12 Kasım 2024 Salı

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -12 Kasım 2024-

‘Verimlilik’ fetişi ve gerçekler -Nevzat Evrim Önal-

Aynı anda hem üretimin arttığı yani ekonominin büyüdüğü, hem reel ücretlerin yani işçi sınıfının üretimden aldığı payın arttığı bir dönüşümün aynı anda kâr oranlarını da yükseltmesi mümkün değil.

Merkez Bankası’nın geçtiğimiz Cuma günü geleceğe yönelik enflasyon beklentilerinin tümünü yukarı doğru revize etmesiyle birlikte, liberallerin alkışladığı “ortodoks” Mehmet Şimşek programının istenen sonucu, en azından istenen hızda vermeyeceği resmi düzeyde kabullenilmiş oldu. Hemen ardından, Nobel ödülü sonrası Türkiye turnesine çıkmış olan Daron Acemoğlu “Türk ekonomisi nasıl kurtulur?” başlığıyla Fatih Altaylı’nın programına konuk oldu ve liberallerin bir süredir yaygın biçimde dillendirdikleri “verimlilik çözümünü” tekrarladı:

Türkiye'de ekonomik problemlerin en önemli kaynaklarından biri fakirlik. İşçi ücretleri artmıyor, tek artırma yolumuz asgari ücreti artırmak, çünkü verimlilik düşük. İşçilerin verimliliğini artırmamız gerekiyor ki işçilere olan talep artsın; iş adamları üretkenlikleri arttığı için, kârları arttığı için, o işçileri kullanmak istedikleri için işçilere daha fazla maaş vermek zorunda kalsınlar ve bunu mutlu bir şekilde kabul etsinler. Bunu çözdüğümüz zaman fakirliği ve işsizliği çözmeye başlıyoruz, enflasyona yol açan dinamikler de daha zayıflıyor.”1

Bu pasajın hemen ardından Fatih Altaylı, bu önerilen çerçevenin bilindik eleştirisi olan “teknoloji işsizlik yaratmaz mı?” sorusunu soruyor ve hazır yanıtı alıyor: “hayır, çünkü işçileri de eğiteceğiz.”

Acemoğlu’nun bahsettiği, emek üretkenliğinde2, yani işçinin çalıştığı saat başına ürettiği ekonomik değerdeki artışın yolu gerçekten de üretimin teknik bileşeninin ilerletilmesi, işçinin aynı sürede daha fazla meta üretecek üretim araçlarıyla donatılmasıdır. Ne var ki, liberallerin bir türlü kabul etmek istemediği bir gerçek var: Kapitalizmin tüm tarihi boyunca, emek üretkenliğinde önemli sıçramalar yaratan her büyük teknolojik ilerleme şaşmaz biçimde aşırı üretim krizine neden oldu ve konunun, işçilerin yeni makineleri kullanmayı bilmemesiyle falan alakası yoktu.

Bunun yapısal nedenlerine baktığımızda, enflasyon, işsizlik, fakirlik gibi olguların kapitalist üretim açısından birer “sorun” değil “çelişki” olduğu, yani bunlardan her birinin sistemin olağan işleyişinin yarattığı kaçınılmaz sonuçlar olduğunu, dolayısıyla ortadan kalkmalarının ancak sistemsel bir değişiklikle mümkün olabileceğini anlıyoruz.

Gelin, inceleyelim.

Sermayenin kâr etme ve birikmesi yukarıdaki biçimde gerçekleşir. Sermayedar, başta sahip olduğu para ile işçilerden emek gücü, başka sermayedarlardan da makine ve üretimde kullanılacak diğer tüm malzemeyi satın alır (aslında işçiye ödemeyi işin sonunda yapar ama bunu bu yazıda önemsemeyebiliriz). Sonra işçiler, makineleri kullanarak, malzemeyi ürüne dönüştürür. Ürün, piyasada fiyat üzerinden satılır ve tekrar paraya dönüşür. Bu dönüşümün sonucunda sermayedarın eline daha çok para geçtiyse kâr etmiş demektir ve normalde sermayedarın bu kârı bir sonraki döngüde sermayeye eklemesini, yani daha büyük bir sermayeyle üretim yapmasını bekleriz. Üretim yoluyla sermaye böyle birikir.

Her sermayedar olabildiğince çok kâr etmek ister. Yukarıdaki döngüden görülebileceği üzere, bunun iki yolu vardır. Ya fiyatı yükseltmeli ya da maliyet kalemlerinden en az birini düşürmelidir.

Normal koşullarda herhangi bir sermayedar tek başına fiyat yükseltemez, zira piyasada rekabet vardır ve müşteriler fiyatını yükselten sermayedarın malını almayacak, sermayedar müşterilerini rakiplerine kaptıracaktır. Sermayedar bunu yapabilme, yani piyasa fiyatını kendi çıkarı doğrultusunda artırabilme gücüne ancak tekelleşebilirse ve insanlar söz konusu ürünü ondan almak zorunda kalırsa sahip olur. Biz şimdilik sermayedarımızın bu güce sahip olmadığını varsayalım.

Sermayedar emek gücü dışındaki maliyetlerini de dilediği gibi düşüremez, zira onun için maliyet olan bu kalem, başka bir sermayedarın (yani bizim sermayedarın tedarikçisinin) ürününün fiyatıdır. Kuşkusuz bazı sermayedarlar tedarikçilerini düşük fiyatlara zorlayabilir, ama bunu yapabilmek için de tekelleşmiş alıcı konumunda olmaları gerekir.

Ama tekelleşmiş olsun ya da olmasın her sermayedar, işçiye aynı miktarda ürün üretmesi için daha düşük ücret verebildiğinde kâr oranını yükseltir. Bu yüzden sermayedarlar asgari ücret olabildiğince düşük belirlensin ister.

Teknoloji yatırımı şöyle işler. Hiçbir sermayedar, daha düşük kâr etmesiyle sonuçlanacak bir teknoloji yatırımı yapmaz. Bir teknoloji yatırımının kârı yükseltmesinin tek yolu, aynı miktar ürünün daha az emekle üretilebilmesini sağlaması, yani emek üretkenliğini yükseltmesidir. Öte yandan, doğal olarak daha yüksek teknolojiye sahip makineler daha pahalı olacaktır. Dolayısıyla daha yüksek teknolojiye yatırım, eğer makinelere harcanan paradaki artış, sermayedarın bu artıştan daha fazla bir miktar ücret ödemekten kurtulmasını sağlıyorsa kârlı olur.

Bunu derslerde şöyle anlatıyorum. Diyelim ki sınıfta 25 öğrencim var. Bu öğrencilere tamamının çalıştığı bir konfeksiyon atölyesinde olduklarını hayal etmelerini söylüyorum. Günlük ücret 1’er liradan 25 lira, dikiş makinelerinin günlük kullanım maliyeti de 1’er liradan 25 lira, yani bir günlük toplam maliyet 50 lira olsun.

Sonra bir akşam, yüksek teknoloji yatırımı yapmaya karar veriyorum. Ertesi sabah işçiler işe geldiğinde, dikiş makinelerinin satılıp gittiğini, yerlerine bir günde aynı miktar ürün üretecek iki CNC dikiş ünitesi konduğunu, bu ünitelerin başında da ikişer tane eğitimli işçi olduğunu görüyorlar. Yeni makinelerin günlük kullanım maliyeti 20’şerden 40 lira olsun (yani makineler önceki teknoloji seviyesine göre daha pahalı). Yeni işçiler de uzman oldukları için günde 2’şer lira, yani önceki duruma göre verilen günlük ücretin iki katını alıyor olsun. Böylelikle tek bir işçiye baktığımızda ücret artışı görürüz, ama toplam emek gücü maliyeti 25 liradan 8 liraya iner. Çünkü emek üretkenliği yükselmiştir, bir işçi bir günde çok daha fazla ürün üretiyordur.

Sadece işletme düzeyinde bakarsanız, sonuç Acemoğlu’nun dediği gibi: Aynı miktarda ürünün benim için maliyeti 50 liradan (25 lira ücret + 25 lira makine) 48 liraya (8 lira ücret 40 lira makine) indi, daha kârlıyım. Bu arada dört işçi 1 yerine 2 lira ücret almaya başladı, ücretler yükseldi.

Ama 21 kişi işsiz kaldı.

Acemoğlu’nun ve tüm liberallerin yüzleşmek istemediği çelişki şu: Emek üretkenliği yükseldiği için aynı anda hem kâr oranlarının ve reel ücretlerin aynı anda yükselmesi, hem de işsizliğin yükselmemesi mümkün değil. Yukarıda bahsettiğimiz dönüşümün birkaç işletmede değil de ekonominin genelinde olması durumunda, işsizliğin yükselmemesinin tek yolu toplam üretimin (hem de astronomik boyutta) artmasıdır. Bu çok güzel bir hayal, hem üretim artınca fiyatlar düşer, dolayısıyla enflasyon da düşer, reel ücretler daha da yükselir.

İyi de, o zaman ürün fiyatları düştüğü için kâr oranları da düşer.

Bunun olmaması için, sermayedarlar emek üretkenliği artsa da ücretleri baskılamaya devam eder, ayrıca tekel güçleri olduğu ölçüde bunu kullanarak piyasayı görece düşük fiyatlarla yüksek tüketim yerine görece yüksek fiyatlarla düşük tüketime zorlarlar.

Ve bunun sonucunda, şu tablo ortaya çıkar.

İkisi de sosyal medyada çokça paylaşılan bu grafiklerde, mavi çizgi emek üretkenliğinin, turuncu çizgi ise reel ücretlerin zaman içerisindeki seyrini gösteriyor. Açık ki, sadece Türkiye’de değil genel olarak piyasa ekonomilerinde emek üretkenliği artarken ücretler yerinde sayıyor. Yani her işçi, çalıştığı birim ürettiği değerin giderek daha küçük bir kısmını ücret olarak alıyor.

İyi de, ücretler toplumda mal ve hizmetlere olan talebin temel kaynağıdır. Yani her işçinin ücreti, onu çalıştıran sermayedar için maliyet, ama tüm sermaye sınıfı için müşterisinin cebindeki paradır. Peki, bütün sermayedarlar ücretleri üretkenliğe göre geri bıraktıkça, bunun sonucu ne olur?

Tarihsel örneklere girip, 1929 Buhranı’ndan, satılamaz hale gelen sanayi ürünleri yığınlarından falan bahsetmeyeceğim. Bugünkü durumu özetlemek yeterli: Yukarıda soldaki grafikten göreceğiniz üzere makas 1970’lerin başından itibaren, yani aşırı üretim sorununu sübvanse edilmiş ücretlerle erteleyen Keynesçi politikalardan Neoliberal politikalara geçişle birlikte açılmaya başladı. Ortaya çıkan açığı bireysel krediler doldurdu ve kırk yılı aşkın süredir piyasa ekonomilerinde, bilhassa da görece gelişkin olanlarında emek üretkenliği ile reel ücretler arasındaki fark tüketimin kredilendirilmesiyle kapatılıyor. Sistem, gideren şişen bir hane halkı borcu bombasının üzerinde oturuyor.   

Acemoğlu’nun çizdiği pembe tablonun gerçekleşmesinin önünde bir dizi engel var, ama en önemlisi şu: Aynı anda hem üretimin arttığı yani ekonominin büyüdüğü, hem reel ücretlerin yani işçi sınıfının üretimden aldığı payın arttığı bir dönüşümün aynı anda kâr oranlarını da yükseltmesi mümkün değil. Hipotetik olarak böyle bir dönüşümde sermayenin sürümden kazanacağı, yani daha büyük sermaye yatırımlarının daha düşük kâr oranlarıyla da olsa miktarsal anlamda daha fazla kâr edeceği savlanabilir ama sermaye hiçbir durumda kendisi bunu tercih etmez. Sermaye, bilhassa da tekelleşmiş sermaye (ki günümüzde sermaye hayli tekelleşmiş durumdadır) kendi haline bırakıldığında tekel gücünü kullanarak piyasayı daha düşük fiyattan daha çok malın satıldığı değil daha yüksek fiyattan daha az malın satıldığı bir noktada tutar, çünkü bu noktada kâr oranı daha yüksektir.

Günümüzde Türkiye’deki enflasyonun temel sebebi de budur, enflasyon tekelleşme kaynaklıdır.

Buraya kadar yapılan tartışmaya itiraz olarak, Türkiye’nin böyle bir teknolojik dönüşümün sonrasında yaşayacağı üretim artışını ihraç edeceği, böylelikle net ithalat yapan bir ülke olmaktan çıkıp net ihracat yapan bir ülkeye dönüşeceği ve üretim artışına rağmen kâr oranlarının korunabileceği savlanabilir. Ne var ki, 1990’ların başından itibaren yükselen dış ticaret artışının dünya çapında yavaşladığı ve istikrarsız hale geldiği, tüm dünyada piyasaların doygunluk sinyalleri verdiği, rekabetin şiddetlendiği ve dış ticarette korumacı eğilimlerin güçlendiği bir dönemde bunun nasıl yapılabileceğini izah etmeleri gerekir. Açıkça söyleyelim, Türkiye’nin böyle bir teknolojik dönüşümle net ihracatçı bir ülkeye dönüşebilmesi için, ücretleri baskılamaya ve bu yolla maliyetleri düşük tutmaya devam etmekten başka bir yolu yoktur. Dolayısıyla başladığımız yere, düşük reel ücretlere dönüyoruz.

Ortada çok açık bir gerçek var, refah artışı ancak sermaye sınıfının kâr oranlarına dokunarak gerçekleştirilebilir, bunun da devletçilikten başka yolu yok. Düşük kâr oranlarına rağmen üretim artışı mı istiyorsunuz? O zaman devlet fabrikaları kuracak ve kârlı olmasa da üreteceksiniz. İşsizlik düşsün, sermayedarlar işçilere kolaylıkla açlık sınırında ücret dayatamasın mı istiyorsunuz? O zaman hem kamu istihdamını artıracak hem de asgari ücreti yükselteceksiniz. Sermayedarlar daha çok yatırım yapmak zorunda kalsın mı istiyorsunuz? O zaman faizleri düşürüp finansı baskılayacak, gelir vergisi oranını yüksek gelir dilimleri için çok yüksek düzeylere çıkartacak, böylece sermayedarları kârlarını yeniden yatırarak şirketlerinin içinde tutmaya zorlayacaksınız. Tabii bunları yaparken, sermaye kaçışını engellemeniz gerekiyor; dolayısıyla sermaye hareketlerinin serbestliğini ortadan kaldıracak, yurt dışına sermaye çıkartmayı prosedürlere bağlayacaksınız.

Bütün bunları yapabilmek için de, nasıl yapacaksınız bilmiyorum ama, sermaye sınıfından ve çok uluslu tekellerden daha güçlü, onları hizada tutma ve yönetme becerisine sahip bir devlet kuracaksınız.

1970’lerde her devlet bir ölçüde böyleydi, çünkü sermaye sınıfı Sovyetler Birliği’nin yarattığı tehdit karşısında işçileri mutlu tutacak bir sınıf uzlaşmasına razı olmak zorunda kalmıştı. Şimdi niye kısa erimli çıkarlarından böyle bir taviz versin? Onun yerine, öfkeli işçileri Trump gibi insanlık düşmanı despotların peşine takmak ve belki de dünyayı yaşanmaz hale getirecek ama yaratacağı yıkımla piyasalardaki talep doygunluğunu çözüp büyük kâr fırsatları doğuracak bir dünya savaşına hazırlanmak daha mantıklı.

O zaman son bir soru: Kısa erimli kâr hırsından gözü dönmüş sermaye düzeninin uzun vadede sağlığını korumakla, sermayeye rağmen sermayenin çıkarlarını koruyacak bir devlet kurmakla uğraşacağımıza, neden tüm özel mülkiyeti kamulaştırıp üretimi kâr için değil halkın ihtiyaçları için yapacak ve tek merkezden planlayıp yönetecek komünist bir işçi devleti kurmayalım? Hem tecrübeyle biliyoruz ki, böyle bir devlet büyük savaşları da önlüyor.

Acemoğlu’na sorsanız “Olmaz!” der, çünkü ona göre “demokratik” olan piyasa ekonomisi, “baskıcı” olan sosyalizme göre uzun erimde daha büyük zenginlik yaratır.

Ama zenginliğin toplumsal değil de özel mülkiyet biçiminde büyümesi zaten tüm sorunların temeli.

Bu çelişki bir gün aşılacak; ama liberaller son gün geldiğinde bile çözümün bir parçası olmayacak, piyasanın kutsallığı dogmasından asla vazgeçmeyecekler.

  • 1.Programın tamamı şuradan izlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=6tpUTPyaCj8.
  • 2.Önemli bir terminolojik (ve teorik) mesele var ama konuyu dağıtmamak için dipnota çekiyorum: Acemoğlu’na göre işçiler “verimli”, patronlar “üretken.” Bu, liberal düşüncede gerçeğin nasıl baş aşağı durduğunu gözler önüne seren, çok önemli bir fark. Patronlar hiçbir şey üretmez, makineler hiçbir şey üretmez, üretimi yapanlar işçilerdir. Ama kapitalizmde işçi emek gücünü patrona satıyor ve üretim araçlarını patronun hesabına kullanıyor olduğu için, kendisi bir tarla gibi “verimli”, patron ise öküzüyle o tarlayı süren çiftçi gibi “üretken” görünür. Oysa sosyalistler böyle romantize ettiği için değil, tüm ekonomik teorilerin en temelindeki emek değer teorisinin açıkça ortaya koyduğu üzere, yalnızca canlı emek ekonomik değer üretir.
                                                                             /././
Lübnan izlenimleri: Savaş yalnızca cephe hattında yürümüyor -Yiğit Günay-
Lübnanlılar, vatan işgal altındayken birbirlerine el uzatacak, sırt sırta verip esas düşmana karşı duracak mı? Savaşın ve Lübnan’ın kaderini bu sorunun yanıtı belirleyecek, İsrail füzeleri değil.

Tortortortortor…

Tam olarak nerede olduğunu kestiremediğiniz, anbean yakınlaşan bir ses. Gökyüzünde ve beyninizin içinde. Kesintisiz, bitmeyen.

Beyrut’un semalarında gezen İsrail İHA’sı.

Her an gözetlendiğinizi, her an hedef olabileceğinizi, Lübnan’da devlet diye bir şeyin hükmünün kalmadığını, kaderinizin dünya tekellerinin paralarının aktığı bir ordunun son teknoloji savaş oyuncaklarını kontrol eden bir elin parmaklarında olduğunu hatırlatan bir ses.

Lübnan’da savaş, kulaklarınızda.

Tıpkı Kadıköy gibi bitişik nizam ama plandan yoksun, birileri para kazansın diye rastgele dikilmiş binaların dizildiği, ortaya çıkan sağır apartman duvarlarını çok sonradan hayatı biraz olsun çekilir hale getirmeye çalışan sanatçıların resimlerle süslediği Hamra semtinde, Lübnan Komünist Partisi genel merkezinde sohbet ederken aklınızdan çıkan, konuşmalar bir anlığına kesilse kendini hatırlatan bir ses.

Beyrut’ta siz bir araya gelip konuşmazsanız, İsrail sizinle konuşuyor.

Hamra’daki binanın altıncı katında Lübnanlı komünistler, İsrail’in ülkelerine saldırısından bu yana ilk kez bir başka ülkenin, Türkiye’nin komünistleriyle konuşuyor.

                                       Beyrut, Hamra’da bir duvar resmi. (Fotoğraf: Yiğit Günay)

Lübnan Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri, Hanna Gharib, “Olan biten, Lübnan’dan ibaret değil” diyor, “Filistin’den de”.

“Yeni bir Sykes-Picot gündemde, yeni bir Ortadoğu planı masada. Netanyahu’nun BM toplantısında gösterdiği harita boşuna değildi. Filistin’i ortadan kaldırmak ve her türlü direnci kırmak istiyorlar. Şu an önlerindeki en ciddi engel, Lübnan’ın direnci.”

Gharib sustuğu an, İHA’nın sesi doluyor odaya, 71 yaşındaki Lübnanlı komünist liderin sözlerini teyit ediyor.

Odada, Gharib’e, Lübnan Komünist Partisi’nden kadrolar eşlik ediyor. Gergin değiller, neşelerini de yitirmemişler, ama bazen ağızlarından dökülen sözcüklerin gözlerine yansıyan ağırlığında, bazen parti araçlarında güvenlik için taşınan silahlarda, ciddiyetleri kendisini hissettiriyor.

Lübnanlı komünistler, İsrail’in planı konusunda bölgede herkesin bildiği durumu teyit ediyor: Gazzelileri Mısır’a, Batı Şerialıları Ürdün’e sürüp Filistin’i ortadan kaldırmak, Lübnan’ın güneyini yerle bir edip önce BM askerlerini yerleştirmek, sonra “diş geçiremedikleri” Yahudi yerleşimcilerin gecekonduları yeterince çoğalınca da ilhak etmek, Lübnan’ı karadan ve denizden abluka altına almak, direniş yanlısı kesimleri baskılayıp, İsrailci unsurlardan müteşekkil bir makbul hükümetle ateşkes imzalamak.

Havadaki üstünlüklerini, kulaklarınızı tırmalayan İHA zaten tanıtlıyor. Karadaysa işler, pek İsrail’in istediği gibi gitmiyor.

“Henüz ağır silahlarla, tanklarla girmeye başlamadılar, piyadeler köylere girip, tünelleri havaya uçurup geri kaçıyor” diyor Gharib.

Birinci elden bilgi sahibiler. Güney Lübnan’da komünistler de direniyor. Gharib, resmi olarak bilgi vermiyor, ancak konuşulanlar, iki köyün savunmasının komünistlerde olduğu yönünde.

Ayrıca, çok deneyimliler. 1948’de İsrailli çetelere karşı direnişi ilk örgütleyen, ilk can verenler komünistlerdi. 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde, direnişin başını komünistler çekiyordu, diğer yurtsever güçleri birleştirip Lübnan Ulusal Direniş Cephesi’ni kurdular. İsrail Beyrut’a kadar girdi ama tutunamadı. Direniş, işgal edilen toprakların üçte ikisinden İsrail’i kovmayı başardı.

Ancak işgal yılları, İsrail’e de büyük bir deneyim kazandırdı: Osmanlı zamanından beri etnik ve mezhepsel kökenlere göre ayrıştırılmış Lübnan halkını birbirine düşürmek. Maruni Hıristiyanları yanlarına çektiler, emperyalistlerle birlikte silahlandırıp sayısız katliama imza attırdılar. 1985’te Güney Lübnan’a doğru çekilmek zorunda kaldılar, ama 2000’e kadar işgali sürdürdüler.

İşgal yıllarında emperyalistler ve siyonistler, Lübnan’ı iç savaşa çekmeyi başarmıştı. 1989’da Taif Anlaşması iç savaşa son verdi, ama ülkeyi ve tüm siyasi pozisyonları pratikte farklı etnik ve mezhepsel gruplar arasında dağıttı.

Lübnanlı komünistler için süreç başka bir komplikasyon da taşıyordu: Sovyetler Birliği dağılıyordu. Lübnan Komünist Partisi, 6 bin civarında personelden oluşan askeri kanadını 1991’de dağıttı ve silahları orduya teslim etti. Sovyetler’in var olmadığı bir dünyada, askeri teçhizat tedarikini sağlamak da pek mümkün değildi. Suriye, kendisine yakın grupları silahlandırmayı sürdürdü. Lübnanlı komünistlere de gayrıresmi teklif gitti, komünistler, Suriye eksenine girmeyi ve bağımsız siyasi hatlarından vazgeçmeyi kabul etmediler.

Ama deneyim duruyordu. Parti kadroları hem savaşı hem Güney Lübnan’ı avuçlarının içi gibi biliyordu. Hamra’daki binanın altıncı katında Türkiye’den gelen komünistlere durumu anlatırken, her şeyi ciddiyetle ele alıyorlardı.

* * *

Araba, ağır ağır Lübnan Dağı’na tırmanıyor. Beyrut’un hemen doğusunda, ülkenin ortasındaki dağ, asırlardır Dürzilerin vatanı.

Dağa tırmanırken Beyrut’a bakan yamaçlar Cumhurbaşkanlığı konutunun etrafına, yabancı misyon çalışanları ve ülkenin tuzu kurularının villalarını kondurduğu bir zengin semti. Villaların çoğu boş. Zenginler İsrail saldırınca ya kuzeydeki evlerine ya yurtdışına kaçmış.

Aley il merkezini geçip, doğuya ilerliyoruz. Nüfusu 4 bin kişiden ibaret olan Savfar kasabasında, Lübnan Halk Yardımlaşma Derneği’nin sağlık merkezine gidiyoruz.

Dernek, tam 50 yıl önce, 1974’te komünistler tarafından kurulmuş. Fransa’da Kızıl Haç’a alternatif olarak 1926’da kurulan, Henri Barbusse ve Romain Rolland gibi aydınların da parçası olduğu Secours Populaire Français’den ilham almışlar. Dernek bir yandan işçi sınıfı yerleşimlerinde sosyal ve kültürel alanda faaliyet yürütüyor, diğer yandan sağlık ve eğitim hizmetleri sunuyor.

Halk Yardımlaşma Derneği’nin örgütlülüğü, şaşırtıcı ölçüde gelişkin. Güney Lübnan’da, şu an savaşın sürdüğü bölgede yalnızca iki hastane var. Biri, derneğe ait Nabatiyye Hastanesi.

Dernek Başkanı Dr. Ali Musavi, bölgenin can damarı olan hastanedeki personelin, haftalardır hastanenin dışına çıkmadıklarını belirtiyor. İsrail, hastanenin etrafını sürekli bombalıyor ama henüz hastaneyi vurmadılar. “Biraz caydırıcı olur belki düşüncesiyle” diyor Musavi, “Kızılhaç ambulanslarından hastanenin otoparkına park etmelerini rica ediyoruz.”

İsrail, Gazze’de, altında Hamas tünelleri olduğu iddiasıyla Şifa Hastanesi’ni vurmuş, katliama imza atmış, sonuçta da ne tünel, ne Hamas militanları bulunmuştu.

Lübnanlı komünistler ciddi. Neyle karşı karşıya olduklarını biliyorlar. Düşmanı tanıyorlar.

Şu an Lübnan, tarihinin en büyük tehcirini yaşıyor. Net sayı yok, tahminlere göre 1 milyon 500 bin Lübnanlı evini terk etmiş durumda. 5,3 milyon nüfuslu ülke için bu, neredeyse her üç kişiden birinin evsiz kalmış olması demek.

Halk Yardımlaşma Derneği, şu an tüm çabalarını, bu insani krizin çözümüne yöneltmiş durumda. Elbette kaynakları herkese merhem olacak kadar geniş değil. Ancak Dernek, ülkenin dört bir yanında bulunan 22 merkezini, sığınma evlerine dönüştürdü.

Savfar’daki yer de böyle. Burası iki katlı bir sağlık ocağı. Birinci basamak sağlık hizmetlerinin yanı sıra, diş gibi çeşitli uzmanlıklarda da hizmet veriyor. Dernek, binanın alt katını tamamen boşaltıp, savaş bölgelerinden buralara gelenleri yerleştirmiş.

Hasan’ın ailesi Güney Lübnan’dan kaçmak zorunda kalmış. Berce’de Lübnan Halk Yardımlaşma Derneği’nin merkezinde kalıyorlar. (Fotoğraf: Yiğit Günay)

Derneğin yerel görevlilerinden biri, iki yüz metre ilerideki okulu gösteriyor. “Oraya da yerleştirdik insanları. Ama iş yerleştirmekle bitmiyor. Binanın alt katında yemekhane kurduk, yemek çıkarıyoruz. Yatak, çarşaf, temel tüketim malzemeleri, sağlık malzemeleri, kronik hastalar için ilaçlar… Çok şey bulmamız gerekiyor.”

Bir odada tıbbi malzeme kolileri yığılmış. Üzerlerinde Kızılhaç amblemi var. “Bunca yıldır ilk kez Kızılhaç’tan malzeme geldi” diyorlar, “umarız devamı gelir”

Halk Yardımlaşma Derneği’nin Savfar’daki sağlık merkezinin alt katı, sığınma merkezine dönüştürüldü. Üst katta, bir odayı da acil operasyon odasına dönüştürüyorlar. Hemen herkes, savaşın en azından aylarca süreceğini düşünüyor. (Fotoğraf: Yiğit Günay)

Tablo, 6 Şubat Depremi sonrasında Türkiye’de yaşananları andırıyor. Devlet koordinasyonu sağlayamıyor, sahadaki gönüllüler, dayanışma içerisinde, eldeki imkanları seferber ediyor.

“Zaten merkezde kalanların sayısı az. Çoğunluğu evlere dağıttık. Yemek çıkarınca ev ev dağıtıyoruz” diyor dernek görevlisi.

Güney Lübnan, ağırlıklı olarak Şii nüfusa sahip. İkinci grup Hıristiyanlar. Evlerinden koparılan Güneyliler, belki hayatlarında hiç uğramadıkları bu 4 bin kişilik Dürzi çoğunluklu kasabada, kendilerine kapılarını açan ailelerle yaşamı paylaşıyor. Kimse Taif Anlaşması’nı düşünmüyor. Lübnanlılar, mevzuatın 18 gruba ayırdığı mezhebi kimliklerini unutup, saldırıya uğrayan halkın evlatları olarak birbirlerine sahip çıkıyor.

Aley ilinin Savfar kasabası, yüzlerce evsiz kalmış Lübnanlı’ya sahip çıkıyor. Tehcire uğrayanların bir kısmı Halk Yardımlaşma Derneği’nin sığınma merkezinde, ama çoğunluk, Savfar halkının evlerine yerleştirildi. (Fotoğraf: Yiğit Günay)

* * *

Lübnan Dağı’nın eteklerinden Beyrut’a doğru bakınca, Levant bölgesinin en güzel manzaralarından biri görülür. Beyrut’ta güneş, sonsuzluğa uzanır gibi uçsuz bucaksız görünen Akdeniz’in üzerine batar.

Şimdilerde manzara farklı. Özellikle sabah saatlerinde dağın eteklerinden Beyrut’a doğru baktığınızda, kentin üzerine çökmüş, sarıya çalan bir havanın ağırlığını hissediyorsunuz.

Ülkeyi ziyaret eden TKP heyetine başkanlık eden Kemal Okuyan, Halk Yardımlaşma Derneği yöneticileriyle toplantıda, Beyrut’ta daimi hep bir koku aldığını, ne olduğunu kestiremediğini, sabahları kalktığında gözlerinde yanma hissettiğini, ama Lübnan Dağı’na çıkınca rahatladığını söylüyor.

Lübnan’da savaş, burnunuzda.

“Bombalar…” Doç. Dr. Jan Şeyh, Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde çalışan bir onkolog. Halk Yardımlaşma Derneği’nin başkan yardımcısı ve derneğin tıp departmanının başında.

“İsrail’in attığı bombalar yüzünden. Sürekli üzerimizde bomba deniyorlar. Fosfor gazı, seyreltilmiş uranyum… Kim bilir henüz tespit edemediğimiz başka hangi gazlar. Gözlerinizin kızarması bu yüzden. Eskiden de Beyrut’un havası kirliydi, devlet elektrik sağlayamadığından herkes jeneratörü olan şirketlerden çok pahalıya elektrik alıyordu, jeneratörlerin egzozundan çıkan gaz kentin havasını kirletiyordu. Ama İsrail’in bombalarından sonraki tabloyla kıyaslanamaz.”

Dr. Şeyh, işgal nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Beyrut’a atılan bombaların halk üzerindeki etkisinin on yıllarca süreceği görüşünde. “25-30 yıl sonra dönüp baktığımızda kanser vakalarında kayda değer artış olduğunu fark edeceğiz” diyor.

“Yalnızca bugünümüzü değil, geleceğimizi de mahvediyorlar.”

* * *

Lübnan Dağı’ndan tekrar ovaya inerken, arabada bize eşlik eden Basel’le1 laflıyoruz. 58 yaşında, emekli asker.

Lübnan’ın 2006’daki işgali sırasında ordunun ne yaptığını soruyorum. “Tarafsız kaldılar” diyor, “üstelik o dönem İsrail, Lübnan ordusunu da hedef alıyordu”.

“Ama ben komutanıma gittim, ‘Nereye gideceğimi siz söylersiniz, ben uyarım, ama karşıma İsrail askeri çıkarsa çeker vururum, haberiniz olsun’ dedim. Sesini çıkarmadı.”

Elbette kışlada, bölükte hepiniz birbirinizin mezhebi kökenini biliyorsunuzdur diyorum, başıyla onaylıyor. Sorun olmuyor muydu?

“Birbirimizi bilir ama konuşmazdık. Lübnan ordusu laik. Denge de nazik olduğundan kimse sınırı aşmıyor. Ordudaki askerler arasında kardeşlik bağı var, o kolay kolay bozulmuyor.”

Lübnanlı komünistler, çok gerekmedikçe mezhep meselesini dile getirmekten kaçınıyor. Ama “Taif düzeni” lafı sık sık tekrarlanıyor. Taif Anlaşması’yla ülkedeki tüm siyasi pozisyonlar, resmi olarak tanınan 18 mezhebi ve etnik gruba dağıtılmış durumda. Cumhurbaşkanı, hep Hıristiyan oluyor, Başbakan Müslüman. Her seçim bölgesinde kaç Ermeni, kaç Dürzi seçileceği belli. Yasanın tanımlamadığı, bir ilin sıradan bir müdürlüğünde, hatta sendikalarda dahi bu düzene riayet ediliyor.

“Ordu da istisna değil” diyor Basel, “bölüğün bir Hıristiyan, bir Müslüman komutanı oluyor”.

Çift başlılık ordu için sorun değil mi sorusunun pek önemi yok, zira Lübnan ordusunun ülkeyi savunma derdi de, kapasitesi de yok. Basel’e göre ordu aslında onlara karşı, “Ülkenin içinde muhalefeti bastırmak, susturmak için kullanılıyor”

Berce’de sığınma merkezine dönüştürülen okul binasında, yaşam alanına dönüştürülen bir derslik. (Fotoğraf: Yiğit Günay)

Kimlik siyasetinin katı bir anayasal düzenin belkemiği oluşu, Lübnan’da halkın birliğinin önündeki en büyük engel. İnsanlar, ancak kimsenin ırkçı olmadığını bildikleri ortamlarda birbirlerinin etnik veya dini kökeniyle dalga geçebilir, ki, bunun kendisi kardeşliği kuvvetlendirir. Basel’e onlarda da böyle olup olmadığını soruyorum. “Elbette” diyor, “kendi aramızda hep şakalaşırız, başkalarının yanında asla”.

Şoförle birbirlerine Şii fıkraları anlatıp gülüyorlar. Aracın camından dışarı bakıyorum. Yine boş zengin villalarının arasından Beyrut düzlüğüne doğru iniyoruz. Bir komünistlerin, bir de zenginlerin mezhebi kökenleri önemsemediğini düşünüyorum.

* * *

“Biz bambaşka yönlere giden ama aynı kavşakta denk gelen iki araç gibiyiz.”

Hanna Gharib, Lübnan Komünist Partisi’nin Hizbullah’la ilişkisini bu sözlerle tarif ediyor. Geçen ay Lübnan Komünist Partisi Merkez Komite üyesi Hasan Saliba’nın soL’a verdiği mülakatta tam olarak aynı ifadeleri kullandığını hatırlıyorum. Lübnanlı komünistlerin işlerini ciddiye aldığını yine fark ediyorum.

“Evet, Hizbullah direnişin parçası, İsrail’e karşı savaşıyoruz. Hizbullah’ın direnci kırılırsa yalnızca Lübnan halkı için değil, tüm Ortadoğu halkları için kötü olur” diyor Gharib.

“Ama biz savaş başlayana kadar Hizbullah’a muhaliftik. Hizbullah bütün hükümetlerde yer aldı. İktidar olmanın sorumluluğu onlara da ait. Neoliberal politikalar ve yolsuzluklar, Lübnan’ı çok ağır bir ekonomik krize sürükledi.”

Lübnan, 2019’da bir likidite krizi yaşadı. Üzerine covid salgını ve Beyrut Limanı patlaması geldi. Ülke ekonomik olarak hâlâ belini doğrultabilmiş değil. 2019 krizi sonrası halk muhalefetinde komünistler etkindi. Birçok eyleme öncülük ettiler.

Gharib, “O dönem Hizbullah en fazla bize karşı mücadele ediyordu. Misal, Güney Lübnan’da sendika seçimleri mi var? Hizbullah, başka mezheplerden diğer burjuva partileriyle bize karşı ittifak kuruyordu” diyor.

Taif düzeni, egemen sınıfın ülkeyi paylaşırken, aslında kendi konumunu korumasının yoluydu. Esas olarak siyasi ve maddi rant paylaşılmıştı. Hizbullah da bu uzlaşının parçası. Şiiler genel olarak Lübnan’ın yoksul kesimini oluştursa da, Hizbullah’ın kendisinin de Taif düzeninin sürmesinde çıkarı var.

Dr. Ali Musavi, Halk Yardımlaşma Derneği’nin Berce’deki sığınma merkezinde, TKP heyetinden Kemal Okuyan ve Mehmet İnam’a (sol baştan, sırayla) çalışmalarını anlatıyor. (Fotoğraf: Yiğit Günay)

Bu bölünmüşlüğü reddeden tek siyasi parti, Lübnan Komünist Partisi. Ülkenin tümünde örgütlüler. Halk Yardımlaşma Derneği için de aynısı geçerli. Dr. Musavi, “Biz tüm ülkeye yayılmış durumdayız, diğer benzer yardım kuruluşları yalnızca kendi mezheplerine hizmet veriyor” diyor.

İşçi sınıfının bölünmüşlüğü, her yerde egemenlerin arzuladığı bir şey. Türkiye’de de mezhep ve etnik kökenden dolayı ayrımlar, emekçileri birleştirmeye çalışan devrimci hareketlerin önündeki engellerden biri.

Ama durum, Lübnan’la kıyaslanamaz. İç savaş yaşamış ülkede hiçbir grup çoğunluk değil. Yerleşim yerleri büyük oranda mezheplere göre ayrılıyor. Bir bakıma herkes kendi kantonunda yaşıyor.

                                             Lübnan’ın etnik ve mezhebi gruplara göre haritası.

Kemal Okuyan, bu durumun Lübnan Komünist Partisi’nin önüne çok zorlu bir denklem koyduğunu söylüyor. Halkın birliğini savunan tek siyasi parti olmanın büyük bir çekim gücüne sahip olduğu ortada. Ama TKP Genel Sekreteri, madalyonun diğer yüzünü hatırlatıyor: “Bu aynı zamanda bir iç savaş veya gerilim durumunda, ülkenin her yerinde tüm kesimlerin hedefi olmak demek.”

* * *

Beyrut’ta ağırlıklı olarak Şiilerin yaşadığı Dahiye semti, İsrail’in en yoğun saldırdığı yer oldu.

Semtin girişinde, üç girişli yolu tek şeride düşüren bir kontrol noktası var, ama kulübede hiçbir kolluk kuvveti yok. Zira Dahiye, bir hayalet kente dönüşmüş halde. Çok katlı binaların bir kısmı yerle bir olmuş, kalanlarda hayat yok.

Beyrut’un Dahiye semti, İsrail saldırının ardından bir hayalet kente dönmüş durumda. (Fotoğraf: Yiğit Günay)

Araçla Dahiye’yi geçip, oto sanayiye giriyoruz. Dahiye’nin uğursuz terk edilmişliği, kentin geri kalanıyla tam bir uyumsuzluk görüntüsü içinde. Bir buçuk milyon kişinin evinden ayrılması, Beyrut sokaklarında büyük bir hareketlilik yaratmış durumda. Oto sanayide baş döndürücü bir koşuşturma hali var.

Kentin keşmekeş havasının tamamen dışında, daracık sokaklarında sessiz ve sonsuz bir bekleyişin hakim olduğu bir yer daha var: Mar İlyas. Filistin kampı.

Beyrut’taki Mar İlyas Filistin Kampı’nın daracık sokaklarında, on yıllardır süren bir bekleyiş hakim. (Fotoğraf: Yiğit Günay)

Beyrut’taki Filistin kampları, akla ilk gelen imgedeki gibi çadır ve konteyner kentler değiller. Etrafları çitle, dikenli telle çevrili alanlar da değil bunlar. Geçmişte Filistinli göçmenlerin yerleştiği, zaman içinde tamamen eklektik biçimde yapılaşmış mahalleler.

Her ev rastgele yapıldığından birkaç metreden fazla düz gitmeyen sokaklardan geçerek, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi (FDKC) ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) binalarına gidiyoruz. İki örgüt de Gazze’de direnişin sürdüğünü, İsrail’in hedeflerine ulaşamadığını anlatıyor. Türkiye hükümetinin ikiyüzlü İsrail’e destek politikasını, ticaretin alttan alta sürdüğünü çok iyi biliyorlar.

FHKC’li Mahmud, “Lübnan’da da savaşıyoruz İsrail’e karşı” diyor, “şimdiye kadar 4 şehit verdik sınırın bu tarafında”.

Kampın labirentinde ilerlerken, TKP heyetinden Mehmet İnam birden durup, ilerideki çocukları gösteriyor. İki ufaklık, bir arkadaşlarını koltuk altları ve ayaklarından tutmuş götürüyor, bir diğeri yanlarında ilerliyor. “Oyun oynuyorlar” diyor İnam, “sedyeyle yaralı taşıma oyunu”.

Lübnan’da savaş, zihninizde.

* * *

Beyrut’un 30 kilometre güneyindeki Ciyeh, çok hoş bir Akdeniz sahil kasabası. Sabah saatlerinde lekesiz gökyüzünden gelen güneşin altında bu inci gibi yerleşime bakarken, savaşın bambaşka bir ülkede sürdüğünü düşünüyorsunuz.

Ciyeh’ten tepeye doğru kıvrılıp, Berce’ye varıyoruz. Halk Yardımlaşma Derneği, 13 bin nüfuslu kasabadaki okullardan birini sığınma merkezine dönüştürmüş. Güney Lübnan’dan gelenlerin bir kısmı okula, bir kısmı civardaki evlere yerleştirilmiş.

Berce’deki okulun bir bölümünde Güney Lübnan’daki evlerini terk etmek durumunda kalan öğrenciler ders yapıyor. Öğretmen de merkezde kalan bir Güney Lübnanlı. (Fotoğraf: Yiğit Günay)

Okulun büyük derslikleri, kalın perdelerle “odalara” bölünmüş. Her birine bir aile yerleşmiş. Yemekhanede çıkan yemek, tıpkı Savfar’da olduğu gibi hem okuldakilere, hem de Güney’den gelenlerin yerleştirildiği evlere dağıtılıyor.

TKP heyeti ve Halk Yardımlaşma Derneği yöneticileri binayı gezerken, tüm aileler “merhaba” diyor, yeni “evlerine” buyur ediyor. Mobilya eksiği çok, ama daha acil ihtiyaçlar var. Salim, bir sınıfın kapısını tamir etmekle meşgul. “Kış geliyor” diyor, “burayı ısıtmanın yolunu bulmamız lazım”.

Lübnan’da yeni eğitim-öğretim yılı, 4 Kasım’da başlayacaktı. Ancak ülke genelinde okullara evsiz kalmış Lübnanlılar yerleştiği için, okulların açılışı ertelendi. Halk Yardımlaşma Derneği, ülkenin dört bir yanına savrulmuş Lübnanlıların eğitim ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışıyor. Gönüllü öğretmenler, çocuklarla ders işliyor.

Lübnan halkı, yalnızca bugünü değil, geleceği de kurtarmaya çalışıyor.

* * *

Berce’den Ciyeh’e inip, yeniden kuzeye yöneliyoruz. Otoyolda giderken, şoför birden radyonun sesini yükseltiyor.

“İsrail hava saldırısı. Ciyeh’te. Bir binayı vurmuşlar.”

Bir süre algılayamıyorum. Savaşı unutturacak sükûnetiyle, sınırdan ve Beyrut’tan uzak bu kasabaya niye saldırılır?

Aynı günün akşam saatlerinde İsrail bu kez Berce’de ziyaret ettiğimiz sığınma merkezinin birkaç yüz metre yakınındaki bir binayı vuruyor. Sivillerin yaşadığı bir apartman.

Füze, apartmanı yıkıyor. İçeridekilerden hayatta olanlar, enkazın altında kalıyor. Berce halkı toplanıp yardıma koşuyor. Kalabalık enkazın altındakileri çıkarmaya çalışırken, İsrail ikinci bir füze atıyor.

30 ölü.

Gazeteci Raghid Cureydini, ilk bakışta algılanamayan bu saldırıları İsrail’in çok net bir hedefle yaptığını anlatıyor: “Güney Lübnan’dan ayrılmaya zorladıkları ailelerin hareketlerini izliyorlar, nereye gittiklerini, hangi binaya yerleştiklerini belirliyorlar. Sonra da buraları vuruyorlar.”

Berce, Sünni ağırlıklı bir kasaba. Güney Lübnan’dan gelen Şiilere kollarını açmış. İsrail, işte bunu, Lübnanlıların kardeşliğini hedef alıyor. Taif düzeni, yalnızca Lübnanlı zenginlerin değil, İsrail’in de işine geliyor.

* * *

Lübnan’da savaş, yalnızca cephede değil.

Savaş kulaklarınızda, burnunuzda, zihninizde.

Savaş, evlerde.

Esas cephe, yalnızca birinin aşina olduğu bir evin salonunda karşılıklı oturup birbirlerinin gözlerinin içine bakan, düne kadar yabancı, bugün zorunlu ve gönüllü ev arkadaşı iki, iki bin, iki milyon Lübnanlının fikirlerinde.

Modern tarih boyunca bir türlü eşit yurttaşlar, aynı toprağa bağlı vatandaşlar olamamış, taptıkları tanrılara ve ister gitsinler ister gitmesinler bağlı oldukları tapınaklara göre ayrılmış Lübnanlılar, vatan işgal altındayken birbirlerine el uzatacak, sırt sırta verip esas düşmana karşı duracak mı?

Savaşın ve Lübnan’ın kaderini bu sorunun yanıtı belirleyecek, İsrail füzeleri değil.

* * * 

Refik Hariri Havalimanı’nda yalnızca siviller uçuşlarını beklemiyor. Her yanda, gruplar halinde UNIFIL askerleri var: İtalyanlar, İrlandalılar…

Birleşmiş Milletler’in “barış gücü”, savaşın ortasında, kolları bağlı, bekliyor. Batılı ülkeler, Lübnan’daki uluslararası askeri varlığın esas amacının İsrail’e karşı Lübnan’ı korumak değil, Lübnan’daki direnişçilere karşı İsrail’i korumak olduğu konusunda hiç şüphe duymuyor.

İstanbul uçağında kalkışı beklerken, dışarıdan patlama sesleri geliyor. Camdan bakıyorum. Havalimanının hemen ardında alevler ve duman yükseliyor. Pilot, aceleyle, daha yolcular ayaktayken hareket etmeye başlıyor.

Beyrut, biz gidenleri, geride bıraktığımız yerde yaşananları asla unutmamamızı istercesine uğurluyor.

  • 1.Haberde unvanı belirtilmemiş kişilerin isim ve yaşları değiştirilmiştir.
                                                                             /././
Amstel nehrinde gece banyosu -Engin Solakoğlu-
Amsterdam’da yaşananların Yahudi düşmanlığıyla, “pogrom”la en ufak bir ilişkisi yoktur. Orada “ıslatılan” İsrail vahşeti ve saldırganlığına övgünün yayılma girişimidir.

Tekerleğin icadı insanlığın baş döndürücü uygarlık koşusunda önemli bir aşama olarak kabul edilir. Tekerlek yuvarlaktır ve bu iyi bir şeydir. Bildiğimiz anlamda topun ne zaman icat edildiğini araştırmaya üşendim ama topla oynanan sporların yaygınlaşması kabaca 19. yüzyılın sonlarına denk gelir. Ragbi, badminton gibi istisnaları saymazsak top da tekerlek gibi yuvarlaktır. Yalnız tekerlekten farklı olarak topun uygarlığa ne gibi bir katkı sağladığı tartışılmaya muhtaçtır.

Takım sporlarının özellikle de topla oynananların bir tür savaş simülasyonu olduğu hep yazılmış çizilmiştir. Ciddiye aldığım bir görüştür. Orduların üniformaları varsa, takımların formaları vardır. Sonuçta o takımlar da karşı karşıya gelir, berabere kalır, yener veya yenilirler. Karşı görüştekiler, sporun “sevgi, barış, kardeşlik” olduğunu söylerken, dayandıkları temel nokta, takımların karşılaşmalarında ölüm olmamasıdır. Bunu da ilke olarak doğru kabul edebiliriz.

Savaş ile takım sporları arasındaki benzerliğin geçerli olmadığı bir unsur ise seyirci, izleyici, taraftar denilen kitledir. Savaş izlenebilir, hatta savaşta taraf da tutulabilir ama taraftarların kendi aralarında savaşmaları pek akla yakın  değildir. Bu benzemezlik aslında başka bir benzerlik yaratır. Takım sporlarının marjında yaşanan taraftar kavgaları tıpkı savaşta olduğu gibi ölümlere ve yaralanmalara neden olabilir.

Kurtuluş ve bağımsızlık savaşlarının dışındaki savaşlarda erdem aramak nafiledir. Taraftar çatışmaları ise anlamsızlık ve süflilik bağlamında paylaşım savaşlarından farksızdır.

Dünya karanlık bir dehlizde ilerliyor. Aklımıza gelmeyenlere tanık olduğumuz bir dönemden geçiyoruz ve yakın geleceğin bugünden daha parlak olacağına dair bir işaret görünmüyor.

İşte bu dönemde, yukarıda özetlediğim iki çatışma türünün örtüştüğü bir olaya denk geldik. İsrail’in Maccabi Telaviv basketbol takımının taraftarları Amsterdam’ı birbirine kattıktan sonra bir temiz dayak yediler ve Domuzlar Körfezi’nde rezil olan ABD askerleri ve maşaları gibi evlerine postalandılar.

Filistin ve Lübnan’da soykırım suçunun akla gelebilecek her türlü bileşenini içeren bir savaş yürüten İsrail’in savaşı Avrupa sokaklarına ihraç etme girişimi şimdilik başarısız oldu diyebiliriz. Yaşananların bir özetini soL portalın şu haberinden okuyabilirsiniz.

Benim niyetim olayların arka planı ve sonrasına değinmek. Önce mekândan başlayalım. Amsterdam Hollanda’nın iki başkentinden biri. Tarihi bir kent. Kentin ismini söyleyince akla ilk gelenler bisiklet, “sağlığa zararlı” birtakım ürünlerin tüketiminin serbestliği ve bolca su. Kente hayat veren nehrin adı Amstel. Meraklıları aynı ismi taşıyan mayalanmış arpa suyunu bilirler. Amstel ve kanalları kentin önemli bir parçası. Neredeyse sokak sayısı kadar kanal var Amsterdam’da. Kentte en çok rastlanan kaza türlerinden biri bisikletle suya düşmek o yüzden. Topoğrafya netleştiyse biraz beşerî coğrafyaya bakalım.

Amsterdam’da ve Hollanda genelinde Yahudilerin varlığı çok eski. Ülkedeki Yahudilerin sayısı 60 bin civarında. 
Bu varlığın çoğunluğunu Engizisyon döneminde İspanya ve Portekiz’den  kovulanlar oluşturuyor. Hatta bunlardan biri de ünlü 17. yüzyıl Filozofu Spinoza. Bir diğer ünlü Hollanda Yahudisi ise Anne Frank. Gerçekte Almanya kökenli ama adı neredeyse Hollanda’yla ve Amsterdam’la özdeşleşmiş, kısacık ömrünün tamamına yakınını bu kentte geçirmiş. Nazi işgali sırasında tuttuğu günlük “Anne Frank’ın Hatıra Defteri” ismiyle basılan genç yazarı Alman Nazilerinin uyguladığı soykırımın milyonlarca kurbanından biri olarak tanıyoruz.

Yahudiler ve Yahudilik Amsterdam kent tarihinin ayrılmaz bir parçası ama elbette tamamı değil. Hollanda deniz ticareti ve sömürgecilikle zenginleşmiş bir ülke. Bu yüzden de bünyesinde Surinamlıdan Endonezyalıya kadar birçok değişik ulustan göçmen barındırıyor. Resmi rakamlara göre ülkedeki Türkiye kökenli sayısı 430 bin. Bunu 420 binle Fas kökenliler izliyor.

Bu göçmen nüfusun ezici çoğunluğu yeni gelmiş değil zira Hollanda uzun yıllardır kolay kolay göçmen kabul etmiyor. Örneğin Türkler ve Faslılar neredeyse 50 yıldır oradalar. Bunu neden belirtme ihtiyacı duyduğumu birazdan açıklamaya çalışacağım.

Maccabi taraftarlarının Amsterdam’da sebep oldukları küçük çaplı meydan savaşı Türkiye’de fazla yankı yaratmadı. Ülkenin gündemi öylesine yüklü ve kaygı verici ki, haklı olarak başımızı çevirip bakamadık olup bitene. Olayı ilk saatlerde aktaran kimi sosyal medya hesapları ve kıymeti kendinden menkul haber siteleri ise son yıllarda sürekli maruz kaldığımız bir alçaklık seviyesini tutturmayı yine başardılar. Çoğunluğu İsrail kaynaklı, fonlu ya da yandaşı haber kanallarından kabaca şöyle bir hikâye servis edildi: “Göçmen Araplar Yahudiler’e saldırdılar.”

Oysa her konuda İsrail’in arkasını kollamayı görev bilen uluslararası ajanslar dahi daha en baştan olayın doğrusunu servis etmişlerdi. Bunların bir kısmının sonradan “hatalarının” farkına varıp İsrail propaganda aygıtının verdiği doğrultuda yeni bir senaryo uydurmaları 24 saat sürdü. Yine de ilk geçilen haberler orada duruyordu. Bunlardan birisini örnek vermek gerekirse Fransız haber ajansı AFP, Maccabi taraftarlarının daha maç öncesinden Amsterdam’ı birbirine kattıklarını, sokaklarda Filistin bayrağı avına çıktıklarını, Arap kökenli taksi şoförlerini tartakladıklarını, kentin en büyük meydana Damrak’ta topluca soykırım övgüsü yaptıklarını, bu bağlamda “Gazze’de okula gerek yok çünkü Filistinli çocuk kalmadı” gibi “medeni” sloganlar attıklarını, yine topluca Araplara sövdüklerini aktarmıştı. İngiliz Sky televizyonu, İsrailli pisliklerin yediği haltları görüntüleriyle haberleştirmişti. Zaten ortada hiç de Filistinli dostu sayılamayacak tıynetteki Amsterdam polisinin canlı tanıklığı da vardı. Polis Sözcüsü Peter Holla, olayları İsrailli serserilerin başlattığını basına tane tane anlatmıştı.

Ancak bizim “seküler” faşistlerimiz bunların haber değeri olmadığı kanısına varmış olmalılar ki, eylemi değil, tepkiyi, onu da çarpıtarak haberleştirmeyi tercih ettiler. Saldırgan göçmen diye adlandırdıkları Arapların büyük çoğunluğu Faslılardı ve üç nesildir Amsterdam’da yaşıyorlardı. Yaptıkları ise İsrailli soykırımcı pisliklerin saatlerdir süren hakaret, kışkırtma ve saldırılarına yanıt vermekten ibaretti. Bu arada evet fiziki şiddete de başvurdular. İsrailli bit yavrularını Amstel’in soğuk ve karanlık sularında yüzdürdüler, “özgür Filistin” diye bağırmadan sudan çıkmalarına izin vermediler. Bir kısmını suda, bir kısmını da karada “ıslattılar”. Burada çok affedersiniz “liberallik” yapıp “şiddetin her türlüsü...” filan  diye söze başlayacak da değilim. Çok da iyi ettiler. 

Şimdi yerli faşistlerimizi bırakalım da Batı’daki patronlarına dönelim. İsrail’in iki ülkede eşzamanlı yürüttüğü yıkım ve soykırımı boş gözlerle izleyen ve el altından desteğe devam eden Batı sermayesinin yönetici ve basın görünümlü borazanlarının uyanmaları uzun sürmedi. Sky televizyonu, olaylara dair görüntüleri yayından kaldırıp saldırgan İsrailliler’i kurban gösteren bir haber diliyle yeniden montajladı. Olay gecesi Hollandalı bir fotoğrafçının çektiği İsraillilerin saldırganlığını yansıtan videoyu, Alman ARD televizyonu “anti-semitik” saldırı yalanıyla yansıttı. Fotoğrafçının itirazı üzerine ise yayından kaldırmak zorunda kaldı. 

AB’nin başındaki atananamış Nazi generali Von Der Leyen’den, insani erdem konusunda hiçbir akora doğru basamayan caz gitaristi ve ABD Dışişleri Bakanı Blinken’e kadar kalabalık bir yalancı korosu “Yahudi düşmanlığı” diye haykırmakta gecikmediler.

Araya bir netleştirme parantezi koyalım. Yahudi düşmanlığı öncelikle Hristiyan Kilisesi’nin yarattığı yadsınamaz  bir olgudur. Müslümanlar da dönem dönem aynı hastalıktan mustarip olmuşlardır. Yahudi düşmanlığı, her türlü ırkçılık gibi  bir insanlık suçudur ve hiçbir komünistin bunu olumlamak şöyle dursun karşı durmaması düşünülemez. O yüzden emperyalizmin salyalı ağızlarından fırlatılan o suçlamalar bize yapışmaz.

İsrail denen sömürgeci ve ırkçı varlığın son yarım yüzyılda kaydettiği en büyük başarılardan biri İsrail karşıtlığı ve Siyonizm karşıtlığı ile Yahudi karşıtlığını özdeş hale getirmesidir. İsrail lobisi güçlü olduğu her ülkede bunu mümkün kılan yasalar çıkartmayı, yasa çıkartmadığı yerlerde ise politik anlayışa hâkim kılmayı başarmıştır. Bu felsefi olarak da ahlaki olarak da insanlık tarihinin en büyük aldatmacalarından  biridir.

Konumuza dönersek, Amsterdam’da yaşananların Yahudi düşmanlığıyla, “pogrom”la en ufak bir ilişkisi yoktur. Olaylar sırasında, Amsterdam’da yüzyıllardır yaşayan Yahudi toplumundan tek bir kişi bile hedef alınmamıştır. Amstel nehrinde Amsterdam’ın üç nesildir sakinleri tarafından yüzdürülen Yahudiler veya Yahudilik değil, Filistin ve Gazze’deki kural tanımazlığı bölge dışına da taşınmaya kalkışan top taraftarlığının ırkçılıkla iyice kirletilmiş bir versiyonudur. Orada “ıslatılan” İsrail vahşeti ve saldırganlığına övgünün yayılma girişimidir.

Bir de işin “sportif” boyutuna bakalım.

Birincisi İsrail takımlarının Avrupa organizasyonlarında yer alması doğrudan sömürgeciliğin ve İsrail’in siyasi bir varlık olarak bulunduğu bölgeye ait olmadığının açık kanıtıdır.

İkincisi, İsrail insanlığın her türlü kuralını küstahça çiğner, Filistinli çocukları açlık ve susuzluktan öldürürken, spor takımlarının FIBA, Euroleague ve UEFA gibi kurumların organizasyonlarına  katılmalarına izin verilmesi, bağışlanmayacak bir insanlık ayıbı ve riyakârlık göstergesidir.

Üçüncüsü, Türk veya Sırp taraftarlar İsrailli serserilerinin onda biri kadar bile maraza çıkarttıklarında en hafifinden deplasman yasağı cezası alırken, soykırımcı rejimin takımlarına her türlü kolaylığın sağlanması, “tarafsız saha” kıyağı çekilmesi, rakip takımların da buna “yarabbi şükür” demeleri utanç kaynağıdır.

Dördüncüsü, bu gerçekler ortadayken, Türk takımları da dahil, bu organizasyonlar çerçevesinde İsrail takımlarıyla karşılaşan her kulüp ve ülke takımı, televizyonlardan canlı yayınlanan, biletleri ateş pahasına satılan bu kana ve bahis parasına bulanmış top oyunun olduğu kadar İsrail’in işlediği ve emperyalizmin var gücüyle desteklediği insanlık suçlarının da suç ortağıdır. 

Top yuvarlaktır ama insanlık onuru top değildir. Uygarlığın ilkeleri ve onurun köşeleri olması gerekir. Eğer bunlar yoksa tribünlerde açtığınız bayrağın veya portrenin büyüklüğü suçunuzun derinliğini gizlemeye ve gelecek kuşaklar tarafından nefret ve tiksintiyle anılmanızı engellemeye yetmez.

                                                                /././

Mümtaz Soysal 15-16 Kasım tarihlerinde anılacak

21. Yüzyıl için Planlama Grubu’nun Mümtaz Soysal’a saygı için hazırladığı program 15 Kasım’da SBF’de, 16 Kasım’da Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Konferans Salonu’nda gerçekleştirilecek.(https://haber.sol.org.tr/haber/mumtaz-soysal-15-16-kasim-tarihlerinde-anilacak-396080)

                                                              ***

Mamak’ta kentsel dönüşüm mağdurlarından ABB önünde protesto

Mamak Kentsel Dönüşüm mağdurları, yıllardır bekledikleri evleri “bütçe yok” denilerek yapılmazken Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin kıymetli arazilerinse başkalarına peşkeş çekildiğini dile getirdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/mamakta-kentsel-donusum-magdurlarindan-abb-onunde-protesto-396090)

                                                                ***

CHP İl Başkanı doktor çalıştığı hastanede saldırıya uğradı

CHP Giresun İl Başkanı Gökhan Şenyürek genel cerrahi uzmanı olarak çalıştığı özel hastanede bir hasta yakınının saldırısına uğradı. Hasta yakını gözaltına alındı.(https://haber.sol.org.tr/haber/chp-il-baskani-doktor-calistigi-hastanede-saldiriya-ugradi-396084)

                                                                         ***

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder