Arzu Kız ile Koruk Naci'nin öyküsü (V) -Melis Gönenç /soL-Kültür

 Gazeteci Melis Gönenç'in geçmiş yıllarda Devlet Opera ve Balesi hakkında soL'da kaleme aldığı yazılar, Yazılama Yayınevi tarafından "İslamcı Yıllarda Devlet Opera ve Balesi" adıyla kitaplaştırıldı.Ancak kurum, yakın zamanda yine önemli değişiklikler yaşadı. Gönenç, şimdi yeni bir yazı dizisiyle olan biteni irdeliyor. Bugün, Gönenç'in 7 bölümlük yazı dizisinin beşinci bölümünü yayımlıyoruz. Dizinin gelecek bölümlerini önümüzdeki haftalarda pazar günleri soL'da okuyabilirsiniz, şimdiye dek yayımlanan yazılarınaysa aşağıdan ulaşabilirsiniz.(https://haber.sol.org.tr/haber/melis-gonencin-kaleminden-devlet-opera-ve-balesi-396632)

                                                           ***

Arzu Kalkan’ın DOB Genel Müdür Yardımcısı olarak atanmış olması, İslamcı yönetimin Laik Cumhuriyet’in yüksek sanat kavram ve kurumlarına yönelik liberalleştirme siyasetinin çarpıcı bir örneğidir.

Arzu Kalkan, nam-ı diğer Arzu Kız’ın kim olduğu, DOB ya da opera-bale ile ne tür bir ilişkisi olabileceği hakkında bir iki söz söylemeden önce, İslamcıların yüksek sanat kurumlarını yönetsel anlamda liberalleştirmekten ne anladıklarını anımsatalım. 

Bilindiği üzere, Laik Cumhuriyet yüksek sanat kurumlarını yönetecek kişilerin meşruluk ölçütlerini şu üçgen kapsamında değerlendirmiştir: Yüksek sanat eğitimi almış olmak, sanatçı olmak ve yüksek sanat kurumu bünyesinde bulunmak. Bu “okul-sanat-kurum” kamusal bütünlüğünün tarihsel zorunluluk ve gerekçelerini açıklamıştık. Turgut Özakman örneğinden yola çıkarak, zaman içinde “sanatçı” olma ölçütünde esnemeye gidildiğini, ancak yüksek sanat alanında meşruluk ve liyakat sahibi olma koşulundan ödün verilmediğini belirtmiştik. Kurum dışından atamaya gelince; yüksek sanat kurumları arasında geçişkenlik dışında, hiçbir zaman kurum dışılık söz konusu olmamıştır.

İslamcılar Laik Cumhuriyet ile birlikte yüksek sanat kavramının kendisi ve kurumlarından da kurtulmak istediklerinden, bu kuralı salt liberal bir bakış açısıyla revize ettiler: Yüksek sanat ile ilgisi bulunmayan, kurum dışından yönetici. Yani, bir tür ithal şirket CEO’su. Bu projeyi hemen uygulamaya siyasal güçleri yetmediği için, zamana yayıp, farklı evrelerden geçirerek devreye almak durumunda kaldılar.

Milli Tacir Tan Sağtürk’ün genel müdür yapılması, bu evrelerin sonuncusudur. Ondan sonra, eğer iktidarda kalmayı başarırlarsa, DOB ile ilgili atacakları ilk adım, yüksek sanat ile hiçbir ilişkisi olmayan birini genel müdür yapmak olacaktır. 

İşte, Arzu kız gibi birinin DOB’a yerleştirilip, birkaç ay içinde asaleten genel müdür yardımcısı yapılmasının arkasında yatan siyasal hesap budur. Tıpkı Milli Tacir örneğinde olduğu gibi, zamanı gelince genel müdür koltuğuna oturtulacak, kurumsal açıdan meşruluk sorununu aşmak ve olası tepkileri önlemek amacıyla da, yine tıpkı Milli Tacir örneğinde olduğu gibi, “Ama o kaç zamandır kurumda” denecek, “genel müdür yardımcısı” konumu vurgulanacaktır. 

Peki, değil yüksek sanat, sıfatlı ya da sıfatsız hiçbir sanat çevresinde adı dahi duyulmamış olan bu Arzu kız kimdir?

Koruk Naci’nin meleklerinden biri.

Koruk Naci de kim?

Ülkücü tövbekârlardan Naci Bostancı.

Tövbekâr?

Yani, bildiğin dönek…

Neyse, filmi başa saralım; bayat bir öykü ama DOB’un hatırına katlanacağız artık.

Ülkücü kökenli bir kasaba kurnazı: Koruk Naci

Koruk Naci, 12 Eylül sonrasında baş verip, 90’larda iri kıyım hal alan ülkücü tövbekârların, yani, ülkücü döneklerin önde gidenlerinden. Bunlardan bazıları çek-senet mafyasında at koştururken, bizim Koruk entel-dantel mafyasına yazılır. Tabii, entelektüel gen haritası taşralı kalınlığı ve görgüsüzlüğü ile malul olduğundan, ilerleyen yıllarda epey eğlenceli sahnelerin aktörü olacaktır. 

Dönek bir kişiliğin bütün unsurlarına sahip. Çok tipik; hiçbir ilginç, dikkat çekici özelliği yok. Zaten bu türün hepsi birbirine benzer: İlkesizlik, oportünizm, angajman duygusu zayıflığı, “Ben” odaklı savrulma, pragmatizm, sırtını her zaman sağlama alma hesapçılığı, etik eşik düşüklüğü, koltuk ve saygı görme eğiliminin patolojik düzeylerde seyretmesi ve tabii, taşra ezikliğinin getirdiği hedonizm vıcıklığı…

İyi de, bunları nereden biliyorsun? Adamı tanıdın mı?

Işığın Gölgesi adlı otobiyografik bir romanı var. Tiksinme duygusunu devre dışı bırakır, sonuna kadar okumayı göze alabilirsen, her şeyi orada buluyorsun. İçeriğinin ötesinde, tam bir yazınsal kazmalık örneği de. Birazdan geleceğiz.

                                        O bir duruş, o bir karizma, o bir örnek, o bir dönek…

Milli kıymetimiz Koruk Naci 1957 doğumlu. O yıllarda, Çorum’un İskilip ilçesi Karlık köyü nüfusuna kayıtlı. İlk ve ortaöğrenimini Amasya’nın Suluova ilçesinde yapıyor. Aile oldukça mütevazı gelir diliminde:

“…pantolonumun dizindeki yamanın, elimdeki eski çantanın ve rengi atmış önlüğümün…” (Işığın Gölgesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1996, s.53. Granada Yn. (2.baskı), 2013, s.60). [İzleyen alıntılarda, ilk rakam 1. , ikincisiyse 2. baskının sayfa sayılarını belirtecektir.]

Ortaokul yıllarından itibaren “riskten kaçınma, sağlam ata oynama” küçük burjuva eğilimini yaşam felsefesi olarak benimsiyor. Yaşı ilerledikçe azman hal alan bu anlayış, her yaptığını rasyonalize eden, hiçbir ideolojik ve etik omurga kaygısı bulunmayan, şişkin egolu, kaypak bir taşra enteli figürü yaratacaktır.

Bakın, bu felsefeyi kendi nasıl tanımlıyor:

“Ne yaparsan yap, ne düşünürsen düşün, neyi yargılarsan yargıla, öncelikle güçlü olacaksın, yiyeceksin, yaşayacaksın, var olacaksın.” (A.g.y., s.58/65)

Doğal olarak, böyle birinin siyasal ya da herhangi bir inanç uğruna ciddi fedakârlıkları göze alması beklenemez.

Bu dünya ve o ahiret için teminat poliçesi olarak Ülkücülük

70’li yıllarda ülkücü olur. Romanda “ülkücü” ve “komünist/sosyalist” sıfatlarını kullanmıyor. Nedenini aşağıda açıklayacağız. Onun yerine, Ülkü ocaklarının hilalli, bozkurtlu mavi bayrağından yola çıkarak, ülkücülere “mavici”, komünist, sosyalistlere de, kızıl bayraktan yola çıkarak, “kırmızıcı” diyor.

                               O’na göre, yok aslında birbirlerinden farkı; ideolojidir ikisinin de aparatı.

Neden “mavici” oluyor?

Dedik ya, riskten kaçınıp, sırtını her zaman sağlam duvara yaslamayı yaşam felsefesi edindiği için.

Şöyle:

1960’lar bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de sol hareketin güçlendiği yıllardır. Buna karşı büyük sermayenin iki önemli siyasal tutumuna tanık olunur: Sokağa egemen olacak paramiliter faşist bir gücün örgütlenmesi için elverişli olanakları sağlamak, yeterli olmadığı durumda ise askeri müdahale/darbe seçeneğini desteklemek. İlki Ülkü Ocakları’nın kuruluşu, ikincisi 12 Mart ve 12 Eylül askeri müdahaleleri ile sonuçlanmıştır. 

1969’dan itibaren, MHP’nin varlık nedeni olan anti-Sovyetizm farklı bir boyuta sıçrar: Komando kampları, devletin güvenlik ve istihbarat birimleriyle iç içelik, sermayenin açık finans desteği, Türkçülüğe şırınga edilen dinsel dozun artışı… 1977’ye kadar süren ciddi hazırlıklar, bu tarihten sonra, Kapitalist Blok’un dünya çapındaki anti-Sovyetik saldırısına koşut olarak, devlet destekli, örgütlü Ülkücü teröre dönüşecektir.

Bu arada, belki merak eden olur; MHP’ye parasal destek sağlayan işadamı ve holding adları sayfalar dolusu. Biz aralarından kültür-sanat, klasik müzik ve doğa aşığı bazılarına işaret edelim: Asım Kocabıyık’ın BORUSAN HOLDİNG’i, Ali Nihat Gökyiğit ve Feyyaz Berker’in TEKFEN HOLDİNG’i, Jak Kamhi’nin PROFİLO HOLDİNG’i, Üzeyir Garih ve İshak Alaton’un ALARKO HOLDİNG’i, İbrahim Bodur’un KALE GRUP (HOLDİNG)’u, SABANCI HOLDİNG, doğayı korumanın yaşamsal önemine dikkat çekmek için kurulmuş olan TEMA VAKFI’nın simge ismi, KARACA markasının patronu, “Erozyon dede” lakaplı Hayrettin Karaca; Türk sinemasında bilinç abidesi olarak kutsanan Berker ve Türker İNANOĞLU kardeşler. (İDDİANAME, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar, Ankara, Çankırı, Kastamonu İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı, 29 Nisan 1981, s.391) 

BORUSAN ve TEKFEN Filarmoni orkestralarının varlığını anımsattıktan sonra, KALE GRUP’un patronu İbrahim Bodur’un, Robert Kolej (Boğaziçi Üniversitesi) ve Çanakkale’de Türk Musikisi Cemiyeti kurduğunu, şiirlerinin bestelendiğini belirtelim.

Sanırım, yeterlidir.

Koruk Naci solcu olsa, başına dert alacak; solun arkasında devlet desteği yok ki. Zaten epey de ürkek; öğrenciyken bile silah, külah, kavga, dövüş işlerinden korkar, uzak durur:

“Suç sayılabilecek ne var? Okula grup halinde gittim, yürüyüşlere katıldım, sloganlar attım, bir kere duvara yazı yazdım, bildiriler kaleme aldım. Başka?” (A.g.y., 19/23)

Böylece, “dünyasal” güvence açısından Ülkücülük çok daha cazip bir liman haline gelir. Ama bir de “ahiret” güvencesi var. Orada durum nedir?:

“Maviciyim dedim kendi kendime. Çünkü kutsallıktan yana olmalıydım. Mavici olmazsam kızıl pelerinli şeytan önümü kesebilir, ahirette bana uzatılan kitabı almama mâni olabilirdi. Annem her gece anlatırdı bunu… “…mavi kaplı kitabımızı melekler getirip sağ elimize verecekler” derdi… Yarın ahirette mavi kaplı kitabı sağ ellerinden verilenlerden olmak için çaba göstermek… Arkadaşım da ahiretten, verilen kitabın mavi kabından bahsediyordu. Böylece anlamlar çakışıyor, maviciliği daha derin bir şekilde kavrıyordum.” (A.g.y., s.49-50/57)

Ülkücülük ahiret için de teminat poliçesi olduğuna göre, artık gönül rahatlığı ile karar verebilir. Üstelik bonusunun “soylu” Hülya olma olasılığı da var.

Mavi gözlü, beyaz tenli erotik soyluluk

Hülya da kim?:

“Ya sınıfta ön sırada oturan o saçları örgülü kız? Bütün sınıfın gizli aşkı olan Hülya? Acaba o neciydi? Kırmızıcı olamazdı asla! O süt beyazı teni temizliği, o mavi gözleri saflığı, o siyah saçları dokunulmamışlığı, o rüya gibi yürüyüşü ulaşılmaz varlığını anlatıyordu. Peki, Mavici olabilir miydi? Hüzünle hissettim ki, o, sıcacık mavi gözlerine rağmen ne arkadaşıma ne bana benziyordu. Daha başka, Maviciliğin ve Kırmızıcılığın dışında bambaşka bir dünyaya ait olmalıydı. Aynı sınıfta bulunsak, aynı sıralara otursak bile görünmez bir el onu bizden ayırıyor, uzaklaştırıyordu. Oturduğu sıra, kalemliği, önlüğü, saçına taktığı çiçek, dokunup geçtiği her şey ne kadar farklıydı.

Akşamları okul dağılışında büyük siyah bir otomobil gelir, siyah takım elbiseli kravatlı bir adam saygılı bir tarzda arka kapıyı açarak onu bindirir, o siyah formasının eteğini toplayıp koltuğa yerleştiğinde kapıyı dikkatle örter, sonra telaşla direksiyona geçerek onu götürürdü. Otomobile binişini görmek, kahverengi kadife perdelerle kapatılan arka camda, perdelerin açık bıraktığı dar aralıktan belli belirsiz fark edilen örgülü siyah saçlarını otomobil köşeden dönüp gözden kaybolana kadar takip etmek için öylece oyalanırdım. O ve siyah otomobil hayal bile edemeyeceğim bir dünyaya giderdi. Herhalde orada hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Ayrıca ne Kırmızıcılara ne Mavicilere elbette… Dünyasında bana da yer yoktu, biliyordum; ama kötülüğün yeryüzündeki tüm kalelerini düşürecek olan Maviciliğim beni de soylu bir şekilde belki onun kapılarına götürebilirdi.” (A.g.y., s. 52-53/59-60)

Cem Karaca’nın Tamirci Çırağı’nın kasaba versiyonu. Kaymakamın kızına yanık gariban taşralının fantezilerini süsleyen bir “soylu” yaşam simgesi. İdeolojiler ötesi, doygun ve çekici bir dünya. Oraya ulaşmak için de elindeki tek işlevsel kozun Ülkücülük olacağına ilişkin inanç.

Mavi gözlü, beyaz tenli” Hülya, bizim Koruk’un bilinçaltına fena halde yerleşecek, hep o ezikliğin getirdiği kompleksi aşmaya çalışacaktır. Güçlü biçimde sezinlediği şudur: Beğenilmek, aranılmak, saygı görmek, “soylu” bir yaşamın altyapısıdır. Bunun için de bazı koltuklarda oturuyor, bazı makam araçlarına biniyor olmak gerekir. Ülkücülük bu iş için hiç de fena sayılmayan bir anahtardır.

Ama ya cesaretin sınırlıysa? 

O zaman işi yazı çiziye döküp, entel ayaktan yürürsün.

Tutar mı ki?

Hülya örneğine bakalım:

“Yazdığım bir kompozisyonu çok beğenen, sınıfta herkesin önünde 'Aferin, ne kadar güzel yazmışsın' dedikten sonra beni tahtaya kaldırıp kompozisyonumu 'örnek olması için' ağır ağır tane tane sınıfta okutturan edebiyat hocamla da aramdaki buzlar eridi. Onun elbette… kompozisyonumu okurken güzel Hülya’nın hayranlık dolu bakışlarını üzerimde hissetmenin getirdiği minnet ve dostluk duygularından haberi yoktu.” (A.g.y., s. 53/60-61)

İşte bu olay, ürkek kişiliği ile birleşince, Koruk’a işlevsel bir yaşam pusulası armağan eder: Nerede olursan ol, bir yolunu bulup, çadırı entel alana kur. Tabii, bir de sekel bırakır: Kompozisyon ödevi mantığını aşamamış, safra ve imge bataklığında yüzen, teneke sesli, koruk metinler… Kişiliği ile uyumlu ama… Neyse, devam edelim.

1980’de, o yıllarda solun kalesi olan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirir. Tek derdi, bir an önce kapağı devlet memuriyetine atıp, kendini garantiye almak. Ülkücülük’ün mürüvvetini görmeli ama, değil mi?! Bir devlet bankasının sınavına girmeden önce, o bankanın genel müdür yardımcısı olan “Osman ağbimiz”i ziyaret etmesinin uygun olacağı kendisine söylenir. (A.g.y., s. 44/51)

12 Eylül neyin engelidir ki?!

Tam işi bağlayıp, Ülkücülüğün ekmeğini yiyecekken 12 Eylül olur. Koruk Naci kaygılanmaz; nasıl olsa Ülkücülük devletten yana, devlet korumasındadır:

“Uzun süre arkadaşlarımın endişelerine katılmadım. Çevremdekilerin kaygıları, kuşkuları, her şeye rağmen bir parça abartma gibi geliyordu bana.” (A.g.y., s. 12/15)

Bir süre sonra arananlar arasında olduğunu radyo haberlerinden öğrenince, epey sarsılır. Hani Başbuğ Türkeş’in dediği gibi, “İlay-ı Kelimetullah yolunda cihana öncü bir Türkiye”nin kadrolarıydılar; hani “Yalnızca komünizme karşı bir reaksiyon değil, onu ezip geçen bir aksiyon” idiler. Neden komünistlerle bir tutuluyorlardı? 

Hapse atılmaktan, dayaktan, işkenceden çok korkar. O enteldir; kalem kâğıt dışındaki işlere uzaktır. Gel de askere, polise anlat! Birkaç yıl önce, birkaç saatliğine Müteferrika’da gözaltına alınmıştı da, o kısa zaman aralığında, gözaltında olan diğerlerinden işkence tanıklıkları dinlemesi bile yetmiş, ateşi çıkmış, hastalanmıştı. Üstelik ifadesi bile alınmadan serbest bırakılacaktı. (A.g.y.  s. 173/185)

“İşkencelerin arttığı söyleniyordu. Hem işkence ne? Sadece elektrik verilmesi, falakaya yatırma, kum torbasıyla dövme mi? Biri kötü davransa, bağırsa, aşağılasa bu da işkencedir benim için.” (A.g.y., s. 131/143)

Oysa ideolojik angajman düzeyi düşük, inanç derinliğine yabancı, taşralı ezikliğinin yarattığı hastalıklı kutsal “Ben” kuluçkasından çıkamamış herkes için böyledir. Buna bir de sırtı sıvazlanan Ülkücü şımarıklığı eklenince, elbette dayanılmaz olur, karşılık beklenir:

“Ne işim var burada? Buraya ait değilim… Birkaç saatlik Müteferrika macerasının üzerimdeki etkisi derindi. Uğradığım haksızlığın bir karşılığı olmalıydı, bir şey için katlanmış olmalıydım o ara kesite.” (A.g.y., s. 173, 179/186,191)

O “karşılığı” birkaç yıl içinde fazlasıyla alacaktır.

18 Mart 1981’de, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası kapsamında tutuklanır. Suçlama şudur:

“Nisan 1978 yılında Ülkü Ocakları Derneği Genel Merkez Haysiyet Divanı yedek üyesi, daha sonra da yönetim kurulu asil üyesi. Mayıs 1979 yılında ise Ülkücü Gençlik Derneği Genel Merkez Yönetim Kurulu yedek üyesi olarak görevlendirilmiş, bilahare asil üyeliğe geçmiştir. Basın masasına bakan sanık, örgüt parasından Genç Arkadaş dergisine paralar aktarmıştır.” (İddianame, s. 784)

İstenen ceza ise T.C.K.’nun 146/3, 31, 33 ile 173/3. madde ve fıkraları kapsamında, 5 ile 15 yıl arasında hapis.

İçeride biraz kalıp çıkar. Sonrasında Ülkücülüğün meyvelerini toplamaya başlar. Yatırımını doğru ideolojiye yaptığını anlayacaktır; entel kapasitesi müthiş bulunmuş olacak ki, Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’na uzman olarak alınır. Henüz doktorasını bile vermemiş olması bir yana, yargılandığı dava da sonuçlanmamıştır. Olsun. Beklediği “karşılık” kendisine ödenecektir. Görünmez bir el, o yıllarda insanları canından bezdiren “güvenlik soruşturması”nı, “sağlam çocuktur” biçiminde sonuçlandırıp, devlet memuriyetine kapağı atmasını sağlar.
Ama konu da basının dikkatinden kaçmaz: 

“Siz TCK'nın 146/3'üncü maddesinden yargılanıyor olsaydınız, 5 ile 15 yıl arasında hapis cezası isteniyor olsaydı, diyelim ki Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'na başvurup da uzman olarak çalışma isteğinde bulunma cesaretini gösterebilir miydiniz? Sağduyulu ve iz'an sahibi olduğunuzdan, en azından şöyle bir duraklar, "yahu 1402 bu okuldan kimleri uzaklaştırdı, kimler istifa etmek zorunda bırakıldı, beni mi alacaklar" diye düşünürdünüz. 

Ama adınız Naci Bostancı'ysa, o zaman tereddüte gerek yok. MHP davası sanığı olmanın Ülkü Ocakları ve Ülkücü Gençlik Derneği yönetim kurulu üyeliği yapmış olmanın bir önemi yok. 1402'yi de, güvenlik soruşturmasını da "atlatıp" uzman olarak çalışmaya başlayabilirsiniz. Basın Yayın Yüksek Okulu Müdürü Süleyman Arslan sizden yana tavır alacaktır, "güvenlik soruşturması yapılmış, adam temiz çıkmış, gerisi bizi ilgilendirmez" diyecektir. MHP davası sanığı olarak hakkınızda 5-15 yıl hapis cezası istemi bulunması önemli değildir. Çünkü bunun önemi "sol görüşlüler" için vardır. Soran olursa, "ben müracaatımı yapmışım, adam soruşturmasını yapmış, sonra da gel başla demiş, ne yani başlamayacak mıydım?" dersiniz.

Yok efendim, Gazi Üniversitesi Rektörü Şakir Akça açıkça MHP taraftarlığı yapıyormuş. Prof. Halil Cin ile Prof. Ümit Akkoyunlu, Türkeş'in evinde çay partilerine katılıyormuş. Yok BYYO'da MHP yanlılarının örgütlenmesi tabana yayılıyormuş da, öğrenciler okul sekreteri Hasan İpek'in, Meğmet Ali Ağca'yı saklamaktan sanık İbrahim Yalçıner'in ve Naci Bostancı'nın bu örgütlenmenin başını çektiğini ileri sürüyorlarmış. ''Fanatik insanların asılsız iddialarına'' kulak asmazsınız olur biter. Üsteleyen olursa, "delil var mı, delil" diye sorarsınız.

Yeni öğretim yılının başladığı bugünlerde, bunca öğrenci "kıymetli" bir uzmandan yoksun bırakılır mıydı? Zaten üniversitelerin kadroları şu 1402 yüzünden delik deşik olmuştu. Üstelik, öğrencilere kırmızı giymeyi yasak etmesiyle "meşhur" bir sekreterle uyum içinde çalışacak bu uzmanı yerinden etmenin hiç mi hiç âlemi yoktu.” (“1402’yi Delenler”, Yeni Gündem, sayı: 33, 19-25 Ekim 1986, s.6)

Yazıyı okuyan Koruk çılgına döner. Hemen bir yanıt döşenir: “Mesnetsiz iddialarla suçlu yaratıyorsunuz… Gerçeği kinayeli kelimelerle muğlaklaştırmak ahlaki bir davranış mıdır?.. Savcıları göreve çağırıyorum” türünden top çevirdikten sonra, esas konuya, entel “Ben”ine gelir:

“Akademik kıymetim konusunda hüküm vermek Yeni Gündem’e düşmez. Takdirlerinize ihtiyaç olsaydı YÖK yasasına sizden referans getirilmesine dair madde konurdu.” (Yeni Gündem, 9-15 Kasım 1986, s. 5)

Demiştik ya; gerçekten akıllı, parlak bir taşra enteli!

Oysa nereden bilebilirdi ki, birkaç yıl sonra, benimseyeceği yeni siyasal yönelim doğrultusunda, Yeni Gündem’in liberal solcularıyla sıkı fıkı olup, onların Birikim dergisinde yazacak; “Jakoben” Laik Cumhuriyet’e karşı omuz omuza “ahlaki” duruş sergileyecekler!

Artık Ülkücü limandan demir alma zamanı

1980’lerin sonuna doğru, Sovyetler’in geri çekilme sürecine koşut biçimde, MHP ve Ülkücülükten uzaklaşmaya başlar. Öyle ya, MHP’nin varlık nedeni anti-Sovyetizmdir. Ne diyordu Başbuğ?: “Marksizmi biz, kuzey komşumuzun halkları baskı altında tutmak için uyguladığı ideoloji şeklinde anlıyoruz.” (Yeni Düşünce, 26 Temmuz 1991). Yani, “Bizim için Marksizm, komünizm, Turan, esir Türkler falan bu işin vitrinidir. Derdimiz Sovyetler Birliği’dir” demek istiyor. Sovyetler’in olmadığı bir siyasal coğrafyada Ülkücülük tarihsel meşruluğunu önemli ölçüde yitirecektir. Hele ki Orta Asya Türklerinin “Turan” türü fantezilere gülüp geçtiği anlaşılınca.

İktidarda Özal’ın ANAP’ı vardır ve neoliberal anlam alanı yavaş yavaş biçim almaya başlamıştır. MHP’den bir dizi isim ANAP’a geçmiş, bazıları bakanlık bile kapmıştır. 1987 seçimlerinde Türkeş’in liderliğindeki MÇP yüzde 2,93 ile Meclis dışında kalırken, ANAP yüzde 36,31 ile ilk sıradadır. Koruk, Ülkücülüğü artık ergenlik döneminin “ütopyası” olarak değerlendirmekte, oturaklı koltuk, nam, nişan getirmeyip, yaşamın tatlı zevklerine yeterince vize sağlamayan ideolojileri hakir görmektedir. 1989-1991 arasında ANAP’ın Kültür Bakanı olan Namık Kemal Zeybek eski bir MHP’lidir ve 12 Eylül’de yargılanmıştır. Koruk’un ona yanaşması zor olmaz. Bu tarihler arasında Kültür Bakanlığı Müşaviri yapılır. Zeybek’ten sonra gelen ANAP’lı Gökhan Maraş da eski bir MHP’lidir. 

Böylece, bizim taşra enteli kültür alanına bakanlık kapısından girmiş olur. Bu işin tadını almış, koltuğun nimetlerinin neler olabileceğine yönelik varsayımları doğrulanmıştır. O halde hep daha yukarıdaki koltuklara tırmanmalıdır. 
Ama ideolojiler, idealler, ilkeler ne olacak?

Saçma salak konuşma! Onlar çocukluk dönemi hastalıklarıydı… 

Sırada Mesut Yılmaz’a danışmanlık vardır.

Artık neoliberal dönem başlamış, “Biz”in yerini “Ben” almış, kutsal “Birey”in ayaklarına dolanan olası tüm toplumsal/kamusal bağlardan kurtulma zamanı gelmiştir.

Koruk Naci tam bu dönemde, 1996’da, Işığın Gölgesi başlıklı romanını yayımlatır. Bu roman onun siyasal başvuru dilekçesidir: “Ben artık eski ben değilim. Bütünüyle neoliberal değerleri benimsedim. Zaten eskiden de Ülkücülüğe inancım yoktu ama zorunlu olarak orada dikiliyordum. Lütfen, hak ettiğim şu koltuğu verin!” 

Romandaki yeni ideolojisi ile kişilik verilerine geçmeden, öykünün kalanını tamamlayalım.

Koltuk diye inlemekte olan Koruk, ANAP’a yanaşmasına yanaşmıştır ama, gerek taşra entelliğinin getirdiği zayıf donanım, gerekse bireysel yaşam açlığı, iki gerçekten haberdar olmasını önleyecek ölçüdedir: 

1) ANAP’ın 12 Eylül’ün yükünü taşıyor oluşu, Mesut Yılmaz ile öngörülen sıçramanın gerçekleşmesinin önünde önemli bir engeldir. Nitekim Yılmaz’ın 1991-2002 yılları arasındaki 27 aylık başbakanlık, 28 aylık da başbakan yardımcılığı, siyasal açıdan ANAP’ın meşruluk alanında anlamlı bir genişlemeye yol açmayacak, dolayısıyla da, bizim Koruk’un M. Yılmaz danışmanlığı, umduğu pastaya yumulmasına olanak tanımayacaktır. 

2) Tarihsel nedenlerle, Türkiye’de liberalizmin gerçek son durağı İslamcılıktır. 90’lar zaten İslamcılığa geçiş dönemi anlamında, onları iktidara hazırlayan ideolojik ve yönetsel kuluçka yıllarıdır.

Velhasıl, bizimki bütün çabalarına karşın, 2011’e kadar bir türlü hayalini kurduğu koltuğa oturamadığı gibi, o “soylu” yaşamın kıyısına da çıkamaz. Çadırı kurduğu Gazi Üniversitesi’ndeki koltukları kovalayıp, onların sağladığı ortalama nimetler ile yetinmek zorunda kalır. Bu arada, Kültür Bakanlığı Müşaviri iken doçentlik, Mesut Yılmaz’ın danışmanlığını yaparken de profesörlük unvanını alır.

1994-2004 arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölüm Başkanlığı koltuğu; 2000-2004 arasında, Gazi Üniversitesi’nde Ülkücü kadrolaşmanın militan rektörü Rıza Ayhan’ın danışman ve basın sözcülüğü koltuğu; artan kadrolaşma şikâyetleri üzerine, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Ayhan’ı rektör atamadığı 2004-2008 döneminde kaybettiği danışmanlık koltuğuna, 2008’de Abdullah Gül’ün Ayhan’ı tekrar rektör ataması ile yeniden kavuşması; 2009’da İletişim Fakültesi Dekanlığı koltuğu… Artık gözü rektörlük koltuğundadır.

İşte bu sırada, yıllardır rüyalarının vazgeçilmezi o “soylu” yaşamın, cennetlik dünya zevklerinin kapısını açacak teklif gelir: 2011 seçimlerinde AKP’den Amasya milletvekilliği.

                              Koltuklar, koltuklar… O soylu yaşamın olmazsa olmazı koltuklar.

Soylu bir yaşama demir atma zamanı

Anında dekanlıktan istifa eder ve vekillik koltuğuna oturur. 2011-2023 arasında üç dönem AKP milletvekilliği yapacak, bununla yetinmeyip, koltuk sayısını arttıracaktır: 

2014’te TBMM Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu Başkanlık koltuğu; yine 2014’te AKP Grup Başkan Vekilliği koltuğu; 2015’te TBMM Başkan Vekilliği koltuğu; 2018-2021 arasında AKP Grup Başkanı koltuğu… Geriye yalnızca bakanlık koltuğu kalmıştır. 2015 ile 2023 seçimleri sonrasında kulislerde bakanlık koltuğuna oturtulacağı ciddi biçimde konuşulduysa da, Koruk’un hülyasına limon sıkılacaktır.

Peki, İslamcıların 2011’den itibaren bahşettikleri bu koltuk ve nimetlerinin arkasındaki siyasal hesap nedir? 

Bilindiği gibi, Ergenekon süreci İslamcılar için kolay olmamıştır. Ordu konusunda tarihsel duyarlılığı yüksek olan CHP-MHP bloğunu zayıflatmak için, MHP ve CHP kökenli birilerini ithal edip, Ergenekon karşıtı konuşlandırarak İslamcı siyasetin meşruluk alanını güçlendirmeye çalışmak, beklenebilir ilk ve en doğal siyasal reflekstir. CHP’den Ertuğrul Günay daha işin başında, 2007’de, bakanlık koltuğu karşılığında transfer edilmiştir. Sıra MHP’dedir. Tabii, bu işe “evet” diyecek cibiliyette birini bulmak gerekir. Koruk Naci bu çerçevede AKP’ye alınacaktır. Öngörülebileceği üzere, İslamcılar onunla ilgili hiç zorlanmazlar. Gerçi seninkinin gönlünde yatan, Ertuğrul Günay örneği, bakanlık koltuğudur ama şimdilik vekil koltuğu da Şam’da kayısıdır.

MHP’nin Ergenekon’a bakışını ise Bahçeli şöyle değerlendirmektedir:

“Silivri adeta Türk ordusunun yargılandığı ve silindir gibi üzerinden geçildiği zulümhaneye dönmüştür… Evet, doğrudur, Ergenekon Davası Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşmasının adıdır. Çünkü hesabı görülen Türkiye’dir; hesabı görülen Türk milletidir; hesabı kesilen Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Hesaplaşılan, hesaba çekilen ve hesap sorulan vesayet, statüko, darbe kılıfıyla Türkiye’nin temel ve milli kurumlarıdır… AKP hükümeti küresel ve bölgesel projeler gereğince Türk Silahlı Kuvvetleri’ne operasyon yapmış, hukuku baltalamış ve Türkiye’nin kanına girmiştir… Başbakan Erdoğan çete mantığıyla devlet ve hükümet yönetmektedir.” (Devlet Bahçeli, basın toplantısı, 7 Ağustos 2013)

Peki, Koruk Naci’nin 2014’te AKP Grup Başkan Vekili koltuğuna oturtulma nedeni nedir?

Kürt Açılımı”dır. 

Ocak 2013’te fiilen başlayan “Çözüm” süreci, Nisan’da “Akil İnsanlar Heyeti”nin kuruluşu ile resmiyet kazanmış, 16 Temmuz 2014’te Resmi Gazete’de yer alarak yasal çerçeveye oturtulmuştur. Bu tarihten bir buçuk ay sonra, Koruk, Grup Başkan Vekili yapılacaktır. 

Çözüm süreci” olarak adlandırılan Kürt açılımının CHP ve MHP’den büyük tepki göreceği kimse için sürpriz değildir. Özellikle MHP’nin bu işte İslamcıları rahat hırpalayacağı, bunun da, 2015 seçimleri için sorun yaratacağı açıktır. Malum, Sovyetler’in çekilmesi ile siyasal meşruluk kaybı yaşayan MHP, oluşan boşluğu Kürt kartı ile doldurmak çabasındadır. O halde, MHP kökenli birinin, MHP’den gelecek bu saldırıları göğüslemesi siyaseten daha uygun olacağı gibi, işlevseldir de. 

13 Kasım 2013 tarihli birleşimde, taşra enteli Koruk ile ona, “eski ülkücü değil, ülkücü eskisi, türkücü” diyen MHP’li vekiller arasındaki düelloyu, TBMM Tutanak Dergisi’nden verelim:  

“MEHMET NACİ BOSTANCI (Amasya) - …. Arkadaşlar, aklın bir sınırı var ama akılsızlığın yok. Sınırlı olan aklımız bu işleri nasıl çözümleyecek? Başkalarının acısına bakacaksın. Susan Sontag diye bir denemeci vardır, der ki: “Başkalarının acısına bakmak insaniliktir, ancak başka insanların acılarını, dertlerini, genel insani bağlamda bütün bu hikâyeleri görebildiğin ölçüde insan olur ve adaleti bunun üzerine kurabilirsin.” Şimdi, biz bunu yapmaya çalışıyoruz. Çözüm süreci dediğimiz nedir? Çözüm süreci dediğimiz, bugün, bu ülkede iki farklı kamuoyuna bölünmüş, duyarlılıkları, hikâyesi, anlatıları, acıları, kendi içine gömülmüş insanları bir araya getirmek, bu duvarları yıkmak, toplumun ortak vicdanını kurmak için, çözüm süreci bunun için…

HASAN HÜSEYİN TÜRKOĞLU (Osmaniye) - Sizin bir araya getirmek istediğiniz proje milleti ayrıştırıyor. Hocam, sen farkında değilsin memlekette olanın, bitenin.

LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) – Veya da ihanetin ortağı, öyle görüyorum ben.

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) – İki tarafı da eşit kefeye koyuyorsun ya, bütün geçmişini inkâr ediyorsun Hocam!

LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) – Ya ne geçmişi!

BAŞKAN – Sayın Bostancı, buyurun.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) – Yani ben böyle, plastik, ucuz, demagojiye dayanan sözleri aynen reddediyorum. Ben burada insanlıktan bahsediyorum. (AK PARTİ ve BDP sıralarından alkışlar) İnsan olduğunuz ölçüde memleketi seversiniz, milliyetçi olursunuz, bu toprakları kucaklarsınız. Herkesi kucaklamayan bir milliyetçilik olmaz, herkesi kucaklamayan bir insanlık olmaz. Bu vatanın birliğini nasıl sağlayacağız? (AK PARTİ sıralarından alkışlar, MHP sıralarından gürültüler)

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) – Onun için mi teröristlerle kucaklaşıyorsun?

ÖZCAN YENİÇERİ (Ankara) – Katilleri kucaklamak mı milliyetçilik?

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) – Teröristleri kucaklarken, o anlattığın insanların hatırasına hürmetsizlik etme! Yazık!

HASAN HÜSEYİN TÜRKOĞLU (Osmaniye) - Kurtuluş Savaşı verdiğimiz Yunanlıları da kucaklayacak mısın?

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, lütfen…

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) – Elbette, bu ülkede yaşayan her insanı kucaklayan ve ortak bir adalet duygusunda buluşturan bir yaklaşım bu ülkenin birliğini ve dirliğini sağlar. (CHP sıralarından gürültüler)

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) – Oraya şehit anasını anlatmaya çıkmışsın, hürmetsizlik yapıyorsun!

BAŞKAN – Sayın Korkmaz…

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) – Şehit anasına hürmetsizlik yapıyorsun!

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) – Elbette konuşacaklar, siz de konuşacaksınız, herkes konuşuyor. Meydanlarda konuşuyorsunuz, millet de dinliyor, dinliyor ve kararını veriyor.

ÖZCAN YENİÇERİ (Ankara) – Millet tokadı vuracak size, hiç merak etmeyin!

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Herkese, “millet” diyoruz ya, hani hep kendisini referans verdiğimiz, adaletin kaynağı olarak gördüğümüz o millet, işte bu tabloyu çıkartıyor, bu tabloyu.(AK PARTİ sıralarından alkışlar)

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) – Birileri vatan için öldü, öbürü vatana ihanet ettiği için. Aynı kefeye koyuyorsun! En büyük adaletsizlik budur!

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Ve diyor ki: “Ey bu tablo, bu Meclis bu ülkenin birliğini sağlasın.” Biz de milletin bize verdiği görevi yapıyoruz.
Değerli arkadaşlarım, çözüm süreci inşallah yolunda gidecek.

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) – Yazık, yazık! En büyük adaletsizliği siz yapıyorsunuz!

LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) – Sokağa çıkamayacaksınız, sokağa! Kaçacaksınız milletten!

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) – İnşallah, bu ülkenin bütün acılarını sona erdirecek bir hakkaniyet ve adalet durumunu sağlayacağız. Bu ancak sınırları yıkmakla olur.

NECATİ ÖZENSOY (Bursa) - Devleti çözdünüz, devleti! Sizin çözdüğünüz devlet, çözdüğünüz o.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Bu ancak başkalarının acılarına açık olmakla olur.
S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) – Millete silah çekenle, milleti koruyanı aynı kefeye koyuyorsun ya, en büyük adaletsizlik budur, millete en büyük hürmetsizlik budur! Yazık, yazık!

LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) – Bence gerçek yüzünü gösterdin, hepsi o kadar! Bir tek gösterdiğin gerçek yüzün oldu, başka bir şey gösteremedin.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Türkiye’nin gerçekliği bütün bu resimler, bütün bu resimler, bütün bu acılar. Bunları görmeyen göz kördür. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) – Gerçek yüzünü gördük, o kadar, başka da bir şey yok!

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Değerli arkadaşlar, çözüm sürecinin arkasında en çok olan insanlar yaralı insanlar, evlatlarını kaybetmiş insanlar. Hikâyesi uzakta olanlar sadece bu işin dedikodusunu yapıyorlar. Onlar çözüm istiyor, biz de inşallah yapacağız.

Saygılarımla. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum.

LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) – “Siz” kim? “Siz” derken kim, kimden bahsediyorsunuz siz?

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) – Oraya şehit ailesini anlatmaya çıkmışsın. Şehit anasını anlatmaya çıkmışsın oraya. Yazık, yazık!

LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) – Sahte kabadayı gibi yürüme öyle!

BAŞKAN – Barış ve Demokrasi Partisi grup önerisi lehinde söz isteyen Hüseyin Aygün, Tunceli Milletvekili. (CHP sıralarından alkışlar)

LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) – Sahte kabadayı!

HÜSEYİN AYGÜN (Tunceli) – Sayın Başkan, çok teşekkürler.

Benden evvel konuşan hatip, terör alt komisyonunda başkanlık da yapan ve mesai arkadaşlığı yaptığım Naci Bostancı. Beyefendi aynı zamanda bir profesör ve o komisyondaki çalışmalar sırasında, geçmişle yüzleşme, geçmişteki acıların telafisi ve insani bir çözüm arayışı uğruna, Diyarbakır ve Hakkâri’nin de içinde bulunduğu illeri gezdik. Bu arada, Naci Bostancı bir kitap yayımladı -eski ülkü ocakları yöneticisi olarak- çok merak ettim kitapta ne yazdıklarını çünkü sadece 90’lı yılların köy yakmaları ve cinayetleri, karşılıklı verilen insan kayıpları, şehitler, evlatlarını yitiren anneler…

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) – Hüseyin Bey, o eski ülkücü değil, ülkücü eskisi o!

HÜSEYİN AYGÜN (Devamla) – …konularını değil, aynı zamanda, 1980’den önce olan olayları da merak ediyordum ve Naci Bostancı’nın ne…

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) – O eski ülkücü değil, o ülkücü eskisidir ancak olsa olsa!

BAŞKAN – Sayın Korkmaz, ona siz karar verecek değilsiniz. Lütfen…

LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) – O bir türkücü! Ülkücüyle türkücüyü karıştırma. O bir türkücü!

HÜSEYİN AYGÜN (Devamla) – “Ülkücü”yü geri alıyorum, peki. “Ülkü ocakları yöneticisi”ydi, öyle diyeyim arkadaşların uyarısıyla.

NECATİ ÖZENSOY (Bursa) – O, o zamandı.

LÜTFÜ TÜRKKAN (Kocaeli) – O türkü söyler devamlı!

NECATİ ÖZENSOY (Bursa) – Ülkücülükle alakası yok. Dün dündür. Bülent Ersoy bugün erkek mi?”

Koruk’un Susan Sontag’ına karşılık, MHP’lilerin Bülent Ersoy’u… Birazdan geleceğiz.
Koruk Naci “Çözüm”ü savunacağım derken epey yıpratılır; pulları dökülür. Nitekim AKP de, 7 Haziran 2015’te yapılan seçimlerde ilk kez meclis çoğunluğunu kaybedecek, bir önceki seçimlere oranla yüzde 8,96’lık kayıp yaşarken, MHP ise tersine, yüzde 3,28’lik bir büyüme elde edecektir.

Ancak, Koruk Naci’nin grup başkan vekilliği koltuğuna oturtulmasının diğer bir nedeni daha vardır: 17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu.

Ergenekon süreci ve ardından gelen Gezi patlamasının İslamcılar tarafından halledilmesi, Laik Cumhuriyet mirasının yağmalanmasının önünü açınca, İslamcı gruplar birbirlerine düşerler. Ganimetin büyük parçasını FETÖ isteyince kıyamet kopar. FETÖ’cü-Tayyip’çi savaşı başlar. FETÖ’cüler ceplerindeki kartları birer birer çıkarırlar. Bunlardan biri de 17-25 Aralık 2013 tarihlerinde gerçekleştirdikleri, içlerinde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da bulunduğu bir dizi isme yönelik yolsuzluk ve rüşvet operasyonudur. 

MHP yönetimi bu konuya özel bir önem vermiş, “Çözüm süreci”nden sonra, Erdoğan hükümeti, Bahçeli için ikinci kez kolay lokma olmuştur. Doğal olarak, MHP saldırısının etkisini en azından meşruluk temelinde zayıflatabilmek için, aynı kökten gelen birini dalgakıran yapmak, en basit siyasal mühendislik tutumudur.

Bu iki olaya, “Suriyeli sığınmacılar” konusunda MHP’nin, “Türkmenlere yardım edileceğine, İhvan-ı Müslimin’e yardım ediliyor” hoşnutsuzluğu da eklenince, Koruk’a temsil koltuğu vermek, Allah’ın emri olur.

2018 Temmuz’unda AKP Grup Başkanı oluşu da MHP ile ilgili. Bilindiği üzere, MHP’nin AKP ve Erdoğan’a yönelik tepkisi, 2018’in başından itibaren koşulsuz açık destek ve işbirliğine dönüştü. Erdoğan’ın eski Ülkücü birini o koltuğa oturtması, bu kez Bahçeli’ye “jest” olup, kesişim unsuru konusuna duyarlı olduğu mesajını vermek içindi.

2021’e gelindiğinde, İslamcılar açısından MHP sorunu bütünüyle çözülmüştü. Artık ona karşı ne kendini savunmaya, ne de ona yaranma çabasına gerek vardı. Aynı ittifakın sağlam ortaklarıydılar. Dolayısıyla da, Koruk Naci’nin hizmetlerinin meşruluk temeli ortadan kalkmıştı. 2021 Kasım’ında, oturduğu Grup Başkanı koltuğuna başkası yerleştirildi.

Zavallı Koruk! Bakanlık koltuğu için son bir umudu kalmıştı: 2023 seçimleri. Üç dönem kuralı gereği milletvekili seçilemeyecek oluşunu avantaja çevirip, acaba Milli Eğitim, olmadı, Kültür Bakanlığı koltuğuna yerleşemez miydi?

Bir türlü kurtulamadığı taşra entelliği ve koruk hedonizmi, siyasal gerçekliği görmesini bir kez daha engelliyordu; o artık siyasal bir mevta idi.

Sonunda, Hacı Bayram Üniversitesi rektörü yapılarak, siyasetten uzaklaştırıldı. Elbette, tenzil-i rütbe idi. O koltuk bizimkini kesmezdi. Ama elden ne gelirdi?

Neyse ki, henüz AKP Grup Başkanı koltuğunda otururken, oğlu Burak, Nisan 2021’de, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Nükleer Enerji ve Uluslararası Projeler Genel Müdürlüğü’ne,  kardeşi Ali Namık ise Kasım 2021’de Amasya Şeker Fabrikası Genel Müdürlüğü’ne atandı da, önleri başkaları tarafından kesilmedi. 

Koruk bir anlatı: Işığın Gölgesi

Işığın Gölgesi adlı otobiyografik romanı, 1995’te, 38 yaşında kaleme alıyor. Kitabın iki baskısı var. İlki 1996, diğeri 2013’te. Siyasal koşullar açısından son derece anlamlı iki tarih. O kadar ki, ikinci baskıda başlık değiştiği gibi, içeriğe de müdahale ediyor.

Romanda anlatılanların ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu, tartışmayacağız. Amacımız, romandaki verilerden yola çıkarak birbirine bağlı üç konuya açıklık getirmek:

1- Anlatının, yaşanan dönemin ideolojik damgasını taşıyor oluşu.

2- Anlatının, Koruk Naci’nin kişilik özellikleri ve donanımına yönelik sundukları.

3- Anlatının, yazınsal açıdan taşıdığı korukluk.

                                    Işığın Gölgesi: Değişen siyasete göre, iki dönem, iki kapak…

1990’ların ortası, Sovyetler Birliği’nin kulise çekilmesi sonucu ortaya çıkan neoliberal enfeksiyonun, toplumsal ve siyasal bünyeye egemen olma eğilimini hemen bütün etmenleriyle belirginleştirdiği bir dönemdir. İdeolojilerin barındırdığı “toplumsallık” içeriği, “ideoloji-dışılık” yanılsamasının sağladığı “bireysellik”e yenik düşünce, tarihsel ve kişisel geçmişi revize etme modası başlamış, buna, az gelişmiş ülke entelinin klasik kompleksleri ve aculluğu eklenince, ortalığı hazımsız, kilden ayaklı, itici anlatılar kaplamıştır. En yaygın tanımlama ile “döneklik” metinleridirler. Solda öne çıkan isim Oya Baydar olurken, Ülkücü kanatta da Koruk Naci ipi göğüsleyecektir. Dolayısıyla, Işığın Gölgesi’nin ilk baskısının 1996’da yapılmış olması, hem siyasal konjonktür, hem de Koruk’un kişisel yatırım ve beklentileri açısından, özellikle ANAP ve Mesut Yılmaz ile olan bağlantıları dikkate alındığında, yerli yerindedir. 

İkinci baskı 2013 tarihini taşıyor. Bu da siyaseten çok anlamlı; İslamcıların, Laik Cumhuriyet’e karşı en kapsamlı silahlı saldırı olan “Ergenekon Davaları” sürecine yönelik tepkileri yumuşatabilmek için oltaya taktıkları “12 Eylül ile hesaplaşma” zokası, ki 2010 Referandumu türevidir, 2012 Nisan’ında, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’ya açılan göstermelik davaya dönüşmüştür. Yalnızca siyasal bir şov olan bu dava, 12 Eylül’ü ortaya atarak, aynı yıl, 2012’de, Ergenekon’un, genelkurmay başkanının tutuklanması ile doruk noktasına ulaşan yıkıcılığını kamuoyu nezdinde perdelemekten başka bir işleve sahip değildir. Artık dağ taş 12 Eylül motifi ile bezenecektir. Koruk Naci durur mu? Romanın 1996’daki başlığı yalnızca Işığın Gölgesi iken, yeni baskıda, Seksenler-Işığın Gölgesi-Bir 12 Eylül Romanı’na dönüşür.

Oysa romanda anlatılanların çok küçük bir bölümü doğrudan 12 Eylül ile ilgilidir. Ağırlık, öncesini içerir; fonda “seksenler” değil, 70’ler vardır.

Neyse, gelelim içeriğe;

90’lı yıllar, belirttiğimiz gibi, neoliberal değer ve yaklaşımların kültürel/ideolojik alanı denetime almaya başladığı dönemdir. Bu dönemin en önemli özelliği, “ideoloji-kaç” söylemlerin meşruluk alanlarının genişlemesi, yani, “Birey/Ben” odaklı anlatının, “ideolojik” olanın karşıt kutbu konumuna yerleşmesidir. Liberal ideolojinin tipik bir göstergesi olan bu yaklaşım, doğal olarak, bir zamanlar belirli siyasal ideolojileri benimsemiş olanlardan bazılarının, geçmişlerini revize etmeye başlamalarına yol açacaktır: “İdeolojiler birey gerçekliğini yok ediyor; ben aslında hiçbir zaman o ideolojiyi benimsememiştim, şüphelerim vardı, ama o koşullarda bir şey diyemedim; yanlış yaptım vb.” türünden günah çıkarmalar, beklenebileceği üzere, sağanağa dönüşür. En balta olanları içinde, taşra entellerinin kaleminden çıkanların ortak özelliği genellikle şaşırtmaz: Bastırılmış duyguların körüklediği yaşam açlığının, çiğ ve brüt bir hedonizm fonunda “aşırılık”a savrulması…

Koruk Naci’nin fırsatçılığı burada da kendini gösterir.

Bir zamanlar içinde bulunduğu Ülkücülükten uzaklaşma gerekçesini meşrulaştırmak için, bütün ideolojilerin “birey” gerçeğini ezdiğini, oysa tek geçerli gerçekliğin “birey”inki olduğunu, zaten yaşamın kendisinin de bundan daha fazla bir alanı kapsamadığını falan filan… Bu arada, ilk baskıda “ütopya” olarak adlandırdığı ideolojiler için, ikincide daha entel, daha liberal ve tabii daha az riskli “büyük anlatı”yı yeğler.

İdeolojiler bütün kötülüklerin anasıdır

Ortak aidiyet”i işaret eden her şey olumsuzdur, “kutsal şizofrenik dünyanın çağrısı”dır. Tekil “Ben” ise mutlak değere sahiptir. 

Bu söylemin taşra versiyonları gerçekten koruktur:

“Ortak kimliklerin, kişiye ait olanı tanımlamada ne kadar zayıf ve yetersiz kaldığını tekrar anlıyorum.” (82/93)

“…asıl “ben”im hiçbir yere ait olmuyor…” (103/116)

“Buraya, oraya hiçbir yere ait değilim… Tüm kimliklerin üstü örtük ve hepsinden uzağım.”(173/186)

“Aslında başkaları diye bir şey yoktu, hepsi bendim.” (52/59)

“Dilimi kimse konuşmuyor, ben kimsenin dilini anlamıyorum.” (139/150)

“İnsan, tarihin her döneminde içinde yer aldığı kitlelerle adlandırıldı, önderler ve inançlar tarafından temsil edildi. Bu genelliğin gerisindeki birey tarihin kılcal damarlarında kayboldu, çanak çömlek kadar değere sahip olamadı.” (146/157)

“Genellemelerin yeri yok hayatımda. Asıl çarpıldığım, her bireyin kendi ışığındaki biricik gerçekliği.” (177/189-190)

“Bu sayıklanan dünya kurgularının [yani, ideolojilerin] canı cehenneme… Eylemle o kolektif varlığın, genel hikâyenin bir parçası haline geliyorsun.” (149/160)

“Biliyorum ki, gerçekten yaptıklarımız ve yaşadıklarımızı karşılığı olan sözlere çevirmiyoruz. Bazen bunlarla yüzleşme cüretini gösteremeyip ahlaki bir söylemle kendimizi perdeliyoruz. Sadece biz değil, birçok fikir kabilesi böyle yapıyor… Bu yanılsama, ruhumuza işlemiş bu şizofreni içinde kendi gerçekliğimizle yüzleşmekten korkuyoruz, çünkü yüzleşmek bireysel bir eylem, bireyliğin tüm çıplaklığıyla ortaya çıktığı bir eylem. O zaman kendimizi hiçbir ortak değerler kamuflajıyla gölgeleyemeyiz.” (46-47/54-55)

Ortak aidiyet/ideolojik ortaklık duygusunun iticiliği öyle patolojik düzeylere ulaşıyor ki, “Birey”e ait olmayan eşyalar bile boğucu olabiliyor: “Yatılı okulun mozaik zemini, kaldırımlar, asfalt yollar, cezaevinde yerlerin mozaik oluşu, eşyaların kişiliksiz genelliği” vb. Bunlar, “herkese aitmiş yanılsaması içinde hiç kimseye ait olmayan” şeyler ve cezaevindekiler, en az “işkence, hakaret, aşağılama kadar ürkütücü” oluyorlar. (77/88)

Kutsal 'Ben'in salyalarından kutsal bir demet

Ülkücülüğünün özde değil, sözde olduğunu bağırarak vurgularken, “Ben”inden akan salyalar taşra yontulmamışlığının bir diğer tipik çığlığı. Nitekim yukarıda verilen Meclis tutanaklarındaki konuşmalarda, eski arkadaşlarının Koruk ile, “Ülkücü değil, türkücü” diyerek kafa bulmaları boşuna değildir:

“Mavi idealin kandaşlığını yaşadım ve hissettim; ama bir yanım dışarıda, boşluktaydı. İçerideki yabancıydım…”ama”larım oldu her zaman… Mavicilik sadece bir türküydü… ben de söyledim; ama bütün türkülerin büyüleyici olduğunu bilen bir yabancıydım.” (23/27-28)

“Bu toplu tuluatın [Ülkücülük] içinde ben de rol üstlendim… İlkeleri mahrem dünyamda ironik bir gülümsemeyle karşılamayı kâfi gördüm… Kol kırılır yen içinde diye kaygılarımı kimseye anlatmadım, ucuz siyasetleri eleştirmedim; inanmadığım halde sloganlara yüksek sesle itiraz etmedim… Eleştirilerle örgüt bütünlüğünü zaafa uğratamazdım. Asıl zaafın eleştirilere kapalı bir örgüt olduğunu, eleştirisiz gücün nasıl zamanla totaliter, baskıcı bir kimliğe bürünebileceğini… yazmadım, çizmedim, karşıma çıkanlara anlatmadım.” (37/43)

“Kendimi her şeyden geri çekiyorum, sokaklardan, caddelerden, kalabalıklardan, arkadaşlarımdan. “Kendim” zamanın bilinçaltına kaymış kimliği içinde, çırılçıplak ortaya çıkması gereken “ben”…” (35-36/42)

“…bana dokunan, beni dönüştüren her ne ise hepsiyle hesaplaşmak istiyorum. Bütün seslerin sustuğu, bütün ışıkların söndürüldüğü zifiri karanlığın içinde kendi kibritimi çakmak istiyorum.” (39/45)

İdeolojilerin kavramlar, sloganlar kullanarak “birey”i dışladığını, oysa “birey” yaşamın ta kendisi olduğuna göre, ideolojilerin yaşamı da dışlamış olduklarını ilan ediyor:

“Kavramlarımız bizimle hayatın gerçekliği arasına sisten bir duvar koyuyordu.” (60/68)

“Kavramlar, kelimeler gerçekliği saklıyor… gerçeklikle aramıza bir perde gibi girebiliyor, olup biteni dönüştürüp bizi yabancı kılabiliyor. Gerçekliğe istediğimiz anlamı yüklememizi sağlıyor… Durduğumuz politik yerin [ideolojilerin] öznel bakışını nesnel gerçekliğin yerine ikame edebiliyoruz.” (93/105)

“Kendini ancak büyük anlatılar vasıtasıyla hayata 'armağan' etmek isteyen bu seçkincilik [yani, ideolojik yaklaşım], niçin ayrıntıların cangılına düştüğünde bocalıyor, şaşırıyor, niçin hayatın basit sınavlarında soluksuz kalıp tükeniyor?” (101/113)

“Ütopyaların yarattığı onca yanılsama karşısında, bu yalın gerçeği kim görebilirdi?..Sadece ütopyaların bayrağı var…O bayrakların altında birleşenler sloganlarla nirvanaya ererken, coşkun haykırışlarla çizerler sınırları ve bu sınırlar dostlukları, düşmanlıkları belirler. Dostluklar ve düşmanlıklar ise insani duyarlılıkları yok eden bir körleşmeyle zulmün kapılarını açar.” (107/119)

“Kavramların büyüsüyle kuşatılanlar bireyin kendine ait gerçekliğini ıskalayıp onu titrek bir gölgeye çeviriyordu… Ellerinde dünya görüşlerinin turnusol kâğıtları, tanımlıyor ve tavır alıyorlardı… Soyut tanrılara [ideolojilere] somut kurbanlar [bireyler] sunuluyordu.” (108/120)

“Oysa ideolojiler/büyük anlatılar mukabillerini sadece bir yanılsama olarak görürler, onlara bir haklılık payı tanımazlar, aksi halde, gerçeklik duyguları zedelenir, bağlılar rollerini sorgulamaya başlarlar, iman duygusu yerini tedirginliğe bırakır.” (144/155)

İdeolojilerin “birey”i ezen “totaliter, baskıcı” yönüne karşı, Koruk gibi bilinçli “birey”lerin pabuç bırakacaklarını mı sandınız?:

“Belki de totaliter kimlik alanlarının… büyük anlatıların kaba yahut zarif; ama her halükârda baskıcı gücü tarafından parsellediği bu hayat içinde birey iradesine bırakılan bir yer yok.” (147/158)

“Beni çeken, ütopya adına sağda solda dile getirilen “doktriner söylem değildi asla…ne fikir, ne kurtuluş projeleri beni etkiledi…” (180/192)

“Tek bir öznel gerçekliğin evrensel meşruiyetine kendimi ikna edemem.” (150/161)

“Ütopyaların/büyük anlatıların yok ettiği bir pırıltıyı saklı olduğu iç derinliğinden çıkartmak, ahmakça bir dünyanın kurallarına boyun eğişi protesto etmek,…hayata ait olanı yine ona geri vermek için yazmıştım.” (121/134)

İdeolojilerin, yaşamı bireye zehir ettiği, gerçeklikten uzak öznellikler olduğu zikrini yineledikten sonra, ideolojiler dışı mutlu ve doygun bir bireyin nasıl yaşadığına yönelik fantezisini okuyoruz. Soylu yaşamın kapısı: 

“Arabası olduğuna göre mutlu biri olmalıydı. Ben burada uykuyla günü bitirmeye çalışırken, o devam eden hayatın ışıltıları içindeydi. Bir yerlerde canlılık hiç durmamacasına sürüyordu. Böyle bir hayatım olmalıydı, hiç uyumadan, rengârenk neonların altında devam eden tasasız bir hayat.” (27/33)

“Belki de ince eleyip sık dokuduğumuz düşüncelerle hayatı çekilmez hale getirenler bizlerdik. Bütün iplerin ucu bırakılmalı, bu akıl almaz dünya sarhoş bir zihnin umursamazlığında görülmeliydi.” (30/36)

Gerçekte sağ da sol da aynı; değil mi ki ideolojik!

Pencereyi duvarın bu bölümüne açtığınız zaman, gördüğünüz manzarada sağ ve sol ideolojileri “kötülük” temelinde eşitleyip, bunların temiz ve saf taşra çocuklarını kullanmakla kalmayıp, aynı üst güç tarafından pazarlandığı sonucuna varmanız da epey kolay olur. Zayıf entelektüel donanımınız ve koltuk aşkınız size bu konuda yardımcı olacaktır.

Romanda Ülkücü, sosyalist/komünist yerine, mavici ve kırmızıcı biçiminde renk temelli tanımlamaya gitme nedeni, neoliberal anlam alanında, ideolojilerin “birey” karşısında aynı işlerliğe sahip oldukları, dolayısıyla, “birey” gözünden bakıldığında farklılık taşımamalarıdır. Dikkat çekici olan yine de bu değil; fakat taşralı bir entelin fantezi dünyasının ne ölçüde ham olabildiğidir. Bir adım ilerisi, şu ünlü komplo kuramı olacaktır: Jakobenler darbe yapabilmek için sağ ve solu birbirine bilinçli biçimde kırdırdılar, sonra da iki tarafı cezalandırdılar.

Bu söylemin tam bir polisiye kurgusu (154-155/166-167)’de veriliyor. Bir iki ek yapalım:  

“Üniformalılar niye kendilerine asıl ihtiyaç duyulduğu zamanda, sokakta değildi? Onlar şimdiye kadar sadece cenazelerin kaldırılışına nezaret etti, morg önlerinde, mezarlıklarda gövde gösterisi yaptı. Ya katiller, katilleri bulacaklar mı? Hiç sanmam. Kimi buldular, kimi yakalayıp cezalandırdılar ki? Herkes, “Vuranın yanına kâr kalıyor” diye düşünüyor.” (68/77)

“Kimselerin bir şey yaptığı yok; ne katilleri arıyor, ne ölümlere mâni oluyorlar.” (197/210)

“Sanki birileri her şeyi yukarılardan bir yerden ayarlıyor.” (149/160)

Sağ ve sol ideoloji ve insan malzemesinin benzerlik/geçişkenlik gösterdiğini kanıtlamak için, imgelemi bayağı kaynatıyor:

“İdeolojik yakınlık laf; insanlar yardım için kendi cinslerinin kumaşından başkalarını ararlar. Görünürde farklı renk mevzilerinde bulunsalar bile, ortak bir dilin akrabalığıyla birbirlerine destek olurlar.” (45/52)

“Güzel sözler bunlar. Tüm maviciler böyle diyor, böyle tanımlıyorlar kendilerini. Sadece maviciler de değil; al maviyi yerine başka bir isim koy, sonra aynı tanımı onlar için kullan, 'Doğru' derler, 'biz buyuz'.” (47/54)

Sağ veya sol ideolojileri benimsemenin akılla, bilinçle falan bir ilişkisi yokmuş. Yalnızca bilinçaltımız ve duygularımızmış. Bu nedenle, ülkücüler bal gibi komünist, komünistler de fişek gibi ülkücü olabilirlermiş:

“O kırmızıcı arkadaşım bir süre sonra maviciliği benimsemişti… Ben de kırmızıcı olabilirdim… Hz. Ömer Kur’an okuyan sese çarpılmıştı, Lazarus’u dirilten Hz.İsa, asıl mucizesini kendisini gören yüreklerdeki sevgiyi dirilterek yaptı…” (106/118)

“Nihayetinde mavisi kırmızısı aynı toprakların ürünü, aynı toplumsal ortamın idrakiyle bakıyorlar hayata. Büyük anlatıların farklı gömleklerini giyseler de, gömleğin altında aynı bedeni taşıyorlar.” (138/150)

Ve hoş geldin kasaba Freud’u:

“Belki onları [mavici ve kırmızıcıları] bu derece karşı karşıya getiren, ruh köklerindeki o kardeş bağdı; çünkü dünyaları tamamen farklı olanlar, birbirlerine düşman dahi olamayacak kadar yabancı kalırlar.” (179/192)

Mademki ülkücülük ve komünistlik aynı beden, aynı kültür, o halde, Koruk Naci’nin sola düşman olmadığını göstermek için fiyakalı simgeler kullanmasında yarar var:

Marx’a gönderme (54), Marx’tan (86, 213/97, 238), Ahmet Arif’ten alıntı (168/181), gerilla (205/218, 210/223, 213/226, 221/235, 223/238), Che, Bolivya (213/227), işkenceye direnç (227-228/242)…

Taşra ne yana düşer usta, metropol ne yana…

Başından beri bir taşradır gidiyor. Taşra aşağı, taşra yukarı. Neden bu kadar önemli?

Koruk Naci bütün anlatıyı taşra-metropol ikilemi üzerine oturtuyor da ondan. Hani bir zamanlar “merkez-çevre” adlı epey ünlü bir liberal maymuncuk vardı da, her kapıyı açıyordu ya; işte onun “birey” düzlemli yansısı oluyor bu taşra-metropol. Neoliberal anlam alanı tarihselcilik yerine sosyolojizmi koyduğu için, bu türden savrulmaları doğal karşılamalı.

Koruk için taşra-metropol, kasaba-kent çelişik bütünlükleri çok önemli. İdeolojilerin algılanma biçiminden, yaşanmalarına kadar her şeyi bu ikili ile açıklamak olası. Tabii, bireylerin komplekslerini, bireyselleşip, bireyselleşememelerini, cinsel fantezilerini falan, her şeyi…

Koruk da taşralı, kasabalı. Benzer algıların, komplekslerin, fantezilerin insanı. Taşra kasabalarındaki bu insanların bireysellikleri gelişemediği için, büyük kentlere gelince ideolojilere yem oluyorlar. Çünkü ezikler, cemaat dünyasına alışkınlar. İdeolojiler de cemaat modeli olduğu için, hemen onlara inanıp, yaşamlarını onlara teslim ediyorlar:

“Biz,…akşamı erken düşen kasabaların küçük dünyalarında boy atanlar, çocukluğunu ve gençliğini bu topraklarda yaşayanlar. Odun sobalı okulların, asfaltı delik deşik tek ana caddenin, kerpiçten evlerin ve o hep bir şeylerden uzak kalışı hissettiren buruk havanın çocukları. İsimlerinin yerini mahallelerin, ailelerin, oraya göç ettiği eski kasabaların aldığı, tanımlamaların hep kendi dışında yapıldığı çocuklar. Büyüseler, yaşlansalar bile o acımasız dünyada hep çocuk kalan, çocukluğa mahkûm olan çocuklar. Bu yüzden bireyselliklerimiz olmadı bizim. Taşranın cemaatler dünyasından metropollerin/ büyük kentlerin modernliğine ve bireylik dünyasına taşınan varlığımız ayakları üzerinde duracak gücü bulamadığı için, orada, yeni türden cemaatlerin içinde kayboldu. Kişiselliğimizi kuracağımız bir a’rafımız olmadı.

O çatışmaların içindeki herkes, hepimiz, rengârenk ışıltılı yıldızların albenisine sığındık. O ortak bilinç bize, dünyaya, hayata, topluma, insanlara ilişkin bir anlam haritası sundu. Metropollerin/Geniş bulvarların kaldırımlarında sürünen taşralı varlığımız ütopyalar/büyük anlatılar tarafından ayağa kaldırıldı, anaç bağırlarında bizlere yer ve değer verildi. Taşra kasabalarının ara sokaklarından fırlayıp soğuk yüzlü kent meydanlarına düşmüş bizlere bir değer olduğumuzu fısıldayan… sese minnet ve şükranla yöneldik. Ne yapıp edeceğimizi bilemediğimiz hayatımızı önümüzden gürül gürül akıp giden kutsal Ganj nehirlerine tereddütsüz fırlattık.” (47-48/55)

Üstelik taşralılıktan, kasabalılıktan ömür boyu kurtulmanın da olasılığı yok:

“Öyle ya kasabalarda göbek bağınız doğumla birlikte kopmaz, bir ömür boyu onu taşır durur ve hayatın her türlü cilvesine ortak olursunuz.” (21)

Ülkücü tanımını yaparken yine taşra başköşede:

“Taşradan fışkıran masumiyet, metropollerin meydanlarında ayakları birbirine dolanan acemilik ve kompleksler, sevgi ve nefrette ölçüsüzlük, sınırsız külhanilik, duygularıyla düşünme, aklıyla hissetme…” (138/149)

Meğer bu özellikleri taşıyan Ülkücüler, “Metropollere taşranın masumiyetiyle gelip modernizmi teslim almak isteyen mavi ütopyanın çocukları” imiş. (180)

Koruk da onlardan biri olduğuna göre, “taşradan gelip modernizmi teslim almış” olabilir mi?

Modernizm konusunda emin olmak çok kolay olmasa da, her anlamda çok bereketli koltukları teslim aldığı kesin. O koltukların o “acemilik ve kompleksler”e ne ölçüde merhem olduğuna gelince; neyse, biz devam edelim.

Bu arada, taşralılık, kasabalılık sağda da, solda da aynı olduğuna göre, sıralanan bütün bu özellikleri içeren gerçeklik, elbette, sosyalist/komünistler için de geçerli oluyor.

Bir taşralı entelin erotik fantezileri

90’lı yılların ortası olmuş; dağı taşı “bireylik/bireysellik” kesmiş; ideolojiler hedef tahtasına konmuş; Freud, Foucault okunmuş… Ve cinsellik es geçilecek, öyle mi?

Elbette ki, hayır.

Ülkücü arkadaşlarından biri öldürülüyor. Herkes hastanede, morgun önünde. Doğal olarak, acı ve hüzün hâkim. Ağır bir hava var. Vurulan kişinin kız kardeşi de orada. O sahne Koruk’a değişik bir fantezi esinliyor:

“Ama tam o anda biliyordum ki, onun bana sarılmasını isteyişimin arkasında bir erotizmin ışıkları saklıydı/tüylerimi ürperten bir erotizm vardı. Kendini sözlerin, dokunmaların, soluduğumuz hüzünlü havanın arkasına saklayan bir erotizm…acı içinde donuklaşan varlığına kendimi sunmak, sıcaklığımı hissettirmek, hayatın hâlâ sürüp gittiğini fısıldamak istiyordum. Sözsüz bir fısıldayış, diri bedenimin kavrayışıyla ve onun saçları arasından geçip kulağına değecek sıcak soluğumla fısıldayış.

Dıştan bakıldığında bunları düşündüğüm için utanmalıydım. Burada morgun kapısı önünde çömelmiş, içerde henüz bedeni soğumamış bir arkadaşın acılı kız kardeşi hakkında neler hayal ediyordum? Ama utanç içinde değildim.” (72/81-82)

Bir gece, Ülkücülerin hâkim oldukları yurdun önünde, komünistlere karşı nöbet beklerken, yine fantezilere dalıyor:

“Ya lânet bir kurşun erkeklik organıma gelirse? Henüz kimseyle beraber olmadım, dokunmadım kimseye, sevişmelerin dünyasında ürpermedim, cinselliğin alanlarına hiç girmedim henüz. Oysa 'tak' diye bir kurşun her şeyi bitirebilir. Hâlbuki hayatın o uzun geleceği içinde aşk, cinsellik bütün kurgulamalarıma/beklentilerime şöyle bir dokunuyor, esintisini bütün düşlerime katıyor/ne yapılacaksa ona eşlik eden sessiz bir gölge gibi kendini duyuruyor. Hayatın bu yorucu yürüyüşünde insana tazelik, umut, canlılık veren gelecekteki o belirsiz aşk ihtimali değil mi? Ya hem oradan vurulur, hem de birisine deli gibi aşık olursam? Ne pis bir durum olur; ne yapar, nasıl davranırım?” (148/159)

Kör olası ideolojiler cinselliğin de düşmanı!

Vallahi bizim Koruk bu konuda bayağı sıkıntılı. İnşallah sonraki yıllarda durumu telafi etmiştir.

Bu arada, ilk baskıda yer alan şu cümle (171), “Küçük beyaz kalçalarını kendine doğru çekip hayvanca bir soluklanmayla üzerine abandı mı?”daki, “Küçük beyaz kalçalar”, yerini, “küçük gövde”ye bırakır (183). Eh, seninki artık AKP milletvekili ya!

Aşk, cinsellik, erotizm demişken; Koruk’un “soylu” Hülya’dan bu yana gelen “mavi göz, beyaz ten” fantezisine bir de “sarı saç” eklenir. 

İdeolojilerin kötülüğünü vurgulamak için yazdığı, Tana ile Marot’un aşkını anlatan bir öyküsü var. Kabilenin bütün erkeklerinin aşık olduğu Tana betimlemesi tipik:

“O, uzun sarı saçları, derin mavi gözleriyle… hepimizin gününü ve gecesini aydınlık kılardı.” (123/136)

Bir kompozisyon ödevi olarak Işığın Gölgesi

Koruk, taşra kasabasındakileri nasıl tanımlıyordu?

“Büyüseler bile hep çocuk kalan, çocukluğa mahkûm olan çocuklar.” 

İşte bu roman, bu açıdan, tam bir taşra kasabası çocuğunun ürünü. Çocuk kalmış, koruk olmaya mahkûm bir metin. Büyümüş de küçülmüş bir söylem.

Gerçi taşra “feylesof”luğu ile kabartılmış kasaba Freud’çuluğunun ağır bastığı metnin, romandan çok siyasal istihdam dilekçesi olarak tasarlandığı ve bu nedenle acele kaleme alındığı belli olsa da, imge yığma ve “birinci tekil” ile yazımda göze batan amatörlüğün, metne “kompozisyon ödevi” endamı verdiği rahatlıkla görülüyor.

Ortaokul, lise kompozisyonlarında “edebiyat parçalama” öne çıkar. O yaşlar için doğaldır, hatta işlevseldir de. Ancak, 38 yaşında biri için, Yeşilçam filmlerinin ucuz melodram ağdalığı ile arabesk duyarlılık arasında gidip gelen bulaşık bir söyleme yol açma riski taşır.

Koruk’un metninde o kadar çok örneği var ki…

Ahmet Kaya’nın arabesk aromalı parçalarından bir dize mi?:

“Gecenin karanlığında bir tabanca namlusundan fırlayacak alev, kırmızı bir çiçek demeti olup içimde patlayacak.” (25/30)

Ya da:

“[Kar taneleri] Birbirinin benzeri yüz bin milyon tane, ama yine de her biri tek başına, her biri yalnız.” (87/99)

Attila İlhan’dan kapı açıp, Murat Kekilli’de karar kılmak mı?:

“Onun kadın bedeninden erotizmin uçuk mavi rengiyle birlikte kızıl bir köpürüşle yükselen ıstırabını olanca çılgınlığıyla yüreğime akıtmak istiyordum.” (72/82)

Yusuf Hayaloğlu macunu da olabilir:

“Yelkenleri dolduran rüzgâr senin de saçlarına dolanır, saçlarına dolanan rüzgârın gemiyi böylesine uzaklara, uzak diyarlara götürmesinde bir tuhaflık hissedersin. Gün biter, karanlık çöker, beklemeler tükenmez… Zihninde beyaz yelkenleri hâlâ rüzgârla doludur geminin, hayali yelkenleri yalayıp geçen rüzgâr yanaklarına ulaşır, öfkenin ve ümidin isimsiz duyarlılığına serin bir dokunuş olur…” (33/40)

Hele 17-18 yaşında bir taşralı öğrencinin, Erzurum’a giderken, çaktırmadan kafayı çeken otobüs şöförü ile ilgili değerlendirmesi, tam da “Adam olacak çocuk…” kıvamında:

“Nedense bu çilli yüzlü sarışın şoförün sarhoş kafayla bu ıssız, bu döne döne yükselen dağ yollarında otobüsü daha rahat kullanacağını düşünüyorum. Belki de dayanmak için diyorum, yola, dağlara, kar yağışına. Bütün bunlar onda bir hüzün yaratıyor, sebebini bilemediği, ifade edemediği bir hüzün; anlamak için içiyor, bir süre sonra anlama isteğini yorgunluğu içinde unuttuğunda sorgusuz sualsiz kendini bu güzelliğe bırakıyor, diyorum.” (88/101)

Yazınsal metni kamyonetle imge yığma işi olarak algılamak, tipik bir taşra enteli refleksidir:

“Güneş bu bozkır kentinin tepeleri ardında ağır ağır, arkasında şaşırtıcı bir kızıllıkla kaybolurken, göğe, bulutlara, şehrin ufuklara kadar uzanan binalarının altın renkli kiremitlerine ve hemen yanı başımda duran Su’nun o an gözüme bir zar kadar şeffaf görünen sol yanağına düşen alev sarısı harelerin bir müziği vardı.” (133/145)

“Nesnelerin katı gövdesine gönderdiğim mermilerin çelik mavisi alev yalımı evreni kuşatan çılgınlığı aydınlatıyor.” (162/174)

“Bakın bende daha ne imgeler, ne ifadeler var!” dercesine, o denli gereksiz, zorlama ve beceriksizce bir yığma söz konusu ki, bırakın iticiliği, düpedüz yorucu oluyor. İnandırıcılık, içtenlik ve doğal olarak da gerçeklik duygusundaki ağır kayıp da cabası:

(28/33)ün son paragrafı, (40/47)nin son paragrafı, (57/65), (59/67), (62-63/71-72), (118/131)in son paragrafı, (178/190), (187/199), (193/206), (199/212)nin son paragrafı, (210/224), (212-213/225-226), (214-215/228-229), (220-221/235-236).

(97-104/109-116) arasındaki bölüm kurgu açısından bütünüyle gereksiz, işlevsiz; gerçekçi bile değil.

“Ey okuyucu” diye başlayan iki bölümün (85/97 ile 180/192) ise yazınsal kurguyu topallatmaktan başka bir işlevi yok. Ya (139/151)deki şiir? Halisinden kasaba düğünlerine layık. (166/179)’daki fahişe betimlemesine gelince; ancak kasabalı Freud’un kaleminden çıkabilir. 

Gülümseten yerler de yok değil: Taşralı Ülkücüler, bir Anadolu kasabasında adam öldürmeye giderlerken, biri diğerine, Balzac romanlarından kaçmış bir ifade ile yükleniyor: “Espri budalası sersem!” (208/222)

Koruk, imge yığma oyununu o derece ileri götürüyor ki, sonunda parmağını kesiyor: “Sözsüz güfte” (133/145)

(231-240/245-255) arası ise harbiden katarsis; taşralı aşırılığı dedik ya, adam gerçekten kafayı kırıyor:  

Koruk’u yakalamak amacıyla evinde karakol kurmuş felsefe delisi polis şefi, sabaha kadar, onun el yazması romanını okuyor. Üstelik mutfağa gidip bir demlik de çay yaparak. Fonda senfonik müzik. Bizim Koruk, romanı bu sahne ile bitirdiğine göre, polis şefini ortaokuldaki edebiyat öğretmeni olarak düşünüp, kompozisyonunu ona okutarak “aferin” alma hazzını güncellemiş olmalı.

Romanı bitirdiğinizde onun amacına ulaşmış olduğunu anlıyorsunuz ama, siz bir oturuşta iki buçuk kilo kelek karpuz yemiş gibi oluyorsunuz. 

Her boy ve ebattaki koltuğa tarihsel gerçeklik uyarlanır

Önce MHP, sonra ANAP, ardından AKP, arada da liberal sol ile flört; kemiksiz seyahat acentesi mübarek! 

Bunların bir ortak paydası olmalı.

Var: Koltuk.

Koltuk lafını duyar duymaz, iki ayaklı Koruk, kırkayağa dönüşüyor. Düz duvara tırmanıyor billahi!

Nasıl?

Tarihsel gerçekliği oturduğu koltuğa uyarlayarak.

Yok artık, daha neler!

Kendin oku:

“[Mehmet Akif neden Mısır’a gitti?] Ankara’nın iki yüzü varmış o sıralar: “İdealist insanların, ülkenin tarihini değiştirmek için kendilerini adamış insanların Ankara’sı” ve “istifçilikten, spekülasyondan para kazanmak isteyen, yokluğu ve yoksulluğu kâra çevirmek isteyenlerin Ankara’sı”. O, idealistlerin safındadır. Ben Mısır’a gitmesinin “idealistliğinden kaynaklandığı” kanaatindeyim.” (“M. Âkif ve Dönemi Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Türkiye Yazarlar Birliği, 15 Haziran 2021)

M. Âkif’in Türkiye’yi terk edip, Mısır’a yerleşme nedeni şeriatçı olmasıydı. Ama “şeriatçı” sıfatı bu ülkede sorunlu. Koyu ideolojik. Onun yerine çok daha güçlü, saygın ve kapsayıcı bir niteleme kullanmalı: İdealist. İdeolojik anlamı yok. Böylelikle, hem şeriatçılık aklanır, hem de karşıt kamptakiler idealist değil, istifçi olur. İslamcıların işi görülür; idealist olan terk ettiğine göre, kalanlar karşıt kamptakiler. Yani, laik cumhuriyetçiler. Yarın öbür gün bu sözleri önüne konduğunda, “Ben ideolojilerden bağımsız söyledim. Her kesimde idealist var, istifçi var. Elbette, laik cumhuriyetçiler içinde de idealistler var” diyerek, aradan sıyrılacak. Dedik ya, seninki kasaba kurnazı!

İyi de, “kendini adamış, idealist” insanın, herhangi bir risk söz konusu olmadan yurdunu terk etmesinde bir tuhaflık yok mu? 

Yurdunu terk etmiyor ki. Yanında götürüyor.

???????????????????

Tabii, öyle mel mel bakarsın; entel olmadığın için kafan basmaz. Oysa Koruk hiç zorlanmıyor:

“Heidegger, “dil, varlığın evidir” der, nereye giderseniz gidin diliniz anavatanınız olarak sizin yanınızdadır. Âkif de Mısır’da Türkçe öğretti.” (A.g.y.)

Peki, din ile ticaret ilişkisi gibi kılçıklı bir konuda, koltuğa uyumlu bir formül bulmak zor değil mi? Ne de olsa para konusu…

Asla değil:

“Orta Çağ’a baktığımızda, azizlerin büyük bir bölümünün gençlik döneminde kazancı çok olup, belirli bir yaştan sonra mal varlığını yoksullara bölüştüren kişilerden oluştuğunu görüyoruz. Tüccarlar bu anlamda toplumun gidişatında her zaman önemli roller üstlenmiştir.” (sondakika.com, 6 Aralık 2022)

Bu durumda, dini bütün olanlar önce tüccar olup epey para kazanıyorlar; ardından aziz olup, bunları dağıtıyorlar. İyi de bizdekiler niçin dağıtmıyor?

Henüz aziz olmadılar da ondan.

Şimdi anladım.

Koruk Naci o biçim fanteziler diyarında

Koruk Naci’nin en eğlenceli fantezileri, “cinsel” yoruma kapı aralayanlar arasında. 

Örneğin, Kürt açılımı. Kendisini MHP’li eski arkadaşları ile karşı karşıya getiren Meclis düellosunun tutanağını yukarıda vermiştik. Koruk, Kürt açılımını savunurken kime yaslanıyordu?:

Susan Sontag diye bir denemeci vardır, der ki: “Başkalarının acısına bakmak insaniliktir, ancak başka insanların acılarını, dertlerini, genel insani bağlamda bütün bu hikâyeleri görebildiğin ölçüde insan olur ve adaleti bunun üzerine kurabilirsin.”

Koruk’u çok etkileyen Susan Sontag lezbiyendir. Kibar lisanda LGBTİ+ bireyidir. İlk kez 15 yaşında lezbiyenliğini hissetmiş, 17 yaşında evlenip bir çocuk yapmış, 28 yaşında kocayı ve çocuğu terk ederek, lezbiyenliğini özgürce yaşamaya başlamıştır. Güncesine düştüğü şu satırlar anlamlıdır:

“Yazma arzum lezbiyenliğime sıkı sıkıya bağlıdır… Bu kimliğe bir silah kadar gereksinimim var.” 

Sayılı Sovyet ve Küba karşıtlarından olan Sontag tam bir anti-komünisttir.

Bizim Koruk, Sontag’tan alıntıladığı bu içeriğin çok daha vurucu olanlarını başkalarından da verebilirdi. Sontag’a gelene kadar… Neyse, zamane entelliği deyip geçelim.

Biz geçeceğiz de, MHP’li eski arkadaşları hemen geçmek niyetinde değiller. Susan Hanım’a karşı Bülent Hanım kartını ileri sürüyorlar:

“[Naci Bostancı’nın] Ülkücülükle alakası yok. Dün dündür. Bülent Ersoy bugün erkek mi?”

Haydaa, iş karışacak gibi; en iyisi diğer örneğe geçelim.

Meclis’te 2016 Cumhurbaşkanlığı bütçesi görüşülürken, CHP’li vekil Musa Çam’ın Erdoğan’a yüklenmesinden, Koruk oldukça fantezist bir sonuç çıkarır:

“CHP içinde Sayın Cumhurbaşkanımıza ilişkin en ateşli konuşmaları yapan kişileri sıralarsak Musa Bey başlarda gelir. Geçenlerde de böyle bir konuşma yapmıştı. Ben de bunun Sayın Erdoğan’a ilişkin negatif bir aşkın temsili olduğunu söylemiştim. Aşkla nefret arasında incecik bir çizgi vardır derler. Şimdi bakın bu çizgi de nasıl oluşuyor. Musa Bey’e Sayın Erdoğan’ı negatif aşkla seviyorsunuz dedikten sonra Musa Bey öfkelendi ve “ Benim sevdiğim lider Atatürk’tür” dedi. Sayın Erdoğan size Atatürk’ü hatırlatıyor Musa Bey. Negatif aşk bu.” (cnnturk.com, 27 Şubat 2016)

Şey, tam anlayamadım da…

Anlayamazsın. Freud okumazsan anlayamazsın! Adam entel diyoruz ya!

Yok hayır, anlamadığım şu: Neden Naci Bey her yerde aşk, cinsel minsel durumlar görüyor?

Bilmiyorum. Kendisine sor. Olmadı Freud oku…

Koruk Naci sanata el atıyor. Hem de müzik ile…

Bizim ülkede 80’li yılların sonuna kadar, entel olmanın en güçlü müzikal simgesi, klasik müzik, opera sevgisinin ilanıydı. Yani, müzik alanındaki yüksek sanat ile entellik arasında doğru orantılı bir ilişki kurulmuştu. 80’lerin sonundan itibaren, neoliberal değerler ile birlikte durum değişmeye başladı. Caz ve alaturka, yelpazenin yeni motifleri olarak ortaya çıktılar. Doğal olarak, enfeksiyon önce sola bulaştı. 

Ülkede hiçbir sanat dalı müzik kadar tartışmaya, kamplaşmaya açık olmadığı için, her entelin öncelikli sanat muhatabının müzik olması doğaldı. Bugün de önemli ölçüde öyledir. 

Ülkücülük ise müzik alanında epey kurak sayılır. Koruk’un gençlik yıllarında, cazda İlham Gencer, nam-ı diğer “Bozkurt İlham” vardır ama, her ne kadar cazın Amerikan, anti-Sovyetik anlam alanı MHP ideolojisine uygun düşse de, taşralı insan malzemesi açısından tüketiminde kültürel engeller söz konusudur. Alaturka zaten “Türk” olmadığından, sola karşı kültür savaşımında mühimmat olmanın ötesinde, Ülkücü taşra delikanlıları nezdinde ateşli bir meşruluk taşımaz. Pop müziğin, Barış Manço ve Rana-Selçuk Alagöz’ün “milliyetçi” kimlikleri üzerinden, taşra dünyasının Ülkücülerini bütünüyle avucuna alacağını düşünmek de oldukça iyimser bir yorum olur. Geriye, alaturkanın gazino türevleri ve arabesk ile halk müziği kalır. 

Koruk’un yetiştiği doğal ortamı çevreleyen halk müziğidir. Metropoldeki taşralı kimliğiyle arabeskin yoğun etkisi altında kaldığı da kesindir. Oysa entellik söz konusu olunca, “türkü” doğrudan sol ile ilişkilenmektedir. Nitekim MHP o yıllarda, solun onlarca ozanına karşılık, Ozan Arif (Arif Şirin) ve Âşık Sezai (Ayhan Akyüz) dışında isim çıkaramamıştır. 

Koruk Naci’nin entellik yolculuğu neoliberal dönem ürünü olduğundan, 90’lardaki “kurtarıcı”, “özgürleştirici” işlevini takdir ettiği “sivil toplumcu” içeriğin özüne sadık kalacaktır: “Jakoben, seçkinci” klasik müzik ile sokağın sesi olan “yaşanan” müziği aynı masaya oturtmak.

Sonrası biliniyor: Arabeskin ihyası, alaturka ile halk müziğinin aynı kökene bağlanma fantezilerinin güncellenmesi, klasik müziğin “yüksek sanat” tekelinin kırılma çabası, alaturkanın resmi ve meşru “klasik” kabul edilmesi vb.

Artık Koruk için alaturka, entelliğin müzikal ayağına eklenmesi zorunlu kategori olmanın yanı sıra, siyaseten de öne çıkarılması uygun olan türdür. Çok zorlanmaz. Alaturkanın “sağ” içeriği işi kolaylaştırır: 

Sosyal medyada, 30 Haziran 2017’de, “Uluslararası ses ve suluboya resim sanatçısı Asım Yücesoy” ile çektirdiği fotoğrafı paylaşır. Asım Yücesoy alaturkacıdır. 22 Temmuz 2020’de de Yalçın Koç ile olanı. Gerçekte fizik profesörü olan Yalçın Koç, Boğaziçi Üniversitesi’nin felsefe/mantık hocasıdır. 2011’de, Nazari Musikinin Esasları adlı kitabıyla, alaturkanın müthiş övgüsünü “bilimsel” olarak yapmak suretiyle, Cem Behar ve Bülent Aksoy ile birlikte Boğaziçi’nin liberal triosunu tamamlar. 

İslamcıların büyük umutlarla kurduğu Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektörü neyzen Erhan Özden ile yakınlığına da dikkat çekelim. Bu ucube kurumdan daha önce söz etmiştik. 

Işığın Gölgesi’nde müzik konusunun özel bir yeri var. Yazınsal kurgu açısından hemen hiçbir işlev taşımayan, çoğunlukla yük görünen bu bölümlerin zorunlu meşruluğu, yukarıda belirttiğimiz çerçevede, ülkedeki her entelin öncelikle müziğe göndermede bulunma, onunla muhatap olma durumunun ürünü. Elbette, belirgin bir siyasal tercih ile.

Alaturka-halk müziği ortaklığı/geçişkenliği siyasal dayatmasına uygun olarak, 

*Bağlama yerine, alaturka sazlar olan ut ve tambur ile türkü söyleniyor (85-86/97). 

*Bir halk müziği (“Denizin Dibinde Hatçem Demirden Evler” türküsü) örneği (59/67), bir de alaturka müzik (“Dün Kahkahalar Yükseliyor Evinizden” şarkısı. Beste: Muzaffer İlkar, güfte: Yahya Kemal) örneği (104/116) verilerek, her iki türün biçimsel eşitliği sağlanıyor. Unutmamalı ki, bu yıllarda, “folklor” kavramının alaturkayı dışlaması nedeniyle, her ikisini de içerecek bir kavram olarak “geleneksel müzik” tanımı resmileştirilmeye çalışılacaktır. Amaç, alaturka ve halk müziği arasındaki aşılamaz tarihsel engeli, müzikolojik terim “geleneksel müzik” ve ardından siyasal terim “Türk müziği” ile aşabilmektir.

“Evet, her şeyin bir müziği var…” ile başlayan iki sayfalık bölüm (133-134/145-146), göndermede bulunduğu yaşam kesitleri ile müzik arasında doğrudan bağlantı kurarak, müziğin, seçmece olmayıp, her düzlemde “yaşanan” meşruluğuna işaret etme amacı taşıyor. Doğal olarak da, jakobenseçkinci müziğin dar alanına karşı, çok geniş bir yaşam alanını kapsayan müzik ortaya çıkıyor. Bu tipik neoliberal yaklaşımın ne anlama geldiğini yukarıda belirttik. Ayrıca, Ülkücülerin birini öldürme hazırlıklarını “gerilla müziği” çerçevesine yerleştirerek, sol ile sağı da aynı masaya oturtuyor (213/226).

*Romanın senfonik müzik ile bitiyor oluşu da tesadüf değil. Diğer müziklerin klasik Batı müziğinin masasına eşit konumda oturtulması projesinin gereği olması bir yana, Koruk’un kişisel öyküsünün de zorunlu müzikal göndermesi; Hegel, Kant, Nietzsche, Heidegger, Freud diye diye ortalıkta entellik kasan birinin mutlaka klasik müzik, opera, bale ile ilişkili olacağı varsayımı, üzerinden atlanabilir tarihsel gerçekliklerimiz arasında değildir. Gel gör ki, bizim Koruk’un çoksesli Batı müziği ile hiçbir ilişkisi yok. Bağlama tıngırdatıyor, alaturkaya eşlik ediyor:

Ama çoksesli Batı müziği başka bir kültür gerektiriyor. Bu eksiği giderme olanağı için de artık çok geç.

Acaba yakın olduğu birini çoksesli Batı müziği kurumlarından birinin üst yönetimine yerleştirse, eksik parça biçimsel ve dolaylı da olsa, giderilmiş sayılmaz mı? Hem o kişi de sebeplenip, Koruk’a medyun-u şükran olur. Bizimki de sevaba girer. Bir taşla üç kuş…

Tamam da, bu kurumlarda yöneticilik yapabilmek için belirli bir sanatsal düzey gerekir. Koruk’un yakın çevresinde o çapta birileri yok ki. 

Sen “eski Türkiye”den söz ediyorsun. Artık bu kurumlar demokratikleşiyor, halka açılıyor. Halkın benimsemediği kültürü dayatamayacaklar. Yönetimlerine de halkın içinden gelenler yerleşecek. Devlet halkıyla barışacak. Allah’ın izniyle, zaten bunların yasaları da değişecek. 

                                            Dertli DOB’a konan, işte benim Arzu Kalkan…

Arzu Kız ile Koruk Naci’nin verimli işbirliği 

Arzu Kalkan adlı bir kızımız var. Rabbim nazardan saklasın; özenerek yaratmış. Mavi gözlü, sarı saçlı, beyaz tenli. Maşallah, bir de akıllı, bir de kültürlü… Kul daha ne isteyebilir ki, dedirtecek cinsten.

Bu kızımız 3 Temmuz 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 188 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile DOB Genel Müdür Yardımcılığına atandı. Kasım 2023’te geldiği DOB’da, altı ay içinde, 22 Nisan 2024’te, önce vekâleten, iki ay on gün sonra da asaleten genel müdür yardımcılığına atanmış oldu. Mevlam yolunu açık eylesin…

Geriye minnak da olsa bir sorun kaldı: Bu kızımız kimdi? Kendisini kültür-sanat dünyasından tanıyan birine rast gelinmemişti. DOB’u yönetmeye aday olduğuna göre, yüksek sanat ile ilgili biri olmalıydı. Ama bu yönde de elde en ufak bir ipucu bulunmuyordu. Üstelik sosyal medya kullanımında da oldukça mazbut sayılırdı. Kendisiyle ilgili hemen hiçbir bilgiye tesadüf edilmiyordu. 

Derin bir felsefi angajman ya da dünya görüşünün getirdiği olgunluk mu?

Belki.

Genel Müdür Yardımcısı olmadan önce, 138 takipçisi olan instagram hesabında, kendini, TBMM fotoğrafı eşliğinde şu özlü sözcükler ile tanımlamıştı:

“Journalistarzu/Advisor/Journalist/Doctorate/Humanist/Rainbow/never forget to smile…/@turkiyedanssporlarıfederasyonu Board member.”


Genel Müdür Yardımcısı olduktan sonra değişen instagram hesabı vitrininde, bu kez kendi fotoğrafı eşliğinde, epey iskontolu bir tanıtım:

“Arzu Kalkan DOB/Devlet Opera ve Balesi/Ankara HBVÜ/Ankara İLEF”

Cumhuriyet tarihinde ilk kez, DOB gibi bir yüksek sanat kurumuna, bu denli “gizemli”, sıra dışı bir atama yapılıyordu.

Arzu Kızın gazetecilik (journalist) ve danışmanlık (advisor) yaptığı yerler adeta devlet sırrıydı. Tıpkı eğitimi gibi. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi (ALEF) yazmış. Orada ne yaptığı ayrı bir sır; yüksek lisans yapmıştır, dense, YÖK Ulusal Tez Merkezi’nde tezi görünmüyor. Tezsiz yüksek lisans programındadır, dense, YÖK’ün ilgili yönetmeliği gereği, doktora yapmış olma olasılığı bulunmuyor. Oysa doktor olduğunu belirtiyor. Lisansı? İlk ve ortaöğretimi? Her şey kalın bulutlar ardında.

Neyse, hümanist oluşu DOB için yeter de artar bile! Üstelik bu özelliği sır kapsamında değil; kapı gibi kanıtı var: “Never forget to smile.” Ayrıca, Türkiye Dans Sporları Federasyonu Yönetim Kurulu üyeliği bile kefalet için tek başına yeterli sayılır. Hani, Tolga Han ve dostu Tan Sağtürk’ün pişirdikleri, “bale spordur” tezinin yuvası olan kuruluş.

Kasım ayında DOB’a geldiğinde, Milli Tacir Tan Sağtürk’ün “danışmanı” olarak görev yapacağı belirtildi. Oysa bu durum DOB yasasına uygun değildi.

Danışman”, olsa olsa, Genel Müdürün, Sanat Kurulu’na iki yıl için seçtiği sanatçı ile ilgili bir görev tanımıydı. Arzu Kalkan’ın ne sanat, ne sanatçılık, ne de yüksek sanat ile ilgisi vardı. Demek ki, yasal çerçevenin ötesine geçebilecek bir güce sahipti.

Belki çok başka bir alanda, çok yararlı olabilecekken, pörsümüş yasal çerçevenin sınırları içinde kalma çabasının kime ne yararı vardı ki?!

Peki, hangi alanda DOB’a çok yararlı olabilirdi?

Onu hiç kimse anlayamadı. Arzu Kızı tanıdıkça, şaşkınlık daha da büyüdü. Eğitim, sanatsal ve entelektüel kapasite/görgü, kurumsal yönetim becerisi, genel kültür… Hepsinde vasatı dahi yakalamakta zorlanan bir profil…

Onu DOB’a taşıyan mutlaka çok özel bir yeteneği olmalıydı…

O yetenek bir süre sonra ortaya çıktı: Koruk Naci’nin yakını olmak.

Ay menim Arzu gızım, ömrümün yazı gızım, sevinci nazı gızım…

Uzak bir tarihte, uzak ülkenin birinde, Arzu Kız adında, mavi gözlü, sarı saçlı, beyaz tenli bir dilber yaşarmış. Allah vergisi aklı ve zekâsını gören herkes, “Hem mavi gözlü, hem akıllı. Bu kız ileride çok önemli yerlere gelecek” dermiş. Çok kıskanılır, çok da hayranlık duyulurmuş. Her gören, “Rabbim yoluna hep doğru kısmetler nasip eylesin!” diye içinden geçirirmiş. Kız büyümüş, evlenmiş, nur topu gibi bir çocuğu olmuş. Ancak, Allah vergisi aklı ve zekâsını ortaya çıkarıp, özgürce kullanabileceği ortamı bir türlü bulamamış. Yaşadığı ülkenin çürümüş ahlak zabıtalığı bu olanağın önündeki en büyük engelmiş. Zamanla mutsuzluğu artmış; mutlaka aklın, zekânın, kültürün egemen olduğu, kendine uygun bir yerin ütopyasını kurmaya başlamış. Orada herkes ve her şeyin “yüksek” olanı varmış. “Adı üzerinde, ütopya düştür” demişler. Bir gün o ütopyanın gerçek olacağına o kadar inanmış ki, Cenab-ı Hakk sonunda ona arzuladığı cennetin anahtarını vermiş. O gün bu gündür Arzu Kız çok mutlu; anahtarın yanından hiç ayrılmıyor.

“Küçük yaşlarımda, diğer çocuklarınkinden farklı bir akla sahip olduğumu anlamıştım. Zaten bu yüzden, kendi yaşıtlarımı hep sıkıcı bulmuşumdur. Bir gün anneme, “Neden balıkların bazıları çok büyük de, diğerleri değil?” diye sormuştum. “Yaratanın takdiri, kızım” demişti. “Bence, onlar çok kazanıp çok yiyorlar, kocaman oluyorlar. Kalanları onlardan korkuyor, onları kıskanıyor” dediydim de, annem, “Aman kızım, sen daima akıllı olanların yanında dur” demişti; sıradan bir zekâm olmadığını biliyordu.

Biraz daha büyüyünce, teyzem ile daha iyi anlaşmaya başladım. Anneme göre daha akıllı bir kadındı. Bana her zaman, “Kızım, bir attan ancak başka bir ata binmek için inilir, unutma” derdi. Atları, belki de onun etkisiyle her zaman çok sevdim. Okulda çok kitap okuyan inek bir kız vardı. Bir seferinde bana, “ Neden hep atlardan söz ediyorsun?” diye sormuştu. “Ata binince yüksekte olursun. Ayrıca, üzerine binildiğinde para getiren tek hayvan attır” demiştim de, aval aval yüzüme bakmıştı. İlk o zaman, okumakla akıllı olmanın farklı şeyler olduğunu anladım.

O sıralar bir gün annemle komşu Melahat teyzelere gittik. Çok güzel bakla falı bakardı. “Bu kız gün gelecek yaşlı bir midilliye binip kanatlanacak” dediydi de, annem bir şey anlamadıydı. Ben, rüyalarımda hep at gördüğüm için yadırgamamıştım.

Naci’yle tanışana kadar, akıllı insanlara pek rastlamadım. Mücella teyze, “Kızım, sabırla koruktan pekmez yapılır”, haminnem de “Allah, sabreden ve sabırda yarışanları sever” derdi. Haklıymışlar.

Naci çok akıllıydı; hem profesör, hem doktor olmuştu. Aklı sayesinde çok yükseklere çıkmıştı. Ondan çok şey öğrendim. Bana çok yardımcı oldu. Hâlâ da oluyor. Her zaman, “Senin yaratıcılığın, enerjin müthiş. En yükseğe layıksın. Çok akıllısın” der. Ha, bir de “devrimcisin” diyor. O, kasabalı olduğu için, zamanında bireyselliğini yaşayamamış. O nedenle de, devrimciliği gecikmiş; büyük anlatılar yüzündenmiş. Onlar, cinsel ilişkilerin de önünde engelmişler. Neyse ki artık büyük anlatılar kalmamış.

Gerçekten çok akıllı adam; ilk karşılaşmamızda ona ilkokuldaki “kelebek kız” hikâyemi anlatmıştım. Bayıldı; “İşte, devrimcilik bu!” dedi. Temsilde ben kelebek kızım. Rol icabı, Pamuk anneye, “Pamuk anne, Pamuk anne, ne güzel çiçeklerin var, hepsine konsam!” diyeceğim. Çok saçma geldi bana. Aylak aylak çiçeğe konmanın ne yararı var. “Pamuk anne, Pamuk anne, sana bir kova su getirdim, çiçekleri sula!” dedim. Herkes çok güldüydü. Kelebek kovayla su taşırmıymış… Oysa Naci hemen anladı. “Ne kadar güzel! Bireyselliğini geliştirmek için cesaret göstermişsin. Bizler, büyük anlatılar yüzünden gösteremedik. Soyut Tanrılara somut kurbanlar olduk. Cinsel ilişki kurmakta da çok geciktik” dedi.

Naci gençken Ülkücü denilen bir gruptaymış. Oradaki büyük anlatıdan çok çekmiş. Bunlar uzak bir yerde Turan diye bir devlet kurmak istiyorlarmış. Sonra hepsini hapse atmışlar. Naci orada anlamış; “Biz daha cinsel ilişki kuramamışız, nasıl devlet kuracağız?” diye kendine sormuş. Sonra bireyselleşmiş, ANAP partisine geçmiş. Orada büyük anlatılar cinsel ilişki önünde engel değilmiş. Sonra da AKP’ye gelmiş. Burası en iyisiymiş; cinsel ilişkiye musallat olan büyük anlatı zaten yokmuş.

Kısa süre sonra, Naci bana, “Seni Meclis’e aldırayım, birlikte çalışalım. Orası en yüksek siyaset yeri” dedi. Çok sevindim. Bütün arzum yüksek yerlerde olmaktı. Çünkü akıllı insanlar hep oralarda. Meclis çok güzeldi; dolu ünlü vardı. Her işin hemen oluyor. Sonra Naci, “RTÜK’te güzel bir kadro var. Seni oraya geçirelim” dedi. Televizyon kurumu filanmış. Yine çok sevindim. “Ne programı yapacağım?” diye sordum. Meğer televizyona çıkmak değilmiş. Daire başkan yardımcılığı mı ne, öyle bir şeymiş, “Özlük dosyan için önemli” dedi. Akıllı adam, bir bildiği vardır. Zaten o, kâğıt üzerinde, kadro içinmiş, yine Meclis’te birlikte çalışacakmışız. “O zaman olur tabii”, dedim.

Ay, bakın, şimdi burası çok heyecanlı: 2020’nin Aralık ayıydı. Naci bana sürpriz yaptı. Bir oyuna götürdü. Eridim bittim! Nasıl güzel, nasıl hareketli; koşanlar, dans edenler, kılıç kalkan ekibi, şarkı söyleyenler, dekorlar, görüntüler, alevler… Sahneye devasa bir de at gelmesin mi! İçinden adamlar çıktı. Müzik de var ama çalanlar gizli. Dubleks villa gibi, çalanlar alt katta, oynayanlar üst katta. Çalanları görmüyorsun. Onlara bakarsan, üsttekilere dikkat etmezmişsin. Onun için, gizlenerek çalıyorlarmış. Naci öyle dedi.
Ama büyük şoku sahnede Timothy’yi görünce yaşadım. Gözlerime inanamadım. “Ay Naci bu o mu?” dedim. “Ta kendisi” demez mi. “Bitince seni tanıştırayım” dediğinde, kalbim duracak sandım. 

Bittiğinde sahnenin arka tarafına gittik. Naci onu çağırttı. Timothy hemen geldi. Daha da şaşırdım; Naci’nin etrafında, “Hocam, hocam” diye fır dönüyor. Beni tanıştırdı. “Tan, belki Arzu kız ile birlikte çalışırsınız, kim bilir” deyince, Timothy, “Çok sevinirim, hocam” demez mi… Ay o anı anlatamam. Hemen fotoğraf çekindik. Timothy Instagram'ına koyunca içim daha bir hoş oldu. 

Neyse, çıktık. Naci dedi ki, “Buna opera deniyor; adı Troya. Her şeyden biraz katıyorlar. En yüksek sanat yeri burasıdır. DOB diye bilinir. Biz, büyük anlatılar yüzünden operayla da, dansla da ilgilenemedik. Doğru dürüst cinsel ilişki de yaşayamadık.”
 
En çok sevdiğim iki şey: Dans ve at. İkisi de sahnede. “Ay Naci, beni buraya soksana. Tam istediğim şey!” dedim. “Mademki istiyorsun…” dedi. O sıra aklıma takıldı; Timothy’yi nereden tanıdığını sordum. Meğer onu da oraya Naci sokmuş. 50 yaşında olmaz demişler. Kıskanıyorlarmış. Orhan Amca ile Naci anlaşıp, onu oranın başına getirmenin çok yararlı olacağını herkese anlatmışlar.
 
“Oraya girince bir dönem Tan ile çalışır, sonra da onun yerini alırsın, ama önce dans ile ilgili bir yerde yönetici ol ki, sana tepki göstermesinler” deyince göklere uçtum. En yüksek siyaset yerinden, en yüksek sanat yerine geçecektim.

Dansı zaten çok severim.  Okulda Çayda Çıra oynamıştım. Mezdeke’yi, Asena’yı çok beğenirdim. Bir gün Timothy ile birlikte Tolga Han’a gittik. Beni tanıştırdı. Dans Sporları Federasyonu diye bir yer varmış. Tolga Han oranın başıymış. Spor Bakanlığı’na bağlıymış. Dansın spor olduğunu orada öğrendim. Bale de dans olduğuna göre, o da spormuş. Tolga ile Timothy çok iyi anlaşıyorlardı. Bale hocalığı için yeni bir proje geliştirmişler. Bale antrenörlüğü olunca, çok daha fazla insan bale yapabilecekmiş. Olimpiyatlara katılınabilecekmiş. Harika bir fikirdi.  

Naci benim bu federasyonun yönetim kuruluna girmemin iyi olacağını, hem ikinci bir gelir, hem de DOB için hazırlık sayılacağını, gerekeni yapacağını söyledi. 31 Ekim 2021’de yönetim kuruluna girdim.

Bu arada, 2023 seçimleri sonrasında Naci’nin bakan olacağı söyleniyordu. Olamayınca, çok üzüldü. Fazlasını sormadım. Bizim DOB işi yatar mı, diye kaygılanmadım değil. Dalıp dalıp uzaklara bakıyordu. Bir seferinde, fısıldayarak, “Hac Suresi, 66. Ayet ne der, bilir misin? “İnsan gerçekten pek nankördür” der. Hayat, işte!” demişti… “Biz, büyük anlatıların nankörlüğünü yaşamış, zamanında bireyselleşip, doğru dürüst cinsel ilişki kuramamış bir kuşağız.”

Hacı Bayram’a rektör oldu. Beni de, üniversitenin genel sekreter yardımcısı yaptı. “Burada biraz bekle. Tan yakında DOB’un başına gelecek. Birlikte çalışacaksınız” dedi. Ona her zaman inandım. Çünkü akıllıydı.

Okumayı pek sevemedim. Allah zaten akıl verince, ayrıyeten niçin okunsun ki, diye düşündüm. Naci ise, “Çok haklısın ama bu ülkede okul budalalığı vardır. Jakoben, seçkinci hastalık. Yüksek bir yere gelmek istiyorsan, mutlaka yüksek akademik sembol türü bir şeyler taşımalısın. Milletin ağzını kapatmanın en kestirme yolu bu. Sana Hacı Bayram’da doktora ayarlayalım. Merak etme, artık bu işler eskisi gibi değil. Kitap kurtluğuna falan gerek yok. Ben hallederim.” dedi. “O zaman olur. Doktor olunca DOB’u daha kolay yönetirim, değil mi?” diye sorunca da, “Tabii, tabii” dedi.
 
Naci’nin söylediği gibi, Timothy genel müdür oldu. Ben de Hacı Bayram’dan DOB’a geçtim. Öncesinde, Naci Timothy’yi çağırdı, üçümüz konuştuk. Ben “danışman” olarak birkaç ay ortalıkta dolaşacakmışım. Benim oturacağım koltukta musibet bir kadın varmış, Naci’nin eski partisini tutuyormuş, kardeşi mi ne o partiden vekil olmuşmuş, bu kadını yakında şutlayacaklarmış, onun yerine ben geçecekmişim, dişimi sıkmalıymışım.

Ertesi gün DOB’a gittim. Timothy dışında kimseyi tanımıyorum. Millet ters ters bakıyor. Burunlarından kıl aldırmıyorlar. Hiç hoşuma gitmedi. Doğrudan Timothy’nin odasına gittim. “Burası ne biçim yer?!” dedim. “Bunlar kendilerinden başka kimseleri beğenmezler. Aldırma. Senin güzelliğini kıskandılar. Tanıdıkça, aklını, zekânı gördükçe daha da kıskanacaklar. Bana da yıllar önce aynısını yapıp, kadroya almamışlardı. Güzel ve akıllıya tahammül edemezler. Arkanın sağlam olduğunu gördüklerinde, yelkenleri suya indireceklerdir, merak etme. Bu sıkıntılı dönemi rahat atlatabilmek için senden birkaç ricam olacak:

1) Kimseyle dalaşma. Herkesle iyi geçinmeye çalış. Kim ne iş yapıyorsa öv.
2) Dans Federasyonu’nda olduğunu, Tolga ile benim yakın olduğumuzu kimselere söyleme. O iş sarpa sardı, canımızı zor kurtardık.
3) Biliyorsun, benim okullarım var, işim gücüm başımdan aşkın. Burada kalıcı değilim. Benim yerimi sen alacaksın. Bu arada işlerin nasıl yürüdüğünü öğren. Benim de pek bildiğim yok ama Volkan’ı yardımcım yaptım. Beceriklidir. Ona yaslanıyorum. Fakat sen güvenme çünkü gözü bu koltukta. İdaredekiler ile yakın olma; Şahin de, Veysel de gidici. Usame’nin durumu belli değil. Özellikle Yasemin’den uzak dur. Çok laf taşırmış. Zaten o da gidecek. 

Ha, bir de şu: Bela bir gazeteci kız var. Paçana yapıştı mı bırakmaz. Kimseyle samimi olma. Kendinle ilgili en ufak ayrıntı verme. Güvenip söylediğin her şeyin, saati dolmadan o celladın kulağına gideceğini bil. O kadar çok bağlantısı var ki, en yakınından bile şüphe et. Benden öncekini biliyorsun. O dombilinin burnundan getirdi. Sabırlıdır, şeytanın bakmayacağı yerde avlanır. Aman dikkat!” dedi.

Eskiden genel müdürlerin oturduğu odayı benim için düzenlediler. Timothy de üst katta. Benim koltuğumu işgal eden Solmaz Abla dedikleri kadın kudurdu; vay efendim hangi sıfatla burada otururmuşum, yasaya uygun değilmiş falan filan. Naci hep der ki, “Kim yasa, mevzuat diye konuşmaya başlarsa, o vasat zekâlıdır.” Neyse, sonunda bu kadını gönderdiler. Naci, “büyük anlatıların olduğu coğrafyaya” dedi.

Şimdi rahatça genel müdür yardımcısı koltuğunda oturuyorum. Batu ile de çok iyi anlaşıyoruz. Artık buranın nasıl çalıştığını öğrendim. Batu’nun çok yardımı oldu. Batu dediğim, Batuhan Mumcu. Bakan Yardımcısı. O da çok akıllı, çok kültürlü. Benim gibi, Hacı Bayram doktorlarından. Naci’ye çok hürmet ediyor.

Üstelik atları da çok seviyor. Güzel para kazanıyormuş. “At kazandırır, kedi, köpek harcatır” diyor. At ziraatte de kullanıldığı için, Ziraat Bankası gibiymiş, her zaman kazandırırmış. Eh, bir bildiği var ki, söylüyor.

                                           Adam olacak Naci, ata binişinden belli olur.

lk başta biraz tedirgindim. Kiminle konuşsam, “Opera, bale, klasik müzik kurumu DOB’a hoş geldiniz” diye laf sokuyordu. Benim bunlarla ilgim olmadığını biliyorlar ya, ille iğneleyecekler. “Yahu, bilmek zorunda mıyım? Sizin bilmeniz, benim emrimde çalışmanızı engellemeyecek ama!” diyesim var, mecburen susuyorum. O sıra Batu’yla konuşmaya gittim, içimi döktüm. Çok güldü. “Deli misin, sakın takma; bunların havası bu. Ciddiye alınmaz. Biz ne dersek, o olur. Kuzu kuzu dinlerler. Önceki dombili Zeki Müren’inden, İbrahim Tatlıses’ine her şeyi söylerdi. Tan zaten bizden. Orhan Baba’ya âşık. Ben İbrahim Erkal’ı çok severim. Biraz sabırlı ol, hepsini çalıp, söyleyip, göbek atacaklar. Ayrıca, bunların çoğu cahildir, opera, balenin bize ecdat mirası olduğunu bilmez. 500 yıllık Tavşan Dansı bizde balenin ilk nüvesidir. Onların arya dediğinin Türkçesi de gazeldir. DOB’un yönetimi, ben, sen, Tan ve yine benden sorulur. Gerektiğinde Naci Hoca’mıza danışırız. Bunu aklından çıkarma ama kimseye de söyleme.” 

O kadar rahatlamıştım ki, kuş gibi çıktım odasından. Ben de arabeski, özellikle İbrahim Erkal’ı çok severim. Timothy zaten baleyi sevmenin yolunun arabeskten geçtiğini söylüyor. 

Fakat Mart’taki belediye seçimleri beni çok sarstı. Sabahı zor ettim. Acaba benim genel müdür yardımcılığı işi sekteye uğrar mı, Naci rektörlüğü kaybeder mi endişeleriyle karnıma ağrılar girdi. Gerçi Naci akıllıdır, bir yolunu bulur ama belli mi olur? Sabah hemen onu aradım. “Korkma, senin iş garanti. Ama bizimkilerin bundan sonra kazanma şansı düşük. Ben de zaten yeni bir romana başladım, O Karanlığın Aydınlığında Yolunu Kaybetmeyenler adını vereceğim. Kasabalı Ülkücülerle komünistlerin silahlı külahlı kavgası sürerken, CHP’li sosyal demokrat kentli gençlerin büyük anlatıların esiri olmayıp bireyselleşerek, cinsel ilişki sorunları yaşamadıklarını yazacağım. CHP’ye danışman olurum, gerisi gelir” dedi. Çok ferahladım. 

Naci’nin dediği oldu; asaleten atanmam gerçekleşti. Şimdilerde yalnızca genel müdür olacağım zamanın hayalini kuruyorum. Her gün yeni bir ayrıntı ekleyerek. O Volkan cavlağı da kendini asaleten atattı ya, daha şimdiden gözü benim genel müdürlük koltuğumda. Kendini bilmez adam! Dünyanın neresinde cavlaktan genel müdür olur? Koskoca kurumu temsil ediyorsun. Timothy cavlak mı? Önceki dombili de değildi. Geçende Şahin’e sordum, hiç cavlak genel müdür hatırlamıyor. Herif havalimanı gibi. Neyse, keyfime limon sıkmayayım…

Genel müdür olunca her sabah şoför gelip beni alacak. Önce kuaföre uğrayıp, saçımı tarattıracağım. Koca kurumu temsil ediyorum, özenli olmalıyım. Odama gelince, Rahşan kahvemi getirir. Hatice’ye fal baktırırım. Gerçi onun falları pek çıkmıyormuş ama olsun, usuldendir. Sonra arkadaşlarla muhabbet telefonları. Mahalleden Mehpare ve Necmiye vardı. Mehpare beni çok kıskanırdı. Onları çağırırım. Artık çatlar hasetinden. Öğlen yemeğe çıkarız. Zekâi makam aracının kapısını tutar, İbrahim Erkal’ı da koydu mu… Bazı günler okul arkadaşlarımı çağırırım. Büroda kalırız. Şahin Muşlu. Gerçi gidecekmiş ama kalırsa, bize kırkçikli kalem dolmasıyla mırtöge hazırlatır. 

Batu, yönetim işinin de o zamana kadar çok kolaylaşacağını, artık tamamen “yerli ve milli” olacağımız için, kurumun rahatlayacağını söylüyor. Ben yalnızca kararları imzalayacakmışım.

Ha, bu arada, genel müdürlük klibimi şimdiden hazırlattım. Küçük bir bölümünü izleteyim de kimin o koltuğa layık olduğu iyice anlaşılsın:

Ayy, hadi, bir an önce…”

                                              Entelektüel Prof. üst ve Dr.ast bir arada.

DOB’a cerrahi müdahale: Arzu Kalkan

Arzu Kalkan olayı basit bir atama işi değildir. İslamcıların yüksek sanat ve kurumlarına yönelik liberal operasyonlarının en kristalize görüntüsüdür. 

İslamcıların DOB ile ilgili yönetsel planlarını belirtmiştik: Sanat dışı, kurum dışı, şirket zihniyetli yönetici. Genel müdür yaptıkları Tan Sağtürk, şu ana kadar bu profile en yakın isimdir. Ama yine de katıksız değil; sanat kökenli. Genel Müdür Yardımcısı Volkan Ersoy hem sanat, hem kurum kökenli. Oysa Arzu Kalkan tam da onların ajandalarındaki tanıma uygun biri: Ne sanat, ne kurum kökenli. Koruk Naci üzerinden bütünüyle siyasete bağlı. İslamcıların rüya genel müdür modeli. Böyle bir kurumda tasdik merci olmanın dışında hiçbir inisiyatif kullanamaz; zerre liyakata sahip değil. Zaten amaç, sınırlı özerkliğini kaldırıp, DOB’u bakanlığın sıradan uzvu kıldıktan sonra, doğrudan bakan yardımcısı eliyle yönetmek. Bu durumda “genel müdür” adı kalsa bile, tamamen göstermelik olacaktır. İslamcılar TÜSAK’tan hiç vazgeçmediler. Siyasal ajandalarındaki o sayfa yerli yerinde duruyor: 

Her türden özerkliği kaldırmak; tek çatı/tek adam yönetimi; yasal olarak belirlenmiş kurullar yerine, “danışman”lar eliyle yönetimi yeğleyerek kurumsal kimliği rendelemek; sanatçı personel karşısında idari personelin yetki ve etkisini arttırmak; özel sektör ile iç içeliği güçlendirip, kamu yönetim ve hizmeti anlayışından uzaklaşmak.

Milli Tacir ile son düzleştirmeleri yapılan yol budur. Tan Sağtürk kendi özel okuluna öğrenci devşirmenin ve kişisel PR’ını yaptırmanın dışında, yalnızca Batuhan delikanlıdan gelen emirlerin uygulayıcısıdır. Arzu Kalkan ile yakın ve çok uyumlu çalışmasının nedeni de budur. Kurumun hemen her tarafında çalışmış 30 yıllık Volkan Ersoy’un ite kaka asaleten genel müdür yardımcısı atanmasının, sekiz ay önce kuruma paraşütle indirilmiş, gerekli hiçbir asgari niteliği taşımayan Arzu Kalkan’ınkinden sonra gerçekleşmiş oluşu her şeyi açıklamıyor mu? Milli Tacir’den sonraki genel müdür Arzu kızdır. Asaleten atanmasının başka hiçbir açıklaması olamaz. İslamcıların onu genel müdür yapmaya siyasal ömürleri yeter mi, tartışılır. Ancak isterlerse, başka formüller de yok değil. Unutmamalı ki, Milli Tacir Tan Sağtürk İslamcıların yalnızca emir eridir. İstenileni yapmakla mükelleftir. Kazan kazan oyunu: O şirketini büyütecek, İslamcılar DOB’u küçültecek.

Arzu Kalkan’ın bu derece güçlü biçimde o koltuğa hazırlanmasının iki anlamlı göstergesi daha var:

1) İslamcıların, Tan Sağtürk-Tolga Han ikilisine hazırlattıkları, Laik Cumhuriyet’in yüksek sanat anlayışını seyreltmeye yönelik “Bale spordur” kepazeliğinin meşru kuluçkası Türkiye Dans Sporları Federasyonu’nun yönetim kurulundadır. Üstelik yönetime girdiği tarih, bu uğursuz projenin hazırlandığı ve basına sızdığı 2021 yılıdır. Yani, DOB’un başına getirilmek üzere genel müdür yardımcılığına asaleten atanan kişi, biçimsel de olsa, opera değil, dans ile ilişkilendirilmiş biridir ve balenin spor olduğuna yönelik görüşü paylaşmaktadır. İslamcıların neden operaya göre bale/dansı yeğlediklerini yukarıda ayrıntılı biçimde anlattık.

2) DOB’a “danışman” olarak gelmiştir. DOB’da böyle bir yönetsel konumun, yasal olarak, kimleri içine alabileceğini yazdık. Arzu Kalkan bu çerçevenin dışındadır. Peki, nasıl oluyor da yasal engel aşılabiliyor? Ülkede tek adam rejimi başladığından bu yana, geleneksel kurulların yerini “danışman” kurulları aldı. Tam bir keşmekeş yaşanıyor. Kimin hangi yetkiye sahip olup kullanabildiği belli değil. İslamcılar bunu bilinçli biçimde, Laik Cumhuriyet’in kökleşmiş kurumlarını zayıflatmak için yapıyorlar. Tabii, hakem tek adamın kendi olunca, yetki karmaşası başkanlık rejiminin hareket alanını genişletiyor. Çünkü çözüm kararını o veriyor.

İşte, İslamcılar bu modelin aynısını, emir erleri Tan Sağtürk eliyle DOB’a dayatıyorlar. Önce, Arzu Kalkan’ı genel müdür “danışmanı” olarak gönderiyorlar. Yetmiyor, Milli Tacir, balenin kurnaz tüccarı Tacettin Uyanık’ı da “danışman” yapıyor. Bu arada, yasal bir “danışman” da var: Nurdan Küçükekmekçi. DOB tarihinde ilk kez böyle bir durumla karşılaşılıyor. İstanbul’daki tablo daha berbat. Yalnızca bale bölümünde iki “danışman” var. Bu danışmanlar etliye sütlüye karışmayıp, kenarda mı oturuyorlar? Tam tersine. Her şeye burunlarını sokuyorlar ve bu durum tam bir yetki karmaşasına yol açıp, huzursuzluğa neden oluyor. İlgili bölümünde ayrıntısını vereceğiz.

DOB kayalıklara doğru hızla irtifa kaybediyor. 

Bu arada, Arzu kız, Koruk Naci’nin Hacı Bayram Veli Üniversitesi’nden aldığı “Dr.” unvanını gururla taşıyor; Genel Müdür Yardımcısı Dr. Arzu Kalkan ibaresi, DOB sitesinde yer alan “Organizasyon Şeması”nın her yerinden görülebiliyor.

Rabbim güle güle kullanmayı nasip eylesin de, bizim gibi meraklıların hevesleri yine de kursaklarında kaldı; bütün araştırmalarımıza karşın şu doktora tezini bir türlü göremedik. YÖK’ün Ulusal Tez Merkezi’nde yok. Oysa orada bulunması yasal zorunluluk. Belki çok değerli bir çalışma olduğu için, başkaları apartlar endişesiyle koymuyorlardır. 

Neyse, biz de, yine aynı üniversitede yapılmış başka bir doktora teziyle yetinelim. Bakan Yardımcısı Batuhan delikanlıya “Dr.” unvanı kazandıranla.

Melis Gönenç /soL-Kültür


Haftaya: Hacı Bayram'ın fake doktoru Batuhan Mumcu



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Alt sınıfların ressamı Adriaen Brouwer+Álvaro Trabanco ile 'Unearthed' sergisi üzerine: 'Tarihle günümüz arasında bağ kurmak istiyorum'+Dil, tahakküm ve bireyin parçalanmışlığı: Kaspar ile bir yüzleşme/soL -22 Aralık 2024-

  Alt sınıfların ressamı Adriaen Brouwer -Fide Lale Durak- ''Bunlara bakış üstten değil, yaşamlarının içinden, yan masada oturan bir...