Alt sınıfların ressamı Adriaen Brouwer -Fide Lale Durak-
''Bunlara bakış üstten değil, yaşamlarının içinden, yan masada oturan birinin bakışıdır. Bu resimlerde ne acıma, ne hor görme, ne de gereksiz yüceltme vardır.'' *Kapak Resmi: Adriaen Brouwer, 1630, Bir Tavernanın İç Mekanı, Dulwich Resim Galerisi, LondraAdriaen Brouwer, 1605-6 yıllarında Belçika’da doğmuş, Hollanda’da yaşamış, gündelik hayatı anlatan janr resminin önemli temsilcilerinden olmuş ama pek de ismi bilinmeyen bir ressam. Resimlerinde alt sınıftan insanların kâğıt, zar oyunu gibi eğlencelerini, kafa göz yardıkları kavgalarını, berber, dişçi, cildiyeci gibi her şeyin doktoru ve zanaatkârı olan köylüleri anlatır. Yüzünüzde hafif bir tebessümle bakacağınız bu resimlerin hemen hepsi küçük boyutludur. O yüzden gerçek bir Brouwer tablosuyla karşı karşıya olduğunuzda, resme iyice yaklaşıp ayrıntıları fark ettikçe zihninizde olayın nasıl yaşanmış olabileceğini canlandırmanız ve bunu düşündükçe gülmeniz neredeyse garantidir.
Brouwer’in hayatı hakkında az bilgi var. Çünkü bir saray ressamı değil ya da kendi hayatını birilerine anlatabilecek kadar çok yaşamamış. 33 yıllık ömrünün tahminen ilk 14-15 yılı aile evinde geçmiş ve ardından resimlerinden şahit olduğumuz insanların arasında, aynı zamanda entelektüel bir çevrenin de içerisinde hızlı bir yaşamı olmuş. Bunu en iyi gösteren resmi ise ölümünden iki yıl önce yaptığı Sigara İçenler.
Adriaen Brouwer, 1636, Sigara İçenler, Metropolitan Müzesi, New YorkSigara İçenler resminde, soldan ikinci sırada, seyirciye dönmüş, komik-şaşkın bir ifadeyle dumanını üfleyen kişi ressamın kendisi. Diğer kişiler ise çağdaşı ressamlar; Jan Cossiers, Jan Lievens, Joos van Craesbeeck ve Jan Davidsz. de Heem. Ressam diğer sanatçı dostlarıyla birlikte, zamanının çoğunu geçirdiği iddia edilen bir yerel tavernada eğleniyor. Dikkat edildiğinde, diğer portrelerde de komik surat ifadeleri olduğu ve herkesin çeşitli biçimlerde sigara içerken resmedildiği görülebilir. Örneğin en soldaki burnunun bir deliğini kapatıp diğerinden dumanı çıkartırken, ortadaki ikisi gözlerini yukarı devirmiş, umursamazca sigaralarını içer, en sağdaki ise bize hınzırca gülerek sigarasını hazırlar. Bu tip grup portrelerinde beş duyu organından birini de anlatmak oldukça yaygındı ve bu resim örneğinde tat duyusu, portrelerle birlikte işleniyor. Ayrıca resim, sanatçının biyografisine dair de önemli bir kanıt niteliğinde.
Peter Paul Rubens, 1602, Mantua’da Arkadaşlık Çemberinde Otoportre, Wallraf-Richartz MüzesiRessamın kendisini arkadaşlarıyla birlikte ele aldığı bu tip resimler “dostluk portresi” olarak adlandırılıyor; dolayısıyla aslında Brouwer, resim geleneğinde bir türe ilginç ve kendine özgü bir resimle adını yazıyor. Bu tip grup portrelerinin genelde neye benzediğini, daha önce Rubens’in yapmış olduğu bir resimle karşılaştırarak anlayabiliriz.
Diğer taraftan 17. yüzyılda, Hollanda ve Flaman resminde zamanla kök salacak olan “ahlaksız” sanatçı portreleri de popüler olmaya başlamıştı. Bu tür, Rönesans idealinin yani “Pictor doctus”un tersine çevrilmesiydi. Rönesans’ta sanatçı bir entelektüel ve beyefendiyken, bu idealin yerini, yaratıcı ilhamın ve yeteneklerin şımarık bir karakterle anlatıldığı yeni bir model alıyordu. Aynı dönemin ressamı olan Rembrandt’ın da, Türkçe’de nedense Saskia ile Otoportre olarak bilinen ama (resimdeki kadın gerçekten de karısı Saskia olmakla birlikte) asıl adı Şımarık Oğul Genelevde (The Prodigal Son in the Brothel) olan portresinde, kendini benzer biçimde resmettiğini de ekleyebiliriz.
Rembrandt van Rijn, 1635, Şımarık Oğul GenelevdeBrouwer, resimde Tronie türünün gelişmesinde de önemli bir rol oynar. Tronie kelimesi 17. yüzyıl Felemenkçesinde yüz anlamındadır ve resimde, bir kişiyi tipik olarak tanımlanabilir değil de çeşitli surat ifadeleri ile anonim portreler olarak resmetmeyi ifade eder. Öfke, acı, neşe, zevk ve benzeri duyguların yüzdeki yansımalarını ele alan bu portrecilik türünde, ifadeleri araştırma, amaçtır. Brouwer da alt sınıftan insanlara bu ifadeleri vererek bir nevi soylu olmadığı için ismi bilinmeyen, kalabalıkların içindeki kişileri tanınabilir kılar, bunu yaparken aynı anda anonim insanları ve onların gündelik hayatlarını resmin konusu haline getirir. Üstelik kendini betimlediği sanatçı modelini, sıradan insanların yaşamına doğru genişletir.
Resimlerde sigara içen, kumar oynayan, hile yapan yani “ahlaksız” olarak tanımlanabilecek faaliyetlerle meşgul, çirkin, komik suratlı, yoksulluktan dişleri dökülmüş, üstü başı dökülen bir sürü insan vardır. Bunlara bakış ise üstten değil, yaşamlarının içinden, yan masada oturan birinin bakışıdır. Bu resimlerde ne acıma, ne hor görme, ne de gereksiz yüceltme vardır. Herkesi olduğu gibi, ama doğalından biraz daha abartılı ifadelerle ve hep çok komik görürüz.
Bugün bu resimlere bakarken, bir toplum olarak ne kadar gergin ve şiddet dolu olduğumuz geliyor akla. Yaşarken hiç komik olmayan yoksullukla gülerek barışmayalım elbette. Fakat bu resimlerde başka bir şey daha var, bir arada yaşamanın kolaylaştırıcı ve her şeyi hafifleten yanı onları olduğundan daha komik bulmamızı sağlıyor ve içimizi ısıtıyor.
Bugün kaybettiğimiz budur.
Yanımızdakine dokunalım, birlikte eğlenelim ve bugünün “ahlakını” yeniden oluşturalım. Brouwer’in resimleri de bize eşlik etsin.
Adriaen Brouwer, Genç Komik Surat Yapıyor Adriaen Brouwer, 1636-38, Acı Tat, Städel Müzesi, FrankfurtAdriaen Brouwer, Köylüler Kağıt Oynarken Kavga Ediyor, 1632–1635. Alte Pinakothek, Münih
Adriaen Brouwer, 1630, Operasyon, Alte Pinakothek, Münih
Adriaen Brouwer, İçen Köylülerle İç Mekan
Adriaen Brouwer, Koku, Staatliche Kunstsammlungen Dresden
Adriaen Brouwer, 1636, Sırt Operasyonu, Städel Müzesi, Frankfurt
/././
Álvaro Trabanco ile 'Unearthed' sergisi üzerine: 'Tarihle günümüz arasında bağ kurmak istiyorum'-Mehmet Erçetin-
Savaşlardan izler taşıyan Gelibolu yarımadasını fotoğraflayan Álvaro Trabanco, ilk sergisinde vizörünü tarihle iç içe geçen gündelik hayata çeviriyor.İspanyol fotoğrafçı Álvaro Trabanco’nun ilk kişisel sergisi “Unearthed”, Beyoğlu'ndaki İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği'nde (İFSAK) sergileniyor.Tüm fotoğrafların analog kamera ile çekildiği sergi, 26 Aralık’a kadar ziyaret edilebilecek.
Trabanco, açılışta yaptığı konuşmada Gelibolu ve Gökçeada’da çektiği fotoğraflardan oluşan sergiyi bisiklet gezileri esnasında şekillendirmeye başladığını söyledi.
Tarihle günlük yaşantının yan yana geldiği karelere, bölgedeki geçmişin izlerine ulaşabildiğimiz bu sergi üzerine kendisiyle sohbet ettik.
Sergiyi bizim için kısaca anlatır mısın, ziyaretçiler gelirken ne beklemeli, neler görecekler?
"Unearthed", tamamen analog yöntemle gerçekleştirilmiş, yıllar süren bir fotoğraf projesi. Tüm fotoğraflar evde banyo edildi ve karanlık odada basıldı. Sergideki gümüş jelatin baskılar, geleneksel kimyasal süreçlerle hazırlandı ve ziyaretçilere bir el işçiliği örneği sunuyor.
Sergide, büyük şehirlerin olmadığı bir bölgede günümüz yaşamını göstermeyi ve bu yaşamın yüzeyin altında yatan tarihsel ve askeri geçmişle olan ilişkisini bir araya getirmeyi amaçlıyorum. Sergide 45 siyah-beyaz fotoğraf yer alıyor. Tamamı şu an yıllardır karanlık odasını kullandığım Beyoğlu'ndaki İFSAK’ta görülebilir.
Fotoğrafların tamamı aynı coğrafyadan, sen de zaten serginin temasında çekimleri yaptığın bölgenin önemini vurguluyorsun, neden bu bölgeyi seçtin?
Eşimin ailesinden dolayı Gelibolu Yarımadası ile kişisel bir bağım var. Türkiye’de yaşadığım yıllar boyunca orada uzun zaman geçirdim. Başkalarının seslerini bastırmamaya özen gösterdiğim için onların hikâyelerini anlatmaktan ziyade kişisel bir keşfi paylaşmayı amaçlıyorum.
Önce bu bölgenin kırsal kısmını keşfetmeye başladım, bisikletle küçük yollarında gezerek coğrafyasını anlamaya çalıştım. Sonrasında Birinci Dünya Savaşı'nda yaşananlara daha aşina oldum ve tarihi bölgeyi daha sık ziyaret etmeye başladım.
Tarihi bölge, yarımadanın çok küçük bir kısmı ve koruma statüsü nedeniyle Türkiye'nin diğer yerlerinden oldukça farklı. Anıtlar dışında orada yaşamını yitiren binlerce kişinin korkunç fedakârlıklarını bize anlatabilecek pek kalıntı yok. Ben de günümüzde bölgede modern yaşam şekillenirken, bu olayların nasıl görünmez hâle geldiğiyle ilgilenmeye başladım.
Fotoğrafın, tarih ve artık görünmeyen, var olmayan şeyler hakkında konuşmak için nasıl kullanılabileceğini düşündüm. Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı gibi birçok savaşla yoğrulmuş olan bölge, endüstrinin pek uğramadığı, balıkçılık ve tarımın öne çıktığı bir yer.
Bu proje, kendimi buraya ait hissetmeme yardımcı oldu ve yarımadayı ziyaret etmeyi ve uzun süre vakit geçirmeyi en sevdiğim yerlerden biri haline getirdi.
Álvaro TrabancoFotoğrafların çoğunda, elbette çekim bölgesinin de etkisiyle geçmişten birçok iz görüyoruz. Aslında bunlar savaştan kalma izler, anıtlar, mezarlar ve kalıntılar. Ne yazık ki bugün de savaşa uzak değiliz, yanı başımızda süren irili ufaklı onlarca savaş ve çatışma var. Bu bağlamda fotoğraflarda izler, bir güncellik de taşıyor mu sence?
Kesinlikle. Gelibolu Yarımadası’nda bir asırdan uzun süre önce yaşananların bugün hâlâ ne kadar güncel ve önemli olduğunu sıkça düşünüyorum. O huzurlu ve tarihi atmosferin içinde gezerken, burada yaşanmış dehşet verici olayları hayal etmek zor olabilir. Ama aynı zamanda, barış içinde görünen toprakların savaşla nasıl kolayca altüst olabileceğini düşünmek de hiç zor değil. İnsanların tamamen huzurlu bir yaşam sürerken bir anda kendilerini katliamların ve büyük fedakarlıkların ortasında bulmaları fikri gerçekten çok sarsıcı.
Tarihi alanı her ziyaret ettiğimde, o topraklarda emperyalist bir savaşın parçası olarak hayatını kaybeden işçileri ve askerleri düşünerek derin bir saygı duyuyorum. Milliyetçiliğe karşı barışa yönelik atılan olumlu adımların, enternasyonalizm ve savaş karşıtı hareketler için bir temel oluşturabileceğine inanıyorum.
Sergiyi ziyaret edenler, savaş ve sonuçlarını açıkça betimleyen çoğunlukta fotoğraflar bulamayacaklar. Bunun yerine, o yerlerin ve nesnelerin gündelik hayatla iç içe geçmiş, tarihi anlamlarını göz önüne seren bir anlatım sunmaya çalıştım. İnsanların bu bölgenin hem geçmişini hem de bugünkü ruhunu hissetmelerini, tarihle günümüz arasında bir bağ kurmalarını istiyorum.
Fotoğrafçılığa nasıl baktığını, neden önemli olduğunu, bundan sonra nasıl projeler yapmak istediğini de anlatmak ister misin?
Fotoğrafçılık, ne mutlu ki tamamen demokratikleşmiş bir uğraş haline geldi. Artık herkes fotoğraf çekebiliyor ve bu durumu memnuniyetle karşılıyorum. Bu gelişme, fotoğrafçılığı çok daha karmaşık bir hale getirdi. Eskiden sıkça tartışılan anlamsız “Fotoğraf bir sanat mıdır?” sorusu, artık özel hayatın bir parçası olarak milyarlarca insanın çektiği fotoğrafların gölgesinde kaldı.
Kendi adıma, fotoğrafçılıkta fotoğraf gazeteciliğine büyük bir ilgi duyuyorum. Ancak gazeteciliğin etik kurallarına birebir uymadığımdan kendimi bir foto muhabiri olarak tanımlamıyorum. Projemin bir belgesel fotoğrafçılığı projesi olup olmadığından da tam emin değilim. Yine de kendimi bir sanatçı olarak görmeyi seviyorum. Kendi ellerimle ve bakış açımdan yola çıkarak bir şey yaratıyor ve bunu başkalarına sunarak onların bir şeyler hissetmesini, düşünmesini sağlamaya çalışıyorum. Büyük hedeflerim ya da yüksek beklentilerim yok. Dışarı çıkıp güzel ve ilgi çekici görüntüler yaratmaktan ve bunların izleyicilerde bir etki yaratma ihtimalinden büyük keyif alıyorum.
Son zamanlarda, fotoğrafçılığı görünmeyeni tasvir etmek için kullanmaya çok ilgi duyuyorum. Bu teknik olarak imkânsız, çünkü fotoğraflar belli bir zaman ve mekânda var olan sembollerdir. Ancak bu benim için çözümü olmayan kişisel bir meydan okuma anlamına geliyor.
Gelecekte bir süre boyunca belli bir proje olmaksızın fotoğraf çekmek istiyorum. Daha fazla çekim yapıp zamanla bunları bir araya getirmenin ve nasıl sergileyebileceğimin yollarını düşünmeyi planlıyorum. Projeler veya seriler üzerinde çalışan fotoğrafçılara da, yalnızca bireysel karelere odaklananlara da hayranlık duyuyorum. Her iki yaklaşıma da –bazen aynı sanatçının içinde bile– yer olduğuna inanıyorum.
İlgi duyduğum bazı konular var. Bunlardan biri, 12 yıl önce göç ettiğim İspanya’daki memleketimi yeniden ziyaret etmek. Oraya sık sık dönüyorum, ama artık o bölgedeki anılarımı ve bölgenin nasıl değiştiğini sorgulamaya başlamak istiyorum. İşçi sınıfının direniş geleneğiyle bilinen, sanayi ağırlıklı bir bölge, hâlâ bu şekilde anılıyor. Kendine özgü bir kimliği var ve oradan yola çıkarak bir proje oluşturup, o bölgeyi dışarıdan insanların kendi gözleriyle tanıyıp anlamalarını sağlamak istiyorum. Bu, benim için bir tür tamamlama olurdu.
Son soru, sergiden ziyade işçi sınıfının fotoğraflarla ilişkisine ve senin bu konudaki fikirlerine dair. Tarihte çok kez fotoğrafların aynı zamanda "tarihin parladığı anları" yakaladığını, bugün dahi insana umut ve enerji aşıladığını biliyoruz, örneğin Kızıl Bayrağın Reichstag üzerine dikildiği an. Peki fotoğraf bu anların yalnızca yakalanması değil, aynı zamanda yaratılması için de destekleyici bir araç olabilir mi? Sence bu mümkün mü?
Açıkçası, fotoğrafçılığın değişim yaratmak için harika bir araç olduğunu düşünmüyorum. Ancak, bireylerin çevreleri ve diğer insanlarla daha geliştirici ve sağlıklı bir ilişki kurmasına yardımcı olmak için harika bir araç olduğuna inanıyorum. Şöyle açıklayayım: İster bir foto muhabiri olarak doğrudan tarihi olayları belgelemeye çalışıyor olun, ister kendi mahallenizde fotoğrafçılık yapıyor olun, başkalarına saygılı olduğunuz ve onların yaşam mücadelelerini “sömürmeye” çalışmadığınız sürece, fotoğrafçılık insan etkileşiminin sağlıklı bir yolu olabilir. Görsellerin gizli kalmasının bir anlamı yoktur; onların gerçek rolü, başkalarıyla paylaşıldığında ortaya çıkar. Bu tür ilişkilere daha fazla ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Başkalarıyla bağ kurmanın tek yolu sözlü iletişim değil. Pekala görsel dünya ve yaratıcı pratikler, daha durgun ve düşünceli bir iletişim biçimini barındırabilir.
Foto muhabirlerine de derin bir hayranlık duyuyorum. Bunun objektif bir iş olduğuna inanmıyorum; çünkü bir görüntüyü kadrajladığınız anda zaten bir seçim yapıyorsunuz. Ama dürüst ve adil olmaya, başkalarını saygılı bir şekilde tasvir etmeye ve “çoğunluk” için önemli olanı göstermeye çalışma çabasına inanıyorum. Elbette foto muhabirleri de birer çalışan ve neyi çekeceklerine tamamen özgürce karar veremiyorlar. Birçoğunun bu konuda öfkeli olduğunu ve hayal kırıklıklarını bilsem de, onların fotoğraflarının hem günlük olayların farkında olmamızı hem de dünyamızda meydana gelen olayları tarihe kaydettiğini düşünüyorum.
Fotoğrafçılık aynı zamanda kimlik ve imge yaratmanın bir yolu. Dün, 70’lerde Türkiye’deki işçi sınıfının büyük mücadelelerine dair fotoğrafların yer aldığı bir kitabı inceliyordum. O fotoğraflar beni çok duygulandırdı; hem tasvir edilen insanların fedakarlıkları hem de fotoğrafların tarihsel anlamı nedeniyle. Peki, bu fotoğraflar bir şeyi değiştirdi mi? Belki o zamanlar yayımlanamadılar bile. Ancak bugün, o fotoğraflar Türkiye’deki tüm emekçilerin ve her bilinçli işçinin kolektif hafızasının bir parçası hâline geldiler.
/././
Dil, tahakküm ve bireyin parçalanmışlığı: Kaspar ile bir yüzleşme -Berkan Çetin-
Altkat Sanat’ın yönetmeni ve oyuncusu Müge Saut ile Kaspar oyunu üzerine söyleştik.Altkat Sanat’ın yönetmeni ve oyuncusu Müge Saut, Peter Handke’nin şaşırtıcı ve sarsıcı Kaspar oyununu sahneye taşıdı. Halen gösterimi süren Dönüşüm, Böyle Buyurdu Zerdüşt oyunlarının da yönetmeni olan Saut geçtiğimiz aylarda Ten Rengi oyunuyla Üstün Akmen Tiyatro Ödülleri Yılın Kadın Oyuncusu ödülüne layık görülmüştü.
Kaspar gibi çağdaş ve katmanlı bir metni sahneye taşımak oldukça cesur bir tercih. Bu projeye sizi çeken neydi?
Müge Saut: Tiyatro hayatımız boyunca tüm oyunlarımızda bir laboratuvar niteliği taşımaya çalıştık. Altkat Sanat Tiyatrosu’nda da bu tekst üzerine çalışırken aynı şey söz konusu oldu. Aklımızda bir şey vardı, topluma sirayet etmiş zorbalığı, ideolojik sınırları ve dilin nasıl saldırganlaştığını sorguladık. Bencilleşen, aklı kurcalanan bireyin sürecini gözler önüne sermekti niyetimiz. Hafızaya saldırının, tahakkümün insani duyguları nasıl adım adım yok ettiğini estetik ögelerle sahneye taşımak heyecan vericiydi. Peter Handke’nin yazdığı Kaspar: Dil ile hesaplaşmanın, iletişim aracı olması gereken dilin aslında bireyi kalıplaştıran, benliğinden uzaklaştıran ve bir baskı aracına dönüştüren bir düzende ilerler. Bu tarz postdramatik metinler hep ilgimizi çekmiştir. Oyuncunun bedenle ilişkisini yaratıcı olmakla ilgili geliştiren bir yapısı var.
Oyunda “dil işkencesi” ve “sıkışmışlık” temaları dikkat çekiyor. Günümüz insanının toplumsal baskılar nedeniyle yaşadığı sıkışmışlık duygusu üzerinden empati kurması çok olası. Kaspar, bir bireyin kendi kimliğini bulma mücadelesiyle sistemin dayattığı bir kimlik arasında sıkışmasını gösteriyor. Bu çatışmayı günümüz dünyasında nasıl görüyorsunuz?M.S.: Peter Handke, 1828'de Almanya'da bulunan ve sosyal normlardan tamamen uzak bir hayat süren Kaspar Hauser’in hikâyesinden esinlenerek 1967 yılında Kaspar’ı kaleme almış. Günümüzde de maalesef psikolojik ya da fiziksel şiddet artarak devam ediyor. Konuşma oyunları ve dünyayı sözcüklerle algılama biçimimiz, dilin davranışlarımızı nasıl etkilediğini, nasıl yönlendirdiğini hepimiz görüyoruz, biliyoruz. Koca bir toplumu, bireyi hiçleştirerek, ezerek veya yok sayarak özgürlüğümüzü elimizden zorla aldıklarını ve dayatılan tüm kalıpların ve dünyanın parçalanmış halinin dolayısıyla bireyin parçalanmışlığıyla örtüştüğünü düşünüyorum.
İktidar ve dil arasındaki ilişkiyi oyunda çok güçlü bir şekilde hissediyoruz. Sizce, bu ilişki bugün bireylerin özgürlüğünü ne ölçüde kısıtlıyor veya nasıl bir etki yaratıyor?
M.S.: Bir iktidar aracı olan dil yapmacık ve ilişki kurmak konusunda yetersizdir. Kaspar’ın tek tümcesi ile başlayan ve hiçbir anlam taşımayan sessel ilişki bir süre sonra ona zorla kabul ettirilen tümcelerin ve modellemelerin etkisiyle, Kaspar’ın sahip olduğu tek tümce de yok olacaktır. Sistemin dayattığı ya da biçimlendirdiği, düzene sokulmuş bir insan karşımıza çıkar. Yani sistemin arzu ettiği şey, bireyin sorgusuz bir şekilde ve onların istediği biçimde uyumlu hale sokmaktır. Artık prototipleşmiş benliklerin vücut bulmuş haline dönüşür. Böyle bir ortamda özgürlükten söz etmek de mümkün değil…
Oyunun oldukça minimal ve soyut bir rejisi var. Seyircinin bu soyutluğu anlamasını ve hissetmesini hangi ilkelere dayandırdınız ve nasıl sağladınız?
M.S.: İnsan bedenini doğadan ve doğanın deviniminden bağımsız tutamazsınız. Beden ruhun ve aklın bir yansımasıdır. Biz tiyatroda gündelik hareketlere çok fazla alışmışız. Konuşan ve elini kolunu hareket ettiren oyunculara… Kuşkusuz bu da duyguların birer ifadesi, jestleridir. Öbür taraftan toplumsal, siyasal ve akıl kirliliğini basit jestlerle anlatamazsınız. Bunun için bir yöntem geliştirmek zorundasınız…. Bizi hayata bağlayan ilkel ritüeller, sanayi çağında bir değeri yokmuş gibi görünmekte, doğru çünkü ifade araçlarımız, kendimizi gerçekleştirme araçlarımız bilinçli bir biçimde elimizden alınıyor. Bedenimizi yürümek, çalışmak ve birkaç şey daha yapmak dışında kullanmıyoruz. Oysa bilinçaltımız, korkularımız, içgüdülerimizle beraber bizler insanız. Makine gibi davranamayız. Bizim performanstan anladığımız, bedenin oldukça estetik kullanılması değil tersine oyuncu olarak yaşamdan topladığımız deneyimleri yeniden üreterek tekrar izleyicinin ruhuna göndermektir. Uzam içerisinde, nerede olursanız olun aklımız ve duygularımız eziliyor, biz ezilen, duyguları zedelenen akla bir şey söylemek niyetindeyiz. Emin olun bu duygu birlikteliğini kurabiliyoruz izleyicilerle, çünkü sahnedeki anlatılanlar ve devinim sahte değil. Gerçek duygular bizim izleyiciyle bağ kurmamızı sağlıyor. Öbür taraftan bugüne kadar alışılagelmiş kalıplarla devam ettiğimiz sürece seyircinin algısı da değişmeyecek. Düzey dediğiniz şey biriktirilen bir kültürün sonucu, bunu sivriltmek estetik algıları değiştirmek tüm sanatçıların elinde. Geçmişin ve şimdinin sentezi, yaşanmışlıklarla birleşince başka bir tadı oluyor. İlginç ya da değişik olsun diye yorumlamıyoruz oyunlarımızı, meramımızı hangi biçimlere uygun düşüyorsa öyle oynuyoruz aslında, son kertede tiyatromuz mutlaka bir senteze varacaktır… Bu kadar kalabalığın içinde aslında yalnız yaşayan bireyleriz. Bu kalabalık tahakkümle bizi bireyselleştiriyor da diyebiliriz. Bu anlamıyla o soyutun kendisiyiz aslında.
Kaspar gibi toplumsal temalara sahip bir oyun, izleyiciyi genelde karanlık ve zorlayıcı bir atmosferin içine çekiyor. Bu karanlığın içinde bir çıkış yolu sunduğunuzu düşünüyor musunuz?
M.S.: Tüm gerçekliği sahnede gözlemleyen izleyicinin akıl pratiğini harekete geçireceğine inanıyoruz. Bir çıkış yolu vermek yerine sorgulamasını sağlamak ve hayatla örtüşen sahnedeki gerçekliğin yaşamlarında bir karşılık bulması öz eleştiri yapmalarını sağlayacaktır diye düşünüyoruz. Biz seyircilerin duygularını paralize etmeye çalışıyoruz. Onların bu etkiye tepki duymaları konusunda yol açmaya çalışıyoruz. Meseleye sıradan “tepkisiz toplumuz” kavramsallaştırmasıyla hiç bakmadık. Burada yok edilen insanın içgüdüleri, sonrasında aklı, her şey tarumar ediliyor günümüzde. Tıpkı iğdiş edilen bilincimiz gibi.
Dilin ve iktidarın baskısı altında ezilen Kaspar, izleyicide ne tür bir duygu yaratmalı? Bir kurban olarak mı, bir direniş sembolü olarak mı görülmeli?
M.S.: Sistemin dayattığı politika, insanları daha çok yalnızlaştırmaya ve bireyin özne olmaktan çıkmasına yarayan bir dolu araçlar geliştirmiş durumda. Eleştirel düşünme sürecinin gerçekleşmemesi, tüketim nesnesi olma hali ve dolayısıyla baskı altına alınmış bir toplum var karşımızda. Böyle bir ortamda kültürden bahsedemeyiz. Kaspar uyumlu biridir. Sözcüklere ve sistem tarafından öğretilen duygulara alışır. Konuşturulur. Finalde nesneleşen bir Kaspar ile yüz yüze kalıyoruz. Benliğini yitirmiştir artık ve olan biteni geç anlamıştır. İş işten geçmiştir. Yani bir kurban diyebiliriz.
Oyunda dilin bir işkence aracı olarak kullanılmasını, bireyin kimliğini yok ederek onu iktidarın kuklasına dönüştürmesini izliyoruz. Peki, Kaspar bu yönüyle bugünün insanına bir eleştiri sunuyor mu?
M.S.: Elbette. Metnin parçalanmışlığıyla toplumun parçalanmışlığı örtüşüyor diyebiliriz. Tam bir kukla gibi diyemeyiz fakat bölünmüş kişilik, bilinç/bilinç dışı, oyun/gerçek her şey karmakarışık, bu gibi karşıtlıklar bugünün insanıyla örtüşüyor.
İzlediğimiz Kaspar, dilin bir işkence yöntemi olarak kullanıldığı karanlık bir dünyayı sunuyor. Bu “karanlık” sizce seyirciye sadece bir korku unsuru mu yoksa bir mücadele çağrısı yapıyor mu?
M.S.: Kendine, topluma yabancılaşmış birey dolayısıyla toplumun modern dünyada sefalete sürüklenmesi ve her şeyin maddi bir karşılığının olması karanlığın ta kendisidir. Mücadele çağrısı yapmasa da Dil’in davranışlarımızı ve bireyi ne kadar biçimlendiriyor konusu ciddi bir özeleştiridir. Kendini değiştirmeyen birey kurumuş bir yaprak gibi birinin avuçları içinde buruşturulup bir kenara atılacak ya da oraya buraya savrulurken biri üzerine basacak; aklında sadece çıkardığı o ses kalacak: Çıtırtı!
Oyunda, Kaspar’ın sıkışmışlık atmosferini; sahne tasarımı ve oyunculuk üzerinden yaratırken nelere dikkat ettiniz? İzleyicinin bu sıkışmışlığı hissetmesini nasıl sağladınız?
M.S.: Türkiye’de öteden beri tiyatro sanatında oluşmuş kimi değerler vardır. Toplumun kültürüyle koşut gelişmiş geleneksel tiyatro örneğin. Bugün söz konusu olduğunda burjuva hayatının bencilliği, çürümüşlüğü toplumun her kesimine sirayet etmiş durumda. Bu çürümüşlüğe sanat cephesinden yeni yanıtlar üretmeliyiz. Post-modern bireye sesleniş araçları geliştirmeliyiz. Verili biçimlerden köklü bir kopuş olmasa da algı düzeyine hedefi on ikiden vuran oklar fırlatabilmeliyiz. Günümüzde insanın, renklerle, spot reklam cümleleriyle beyni kısırlaştırılıyor. Bu kesinlikle bilinçli gerçekleşen bir süreç. Hepimiz bu süreçten nasibimizi alıyor ve her şeyi doğal kabul ediyoruz. Aristotales’in deyimiyle “ahlak yönünden iyi” karakterler yaratmak zorunda değiliz, öyle bir karakteri örnek alacak ve kendini sağaltacak bireyler yok günümüzde. Aklı kurcalanmış bireye, kurcalayanların yöntemiyle kendi içeriğimizi sunuyoruz bir başka deyişle. Bu bilinçli bir tercihtir. İçimizde gizli kalmış, bilinçaltımıza işlemiş şiddet ve tahakküm duygularımızı fiziksel olarak da gün yüzüne çıkartıyoruz, bu bedenin çalışmak, yürümek dışında hayatımızın bir parçası olduğu, bedensel aktivitelerimiz zihinsel sürecimizle koşutluk içerdiği için böyle düşünüyoruz. Bedenimizi aklımızın dışında tutamayız. Fiziksel yetilerini kaybetmiş birey zamanla zihinsel yetilerini de kaybedecektir. Aynı şey tersi için de geçerlidir. Sözle birçok şeyi ifade edebilirsiniz bunların büyük bir bölümü doğru da olabilir. Peki, bilinçaltımızda, ruhumuzda oluşan kirlilik ne olacak? Hiç kimse bunları ifade etmez. Biz bu anlamıyla bir yüzleştirmeden söz ediyoruz yaptığımız Kaspar oyunuyla. Korkularımızı, endişelerimizi, kaçışlarımızı kendimize dahi ifade edemiyoruz. Zaten etsek korkuyu yeneceğiz belli oranda. Oyundaki bedensel performansımızı salt estetik görünsün diye uygulamak gibi bir niyetimiz yok elbette, tamamen gerekçeleri bunlardır.
Oyun sonrası seyirci dönüşleri nasıldı, sizleri nasıl hissettirdi? Ve tabi önümüzdeki süreçte oyun devam edecek, seyirci oyunlarınıza nereden ulaşabilir?
M.S.: Konuşabildiğimiz kişilerde dönüşler gayet olumluydu. En azından kendi içinde bir tartışma alevi yaktığını söyleyebilirim. İnanın küçücük bir kıvılcıma bile ihtiyacımız var. Ve elbette doğa yolunu bulacaktır. Peki ya bizler? Toplum, yaşayanlar, işçiler, emekçiler, öğrenciler ve tüm halk kesimleri doğa yolunu bulmadan önce bu hayatı yaşamaya yazgılı mıyız? Hırsıza hırsız var demezseniz sizi soymaya devam eder. Ve ben Kaspar değilim dediğimizde doğaya müdahil olur ve değiştirebiliriz bu hayatı.
Bu ay ve sezon boyu oyun devam edecek. Altkat Sanat’ın web sayfasından ve sosyal medya araçlarından izleyicilerimiz programımıza ulaşabilirler.
/././
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder