14 Kasım 2024 Perşembe

soL "KÖŞEBAŞI" -14 Kasım 2024-

Fake News’lerin başkanına reel politik dışişleri bakanı: Trump ve ‘Küçük Marco’su -Gamze Erbil-

Tıpkı 2018 dönemecinde olduğu gibi, Trump fazla ileri gidip kişisel vaatlerini geri çekmesi gerektiğinde, bunun düzelticisi ve belki de kırılma noktası Rubio olacak gibi görünüyor.

ABD Başkanlığına Donald Trump’un seçilmesiyle birlikte bölge politikalarında yeni fırsatlar yakalayabileceği umuduna kapılan Türkiye’deki sermaye temsilcileri, önceki gün New York Times’ta yayımlanan ve sonrasında başka kaynaklardan da desteklenen “son dakikada bir değişiklik olmazsa, Dışişleri Bakanı’nın Florida Senatörü Marco Rubio olacağı” yönündeki haberlerle telaşa düşmüş olmalı.

Türkiye medyasına da yansıyan haberlerde, bunun Türkiye siyasetini nasıl etkileyebileceği konusunda ilk ham yorumlar yapılırken devletin bu konuda çok daha ayrıntılı bir çalışma içine girmiş olması beklenir. Türkiye-ABD ilişkilerinde medyada yeni bir “manipülasyonlar” sayfasının açıldığını söyleyebiliriz.

Kabine ve diğer postlar için yapılan ilk tercihler belirginleştikçe Trump yönetiminin, ABD yerleşik düzenince (establishment) kuşatılarak şekillendirileceği de görünür hale geliyor.

ABD siyasetinin, emperyalist liderlik konumu sarsıldıkça, fazlaca sarsıntılı süreçler yaşadığı ve toplumsal algıda da “iyice çıldırdığı” doğru olmakla birlikte, yerleşik düzenin -hâlâ- biraz daha bağışık ve profesyonelce işlemeye devam ettiğini varsaymak gerekiyor. Çıldırma halleri siyasetin dümenini kontrol etmeyi çok zorlaştırıyor olmalı ve bu, çelişkilerin birikmesinin de temel dinamiği; ancak henüz sürdürülebilir olmaktan çıkmadı.

Bu kurgu içinde, ve zengin manipülasyon olanakları da düşünüldüğünde, Trump’ın ABD emperyalizmi için kullanışlı bir aygıt olarak görev yapacağını, gelecek dönem olası sert viraj almalarda “feda edilebilecek bir başkan olacağını” dahi söylemek mümkün. Bir yandan yönetilmesi giderek zorlaşan çelişkiler birikmeye, çıkar çatışmaları sertleşmeye devam ediyor. Sonunda bu ancak “ölü bir başkan” tarafından yönetilebilir hale de gelebilir şimdilik Trump’la devam ediliyor. 

Türkiye’nin Osmanlıcı dış politika erbabının, bu burjuvanın mizacı ve Erdoğan’la “muhteşem” iletişimine dayandırdığı umutları (ya da umut tacirliği) da burada boşa düşüyor. Çünkü, henüz ölü başkanlar dönemine geçmemiş olan ABD’de, Dışişleri Bakanlığı için düşünülen isim, ihtiyaç halinde Türkiye politikalarına devlet ayarı verecek bir figür olarak belirginleşiyor. Tıpkı 2018 dönemecinde olduğu gibi, Trump fazla ileri gidip kişisel vaatlerini geri çekmesi gerektiğinde, bunun düzelticisi ve belki de kırılma noktası Rubio olacak gibi görünüyor.

O dönemki bir kaç olayı yeniden su yüzüne çıkarmak konuyu açmak için elverişli malzeme sunuyor. Ama ondan önce genel dış politika başlıklarında Rubio; Trump iktidarının neresinde durabilir, bununla ilgili veriler üzerinde duralım.

Ukrayna savaşını bitirmek şahsi mesele mi?

Trump’ın Pensilvanya’daki seçim mitinginde Zelenskiy hakkında, "Bence Zelenskiy tarihin en büyük pazarlamacısı. Ne zaman ülkeye gelse 60 milyar dolarla geri dönüyor" şeklindeki popülist çıkışları (ABD’nin savaş başladığından beri Ukrayna’ya yaptığı yardımların Kasım ayı başında 60 milyar doları aştığını biliyoruz) kişisel-burjuva tarzına bağlanabilir.

Aynı mitingde, "Eğer seçimi kazanırsam Putin ve Zelenskiy'i arayacağım ve savaşı bitirmeleri için bir anlaşmaya varmalarını söyleyeceğim" diye konuşan Trump’ın ABD’nin Ukrayna’ya desteğini sıklıkla eleştirdiğini ve kendisinin bu savaşı bitireceği (hatta 24 saat içinde) vaadi olduğunu biliyoruz.

Donald Trump ile Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy, 27 Eylül 2024'te ABD'nin New York şehrindeki Trump Tower'da bir araya geldi. Fotoğraf: Reuters

Genel olarak Trump için dış politika başlıklarının “ne kadar para gidiyor” ilkesiyle ele alındığı değerlendirmesi de, yine bu örnekte karşılık buluyor. Trump’la geçen Mart ayında görüşen Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın “Trump’ın Ukrayna-Rusya savaşına kuruş para vermeyeceğini, böylece de savaşın sona ereceğini” söylemesi bunun bir örneği. Zelenskiy’nin “Yeniden ABD başkanı seçilirse Trump'la çalışmak zorlu bir iş olacak” şeklinde konuştuğu da biliniyor.

Ancak bunlardan yola çıkarak “önce Amerika” diyen Trump’ın “dış müdahalelere karşı çıkmayı” ve Amerikan müdahaleciliğinin yarattığı muazzam maliyetleri gözden geçirmeyi merkeze alan yaklaşımının, yalnızca “Trump dış politikası” olarak görülmesi yanıltıcı olacaktır. 

Bu noktada, “Rubio’nun son dönem Trump’ın ‘sonsuz savaşları sonlandırma’ çizgisine yaklaştığı” şeklindeki değerlendirmenin de aslında ABD çıkarlarının da bu çizgiye yaklaşması şeklinde okunabileceğini söyleyebiliriz.

Marco Rubio, son süreçte “Trump politikalarına yaklaşıyor”, evet; çünkü ABD çıkarları bunu gerektiriyor.

Avrupa-Rusya operasyonu tamam, Çin-Rusya-İran operasyonu sırada

Ukrayna savaşının “Biden’ın kişisel meselesi” olarak yansıtıldığı oldu; ama esası, ABD emperyalizminin Avrupa'yla Trump döneminde fazlaca açılan mesafesini kapatma ve Rusya’yla ilişkileri gelişen müttefiklerini hizaya getirme ihtiyacını Biden dönemi ve onun Ukrayna politikasıyla giderdiğini unutmamak gerek. Bugün gelinen noktadaysa, bu durum, bir süredir, -başka dünya denklemleriyle birlikte ele alındığında- “gözden geçirilecek başlıklardan biri” olarak görülüyor. Ve devreye Trump’ın Putin sevdası ve biri Lübnanlı babası şimdiden yoğun bir diplomasiyi sırtlanmış; diğeri Yahudi yerleşimlerinden rant hesapları olan damatları giriyor...

ABD dış politikasındaki “gözden geçirmenin” bir ayağı Rusya ile ilişkiler olarak belirginleşiyor. ABD yeni dönemde, Ortadoğu’daki gelişmelerin sonucu ortaya çıkan Çin-İran-Rusya denklemine müdahale etmek zorunda.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, 22 Ekim 2024'te Rusya'nın Kazan kentinde düzenlenen BRICS Zirvesi'nin aralarında bir araya gelirken yürüyorlar. Fotoğraf: Reuters

Aslında ABD emperyalizmi, “boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyor” durumunu yönetmeye çalışıyor. Ukrayna savaşıyla birlikte Avrupa ve Rusya düşman kamplara itilirken, Moskova bu sefer Pekin ve Tahran’la daha zorlayıcı ve özellikle Ortadoğu coğrafyasında ABD hesaplarını bozan bir konuma yerleşmiş oldu. Rusya bunu, Ortadoğu’da doğrudan varlık göstererek değil, Çin’in bu coğrafyada İran’a arka çıkarak yürüttüğü yumuşak diplomasinin önünü açarak yaptı. Stratejik anlaşmalar; stratejik koridorlarla temelleniyor.

Ama ABD’nin de bir Doğu Akdeniz stratejisi ve İsrail’i merkeze koyan bir başka stratejik koridor hesabı var. Gelinen noktada Ortadoğu’da yaşanan sıkışma, Rusya-Çin-İran denkleminin dinamitlenmesini gerektiriyor. Yolu yine İsrail’in açtığını; son dönem Lübnan’da odaklanan, Suriye’yi yeniden hedef almayı gözeten ve esasen İran’ı teslim almayı hedefleyen bölge politikasının ayrıntılarının zaman içinde netlik kazanacağını söyleyebiliyoruz.

Çin ve İran görevleri

“Trump dış politikası”nın geleneksel hedefi olan Çin söz konusu olduğunda, Rubio’nun “sertlik yanlıları” listesinde adının geçmesi ABD dış politikasının güncel ihtiyaçları açısından bir başka çakışma. Yukarıdan devam edersek, Ortadoğu’daki “üst arabulucu” rolünü Çin’e kaptırma tehdidi altındaki ABD’nin seçenekleri daraldığından, yeni bir açılım ihtiyacı var. Bu tabloda İran ve Çin karşıya alınmaya devam edilirken, Rusya’nın buradan ayrıştırılması gerekiyor. Trump ve “Küçük Marco”su bu görev için uygun profil sunuyor.

Rubio’nun CV’sinden, Çin konusunda epey çalıştığını ve “insan hakları ihlalleri” gibi başlıklar üzerinden geleneksel ABD dış politika formatlarına uygun malzeme üretmiş olduğunu görüyoruz. Tuhaf biçimde “Hamas yanlısı, İsrail karşıtı propaganda yaydığı için” TikTok’un kapatılmasını da istiyor. Ama günümüzde böyle tutarsızlıklar üzerinde kimse durmuyor. 

Rubio’nun İran konusunda “sertlik yanlısı”, İsrail yandaşlığındaysa “azılı partizan” tutumları ihtiyaç halinde tamamlayıcı olacaktır. 

Açılacak yeni sayfada, yeni rol kapma telaşı

Türkiye’de alıcısı fazla olan ve son dönemde Robert Kennedy Jr.’ın Trump’ın seçimi kazanmasının ertesinde bir TV programında gündeme getirdiği bir başlık, ABD’nin Suriye’den asker çekmesi konusu. Küçük Kennedy, Trump’ın seçimi kazanmasının ardından katıldığı bir TV programında, kimi ayrıntıları net olmayan ama özü itibariyle Trump’ın Suriye’den ABD askerlerini çekmeyi isteğinin altını çizen bir anekdot aktarıyor. Bu aktarım, Trump’ın ABD askerlerinin Suriye’de “kim vurduya gidebileceği” bir tabloya izin vermeyeceği izlenimini güçlendiriyor.

Donald Trump ve Robert F Kennedy Jr. 23 Ağustos'ta Arizona, Glendale'de el sıkışıyor. Fotoğraf: AP

Haber, Ortadoğu’da medyanın üzerinde durduğu; Türkiye’yle ABD ilişkilerine iyimser bakmak isteyenlerin aradığı bir malzeme oldu. Tahmin edileceği gibi, daha önce aynı başlıkta Türkiye-ABD arasında ve yine Erdoğan-Trump arasında yaşananları hatırlatmak pek prim yapmıyor henüz. İşte o daha önce yaşananların kimi karelerinde müstakbel Dışişleri Bakanı Rubio da duruyor; üstlendiği “sertlik yanlısı” rolleriyle. Hatırlayalım.

Trump’ın ilk dönemi, Türkiye-ABD ilişkilerinde bir enkazın devralındığı bir dönem. Obama’yla 2013 Nisanı’nda gerçekleşen ve içeriği sonraki manipülasyonlarda bölük pörçük açıklanan “Kırmızı Oda” buluşması bir kırılma noktasını sembolize ediyor. Özeti: 2012’de ABD emperyalizminin kimi odakları için İhvan-Türkiye-Katar-Suudi ortaklı projenin Suriye’de yenildiği idrak edilirken, bu konuda ABD’yi doğrudan bir Suriye saldırısı içine çekmeye çalışan Türkiye’nin artık dizginlenme ihtiyacı belirginleşmeye başlıyor. “Kırmızı Oda” buluşmasında bu konuda ham bir uyarı yapıldığını düşünebiliriz. İki taraf da boğazına kadar bataklıkta olduğundan kimse birbirine söz geçiremiyor. 

ABD içindeki operasyonel odakların AKP iktidarıyla yürüttüğü “uyumlu çalışma” fiyaskoyla sonuçlandığında, Washington yönetiminin de bir süre yalpaladığı anlaşılıyor. Esad’ın devrilmesinin yerini IŞİD’le mücadelenin alması ve yeni Suriye politikasının Kürt ortaklarıyla sürdürülmesi tercihleri, Türkiye ile köprülerin yıkıldığı bir süreç oluyor. Paralelinde Türkiye’nin emperyalist destekle yürüttüğü “açılım” projelerinin de.

ABD’nin Ortadoğu açılımını geri sarmasından sonra, günahların birbirine atılması dönemi başlıyor; eş başkanı payesini bir kez almış olan Erdoğan yönetimiyse ısrarcı ve tüm yıpratmalara karşın devam etme kararlılığını koruyor. Batıyla demokratik açılım süreçleri yerini, savaş ve diktatörlük açılımlarına bırakıyor. 

Osmanlıcıların bugün unutmuş göründüğü bu bataklıkta, Türkiye’nin Suriye’deki paralı cihatçıları -aslında göz yumulan- karanlık finansal kaynaklarla yönetmesi, girdiği yolda devam etme dışında bir şansı bulunmadığından boyundan büyük işlere kalkışması, nihayetinde “söz geçirilememesi” ve yalnızlaşması var. Paralelinde patlayan bombalar; terörle yürütülen manipülasyonlar; şantaj ve nihayet darbe girişimi. Bir de Rusya seçeneğine yönelme.

Trump yönetiminin, bu enkaz karşısında özgün bir katkı içeren bir tutum geliştirme şansı bulunmuyordu. İktidara geldiğinde Halk Bankası ve Rıza Sarraf davası, Brunson krizi ve Türkiye’nin FETÖ’cüleri iade talepleri önüne düşmüştü.

Erdoğan ve dönemin ABD Başkanı Obama'nın 2013'te Beyaz Saray'da yaptığı 'Kırmızı Oda' görüşmesi. Fotoğraf: Milliyet

Türkiye neden umutlanıyor?

Donald Trump’ın Erdoğan’la kabadayılık yarıştırması ama aynı zamanda pek samimi görüşmesi, tüm telefonlarına çıkması, krizler yaşandığında Twitter’dan (artık X) atar yapıp diplomasi tarihine geçecek mektuplar göndermesi gibi hamleleri, çıkışsız ABD-Türkiye ilişkilerine “renk katan” kişisel katkılar olarak görülebilir.

Trump’ın ABD siyasetinde yaşadığı iç gerilimler fonda devam ederken, “Suriye’den asker çekme” kararı aldığını sandığını ve sonrasında da hızlı bir biçimde geri sardığını hatırlayalım. Aslında Türkiye "Barış Pınarı Operasyonu"yla bölgede kendi “tampon bölge” hedefini gerçekleştirmek için ABD siyasetinin boşluklarına oynamayı denedi ve sonunda kısmi tavizler kopararak geri çekilmek zorunda kaldı.

ABD’nin yeni bölge politikasında Suriye’de yeni müttefiki PYD’yle devam etme kararlılığı değişmezken Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde sorumluluğu üstlenme hesabı tutmamış oldu.

Bu hamleler, Obama döneminde de olduğu gibi, ABD siyasetindeki Türkiye’yi cezalandırma yanlısı çevrelerin ağır tepkilerine sebep oldu. Trump’ın çekilme kararını eleştiren ve Türkiye’nin operasyonlarına karşı çıkan isimler arasına Marco Rubio da vardı. Rubio, Kürtlerin ABD’nin önemli müttefiklerinden olduğunu savunuyor ve onları hedef alan her türlü saldırıya engel olacaklarını söylüyor. Rubio, 2017’deki bir paylaşımındaysa “Şu anda Kuzey Irak olarak bilinen (Güney) Kürdistan’ın tamamen bağımsız olma zamanı gelmedi mi?” sorusunu ortaya atıyor.

Körler ve sağırlar

Suriye’nin kuzeyine dönük hesaplar gelecek dönem Türkiye-ABD ilişkilerindeki temel çıkışsız başlıklardan birini oluşturuyor. Esas olan Türkiye’nin çıkışsızlığıdır, ABD’nin bundan yarar sağlama yoluna gidip gitmeyeceği zamanla ve yeni ortaya çıkacak dengelerle netlik kazanacak.

Bugün ABD seçim sonuçlarının içeride Kürt açılımı hazırlıklarıyla karşılaması ve bir yandan ısrarlı bir biçimde PKK ve YPG’nin hedef alınması, Türkiye’nin hâlâ aynı çıkışsız politikaları zorlama denemesidir. 

"Barış Pınarı" krizi sonrası, 13 Kasım tarihli Erdoğan’ın Trump’la ilişkileri normalleştirme buluşmasındaki konuşmaları hatırlayabiliriz. İki ülke arasında büyük restleşmeler yaşadıktan sonra gerçekleştirilen buluşmanın somut hiçbir çıktısı olma ihtimali yokken, taraflar ısrarla müttefiklikten bahsediyor; Kürtler üzerine konuşmalarsa tam bir sağırlar diyaloğu şeklinde gerçekleşiyor.

Trump "Kürtlerle iyi bir ilişkimiz oldu, onlarla başarılı bir şekilde IŞİD’e karşı savaştık. Cumhurbaşkanıyla Kürtlerin arasında bir ayrılık olabilir ama onların da iyi ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Türkiye'de Kürtler de yaşıyor ve onlar da oldukça mutlu gibi geliyor. İyi bakılıyorlar eğitim ve sağlık açısından" diyerek yaklaşımını somutlarken Erdoğan, "Bizim Kürtlerle bir sorunumuz yok. Bizim sorunumuz terör örgütleriyle. Kürtlerin içinden çıkan bir kısım teröristler, bunlar PKK'nın uzantılarıdır. Esed'in kuzey Suriye'deki Kürtleri kabul etmediği dönemde onlara pasaportlarını vermesini söyledik. Parlamentoda partimin 50'den fazla Kürt milletvekili var" şeklinde konuşuyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD Başkanı Donald Trump ile gerçekleştirdiği baş başa görüşme ve heyetler arası çalışma yemeğinin ardından, bazı ABD'li Cumhuriyetçi senatörler ile Oval Ofis'te bir araya geldi. "Parlamentoda partimin 50'den fazla Kürt milletvekili var" açıklamalarını Erdoğan 13 Kasım 2019'da gerçekleşen bu görüşmede sarf etmişti.

İsrail ve İran konusundaki örtüşmezlikler buna eklenebilir. Yeni Dışişleri Bakanı adayı Rubio, bu başlıklarda da Türkiye’nin “resmi” politikalarıyla bağdaşmayacak bir konuma sahip. Yine Türkiye için “hizaya getirici” bir rol üstlenmeye aday görünüyor. 

“Kırmızı Oda” buluşması olurken, göçmen yasasıyla ilgili düzenlemelerin oylandığı Kongre’de kendi işine bakmakta olan Marco Rubio, o zamandan sonra ABD siyasetinin farklılaşan tercihlerinde Türkiye’yle mesafeyi açan; cezalandırma ve hizaya getirme yanlısı bir tutumun temsilcilerinden oldu. 

Trump’ın Ocak 2019’da, Erdoğanla görüştükten sonra asker çekme vaatlerini açıklamasının hemen sonrasında Amerikan Basketbol Ligi (NBA) oyuncusu olan Enes Kanter'i makamında ağırlıyor ve Twitter hesabından AKP yönetimini kızdıracak paylaşımlar yapıyor.

Venezuela’dan FETÖ’ye ve Türkiye’ye tehditler

Trump döneminde “Sanal Latin Amerika Bakanı” olarak anılan Rubio, fanatik Venuela karşıtı politikalarını Ankara’nın Venezuela ilişkilerini de hedef alarak çeşitlendiriyor. 2019'da Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro hakkında Türkiye’ye nota verilmesi teklifinde bulunan Rubio, yine Twitter paylaşımında Türkiye’deki ABD Büyükelçiliği’ni etiketleyerek, “Maduro’nun Venezuela’dan altın çalmasına Türkiye’nin yardımcı olmamasını tavsiye etmenizi rica ediyorum” diyor ve yaptırım tehditleri savuruyor. Venezuela hassas konu, Peker de dikkat çekiyordu.

ABD’nin FETÖ yapılanması üzerinden dahil olduğu darbe sürecinin ardından ABD devletinin Ankara’yla yaşadığı gerilimlerde yine Rubio’nun aktif bir aktör olarak sahne aldığını görüyoruz.

Şubat 2021’de 50’den fazla senatör tarafından imzalanan ve yazıcılarından birinin Marco Rubio olduğu “insan hakları sicili üzerinden Türkiye’ye baskı yapılmasını” isteyen mektup Biden’a iletiliyor. 

İnsan hakları ve dış politikada saldırganlık eleştirileriyle bezenen mektubun merkezinde, hapisteki FETÖ’cülerin serbest bırakılması ve Enes Kanter hakkında kırmızı bültenin kaldırılması konuları duruyor. Sık başvurulan bir provokasyon odağı olan Enes Kanter’in Rubio’yla yakınlığı sonucu, Uygur Türklerine yönelik politikası nedeniyle Çin'e eleştiriler yöneltmekle görevlendirilmiş olduğu anlaşılıyor.

Türkiye’nin Çin’le ilişkilerini geliştirirken, bizzat Hakan Fidan’ın bu konuyla ilgili politikalarını 180 derece farklı bir yöne evrilttiğini de hatırlayabiliriz.

                                                                  /././

Amerikan Cumhuriyetçilerinin ucubeleri: İran Halkın Mücahitleri çetesi -Hakkı Hacınebioğlu-

İran halkının başında molla rejimi gibi büyük bir belanın olduğu muhakkak. Ancak bununla bitmiyor, İran halkının tepesinde molla rejimini aratacak akbabalar uçuşuyor. Bunların en aşağılığıysa HMÖ...

Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) hakkında yazılan neredeyse her yazı bir hata hatta çarpıtmayla başlar. Muhakkak bunda konunun tuhaflığının okuyucuyu yazıya çekeceği beklentisi de etkilidir.

Bu nedenle, bu yazı o hataya cevapla başlamalı: HMÖ islami-marksist bir örgüt değildir.

Tuhaflıktan ucubeliğe

HMÖ İran siyasetinde hala faal olan en eski örgütlerden biri. Rejim karşıtı muhalefet içinde örgüt yapısının sağlamlığı ile dikkat çekiyor. Örgüt 1981’den itibaren İran resmi siyasetinin dışına düştü hatta sürgün edilmiş oldu. İran içindeki varlığı son derece sınırlı olsa da diasporada çok ciddi bir etkinliği olduğu açık. İşbirlikçiliği bir strateji olarak benimsemiş olan HMÖ, Batı destekli rejim değişikliği senaryolarında sıkça anılıyor. Özellikle İsrail’in İran’a karşı saldırganlığının arttığı bir dönemde İran halkının iktidar dışı düşmanlarını tanımakta fayda var.

HMÖ, 1960’lı yılların başında bir grup üniversite öğrencisi tarafından kuruldu. Tüm dünyada gençlik hareketlerinin yükseldiği bu dönemde İran üniversiteleri de fokurdamaya başlamıştı. Muhammed Rıza Şah’ın işbirlikçi tiranlığı farklı ideolojilerden gençlerin öfkeli ve adanmış bir mücadele ruhu kazanmalarını sağlamıştı. Sol tüm dünyada olduğu İran’da da ve bilhassa üniversite gençliği arasında popülerdi. İran’ın kendine has kimi dinamikleri islami muhalefet odaklarının doğmasına neden olmuştu ve bunlar da aynı şekilde gençlik arasında yaygınlaşmıştı.

On iki imam şiasından toplumcu ve evrensel bir ideoloji inşa etme, bir çeşit islam-marksizm eklektisizmi icat etme çabası da halihazırda ortaya çıkmıştı. Ali Şeriati, marksizmden ödünç aldığı yöntem ve kavramlarla islam tarihini ve on iki imamcılığın esaslarını yeniden kurmaya çalışıyordu. Entelektüel bir uğraş olarak kalan bu çabalarının İran’da ziyadesiyle etkili olduğunu hatta dünya entelektüellerinin dahi dikkatini çektiğini biliyoruz.

HMÖ, bu şartlar altında kuruldu. Ali Şeriati gibi isimlerden epeyce etkilendiler. İran, Helenistik çağdan bu yana senkretik dinler menbaı olmuştu. Pek çok defa, pek çok farklı inancı sentezleme teşebbüsü İran tarihinin tanıdık hikayelerindendir. HMÖ’nün bu tuhaf uğraşını da bunların arasına eklemek yanlış olmayabilir. 

HMÖ’nün ilk dönem teorik metinlerinde bu çabanın hayret verici derecede yaratıcı ama bir o kadar da absürt örneklerini görürüz. Örgüt ideal toplum sisteminin adını “tevhidi düzen” koyar. Örgüte göre tevhidi düzen kuranda Allah tarafından açık bir şekilde ortaya konmuştur. Marks’ın komünist toplumu da tevhidi düzenden başka bir şey değildir. Marks ilahi ve ideal bir toplum sistemi olan tevhidi düzeni bilimsel metotlarla keşfedebilmiştir. Hatta Marks ve onun ideolojisinin ortaya çıkacağı kuranda müjdelenmiştir. Bu da kuranın mucizelerinden biridir.

O halde marksizm şaha ve emperyalizme karşı verilen mücadelede metodolojik bir rehber görevi görebilir. Örgüt leninist örgüt modeline göre inşa edilmelidir. Üye eğitimlerinde kuran ve Nehcu’l Belaga gibi islami ve şii klasiklerin yanında marksist klasikler de okutulmalıdır. 

Örgüt dönemin ruhuna da uygun olarak silahlı mücadeleyi de seçmişti. Geniş kitleler nezdinde karşılık bulamasalar da gençler arasında hızla örgütlendiler ve leninist örgüt modelinden ilhamla sıkı bir örgütsel yapı oluşturdular. Böylece şah rejiminin canını fena halde sıkan bir örgüt haline geldiler.

                                            HMÖ zırhlı birlikleri Eşref Kampı yakınları Bağdat-90'lar

1970’li yıllarda şah rejiminin üst düzey görevlileri ile İran’da bulunan ABD’li görevlilere birçok saldırı gerçekleştirdiler. 1971 yılında  Muhammed Rıza Şah tiranlığının simge soytarılıklarından olan İran Şehinşahlığı’nın 2500’üncü kuruluş yılı kutlamalarına saldırı planları rejimin meşhur istihbarat örgütü SAVAK tarafından deşifre edildi. Örgütün tarihindeki ilk kırılma anı buydu. Örgütün çok sayıda üyesi ve en önemlisi önderliği hapse atıldı. Örgütün önderlerinin tamamı idam edildi.

O zamana kadar orta seviyede bir kadro olan Mesud Recevi hızla örgütü kendi etrafına topladı. Muhaliflerini tasfiye etti ve leninist örgüt modelinden kült lider modeli yarattı. Tuhaflık ucubeliğe evrilmeye başlamıştı. 

Aşağıda ayrıntılandıracağımız bu “ucubeleşmenin” ana hatlarını sıralayalım. Mesud Recevi kültü etrafında yeniden yapılanan örgütün üyelerinin bile çeşitli şekillerde istismar edildiği bir kötülük tarikatı haline gelmiştir. İranlı halkçı ve yurtsever gençlerin idealist örgütü olarak yola çıkılmış, devrimden sonra gelen yenilgiyle önce Irak, sonra ABD ve Batı ile işbirliği yapan bir çeteye varılmıştır. Şah rejimi ve ABD’yi hedef alan saldırıların yerini de yenilginin histeri kriziyle hiçbir meşru zemin aramadan sağa sola gerçekleştirilen halk düşmanı saldırılar almıştır.

Bu başlık altında son olarak şunu da belirtelim: örgüt marksizmle en ufak bir bağının kalmaması için yoğun bir çaba içerisindedir. Örgüt her fırsatta serbest piyasanın önemini vurgulamakta, geçmişten kalan “marksist” yakıştırmasından kurtulmayı arzulamaktadır. Üstelik HMÖ bugün vakıfları, dernekleri ve şirketleriyle küresel çapta bir holding halindedir. Durum bu olduğu halde, hala örgüte “islami-marksist” yakıştırması yapmak ileri seviyede bir cehalet ya da sinsice bir çarpıtmadan başka bir şey olamaz.

Devrimcilikten işbirlikçiliğe

1979 yılında gerçekleşen İran Devrimi sırasında örgüt önemli devrimci güçlerden biri olmasına rağmen kitleselleşebilmiş değildi. HMÖ bu nedenle islam devrimi komitelerine dahil olarak, devrimdeki islamcı hattın öncülüğünü kapma stratejisine girdi. Ayrıntılarına girerek yazıyı bir dizi olayla boğmayalım. Sonuç olarak örgütün stratejisi başarısız olmuştur. Devrimin islamcı bir karşı devrime dönüşmesine liderlik eden İmam Humeyni, HMÖ’nün faaliyetlerine kısmen göz yummuş, kısmen de örgütü kendi ajandasında kullanmış; zamanı gelince de onu çarkın dışına atmıştır.

Humeyni gibi becerikli bir siyasetçinin HMÖ’yü iktidar dışına bırakması örgütü hatta daha doğrusu Recevi’yi histerikleştirdi. Örgüt önce çok sayıda sivilin ölümüne neden olan akıldışı saldırılar gerçekleştirdi. Daha sonra Saddam Hüseyin’in İran’a saldırısıyla başlayan savaşta Irak’la işbirliği içine girdi. Recevi, “Yoldaş!” şeklinde hitap ettiği Saddam’ı İran’a daha etkili saldırması için teşvik ediyor ve HMÖ için daha fazla yardım talep ediyordu.

Saddam Hüseyin, HMÖ’ye petrol gelirlerinden bir pay tahsis etti. Militanlarını Bağdat çevresindeki kamplara yerleştirdi. Örgütü teçhiz ederek mekanize zırhlı birlikler oluşturmalarını sağladı. Bu birlikler Irak ordusuyla birlikte İran’a etkili saldırılarda bulundular. Hatta HMÖ, Saddam’a ayaklanan Kürt ve şii grupların ezilmesinde de rol oynadı.

Bu süreçte Mesud Recevi ve örgütün siyasi merkezi Fransa’dayken askeri kanat Irak’ta konuşluydu. Irak’ın Kuveyt’i işgali ve HMÖ’nün İran’ın dış temsilciliklerine saldırıları sonrasında Fransa, örgütü ve Recevi’yi ülkeden kovdu. Recevi bunun üzerine Irak’a yerleşti ve 2003 yılındaki ölümüne kadar Irak’ta HMÖ kamplarından birinde yaşadı.

Mesud Recevi’den sonra örgütün liderliğini Meryem Recevi üstlendi. Meryem Recevi örgüte liderlik etmeye bugün de devam ediyor. ABD’nin Irak işgali sonrasında örgütün varlığı bir süre tehlikeye girdi. HMÖ, devrim öncesindeki siyasi hattı ve Saddam’la işbirliği nedeniyle 1997 yılında ABD’nin terör örgütleri listesine girmişti.

ABD, bir süre HMÖ’nün durumu hakkında kararsızlık yaşasa da HMÖ’nün İran düşmanlığından başka bir ilkesinin olmamasının kullanışlı olabileceğini fark etmiş görünüyor. 2003 sonrasında Irak’ta İran destekli şii grupların etkinliğinin artması HMÖ için büyük bir tehlike yarattı. Örgütün kampları sayısız saldırıya uğradı.

                                                        Mesud Recevi, Saddam Hüseyin ile

Cumhuriyetçilerin İran alternatifi

HMÖ’nün 2003 sonrası kurulan yeni Irak yönetimi tarafından ülke dışına çıkarılmak istendi. ABD’nin yaşadığı kararsızlık örgütü İran’a teslim edilmekten endişelendirse de bu gerçekleşmedi. HMÖ’nün Irak’taki militanları, 2013 yılına kadar kaderlerini beklediler. 2012’de ABD, örgütü terör örgütleri listesinden çıkardı. 2013 yılından itibaren de Irak’taki militanları silahsızlandırıldıklarını da iddia ederek Arnavutluk’taki yeni kamplarına yerleştirdi. 

Örgütün pek çok üyesi bugün Avrupa’da ve ABD’de yaşamaktadır. Eğer tüm örgüt üyeleri hayatlarına ve faaliyetlerine “radikallikten arınmış” bir şekilde devam ediyorlarsa Arnavutluk’taki kampa neden ihtiyaç duyulmaktadır? 3 bine yakın militanın barındığı bu kampta üyelerin silahlı eğitim aldıkları kuşkusu yüksektir. Ayrıca örgütün bu kampı İran’a yönelik siber saldırılarında da kullandığı biliniyor.

Meryem Recevi liderliğindeki örgüt İran’ın bütün düşmanlarıyla işbirliğini bir strateji olarak benimsemiş durumda. İsrail’den AB ülkelerine, Suudi Arabistan’dan ABD’ye İran’la ihtilaf içindeki her kesimle maksimum düzeyde iyi ilişkiler geliştirmeye çalışıyorlar. İsrail’in İran içinde gerçekleştirdiği operasyonlarda işbirliği yapıldığına dair güçlü iddialar bulunuyor.1 2015 yılında Suudi Arabistan’ın Yemen’e saldırmasıyla Suud-İran ilişkilerinin iyice gerilmesinin ardından Suudi Arabistan’dan maddi destek almaya başladıkları iddia ediliyor.

Örgütün ABD ile ilişkileriyse biraz daha çetrefilli. Örgüt lehine görüş beyan eden ABD senatörlerinin ve temsilciler meclisi üyelerinin büyük çoğunluğu Cumhuriyetçi. Hatta en şahin Cumhuriyetçiler HMÖ destekçiliğinde ortaklaşıyorlar. Şimdiye kadar HMÖ’ye açık desteğini sunan en üst düzey isimse Donald Trump’ın ilk döneminde başkan yardımcısı olan Mike Pence. Pence, HMÖ’nün şemsiye örgütü olan ve sürgündeki hükümet olma iddiası taşıyan İran Ulusal Direniş Konseyi’nin Paris’te her yıl düzenlenen toplantılarına onur konuğu olarak katılıyor.

                                 Mike Pence, HMÖ'nün Paris toplantısında konuşurken, 2022.

Ancak örgütün tam manasıyla pisliğe batmış hali ABD için kuşkulara da neden olmakta. Örgütün liberal, özgürlükçü, seküler bir imaj yaratma çabası diasporadan toplanan haraçlar ve üyelerin dahi çeşitli şekillerde istismar edilmesi gibi “sorunlara” çarpıyor. Mollaların tasallutu altında acı çeken İran kadınlarının sözcüsü olma iddiası örgütün İran içinde neredeyse hiç karşılığının olmaması gerçeği karşısında komikleşiyor. 

Fakat HMÖ’nün diğer muhalif grupların hiçbirinde bu derece olmayan bir özelliği var ve bu özellik Cumhuriyetçilerin şahinlerini cezbediyor. HMÖ’ye iktidar karşılığında yaptırılamayacak hiçbir şey yok. ABD’de sürgün olan sabık veliaht prens Rıza Pehlevi’nin dahi kabul edemeyeceği şeyler var, HMÖ’nün kabul etmeyeceği hiçbir şey yok. HMÖ’nün çöktüğü İran’ı istedikleri gibi dizayn edebilirler.

Demokratların HMÖ’ye yaklaşımının Cumhuriyetçilere kıyasla oldukça soğuk olduğunun altını çizmeliyiz. Demokratlar ve ABD bürokrasisinin bir kısmı HMÖ’nün İran’da karşılığının olmaması, örgütün karanlık yapısı ve güvenilmezliği nedenleriyle İran için alternatif olamayacağı görüşündeler.

HMÖ yalnızca İran halkı için değil, kendi üyeleri için dahi bir bela. Örgütten ayrılmayı başarabilmiş pek çok eski militan yaşadıkları insan hakları ihlallerini ve istismarı defalarca kez anlattılar. Özellikle Irak ve Arnavutluk kamplarında yaşayan militanlar için bu kötülük tarikatı bir cehennemden başka bir şey değil. 

Militanların kamptan kaçmalarına engel olmak için dışarısının İran ajanları ve hainler gibi sayısız tehditle dolu olduğunu empoze eden eğitim videolarıyla militanlarını paranoyaya sokmak en sıradan örneklerden biri. Militanlar arasında cinsel arzu ve birliktelikleri önlemek için itiraf seanslarının düzenlenmesi örgütte dönen korkunç işleri bir miktar daha anlaşılır hale getiriyor. Bu seanslarda örgüt üyelerinin yakın zamanda cinsel istek duydukları ve bundan pişman oldukları itiraf ettiriliyor. 

Evli militanların yüzüklerini bir kaseye atarak boşanmaları da gerekiyor. HMÖ, bunun militanların kendi kararıyla gerçekleştiğini savunsa da, zorla boşanma tüm eski militanların hikayelerinde ortaklaşan bir konu. Yüzükleri kaseye atmak veya itiraf seansları ve diğer tüm istismar ve hak ihlallerinde uygulananlar dikkat çekici. Örgüt tüm bu iğrençlikleri mutlaka ritüellerle gerçekleştiriyor. Kötülüğün ritüelleştirildiği bir asri tarikattan bahsediyoruz.

Çok sayıda eski kadın militan Mesud Recevi hayattayken onunla “evliliğe” zorlandıklarını da anlattılar. Kadınların anıları yine bir ritüelde ortaklaşıyor. Evliyse önce boşanan kadınlar, daha sonra çoğu zaman Meryem Recevi’nin de dahil olduğu bir evlilik töreni, bir tür nikahla Mesud Recevi ile evlenmiş oluyorlar. Mesud Recevi’nin bu kadınlardan arzu ettiklerine tecavüz edebiliyor.

Dayak, uykusuz bırakma, militanlar arasında arkadaşlıklara dahi engel olma, militanların aileleriyle görüşmelerini engelleme sıradan istismar başlıkları. Örgütün bu sapkınlıkları uzun zamandır biliniyor olsa da 2017 yılında The Guardian’da çıkan bir inceleme şok etkisi yarattı. Arron Merat’ın incelemesi Avrupa ve Amerikan sağcılarının özgürlük savaşçılarının gerçek yüzünü çarpıcı bir şekilde bir kez daha ortaya koymuş oldu.2

Nitekim 2023 yılının Haziran’ında Arnavutluk polisinin HMÖ kampına baskınına ABD yönetiminden hemen destek açıklaması gelmişti. Arnavutluk, baskının nedeni olarak örgütün Arnavutluk’a kabul edilme şartlarını ihlal ettiğine dair kuşkuların araştırılması olduğunu duyurmuştu. Demokratlar nezdinde daha itibarlı olan sürgün veliaht Rıza Pehlevi’nin Halkın Mücahitleri’ni hedef alan sözlerinin ardından bu olayın yaşanması dikkat çekiciydi.

İran halkının başında molla rejimi gibi büyük bir belanın olduğu muhakkak. Ancak bununla bitmiyor, İran halkının tepesinde molla rejimini aratacak akbabalar uçuşuyor. Bunların en aşağılığı Halkın Mücahitleri denen çetedir. Ve İran halkı bu çetenin İran’a dönüşünü yaşamamalıdır.

İran halkının başka bir gelecek inşa edebileceği dileğiyle…

                                                                                 /././
Artvin’de yeni orman parkı ihalesi! -Yusuf Yavuz-
Artvin Sümbüllü’de, Hatila Deresi’nin Çoruh Nehriyle birleştiği bölgede 32 bin 800 metrekarelik orman arazisi konaklamasız orman parkı olarak işletilmek üzere 26 Kasım’da ihaleye çıkarılacak.

Artvin’de geçtiğimiz Eylül ayında orman parkı yıkımına karşı direnen vatandaşlardan Reşit Kibar’ın öldürülmesiyle sonuçlanan orman ihalelerine bir yenisi daha eklendi.

Merkeze bağlı Sümbüllü köyü sınırlarında Hatila Deresi’nin Çoruh Nehrine kavuştuğu bölgede bulunan 32 bin 800 metrekarelik orman arazisinin "Konaklamasız Orman Parkı" olarak işletilmek üzere 20 yıllığına kiralama ihalesine çıkarılacağı öğrenildi. Yıllık tahmini kira bedeli 48 bin TL olarak duyurulan kiralama ihalesi 26 Kasım 2024 tarihinde Artvin Orman İşletme Müdürlüğü’nde yapılacak.

Proje kapsamında kır kahvesi, kır lokantası, seyir terası, otopark, satış üniteleri, kameriyeler, idare binası ve ibadethane gibi ünitelerden oluşan yaklaşık 900 metrekarelik yapılaşma ile 3436 metrekarelik otopark yapılması öngörülüyor.

                     20 yıllığına kiralanacak orman arazisine 3436 metrekarelik de otopark yapılacak.

Artvin Orman İşletme Müdürlüğü’nün ihaleyle ilgili duyurusunda şu bilgilere yer veriliyor: “Artvin Orman İşletme Müdürlüğü Saçinka Orman İşletme Şefliği 165- 166 No.lu bölme içerisinde kalan Sümbüllü Konaklamasız Orman Parkı işletme hakkının kiraya verilmesi işi, 2886 Sayılı Devlet İhale Kanunu ile Orman Parkları Yönetmeliği’nin 10 uncu maddesi uyarınca Kapalı teklif usulü (artırma) ile ihale edilecektir.”

Yıllık 48 bin TL kira bedeli

İhale duyurusunda yer verilen bilgilere göre 20 yıllığına kiraya verilmesi planlanan 32 bin 800 metrekarelik orman arazisi için tahmin edilen yıllık işletme hakkı kira bedeli 48 bin TL + KDV olarak belirlendi. Sümbüllü Konaklamasız Orman Parkı’yla ilgili ihalenin, 26 Kasım 2024 tarihinde Artvin Orman İşletme Müdürlüğü’nde yapılacağı duyuruldu.

Kır lokantası. kır kahvesi, seyir terası ve satış reyonları

İhaleyi kazanan işletmeci 20 yıllığına orman arazisinin kullanma hakkını elde ederken proje kapsamında yapılabilecek yapı ve günübirlik kullanım üniteleri ise şöyle:

“İdare Binası (Taban Alanı 60 M2 – 1 Adet), Yağmur Barınağı (Taban Alanı 15m2 – 3 Adet), Kır Lokantası (Taban Alanı 150 M2 1 Adet ), Çocuk Oyun Alanı (Taban Alanı 175 M2 1 Adet), Giriş Kontrol Ünitesi (Taban Alanı 12 M2 1 Adet ), Pergola (Taban Alanı 25 M2 – 2 Adet ), Otopark (3436 M2 1 Adet), Çeşme (Taban Alanı 100 M2 1 Adet ), Manzara Seyir Terası (Taban Alanı 100 M2 – 1 Adet ), Kameriye (Taban Alanı 10 M2 – 8 Adet), Yöresel Ürün Satış Reyonu (Taban Alanı 6 M2 – 1 Adet ), Bay – Bayan Wc (Taban Alanı 35 M2 1 Adet ), İbadethane (Taban Alanı 60 M2 - 1 Adet ), Yürüyüş ve Koşu Parkuru (0+145 Km.)”

Reşit Kibar ormanı savunurken öldürüldü

Artvin Cankurtaran’daki 172 bin metrekarelik orman arazisi konaklamalı orman parkı olarak geçtiğimiz Haziran ayında yapılan ihaleyle özel bir şirkete kiralanmıştı.

Konaklama ünitelerini de içeren orman parkı için Eylül ayında yapılan ağaç kesimlerini durdurmak için bölge halkının yaptığı eylem sırasında köylülere ateş açılmış, olay sırasında 46 yaşındaki Reşit Kibar ölmüş, iki vatandaş da yaralanmıştı.

Artvin Cankurtaran’daki ormanı ve ağaçları savunurken katledilen Reşit Kibar, Türkiye’de doğayı ve yaşamı savunanlara karşı işlenen cinayetlerin simge isimlerinden biri oldu.

                                                                /././

Etki ajanlığı: Belirsizlik üzerinden yönetme girişimi -Ali Rıza Aydın-

Kendisinden olmayanları tehlikeli görüyor, önlem olarak da bireyleri ve örgütleri korku uçurumunun kenarında tutuyor. Bireysel ya da tekil gibi görülen sorun toplumu sarmaya yöneliyor. 

TBMM’nin kapısını yalama yapan “etki ajanlığı” yasa teklifi süreci soL tarafından ayrıntılı incelenip izleniyor. Ceza hukukçusu Öğretim Üyesi Dr. Erdi Yetkin ayrıntılı ve değerli açıklamalarıyla, hayli derinleştirerek iki ayrı haber/yorumla konuyu açıkladı.

“Belirsizlik, yabancı güçle somut bir ilişkilenmenin talimat hariç aranmaması, vesile suç bakımından ağırlık ya da nitelik çerçevesinde bir sınırlamaya gidilmemesi” Erdi Hocanın uyardığı sorunların başında yer alıyor. Uyarılar hukuk ilkelerinin önemli başlıklarını taşırken “belirsizlik” ile hukukun temel ilkelerinden olan “belirlilik” ilkesi boşa dürülüyor. Böylece bir yandan sözde yasa kuralı yazılarak suç ve cezada yasallık ilkesine uyulmuş gibi gösteriliyor, Diğer yandan bu kural belirsiz kılınarak uygulama egemen siyasetin ve bağlı olarak kamu otoritelerinin keyfiliğine bırakılıyor.

AKP döneminde sıkça karşılaşılan hukuklu hukuksuzluk girişimlerinden biriyle daha karşı karşıyayız. Etki ajanlığı haberlerimizin ilkinde bunu “AKP’nin yeni sopası mı” sorusuyla tanımladık.

Konunun "Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları aleyhine” bağlanmış olması, başlı başına “susturma sopası”.  

Söz konusu sözcükler genel ve soyut. Uygulayıcıların bireysel görüş ve anlayışına göre genişletilebilir, öznel yorumlara ve keyfiliğe açık, çifte standart uygulamalara elverişli sözcükler.  Yasa teklifi açık, sınırları çizilmiş, belirli, anlaşılabilir, öngörülebilir bir düzenleme içermiyor. 

Anayasal yönden bakılırsa “siyasal yarar” boşlukta kalıyor. “Devletin güvenliği”nin “temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması” kapsamında ilgili maddelerdeki “milli güvenlik” sınırlamasına uydurulması da tek başına yeterli değil. “Devletin güvenliği” ile “milli güvenlik” aynı anlam ve kapsamı içermiyor.  

Diyelim ki içerdiği iddia ediliyor, bu sınırlamanın yasayla yapılması şart ama yasanın Anayasadaki sözcüklerin tekrarı durumu çözmüyor. Yasa milli güvenliği açacak, net ve öngörülebilir biçimde tanımlayacak, ölçütleri gösterip çerçeveyi çizecek, temel ilkeleri belirleyecek, belirsiz bir alanı birilerinin düzenleme ve uygulamasına bırakmayacak, kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içerecek. Kişileri keyfi ve öngöremeyecekleri müdahalelerden korumayan yasa kuralları Anayasaya uygun düşmez. Bu da çözmüyor; söz konusu sınırlamalar “Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı” olmayacak. 

Öte yandan “hukuk güvenliği”ni taşımayan bir yasa kuralı Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine de uymaz. 

Suç tanımlarını keyfileştirerek temel insan haklarından birçoğuna el atılıyor. Yasallık bu konuda bir zorunluluk ve güvence olmakla birlikte yasa koyucu yasa düzenlemesinde sınırsız bir yetkiye sahip değil. Yasa Anayasayı, hukuk devletinin ve yasallık ilkesinin gereklerini gözetmek, suç normunu keyfi ve/veya takdiri uygulamalara yol açmayacak biçim ve içerikte somutlaştırmak zorunda.  

Kesin olarak saptanması zor, kaypak sözcükler insanların daha baştan korku kafesine hapsedilmesine neden oluyor. Bunun yaygın örneğini, özellikle cumhurbaşkanına hakaret davalarında, OHAL uygulamalarında, terör ve terörist yaftalamalarında gördük. Hakaretten korkanlar eleştiriden, eleştiriden korkanlar siyasetten, siyasetten korkanlar konuşmaktan, konuşmaktan korkanlar düşünmekten korkmaya başladı.

Etki ajanlığında, devletin güvenliğinden öte siyasal iktidarın güvenliği, kuşkuları, alınganlıkları, korkusu söz konusu. Kendisinden olmayanları tehlikeli görüyor, önlem olarak da bireyleri ve örgütleri korku uçurumunun kenarında tutuyor. Bireysel ya da tekil gibi görülen sorun toplumu sarmaya yöneliyor. 

Belirsizlik üzerinden yönetme, bireyleri ve örgütleri hedef aldıkça siyasi faaliyet hakkına saldırıya dönüşüyor. Siyaset hakkı köreldikçe de siyasi iktidarın gücü artıyor.

Suçların kaynağı kapitalizmin kendisiyken düzeni koruma amaçlı suç yaratılması da bütünleyici parça olarak devreye sokuluyor.

Bu çürümeden birey ve toplumun suça karşı korunmasıyla kurtulunacak.   

Kapitalizmin yasaları ve yönetme yöntemlerini, ilişkilerini tarihin çöplüğüne atma savaşımı her gün daha kaçınılmaz duruma geliyor.   

                                                               /././

Bakan Yusuf Tekin hakkında suç duyurusu: 'Her iki olayda da sorumluluğu var' -Burcu Günüşen-

Eğitim-İş, Bakan Tekin hakkında Salihli’de 14 yaşındaki öğrencinin MESEM kapsamında çalışırken öldürülmesi ve öğretmen mülakatlarındaki kayırmacılıkla ilgili iki ayrı suç duyurusunda bulundu.

Eğitim-İş Sendikası Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin hakkında MESEM kapsamında çalıştığı atölyede 14 yaşındaki öğrencinin öldürülmesi ve öğretmen atamalarında mülakatlarda kayırmacılık nedeniyle iki ayrı suç duyurusunda bulundu.

Sendikadan yapılan açıklamada “Salihli Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) Elektrik Tesisatları ve Dağıtımı Alanı öğrencisi olan 14 yaşındaki Muammer Samet Karaoluk MESEM kapsamında gitmek zorunda olduğu plastik doğrama atölyesinde ruhsatlı av tüfeği ile başından vurulmuştu.
Yaşanan olayın Milli Eğitim Bakanlığı'nın görev ve yetki alanı kapsamında yaşanmış olması, bunun yanında, bu cinayete sebebiyet veren sistemin de denetleyicisi olması sebebiyle yaşanan bu ölümlerden dolayı MEB'in sorumluluğu bulunduğu açıktır” denildi.

Açıklamada “Diğer yandan mülakat sürecinde mülakat komisyonlarının usule uygun objektif ve somut veriler doğrultusunda değerlendirmeler yapmadıkları, bölgesel, şehirsel kayırmacılığın yaşandığı yönündeki mağduriyetler kamuoyunda infiale dönüşmüştür” ifadelerine yer verildi.

Eğitim-İş her iki olayla ilgili olarak sorumluluğu bulunan başta Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin olmak üzere ilgili kamu görevlileri hakkında suç duyurusunda bulunduğunu duyurdu.

'MESEM'in doğurduğu sonuç bu çocuklarımızın ölümüdür'

Eğitim-İş Merkez Yönetim Kurulu Genel Eğitim Sekreteri Veli Fırat Şimşek soL’a yaptığı açıklamada “MESEM’e giden çocukların hiçbir şekilde takibi yapılamıyor, bu mümkün de değil. Bu çocuklar kimlere emanet? Okulda olması gereken çocuklarımız okulda değil birilerinin emri altında çalışıyorlar ve bu emir verenlerin de kim olduğunu, bu çocukları pedagojik ve psikolojik olarak nasıl etkilediklerinin de hiçbir takibi yok” dedi.

Salihli’deki atölyede çalıştırılan Samet Karaoluk’un öldürülmesiyle MESEM’de çalışırken yaşamını yitiren çocukların sayısının 10’a yükseldiğini belirten Şimşek “Bu çocuklarımız işyerlerinde kaldıramayacakları iş yükü altında, yanında olmaması gereken insanların yanında çalıştırılıyorlar. Çocuklar okulda olmalı ve pedagojik eğitim almış insanlarla ve yaşıtlarıyla birlikte eğitim almalıdır. MESEM’in doğurduğu sonuç bu çocuklarımızın ölümüdür. Bu ölümlerden Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin ve AKP iktidarı sorumludur” dedi.

Mülakatlarda birçok öğretmen kontenjan dışı kaldı

Öğretmen atamaları için seçim öncesi kaldırılacağı sözü verilen ancak seçimden sonra Bakan Tekin”in “mülakat gibi mülakat yapacağız” dediği mülakatlarda torpil ve kayırmacılığın olduğunu her zaman dile getirdiklerini kaydeden Şimşek “Bu sene yeni bir durum daha yaşandı, mülakat komisyonları arasında bir puan tutarsızlığı oldu” dedi.

Şimşek şöyle açıkladı:

Örneğin İstanbul ve Bursa’da mülakata giren arkadaşlarımızın puanları yuvarlanarak (mesela 71,5 almış bir arkadaşımızın puanı 72’ye yuvarlanarak) bir sıralama yapılmışken diğer illerde örneğin Erzurum’da bu puanların 5-6 puan yukarısı verildi arkadaşlarımıza.

Ve yazılı sınavda kontenjanın içinde olan, yani atanabilecek durumda olan arkadaşlarımız mülakat puanının yuvarlanması ve diğerlerine yüksek puan verilmesiyle atanamayacak duruma geldiler. Bunun sonucunda birçok arkadaşımız mağduriyet yaşadı.”

Şimşek, Eğitim-İş Sendikası olarak bu mağduriyetlerin de baş sorumlusu olan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin hakkında suç duyurusunda bulunduklarını söyledi.

                                                                    /././

(soL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder