının kıyıları eşit ve adil kullanım hakkına sahip olduğu vurgulanan itiraz başvurusunda, “Bu hak belli bir zümreye tanınan imtiyaz ile kısıtlanamaz veya yasaklanamaz. Uydu Görüntülerinden görüleceği ya da yerinde keşif ile bahse konu alanların tamamen işgal edilerek halkın kullanımı ve bu alanlara girebilme imkânı yoktur. Uydu görüntülerinde ve ekte sunulan görseller veya sahada yapılacak keşifte, otellerin sahil kesimini havuz, su kaydırakları, çeşitli etkinlik için oluşturulan kapalı mekân olarak işgal edildiği, tel örgü ve çitler ile otellerin önüne geçişlerin önlendiği görülecektir. Kararda belirtilmiş olduğu üzere kamuya kapalı olmadığını belirten karar gerçeği yansıtmamaktadır” denildi.  

'Kamu yararı' savunması işgali ve tecavüzü haklı çıkarıyor

Para cezaları ile kamuya gelir elde edildiği yönündeki gerekçenin, işgali ve tecavüzü haklı çıkarmaya dönük olduğu savunulan itiraz başvurusunda, bu tutumun da ilgili kanunlara aykırı olduğu kaydedilerek, ‘belediyelerin başvurusu yok” denilmesinin kabul edilebilir bir gerekçe olmadığı vurgulandı.

Antalya Valiliğinin denetim ve kontrol görevini yapmadığı ve sorumlu kamu kurumu yöneticileri hakkında idari ve adli işlem başlatmadığı iddiasına yer verilen itiraz başvurusunda, “Valilik denetim ve kontrol görevini, kamu kurumlarında denetim, kontrol ve işleyiş hakkında görev ver sorumluluklarını, yasal mevzuatlar kapsamında yükümlülüklerini yerine getirmemiştir” denildi.

Şüpheliler hakkında soruşturma izni verilmesi talep edildi

İçişleri Bakanlığı’nın valiler hakkında ön inceleme izni vermeyen kararının iptali istenen başvuruda, “İçişleri Bakanlığının kararının iptali ile şüpheliler hakkında denetim ve kontrol görevini yerine getirmedikleri için soruşturma izninin verilmesi” talep edildi.

Aksu Kemerağzı sahilinde tapu kayıtlarında kumluk ve bataklık olarak kayıtlı olan hazineye ait 13370 Ada 1 Parseldeki toplam 581 bin 830 metrekarelik kıyı şeridinde lüks otel ve tatil köyleri ile bu tesislere ait üniteler yer alıyor. Aksu Kundu sahilinde ise 13551 ada 79 parselde kayıtlı 159 bin 308 metrekarelik arazi de aynı şekilde oteller tarafından işgal edilen kamu taşınmazları arasında.

                                                              /././

YÖK öncesinin 35 yılı -Rıfat Okçabol-

"AYM 1750 sayılı yasanın YÖK’le ilgili maddelerini 27 Mayıs Anayasası’na aykırı bularak 25 Şubat 1975 tarihinde iptal edince, YÖK işlerlik kazanmamıştır."

YÖK öncesinin 35 yılı, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel zamanında (1938-1946) çıkarılan ve hazırlanması birkaç yıl süren 13 Haziran 1946 tarih ve 4936 sayılı Üniversite Kanunu’nun kabul edilmesinden 1981’de 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun çıkarılmasına kadar geçen süredir. 4936 sayılı yasa CHP’nin tek partili iktidarında hazırlanıp kabul edilmiş ve çok partili yıllarda da uygulanmıştır.  H. A. Yücel, bu yasa mecliste görüşülürken, “Ana prensip, üniversitelerin özerk olmasıdır, üniversitelerin otonomisidir. Bu özerklik yönetimde, öğretimde ve mali alanlardadır. Üniversitelerin özerkliği bir oluşun, erginliğin ifadesi olduğu vakit kıymetlidir. ... Bilimin hürriyet isteyişi bir bedahettir”1 demiştir. Ancak 1946 seçimi sonrasında kurulan hükümetlerin çoğu bu yasayı-üniversitelerin özerkleşmesini-benimseyememişlerdir.  

II. Dünya Savaşı, 1940’larda ülkemizde ırkçıları/ faşistleri/ komünist düşmanlığını harekete getirmiştir. Örneğin Nihal Atsız, Sabahattin Ali ve ırkçılık aleyhine yazılar yazan P. N. Boratav gibi kişileri komünistlikle ve H. A. Yücel’i de onları korumakla suçlamıştır. Bu tür suçlama furyasına kendini kaptıran Ankara Üniversitesi Senatosu, 9 Ocak 1948 günü Niyazi Berkes, Behice Boran ve P. N. Boratav’ın meslekten çıkarılmasına karar vermiştir. Danıştay 4936 sayılı yasa nedeniyle bu kararı iptal etmiştir. Boratav’ın Almanya’da öğrenim gördüğü sırada takıştığı eğitim ataşesi ve 1946 seçimlerinden sonra eğitim bakanlığına getirilen R. Şemsettin Sirer, bu kişiler hakkında soruşturma açılması için konuyu Üniversitelerarası Kurul’a (ÜAK) taşımıştır. 4936 sayılı yasa ile kurulmuş olup rektörler, dekanlar ve senatoların seçtiği birer üyeden oluşan ÜAK,  R. Ş. Sirer ile başbakan Hasan Saka’nın tüm dayatmalarına karşın, bu kişiler hakkında soruşturma açılmasını kabul etmemiştir.2 Ancak CHP’nin çoğunlukta olduğu mecliste Demokrat Parti’nin (DP) de desteğiyle çıkarılan 6 Temmuz 1948 tarih ve 5239 sayılı ‘AÜ Kadroları Kanunu’ ile kadroları iptal edilen bu akademisyenler üniversiteden uzaklaştırılmışlardır.

DP de, 1953’te çıkarılan bir yasayla, “siyasal yayınlarda ve beyanda bulunan öğretim elemanlarına” meslekten çıkarma cezası getirilmiştir. 1954’te, 25 hizmet yılını tamamlayan akademisyenlere, kurumlarınca uygun -görüldüğünde zorunlu emeklilik koşulu getirilmiş ve bakanlığa, senatonun görüşünü alarak akademisyenleri üniversiteden uzaklaştırma yetkisi verilmiştir. Sonunda da A. Menderes, öğretim üyelerine “Kara cüppeliler” demeye başlamıştır. DP Anayasa’ya aykırı olarak 27 Nisan 1960 tarih ve 7468 sayılı yasayla DP’li milletvekillerinden oluşan ve yargılama TBMM Tahkikat Encümeni’ni kurunca, İÜ Rektörü Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, 28 Nisan 1960 günü bu yasaya karşı çıkmıştır. Polisin rektörü yerlerde süründürmesi üzerine öğrenciler olayı protesto edince üniversitede öğrenime ara verilmiştir. Öğrenci olayları Ankara’ya sıçramış, 29 Nisan 1960 günü AÜ Tıp Fakültesi öğrencileri toplandıklarında atlı polisler öğrencilerin üzerine yürümeye kalkışınca, rektör Prof. Dr. Nusret Karasu, “Beni ezmeden bu bahçeye giremezsiniz. Ben öğrencilerimi sizin atlarınızın nalları altında bırakmam”3 demiştir. 

27 Mayıs 1960 devrimini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi (MBK), ihbarlar üzerine, 28 Ekim 1960 tarih ve 114 sayılı kararıyla, 147 öğretim üyesini üniversitelerden uzaklaştırmıştır. Sonrasında öğrenci kuruluşları Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılmamış, Ankara, Ege, İstanbul, İstanbul Teknik ve Ortadoğu üniversitesi rektörleri istifa etmiştir4 (Mutlu, 1997: 95). MBK, 115 sayılı kararıyla da, 4396 sayılı yasada var olan, ordinaryüs profesör unvanını kaldırmıştır. Devrimi yapanların hazırlattığı ve 9 Temmuz 1961 günü yapılan halk oylamasıyla kabul edilen 27 Mayıs Anayasası’na, “…Üniversiteler, bilimsel ve idarî özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir. … Üniversite organları, öğretim üyeleri ve yardımcıları, Üniversite dışındaki makamlarca, her ne suretle olursa olsun, görevlerinden uzaklaştırılamazlar” gibi ifadeleri içeren 120. madde eklenmiştir.

15 Ekim 1961 genel seçimleri sonrasında İsmet İnönü başkanlığında kurulan koalisyon hükümeti, 18 Nisan 1962 tarih ve 43 sayılı yasayla 147’ler eski görevlerine geri dönmelerini sağlamıştır. 1965-12 Mart 1971 tarihleri arasında Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’nin  (AP) iktidarı zamanında;

* Üniversite gençliğinin piyasacı ve gerici S. Demirel iktidarı ile ABD karşıtı gösterileri ve örneğin “Kültür emperyalizmine paydos. İşçi ve köylü çocukları üniversiteye. ... Boğaz köprüsü değil üniversite istiyoruz. Tüccar profesörlere paydos”5 gibi söylemleri yaygınlaşmıştır. 

* İçişleri bakanı Faruk Sükan, “İti (karşıt öğrencileri) kurda (ülkücülere) kırdıracağız” demiştir. Örneğin faşistler/gericiler, İstanbul’a gelen ABD 6. Filosuna karşı 16 Şubat 1969’da Taksim’de gösteri yapanlara polis himayesinde saldırıp tarihe ‘Kanlı Pazar’ olarak geçen olayı gerçekleştirmişlerdir. 

* Genelkurmay başkanlığından Cumhurbaşkanı yapılan Cevdet Sunay da, “Memleketin geleceği bunlara (ABD karşıtı gençlere) teslim edilemez. On yıl sonra bunlar işbaşına geçecekler, Ülkeyi perişan ederler... bunlara güvenemeyiz. Onun için laik okullara karşı imam hatip okullarını alternatif olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine bu okul mezunlarını yerleştireceğiz”6 demiştir (Erdost, 2003: 250-251).

* 1960 sonlarında S. Demirel’in bir kardeşinin özel Yükseliş Kolejini açmasından sonra, özel yüksekokul furyası başlamıştır. Anayasa Mahkemesi (AYM) 12 Ocak 1970 günü 27 Mayıs Anayasası’nın 120. maddesine aykırı bularak özel yüksekokulları iptal etmiştir. Bu karar sonrasında Heybeliada Ruhban Okulu/ Rum Ortodoks Ruhban Okulu ilgili vakıf tarafından kapatılmıştır. Amerikalıların 1863’te kurduğu Robert Kolejinin yüksek kısmı ise ilgili mütevelli heyeti tarafından devlete bağışlanmış Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) adını almıştır.  

ODTÜ öğrencileri, 15-16 Haziran 1970’de gerçekleştirilen DİSK’in büyük yürüyüşüne destek vermek amacıyla 2 gün dersleri boykot etmiştir. S. Demirel iktidarının baskısı üzerine rektör vekili Prof. Dr. Erdal İnönü istifa etmişse de, ODTÜ mütevelli heyeti, 4 Eylül’de E. İnönü’yü rektörlüğe getirmiştir. 7 Ocak 1971 günü E. İnönü’nün evine dinamit atılmıştır.7 8 Ocak’ta ODTÜ öğretim üyeleri, “Üniversitelere saldırılar düzenleyerek cinayet işleyen güdümlü güçleri vatansever sayan ve katillere arka çıkan zihniyetin şiddetle karşısındayız. Üniversitelerdeki geniş öğrenci kitlesinin ilerici olduğuna ve direnişçilerin amacının kolay ders geçme amacında olmadığına inanıyor, haklı isteklerinde onları destekliyoruz”8 diyerek olayı protesto etmişlerdir. 

Daha sonra kaçırılan Amerikalıların ODTÜ’de saklandığı söylentileri yayılmıştır. Bu söylentinin doğru olmadığı anlaşılmışsa da, üniversiteye gelen jandarmanın aşırı sert davranması üzerine E. İnönü 9 Mart 1971 günü rektörlükten istifa etmiştir. 

Silahlı kuvvetler, 12 Mart 1971 günü Cumhurbaşkanı’na bir muhtıra verince S. Demirel istifa etmiş, Nihat Erim9, AP’nin ve bir kısım CHP’linin desteklediği bir hükümet kurmuştur. N. Erim zamanında;

* 1971 Nisan ve Mayıs aylarında Balyoz Hareketi denen bir uygulamayla ülkenin pek çok solcu aydınlarıyla Muammer Aksoy, Mümtaz Sosyal, Bahri Savcı ve İsmail Beşikçi gibi akademisyenler tutuklanmıştır.

* 20 Eylül 1971 tarih ve 1488 sayılı yasayla, 27 Mayıs 120. maddesindeki “Üniversiteler, bilimsel ve idarî özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir” ifadesi “Üniversiteler, özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir” şeklinde değiştirilmiştir. Bu maddeye, “Üniversitelerle onlara bağlı fakülte, kurum ve kuruluşlarda öğrenim ve öğretim hürriyetlerinin tehlikeye düşmesi ve bu tehlikenin üniversite organlarınca giderilmemesi halinde Bakanlar Kurulu, ilgili üniversitelerin veya bu üniversiteye bağlı fakülte, kurum ve kuruluşların idaresine el koyar ve bu kararını hemen Türkiye Büyük Millet Meclisi Birleşik Toplantısının onamasına sunar” ifadesi eklenmiştir. 

* 9 Ekim 1971 tarihinde hukuku katleden bir olay yaşanmış, ülkenin bağımsızlığı ve 27 Mayıs Anayasası’nın uygulanması için eylem yapan öğrenci liderinden Deniz Geçmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, Anayasa’yı devirmek suçuyla idam cezasına çarptırılmıştır. 

* Bu idam cezasının uygulanmaması için üç yabancıyı kaçıran öğrenci liderlerinden Mahir Çayan ve arkadaşları, sığındıkları köy evinde, teslim olmaları beklenmeden 26 Mart 1972’de öldürülmüşlerdir. Üç gencin idam cezası “Üç sizden üç bizden (A. Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan)” söylemiyle mecliste onaylanınca, bu üç genç 6 Mayıs 1972’de de idam edilmişlerdir.

AP’lilerin çoğunlukta olduğu mecliste, Naim Talu koalisyon hükümeti zamanında 4936 sayılı yasa yerine, 20 Haziran 1973 tarih ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu’nu kabul edilmiştir. Bu yasayla “…. yükseköğretim alanına yön vermek amacı ile gerekli inceleme, araştırma ve değerlendirmeleri yapmak, yükseköğretim kurumlan arasında koordinasyonu sağlamak, uygulamaları izleyerek yetkili makam ve mercilere önerilerde bulunmakla görevli bir kurul” olarak YÖK oluşturulmuştur. “YÖK, Millî Eğitim Bakanının başkanlığında, her üniversitenin yetkili organınca profesörler arasından 2 yıl için seçilecek birer temsilci ile kuruldaki üniversite temsilcileri sayısı kadar aynı süre ile Millî Eğitim Bakanının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca atanacak üyelerden” (m.5) oluşturulmuştur. AYM 1750 sayılı yasanın YÖK’le ilgili maddelerini 27 Mayıs Anayasası’na aykırı bularak 25 Şubat 1975 tarihinde iptal edince, YÖK işlerlik kazanmamıştır. 

S. Demirel’in N. Erbakan ve A. Türkeş ile birlikte 1975’te I. Milli Cephe (MC) hükümetini kurmasından sonra, MHP’ye yakın duran Prof. Dr. Hasan Tan ODTÜ rektörlüğüne getirilmiştir. ODTÜ öğretim üyesi Prof. Dr. Cahit Arf durumu şöyle değerlendirmiştir: “ODTÜ iddia edildiği gibi bir anarşi yuvası değildir. Bir yanda 10.000 öğrenci ve 800 öğretim üyesi diğer yanda rektör ve mütevelli heyeti. Gayretleri komandoların ODTÜ’ye yerleştirilmesi ama nedense ODTÜ’de komando bulunmuyor.”10

1975-1980 yılları arasında, sonu ölümle sonuçlanan sağ-sol kavgası, Maraş ve Çorum’daki gibi katliamlar tavan yapmıştır. Bu yıllarda yükseköğretimde yaşanan öğrenci ve akademisyen katliamları şöyle özetlenebilir:

* 16 Mart 1978’de, İÜ’nün önünde 7 solcu öğrenci, üzerlerine atılan bombanın patlamasıyla; 

* 11 Temmuz 1978, Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyelerinden ve Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı olan Doç. Dr. Bedrettin Cömert; 

* 20 Ekim 1978’de, İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu; 

* 8 Aralık 1978’de, Karadeniz Teknik Üniversitesi öğretim üyelerinden ve 1977 seçimlerinde TİP milletvekili adayı olan Doç. Dr. Necdet Bulut;

* 11 Eylül 1979’de, Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekan Vekili Prof. Dr. Fikret Ünsal; 

* 16 Kasım 1979’da, TÖS kurucusu, İstanbul TÖB-DER başkanı ve TKP üyesi Talip Öztürk; 

* 20 Kasım 1979’ da, İÜ Siyasal Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Ümit Doğanay; 

* 7 Aralık 1979’da, İÜ Sosyoloji Bölümü üyesi Prof. Dr. Orhan Cavit Tütengil sağcılar tarafından ve  

* 19 Temmuz 1980’de de Nihat Erim solcular tarafından öldürülmüştür. 

Bu yıllarla ilgili olarak, “Sağ ve sol arasındaki mücadele eşit bir mücadele değildi. 1974-1977 yıllarındaki ‘milliyetçi Cephe’ hükümetleri zamanında, polis ve güvenlik güçleri, Türkeş’in MHP’sine tahsis edilmişti”11 değerlendirmesi yapılmıştır. 

Bu arada CHP iktidarında (5 Ocak 1978-12 Kasım 1979) eğitim bakanı Necdet Uğur zamanında hazırlanan bir yasa taslağı, üniversiteler tarafından kabul görmemiştir.

  • 1.Kültür Bakanlığı (1993). Milli eğitimle ilgili söylev ve demeçler: Hasan- Ali Yücel, Kültür Bakanlığı yayınları /1573, s. 320.
  • 2.M. Çetik (1998). Üniversitede cadı kazanı: 1948 DTCF tasfiyesi ve Pertev Naili Boratav’ın müdafaası, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s. 3-30.
  • 3.T. Hatipoğlu (2007). Karikatür üniversite, Selvi Yayınevi s. 62.
  • 4.Mutlu, L. (1997). Eğitim düşünceleri: Dünyada ve Türkiye’de yükseköğretim, Ana Yayıncılık, s. 95.
  • 5.S. Onat (der.) (1968). Üniversite olayları ve Demirel, Sega Yayınları, s. 33-40.
  • 6.M. İ. Erdost (2003). Türkiye’nin Kararan Fotoğrafları. Onur Yayınları, s. 250-251.
  • 7.İ. Tekeli (2010). Türkiye’de yükseköğretim ve YÖK’ün tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s. 23.
  • 8.T. Hatipoğlu (2015). Üniversite üzerine dertleşi, Selvi Yayınevi, s. 270-271.
  • 9.CHP milletvekili olarak mecliste, “Düşünülmelidir ki, geri kalmış bir ülke olan 1968 Türkiye’sinde en üst bilim kuruluşu olan üniversitelerimiz, toplumsal gelişimde baş görevleri olduğu mecburiyetini duymalıdırlar. Görev sorumluluğunu duyan üniversiteli gençler, bugünkü bozuk düzen içinde, halka dönük eğitim reformu istemektedirler” (S. Onat (der.) (1968). Üniversite olayları ve Demirel, Sega Yayınları, s. 79) diyen bir akademisyendir!
  • 10.İ. Tekeli, 2020, s. 35.
  • 11.E. J. Zürcher (2004). E. J. (2004). Modernleşen Türkiye’nin tarihi, İletişim Yayınları, s. 380.
                                                                           /././
Beş küçük tabut -Asaf Güven Aksel-
Sadaka verip çocuk isteyen, yoksulun canı pahası zengin semirten bu kahrolası düzeni yerle bir etmek, beş küçük tabuta söz olsun, boynumuzun borcudur.
Koskoca bir alayın yöresinde olmak ne şans. Nereden baksan 2 bin asker vardır. Çarp üç öğün karavanayla. İlerideki araziye atsalar bütün artanları. Çarp üçle.

Arazi, zifirden bir bulamaç olmuş yüzeyindeki dökülen yemek artıklarıyla toprak birleşince. Nelere rastlanır bu balçıkta? Besili, kalın solucanlar? Tabii. Gergin karınlarıyla yatıp yuvarlanan erkek köpekler? Tabii. Sarkık memeli dişileri? Tabii. Kargalar, küçük kuşlar, alıcı kuşlar? Olmaz mı?

Gayet doğal bir devinimdir bu keşmekeş, uçanı, sürüneni, dişlisi. Peki, ya insan? Sivil yani? Yalınayak çocuklar? Kocakarılar? Orhan Kemal yazıyorsa, onlar da bir parçasıdır çöplüğün. Çünkü o “merhametsiz”dir. Ellerindeki paslı teneke kutulara artıkları doldururken onları da gördüğünü gizlemez bu can pazarında. Utandırır hece hece. İçiniz kalkarmış, zihninize çakılan bu manzaradan. Gözünüzü yumasınız, burnunuzu tıkayasınız gelirmiş. Umursamaz. Öyle görmüştür, öyle yazacaktır. Kayırmadan, simle kaplamadan, merhametsiz.

Ne görüldüğünü ben yazarım, neden görüldüğünü çözmek, elimden kalemi çekip almak için sizi yanıma çağırırım.

Burada dursun istersiniz hiç değilse. Ama yok. Alay taşınır, yerini bölük alır. “Ekmek kavgası” kızışır iyice. Altı üstü yüz küsur askerin artığı kapışılacaktır artık. O eski “bolluk, bereket” neredeee?

Hayatın merhametsizliğini anlatır, durmaz. Küçülmüş pay için, yalınayak çocuklar, kocakarıların baston yaptığı değneğe vurup onları devirir, ellerindeki kemiği kapar. Köpekler boğazlaşır, kemikteki ilik, insanı insanla, köpekle hırlaştırır.

Burada dur, yeter diyesiniz gelir, neredeyse öfkelenirsiniz kayda geçirene. O tutar, hem kış bastırtır, hem bölüğü de birkaç nöbetçiye düşürür…

İşte o zaman, ellerinde bomboş paslı teneke kutularıyla, iki kocakarı oturur ıslak toprağa, kapışılacak bir şey yoktur ya, usulca bit kırar, dertleşir. Bet bereket vardı anam. Fasulyeler, nohutlar, pilavlar, doyardık da komşulara dağıtırdık. Ya kemirdiğimiz karpuz kabukları. Eee, onlar da bir günmüş. Allah bundan geri komasın…

Askercikler nereye gitti ki? Harp varmış, Moskof kafa kaldırmış. Allah sen gösterme, bundan geri koma…

Yanıtı bize bırakır madem, soralım: Neden? Bu paslı teneke kutudaki çürümüş artığı özleten, boş kalmışına bile şükrettiren merhametsizliği ne doğurur? İçine bırakıldığınız hayat mı, seçip kurduğunuz hayat mı? Biz hayat diyelim, siz düzen.

İzmir’in Selçuk ilçesinde beş çocuğun ölümüyle yanarken içimiz, ellerinde paslı teneke kutularla balçıktan artık yemek toplayan insan öyküsünün gözümüzde canlanması, aynı isyanın ateşleyicisi olmaları nedeniyledir belki de. Biri 1950’lerin öyküsü, biri 2024’ün. Hep aynı düzen altında hep aynı insanlar…

Olayı bilmeyen kalmamıştır. Bazı medyanın “tek katlı ev” deyip müstakil konut zannettirdiği bir gecekondu bile denilemeyecek barakada yaşayan ailenin beş çocuğu, elektrikli sobadan çıkan yangında, karbonmonoksitle boğularak öldü. Baba hapisteydi. Anne dışarıda, hurda toplayıp ekmek getirme derdinde. Beş çocuk da, kilidi olmadığı için, güvenliği kapı kolu sökülerek alınan “ev”de. Anne baba ötesinde, bu korkunç olaya yol açan elektrikli soba bile, bize bir veri sunuyor. En ucuzları bile uzun zamandır standart emniyet mandallı üretilen, devrilme bir yana zemindeki bir dengesizlik halinde bile sönenlerden değilmiş belli ki.

AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin, hani şu bir ara kadınlarla ilgili yasalara kırmızı çizgi dedi diye, neredeyse “AKP içindeki devrimci çekirdek” ilan edilecek olan, sonra sırmaları dökülüveren  zat var ya, “her şeyi paraya bağlamayın, annenin yaşam tarzı, ihmali var buradaki meselede” dedi. Yani, anne Melisa Akcan’ın hurda toplaması, ekmek getirmek istediği çocukları yalnız bırakmak zorunda kalması, kendi seçimiydi, tarzıydı.  Yoksullukla, tek başına yaşam uğraşıyla ilgisi, ikincildi. Kadın Dayanışma Komiteleri, Özlem Zengin’in ağzının payını verdi. “Biz ‘her şeyi paraya bağlayacağız’. Devlet kaynaklarından verdiği üç kuruşluk yardımlarla övünen utanmazların da dünyalarını başlarına yıkacağız.”

Özlem Zengin, sermaye düzenini açıktan kayırdı, yoksulluğu pas geçip suçu yaşam tarzına attı da, sonunda ürkekçe “yoksulluk”a bağladığı sözlerinin girişinde CHP Genel Başkanı Özgür Özel ne yaptı, ne dedi peki? “Emekli felsefe öğretmeninin kızı”ydı, Melisa. Daha “22 yaşında kendi isteğiyle, hurdacılıkla geçinen, suç kaydı kabarık bir erkekle evlenmiş”ti. Yetmez gibi, “her yıl bir çocuk doğurmuş”tu. Sonra “hem büyük bir acı yaşamış, hem bize yaşatmış”tı. Ah Melisa… Sen seçmişsin sefaleti, düzenin suçu ne? İşte sermayenin partilerinin özde buluştuğu yer. Gerisi söz ola…

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, kaymakamlık, büyükşehir ve ilçe belediyeleri filan, tam 17, yok yok 18 defa ziyaret etmişlerdi aileyi. Aylık ödemeler dahil para yardımı yapmışlardı. Neredeyse kişi başı iki ekmek ederdi günde! “Çocukların yeterli bakım görmediğini saptayıp tamamını koruma altına almak” istemişlerdi. Ama aile, bütün bu şefkate nankörlük etmişti, elden ne gelirdi?

Bir yaşanabilir konut mu, bir düzenli ve uygun iş mi, “yeterli bakıma elveren” bir maaş mı, bir kreş, bir yuva mı, gerektiğinde rehabilitasyon programı mı? Zaten dünyanın sadakasını vermişlerken, yaşam tarzlarıyla, “kafa yapıları”yla belli ki er geç batağa gömülecek insanlar için bunca masrafa, bunca organizasyona, değer miydi? 17, yok yok, 18 ziyaret az mıydı iyi niyetli el uzatmayı görmek için?

Son derece hazin bir cenaze töreninde, baba Hakan Akcan elleri kelepçeli olarak küçücük tabutları öptü başını eğip, alnını koydu üstlerine. Kelepçe, törende Allah’a avuç açmaya sıra geldiğinde çıkarıldı. Bu yeterdi yoksula, tevekküldü evvela…

O tabutlarda beş çocuk vardı. Devlet almak istediğinde verilse, şimdi hayatta olabilecek beş çocuk. Hayatta olmaları niye kesin değil de, olasılık, konumuz o değil.

Vermemişlerdi çocuklarını. Vermeye kıyamamışlardı can parçalarını. Sonra, eşi hapiste, 27 yaşında bir beş çocuk annesi, içinden belli ki yağış ve rüzgâr geçen barakaları biraz ılınsın, çocuklar üşümesin diye elektrikli sobayı açık bırakıp, kimse girmesin, bir zarar vermesin diye kapı kolunu söküp 20 dakikalığına ekmek bulmaya gitmişti. Sonra beş küçücük ölü, bir kelepçe, bir çığlık.

Yoksullukla ne ilgisi var, hurda toplamanın, hadi hırsızlığın, kelepçenin, barakanın, sobanın, ekmeğin… Ne ilgisi vardı, pantolonundan, çocuğundan, bir külah dondurmadan, borcundan, kirasından, bakkalından intihara varmayla? Öyküdeki balçıktan bir nebze iyi haldeki pazar yeri çürümüşlerinden, çöp yığınlarından iki lokma toplama, yoksulluktan mıydı sanki? Yaşam tarzı, seçimler… Niye seçmezsiniz Rolex’li, Ferrari’li, kayak merkezli, casino’lu hayatı? Villasız, fenomensiz, otoyolsuz sığlıktan. Ola ola emekli felsefe öğretmeni kızı ve hurdacı sevdası…

O balçıkta kemik arayan kocakarılar, hiç duymuş mudur, felsefeyi? O yalınayak çocuklardan kaçı Aristoteles’i telaffuz etmiştir ileride? Nasıl bir seçimdir, bir askerîye civarında rızkını aramak? 1950’lerde… Bir hurdalıkta? 2024’te…  

O canımızı yakan isimlere dikkat ettiniz mi? Nefes (5) var, karbonmonoksite yenilse de. Peri (4) var, büyüyüp mucizevî düşleri süsleyemeyen. Aslan (3) var göğe varmaya nazire yapan. Masal (2) var, Işık’lı, anlatılsa çocuklara geniş tebessüm, aileye sığınılacak umut. Aras Bulut (1) var, bir oyuncudan mı çağrıştı bilinmez.

Bunlar, devlete vermeye razı olunacak çocuklara, “düşkün tarzlı” ebeveyn tarafından konulmuş isimler gibi mi duruyor?

Muhtemeldir ki, karşılıklı otursak anneyle, babayla, zorunluluklar doğuran seçimler ve hayata bakış konusunda tartışırdık, nasihatler ederdik epeyce. Kim bilir. Ama, hayat, olan bitendir. Olan bitenin getirip götürdüklerini insan lehine çözme, onarma felsefesine dayanır sosyal devlet. Onurlu ve huzurlu yaşam sunma yükümlülüğüdür. 

İzmir’in Selçuk ilçesinde beş çocuğun ölümüyle yanarken içimiz, ellerinde paslı teneke kutularla balçıktan artık yemek toplayan insan öyküsünün gözümüzde canlanması, aynı isyanın ateşleyicisi olmaları nedeniyledir belki de. Biri 1950’lerin öyküsü, biri 2024’ün. Hep aynı düzen altında hep aynı insanlar…

“Al sana sadaka, ver çocuklarını” diyen, yoksulun canı pahası zengin semirten  bu kahrolası düzeni yerle bir etmek de, beş küçük tabuta söz olsun, boynumuzun borcudur. 

                                                                /././

Kemal Okuyan Kürt sorunu konuşmasına gelen itirazları değerlendirdi: 'Şaka gibi'

29 Ekim’deki TKP etkinliğinde Kürt sorununa dair sözlerine gelen itirazları değerlendiren Okuyan: “En ironik olanı, ‘aşiret mi kaldı’ yaklaşımını Barzani’ye yakın Rudaw’ın dillendirmesi. Şaka gibi.”

Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın 29 Ekim’de İstanbul’da TKP tarafından düzenlenen etkinlikte Kürt sorununa ilişkin yaptığı açıklamalar sosyal medyada yeniden gündeme geldi. 

Okuyan o konuşmasında “Biz TKP olarak Kürt meselesini nasıl çözeceğimizi açıkça ilan ettik. Herkesten bunu bekleriz. Karnından konuşmasın kimse” demişti.

Birincisi, çözüm olacaksa bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde olacak diyen Okuyan sözlerine şöyle devam etmişti:

İkincisi, bu ülkenin kaynakları bu ülkede yaşayan yurttaşlarımıza eşit dağıtılmak zorunda. Neden biz devletçi, planlı bir ekonomi diyoruz? Bu ülke topyekün kalkınsın diye. Özerklikle, yerellikle, adem-i merkeziyetçilikle olmaz bu iş. Merkeziyetçi bir planlama gerekir ki Adıyaman da kalkınsın, Şırnak da kalkınsın, kaynaklar oraya da gitsin. Şırnak kendi kaynaklarını bulsun derseniz oraya çokuluslu tekeller üşüşür, orada düşük asgari ücret olur. Sosyalizmde bu ülkede kalkınmamış, eğitilmemiş tek bir yer bırakmayacağız ve Türkiye’de Kürt sorununun önemli kaynaklarından birisi olan aşiret düzenini de parça parça edeceğiz.

Bu konuşmaya çeşitli kesimlerden gelen itirazları Okuyan’a sorduk. Okuyan sorularımızı şöyle yanıtladı:

29 Ekim'de İstanbul'daki TKP etkinliğinde yaptığınız konuşma, son günlerde sosyal medyada tekrar gündem oldu. Gündem olmasının sebebi, Kürt meselesiyle ilgili sözlerinizdi. "Biz nasıl çözeceğimizi açıkça ilan ettik, kimse de karnından konuşmasın" diyorsunuz. Kim karnından konuşuyor?

Neredeyse herkes. Bahçeli bir şeyler söyledi, birbirinden farklı onlarca yorum yapıldı, hâlâ devam ediyor tartışmalar. Kuşkusuz söylediklerinin bir çözümle filan ilgisi yoktu. Ama daha önceki “çözüm süreci”nin de nasıl bir çözüm getireceğini kimse bilmiyordu. Kürt halkının kendisini yok sayması da kimileri için bir çözüm olabilir. Küçümsenmeyecek bir kesim bunu istiyor, “hepimiz Türküz işte, aramızda ayrı-gayrı yok” noktasında ısrar. Bir kesim özerklik diyor, yerel yönetimlere vurgu yapanlar var, federasyon diyenler var, ayrı devlet diyenler var. Bunlar farklı düzlemlerde farklı farklı tartışılıyor. Aynı anda hem ayrı devlet deyip hem de Türkiye’yi demokratikleştirelim de dendiğinde işler karışıyor. Bütün bu karmaşanın sorumlusu Türkiye’de siyasi iktidarlardır elbette. Yasaklarla, siyaset alanını daraltarak bu işi bu noktaya getirdiler. Ayrıca şu anda iktidar çevreleri içinde de Kürt sorununun çözümünü Türkiye’yi genişleterek, Osmanlılaştırarak çözmeyi düşünen ya da Kürt sorununu bu amaç için kullanmak isteyenler de var. Bunlar da karnından konuşuyor. 

'Yalnız Türkiye’de değil, her yerde sınırların değiştirilmesine karşı duruyoruz'

Peki, TKP bu yıl kongresinde Kürt meselesine dair çok ayrıntılı bir rapor yayımladı zaten, ama, siz o konuşmanızda bazı noktalara dikkat çekiyorsunuz. Bunlardan gidelim. Birincisi, diyorsunuz ki, "çözüm olacaksa bugünkü Türkiye sınırları içerisinde olacak". Niye? Ayrıca, kim aksini düşünüyor?

Türkiye’nin sınırlarını değiştirme perspektifi, bugünkü dünyada devrimci bir proje olamaz. Ve sadece şu ya da bu emperyalist ülkenin projesi de değildir bu. Ülkemizde de Türkiye’nin sınırlarını değiştirmek için fırsat kollayan sermaye çevreleri var. Dediğim gibi Türkiye’yi genişletmeyi hayal ediyorlar. Türkiye’yi genişletme girişimi sonsuz savaşları, iç savaşları ve nihayetinde Türkiye’nin dağılmasını beraberinde getirir. Ha, “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı var, oradan ne çıkarsa öyle olsun” devrimciliğini de ekleyelim buraya. Ne dediklerini bilmiyorlar. Bakın biz parti olarak yıllar önce Yugoslavya lime lime edilip parçalanırken de buna itiraz ettik. O zamanlar Belgrad’ı yerle bir eden, insanları birbirine kıydıran NATO operasyonlarını “solcu”luk adına alkışlayanlar vardı. Onlarla yollarımız hep ayrı. Emperyalizmin müdahaleleri bu doğrultuda; parçalayıcı, küçültücü… Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği dönemde yaşamıyoruz. Dönemin ruhunu okumadan ezbere konuşarak olmaz. Yalnız Türkiye’de değil, her yerde sınırların değiştirilmesine karşı duruyoruz. Türkiye’yi etnik temellerde bölgelere ayırmanın sonu yine büyük çatışmalardır. Çünkü kaynaklar eşit değil ve demografik dağılım da buna izin vermiyor. Kürt kimliğinin ve dilinin özgürleştiği bir Türkiye’de eşitlik ve kardeşlik merkeziyetçi bir iktidarda rahatlıkla sağlanır. Bakıyoruz, bir sürü kişi “barış” olsun istediklerini söylüyor, yazıyor, sonra Sevr haritaları paylaşıyor. TKP’nin ne düşündüğü ile ilgili değil bu mesele; buradan hiçbir koşulda barış, kardeşlik, çözüm çıkmaz.

'Kürt sorunu kalkınmayla çözülmez ama kalkınmasız da çözülmez'

İkinci olarak, merkezi planlama olacak, kaynakları eşit dağıtacağız diyorsunuz. Kürt sorunu yalnızca ekonominin gelişmesiyle çözülebilir mi?

TKP Kürt sorununu ya da başka bir sorunu yalnızca ekonomik gelişmeyle çözmeyi asla düşünmez. Sosyalist bir Türkiye aynı zamanda gerçekten gelişkin bir demokrasinin olduğu bir ülke olacak. Kimse karnından konuşmayacak. Aklıyla, yüreğiyle, vicdanıyla konuşacak, tartışacak, kararlar öyle alınacak. Ayrıca sömürünün, kapitalizmin yıkılması, kuşkusuz temelde “ekonomik” bir değişim ama hayatın her alanını etkiler. Eskiden çok popüler olan bir liberal de topa girmiş “Kürt sorununu kalkınmayla mı çözeceksiniz” diye sormuş. Kürt sorunu kalkınmayla çözülmez ama kalkınmasız da çözülmez. Kaynakların eşitliği sağlayacak şekilde kullanılması çözümün temel ilkelerinden biridir. Piyasanın, sermayenin hüküm sürdüğü yerde rekabet, eşitsizlik, çatışma ve kriz olur. Bu kadar basit. 

'Şaka gibi diyorum çünkü öyle demezsem ayıp demem gerek'

Üçüncüsü, "aşiret düzenini parça parça edeceğiz" diyorsunuz. On yıllarca tüm ilericilerin, "tabii ki" diyerek dile getirdiği bu mücadelenin şimdi dillendirilmesi bazılarınca "tuhaf" karşılanıyor. Kimileri sizin Kürt sorununu "aşirete" bağladığınızı öne sürdü. Nasıl görüyorsunuz aşiret yapısı etrafındaki tartışmayı?

Şaka gibi. “Aşiret mi kaldı” diye dalga geçmeye kalkanlar var. Bugün büyük toprak sahiplerinin, onu da geçtim siyasette öne çıkanların listesini bir yayınlayalım bakalım, tarikatların nerelerden türediğine bakalım, sonra konuşalım aşiret kaldı mı kalmadı mı? Kuşkusuz kapitalizm aşiret yapısını belli ölçülerde kırdı, dönüştürdü. Ama sömürü ilişkilerinde bile aşiret yapısının ve değerlerinin hâlâ büyük yeri var. En ironik olanı, “aşiret mi kaldı” yaklaşımını Barzani’ye yakın Rudaw’ın dillendirmesi. Şaka gibi diyorum çünkü öyle demezsem ayıp demem gerek.

İnsanlar TKP'nin Kürt sorununda ne dediğini daha ayrıntılı öğrenmek için hangi kaynağa başvurmalı?

TKP’nin programı var, temel belgeleri var, bu yılki kongre raporunda uzun bir bölüm var. Onlar okunabilir.

                                                             ***

AKP'den İsrail'e Azeri petrolü itirafı: 'Varil başına 1 dolar 27 sent kazanıyoruz, onur duyuyoruz'

AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin, İsrail'in enerji ihtiyacını karşılaması nedeniyle tepkilere neden olan Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı'nın "varlığından onur duyduklarını" söyledi.(https://haber.sol.org.tr/haber/akpden-israile-azeri-petrolu-itirafi-varil-basina-1-dolar-27-sent-kazaniyoruz-onur-duyuyoruz)

                                                                ***

Yavaş-Gökçek ortaklığına mahkeme 'dur' dedi: 'Diyanet Akademisi ve camiye ihtiyaç yok'

Ankaralılar eğitim alanının hukuksuz şekilde Diyanet’e teslim edilmek istenmesine direndi. İtirazlara kulak tıkayan ABB'nin imar planı, mahkeme tarafından iptal edildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/yavas-gokcek-ortakligina-mahkeme-dur-dedi-diyanet-akademisi-ve-camiye-ihtiyac-yok-396140)

                                                            ***

Kapı kırıp 'başı açık öğrenciye karışırız' demişti: Açığa alınan müdüre üstün başarı ödülü

Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü, 2024 yılında 719 kişiye üstün başarı ödülü verildiğini duyurdu. Velilere "Başı açık öğrenciye de, şort giyen öğrenciye de karışırım" dediği için hakkında soruşturma başlatılan ve kadın müdür yardımcısı D.K.'nin odasının kapısını tekmeleyerek kırdığı için açığa alınan Mahmut Celalettin Öktem İmam Hatip Ortaokulu Müdürü Ergin Kaya Kırbıyık da maaş ödülü alan isimlerden biri oldu. Ödül verilen bir diğer kişi ise adres dışı öğrencileri okula kayıt ettirmek isteyen velilerden 150 bin lira "zorunlu bağış" isteyen, hakkında kayıt dışı sigortasız işçi çalıştırmak ve farklı iddialardan dolayı açılan soruşturması devam eden Osmangazi ilçesi Macide Gazioğlu Kükürtlü Ortaokulu müdürü oldu.(https://haber.sol.org.tr/haber/kapi-kirip-basi-acik-ogrenciye-karisiriz-demisti-aciga-alinan-mudure-ustun-basari-odulu)

                                                                 ***

KCK yöneticisi Aydar: Türkiye Kürtlerle anlaşırsa büyür, yoksa küçülür, İsrail'le de ilişki kurabiliriz

Türkiye'nin "büyüyebilmesi" için Kürtlerle anlaşması gerektiğini söyleyen KCK Yürütmesi'nden Aydar, "alternatifsiz değiliz" dedi, İsrail'e yeşil ışık yaktı.(https://haber.sol.org.tr/haber/kck-yoneticisi-aydar-turkiye-kurtlerle-anlasirsa-buyur-yoksa-kuculur-israille-de-iliski)

                                                                 ***

Bahçeli bu sefer ‘Karagümrük Çetesi’yle görüştü: ‘Genel başkanımın aşığıyım’

"Nurişler" ya da "Karagümrük Çetesi" olarak bilinen Ergin kardeşlerin en küçüğü Soner Ergin ile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'yi ziyaret etti. Görüşmenin detayları ortaya çıktı.(https://haber.sol.org.tr/haber/bahceli-bu-sefer-karagumruk-cetesiyle-gorustu-genel-baskanimin-asigiyim-396152)

(soL)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder