soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + Sahaflar Çarşısı(XXXVII) -22 Aralık 2024-

 Trump'tan Panama'ya 'kanal' tehdidi: 'Çin'e çalışıyor, iadesini isteyeceğiz'

ABD Başkanı seçilen Trump, Panama'yı kanalı kullanan ABD gemilerine aşırı ücretler uygulamak ve Çin'e çalışmakla suçladı. Trump, "Böyle devam ederse iadesini talep edeceğiz" tehdidinde bulundu.(https://haber.sol.org.tr/haber/trumptan-panamaya-kanal-tehdidi-cine-calisiyor-iadesini-isteyecegiz-396936)

                                                            ***

Tayfun Kahraman'a yapılan eziyetin görüntüleri ortaya çıktı: 'İnsani bir yanı yok'

Gezi Direnişi davasında 18 yıl hapis cezasına mahkum edilen Tayfun Kahraman’ın eşi Meriç Demir Kahraman, eşinin rutin sağlık kontrolüne götürülürken kendisine eşlik eden kolluk güçlerince kötü muameleye uğradığını duyurmuştu. Meriç Demir Kahraman, MS hastası eşi Kahraman’ın hastane kontrolüne götürülürken "bileklerini sıkıştıran kelepçenin gevşetilmeyip sıkıldığını, sıcakta aracın içinde uzun süre bekletildiğini ve fenalaştığını" belirtmişti.Tayfun Kahraman'ın cezaevi aracında kötü muameleye kaldığı anların görüntüsünü ortaya çıktı.(https://haber.sol.org.tr/haber/tayfun-kahramana-yapilan-eziyetin-goruntuleri-ortaya-cikti-insani-bir-yani-yok-396934)

                                                             ***

Muğla'da hastaneye helikopter çarptı: 4 kişi hayatını kaybetti

Muğla Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nden havalanan ambulans helikopterin hastane binasına çarparak düşmesi sonucunda 4 kişi hayatını kaybetti. Muğla Valisi, kazanın sebebinin araştırıldığını aktardı.(https://haber.sol.org.tr/haber/muglada-hastaneye-helikopter-carpti-4-kisi-hayatini-kaybetti-396933)

                                                               ***

Ulusal sorun, ulusal sorun mu?-Asaf Güven Aksel-

12 Eylül 1980’de solun, sosyalistlerin üzerine yürüyen tankların lojistik desteği kimlikçiliği, sınıfın yerine ikame etmesiydi. 1984’te başlayan, sadece 'ulusal mücadele'nin farklı bir evresi değildi.

Aydemir Güler, dünkü yazısında ve önceden de birkaç kez, Kürt sorununa Türkiye solunun yaklaşımı konusunda önemli anımsatmalarda bulunuyor. Tez geliştirme değil anımsatma diyorum, çünkü, Aydemir’in vurguladığı gibi, milliyetçiliğin, liberal kimlikçiliğin, İslamcılık şemsiyesinin ve emperyalizme yanlamanın, üzerini özenle örttüğü ve bir “sahipsizlik” mazeretiyle servis ettiği, bellekten tarih silme operasyonlarının bir parçasına ilişkin itirazı ifade ediyor.

Konuyla ilgili her yazısına başladığımda, kendimi Yeldeğirmeni’nde ana yokuştan heyecanla inerken buluyorum. Koltuğumun altında, hemen havranın oradaki fırından alınmış, karlı, soğuk havaya sıcağıyla direnen üç ekmek, buz kesip kızarmış elimde kırmızı kapaklı, ekmeklerden daha sıcak, kıvrılmış bir derginin üç-beş nüshası. O da ekmek gibi yeni çıkmış, mürekkep kokulu. İniyorum yokuştan, zeytinin çayın ekmeği, arkadaşlarımın dergiyi beklediği kahveye doğru. Niyazi çıkıyor karşıma, onun da elinde aynı dergi. Selamı biraz buruk. “Çok ayıp ettiniz” diyor. Anlıyorum, bizden önce bir çırpıda okumuş nereden bulduysa. Ayıp etmişiz, “hareket”imizin teorik yayın organında. Sitemin naifliği, temizliği, kısa zamana kadar aynı yerde duran yakın dost oluşumuzdan.  Ama o Kawa adlı Kürt “hareket”ine geçmiş. Biz ise merakla beklenen sayımızda, “sömürge” tezini sertçe reddetmişiz. “Tartışırız, hele dur bir okuyalım biz de” dememle gülümseyerek ayrılmamız da, bu farklı değerlendirmenin, nihaî açıdan bir çatışmaya, hedef ve görev değişikliğine yol açmaması gerektiğinin karşılıklı kabulünden.

Türk solu demeyip Türkiye solu dememizin belki de milliyet değil sınıf vurgusu açısından, ideolojik bir gösterge olduğunu düşünürken, farklı bir bağlamda da olsa Erhan Nalçacı’nın yine dün, yönelttiği soru geldi aklıma. Türkiye bağımlı mı yayılmacı mı?

Dönemin Kürt sorunu tartışmalarındaki başlıklardan biri de, buna benzerdi. “Sömürge” tezini reddedenler, Türkiye’nin kendisinin emperyalizme yarı-bağımlı (bu terimin dayanağı, siyasal bağımsızlık analizi de ayrı bir tartışma) bir ülke olduğunu, bu yüzden sömürgesi olamayacağını ileri sürerdi, karşı görüş ise buna Portekiz, biraz da İspanya örneğiyle yanıt verirdi. Ne günlerdi!

Konu, aslolarak Türkiye-İran sınırını ilgilendiren, ama “sömürgeleştirme”nin de başlangıcı sayılan Kasr-ı Şirin’in imzalandığı 1639’un öncesinde Osmanlı’nın fetihçi, Asyaî despotik, haraççı, merkezî feodal yapısından ve içindeki beyliklerin durumundan, 1. Dünya Savaşı’ndaki parçalanmaya, oradan Cumhuriyet’e uzanan bütün bir tarihsel dönemin, çok farklı tezleri çarpıştırarak ele alınmasından, “ilk işgal hakkı”nın emperyalizm çağındaki karakter değişimine, o arada Portekiz tarihine kadar uzanırdı böylece.

İşte böyle kapsamlı bir çerçevede, sosyolojiden tarihe, kültürel şekillenmeye, antropolojiden üretim tarzı ve ilişkilerine, örgütlenme modellerine, Türkiye’nin, Avrupa’nın yüzlerce makale, kitap, belgeyle ele alındığı ve siyasal doğrultuya doğrudan etkiyen, dünya görüşüne bağlanan ve sadeleştirdiğinizde, bir ülke sınırları dahilinde görülen bir bölgenin sömürge olup olmadığı gibi çok önemli bir soruya verilen olumlu ya da olumsuz yanıtlardan çok, bu yanıtların nasıl olup da ikincil önemde kalabileceği merak edilir olsa gerek bugün.

Sadece bunu yanıtlayıp bitireyim, çünkü Kürt sorununu tarihsel, güncel ve teorik, siyasal zeminde tartışılması değil amaç burada. Sadece, Aydemir’in Türkiye solunun bu konuda söylediği ve ciddi bir külliyat oluşturan sözü ve emeği olduğu anımsatmasına yakın tarihten küçük bir katkı, bu yazının sınırı.

Emperyalizmin, ulusal kurtuluş savaşları çağı da olması gerçeği, ulusal mücadelelerin dünya devriminin bir parçası olarak oynadığı tarihsel önemdeki rolün, emperyalizmin dünya ölçeğinde bir “parçala/yönet” hamlesiyle farklı bir işlev üstlenmesi de bu sınırın dışında. Lenin”in, “eski biçimlere yeni içeriğin girişi” dediği diyalektik de. Ulusun “iç pazar” olgusu da.

Bahsettiğim dergiyi elimde tutuyorum şimdi. Sanırım konuyla ilgili bölümün başlığı çok şey anlatacaktır. “Ulusal Sorun Ve Devrimci Proletaryanın Tutumu.” Kürt sorununa, marjinal birkaç Kürt siyasal oluşumu ve “Türk solu”nun bu düzlemde güç toplama peşindeki kesimi dışında, hâkim olan benzer yaklaşımdı, bir naif sitemi gülüşmeye çevirebilen. “Milliyetlere göre ayrı örgütlenme”nin değil, ortak örgütlenmenin, milliyet, ulus ekseninde değil “devrimci proletarya” perspektifinde çözüm aramanın tartışma dışılığıydı. Yani, bu kapitalist düzenin yıkılıp sosyalizmin kurulmasına tabiydi, ulusal sorunun çözümü de. Ortak düşman, emperyalizmdi, patronlar sınıfıydı, ağalardı, gericilerdi. Dönemin Kürt halkına özgürlük isteyen sloganları, bir bahşetmenin ya da bir nihaî hedefin değil, kurulacak yeni düzenin unsurlarından birinin ilanıydı.

Proletaryanın sınıf siyasetinin, Kürt ve Türk sosyalistlerinin mihengi olduğu dönemde, “asgari program”, reformlarla çözülemediği görülen feodalitenin “toprağa el koyan ve köylüye dağıtan toprak devrimi”yle tasfiyesiydi; bunun uzantısı olan, ağalık düzeninin ve köleleştirici aşiret yapılarının dağıtılmasıydı; yurttaşlığın eşit ve aydınlık toplum kültürünün hâkim kılınmasıydı.

“Kürt halkı üzerinde tarihsel bir olgu olarak hiç eksilmeyen ve zaman zaman, emperyalizmin, ağalığın, gerici ideolojinin damga vurabildiği “isyan”lara yol açan “ulusal boyunduruk”, kalıcı çözüme, emek sömürüsünün son bulacağı sosyalizmle kavuşabilirdi. Ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı, ortak mücadelenin, ortak iradenin ürünü olabilirdi. 100 sayfalık dergi, tanım konusunda “çok ayıp etse” de, bu çıkarımları getiren sınıf bakışıyla, bu “ayıbı” örtüyordu arkadaşımın gözünde.

Burjuvazinin, patronların kimliğinde belirtilmeyen ulusal tabiyet, işçi-köylü emekçilerde de silikti. İki sınıf vardı bir toplumda sadece, Kürt’üyle, Türk’üyle. Bir sınıfın ülkeye hâkimiyetinde vurulmuş sınıfsal ve ulusal boyunduruk, karşı sınıfın hâkimiyetinde, birlikte kırılırdı o dergiye göre.

Kürt dilinin ve kültürünün, kimliğinin üzerindeki inkârcılığın çok ötesinde olup hiç eksilmeyen baskının, 12 Eylül faşizminde iyice arttığı ve açık işkenceye dönüştüğü dönemi de, bu ortak sınıfsal bakışla karşılayıp göğüsledi Türkiye solu. Diyarbakır Cezaevi’ndeki zulüm, evlerinden sürülen, dışkı yedirilen köylüler, yakılan köyler, toplu mezarlar… Bunlara karşı hep birlikte yakılan isyan ateşi geçmiştir kayıtlara.

Çok sözü, eylemi, canı, kanı vardı ortak devrimci tarihin çok…

12 Eylül 1980’de, solun, sosyalistlerin üzerine yürüyen tankların lojistik desteği, liberalliğin birey ideolojisinden başlayarak, kimlikçiliği, sınıfın yerine ikame etmesiydi. 1984’te “TC”ye karşı bir eylemle başlayan, sadece “ulusal mücadele”nin farklı bir evresi değildi. Artık farklı bir tanım ve yaklaşımdı da yürürlüğe giren.

Paralelinde eşlik eden, ABD’nin “ılımlı yeşil kuşak” projesiydi. Laik devlet, askerî helikopterden Kürt illerine cihad çağrısı içeren pullar saçıyordu.

ABD ve “Batı”nın, kartları çok açıktan yeniden dağıtmasıyla başlayan 1990 sonrası dönem ise, bu ayrışmanın, boynunda peçeteyle masaya oturanlarla, sofranın örtüsünü çekenler arasındaki saflaşmaya varışıydı.

“Devrimci Proletaryanın Ulusal Soruna Bakışı”, Mart 1980 tarihli bir teorik dergi makalesine sıkışıp kalmıştı 12 Eylül ve sonrasının ideolojik hâkimiyetiyle. Bu böyle olunca, ulusal sorundan ibaret bir ulusal sorun, çözümü de buradan aramaya ve yine bir ideolojik deformasyon döneminde, aratmaya başladı.

Sermaye düzeni, feodal aşiret sistemi, emperyalist haritalandırma, “işgal altındaki toprakların ‘özgürleştirici’ işgalleri, dinci gericiliğin birleştirici tarihsel referansları, ulusal sorundan ibaretleşmiş ulusal sorunun, ulusal çözüm ortaklarına dönüşüverdi. Dünün ortak mücadele başlıkları, keskin bir ayrışmanın nişanı oldu.

Ben koltuğumda sıcak somunlarla Yeldeğirmeni yokuşunu inerken, buz kesmiş elimdeki derginin “İçindekiler”inde, UKKTH ile Wilsonculuğun aynılaştırılması; Ulusal sorun ve proletaryanın örgütlenmesi; Ekim Devrimi’nde enternasyonalist çözüm; Emperyalizm çağında burjuvazinin ulusal sorunda iflası; İşçilerin saf milliyetçilikle yozlaştırılması gibi bir dizi başlık vardı. Bolca Marx, Engels, Lenin, Stalin, Rosa..

Ulusların kaderini kimin tayin edeceğini tayin etme hakkı yoktu lûgatimizde.  

Periyodik olmayıp “bir ihtiyaç halinde” çıkan derginin her sayısında iki konu olurdu. Bu sayının öbür konusu da “sınıf sendikacılığı”ymış.

Derginin bu sayısını, “sömürge” tezini kabul edip Kawa’ya geçen arkadaşım da okumuştu. Sitem etmişti reddiyemize, gülüşüp ayrılmış, gece yazılamasında buluşmuştuk…

Demem o ki, Kürt sorunu hiç sahipsiz ve çözüm yolsuz olmadı. Sözü vardı Türkiye solunun, tanığım, eylemi vardı, canı.

Bunun bugün, sınıfla, emperyalizmle, Lenin’le, sosyalizmle birlikte unutturulması, tarihin sıfırlanıp “vasallıklar çağı”nın parçasına adapte edilmesi, o kadar kolay değil… Pentagon patentli BOP ve “Üç İsrail” planını, havranın yanındaki fırının buğusu bozar bir gün.

* * *

Çok özür dilerim, ama, sürekli eksildiğimiz ve bu gerçeklikte, sadece gidenlere veda yazabileceğim endişesiyle, aklımdakini bu yazıyla değiştirdim son anda.

Aklımda Hicran vardı. Hicran Aygün. Gazeteci, yazar, can parçası. 

Adı: Hicran. Kızı var: Veda. Acı bir özet gibi.

Ben nereye o oraya, çok zor bir hayatı gık demeden peşinde sürükleyip gelen vefalı dostum. Yazamadım. Ama, bir saygı duruşu olsun borçluydum. Özür dilerim, sizden, içimdeki kordan.

                                                              /././

Kürt sorununa bakmak -Aydemir Güler-

Kürt emekçilerinin Amerikan-İsrail şemsiyesi altında ele alınacak bir sorunları bulunmuyor. Esas alınması gereken komünist hareketin tarih tezidir, sahip olduğumuz birikimdir.

Birkaç hafta önce demiştim ki, Türkiye solunun bir Kürt sorunu birikimi, hatta “tarih tezi” vardır... Bunu hatırlatmak gerekiyor, çünkü son on yıllarda bu birikim inkâr edilir oldu. Ne de olsa, çözüm niyetine “İslam kardeşliği” uydurması ortaya atılacaksa, solun sözünün örtülmesi, unutturulması gerekiyordu. Mümkünse “Kürt düşmanı” ilan edilmeliydik!

Böyle böyle kendinden utanan, geleneklerini karalayıp onlardan kopan bir “solculuk” elde edildi. Bu yeni solculuk, Kürt ulusal taleplerinin destekçiliğinden ibaretti…

Oysa “biz” yeni başlamamıştık bu meseleyi konuşmaya.

*    *    *

Son zamanlarda çekiştirilmek istenen Mustafa Suphi’den bu yana düşünüyoruz, konuşuyoruz… 

Suphi, Osmanlı’nın çözüldüğü, işgalle çöktürüldüğü ve Türkiye’nin kurtuluş sancılarının hissedildiği dönemde, yani her şeyin tartışma masasına geldiği bir zamanın insanıydı. O sıra Kemalizm dâhil, herkes Kürtlerin, Lazların ve başkalarının varlığını hem kabul etmişti, hem de ulusal topluluk veya etnisitelerin yeni Türkiye’ye nasıl bağlanacaklarına dair akıl yürütmekteydi. 

Komünistler de bu sesli düşünmeye katıldılar. Ama bu altüst oluş döneminden “model” çıkartmak, örneğin Mustafa Suphi’nin federasyoncu olduğunu iddia etmek fantezi kaçar. Ama Suphi’de daha sonraki birikimle uyumlu ilkelerin, yaklaşım tarzının izini ararsak eli boş dönmeyiz. 

Bir kere, sol, sömürüye son vermeyi en başa yazar. Sol, milliyetçi, milli çıkarcı değil, sınıfçıdır. Bu yol bizi emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı konumlanışa götürür. Milli çıkar niyetine emperyalizmle uzlaşıldığına çok rastlanmıştır. Sınıfsallıktan hareket edenlerin bağımsızlıkçılığı geri dönüşü olmayan bir yoldur.

Anti-emperyalizm, bağlantılı bütün başlıkları etkileyen bir ilkeydi. Çıktıları da gayet somuttu: Yeni Türkiye emperyalist paylaşım planının geri püskürtülmesi anlamına geliyordu. Paylaşılmaktan kurtulmak, yeni ülkenin Boğazlara, Anadolu’ya egemen olması, Kafkaslara dayanmasıyla mümkündü. Yoksa püskürtülen planda yazılıp çizilene benzeyen, son derece dayanıksız, en az öncülü kadar “hasta adam” bir Osmanlı bakiyesi kalırdı elde.

Bu toprak parçasında ulusal ve etnik bir çeşitliliğin hüküm sürdüğü kimse için sır değildi. Dolayısıyla yeni Türkiye ulusal sorunlarla birlikte doğmuştur. Yakın tarihimiz bu sorunların görmezden gelinmesinin ve etrafından dolanılmasının tarihidir. Komünistlerinse ilkeleri ve tezleri olmuştur.

İlke demişken, Sovyet Rusya’yı, ilk sosyalist işçi devletini unutamayız. Britanya başta olmak üzere emperyalistlerin boğmak istedikleri Ekim Devrimi’nin Karadeniz-Kafkasya güvenliğinin nereden geçtiği açık değil mi? Bizim için sömürüye son verilen ilk deneyiminin korunması, elbette bir ilke olacaktı. Komünistler Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesi olasılığına, emperyalizme yarayacağı, sosyalizm için kâbus anlamına geleceği için uzak durmuşlardır. 

Aralarında somut bir bağ kurulmuş olsun veya olmasın, yeni Türkiye’nin oluşumuna taş koyan hareketler ile emperyalizm arasında bir çıkar ortaklığı gizlenir. Kürt isyanları Londra’yı heyecanlandırmış, Moskova’yı kaygılandırmıştır. 

*    *    *

Eşyanın tabiatı gibi, komünizm “sınıfçı”dır. 

Osmanlı’nın son ve Cumhuriyet’in ilk dönemindeki Kürt hareketleri sınıfsal olarak feodalite tarafından belirleniyordu. Bu durum, farklı ulusal kimlikler arasında değil, bir ulusal topluluğunun içine dair bir derttir. Feodalite, aşiret yapısı, onlara eşlik eden tarikatlar, herkesten önce yoksul Kürt köylüsünün başının belasıdır. İsyanlarda kanı dökülen bu yoksul Anadolu insanlarının sayısını bile hesap edemiyoruz. Zaten kim nerede görmüş egemenlerin halk kitlelerini cepheye, ölüme sürmediklerini? Sıradan insanların, yoksul halk çocuklarının bize miras kalan büyük acısının, olayın sınıfsallığını örtmekte kullanılmasına izin veremeyiz! 

Bir taraf feodal idiyse, diğer taraf da kapitalizm yolunu seçiyordu. Doğrudur, ama farklı düzenlerin “sömürü” ortak paydasının “eşit mesafe doktrinine” yol vermesi saçma olur. Bir taraf geri olandır, diğer tarafta yurttaşlık vardır, temel eğitim vardır, kadın hakları, kentleşme, halk sağlığı vardır… Salgın hastalıklara karşı mücadele de, okuma yazma seferberliği de, kadınların seçme seçilme hakkı da bizimdir, solundur. Ve sol bundan fazlasıdır. Cumhuriyet kapitalizmin ufkunu aşamadığında kazanımların hepsi yarım kalıyor. Kürtlerin eşit yurttaşlığının reddinde olduğu gibi… Yarım kalmışlık sol tarafından, sosyalizme doğru tamamlanmadığında hikâyenin sonunu biliyoruz. Kapitalizm cumhuriyetin katili oluyor. Hatta sermaye düzeninin sahipleri ve egemenleri utanmadan baskıların, eksiklerin, yanlışların günahını Cumhuriyete, Cumhuriyetçilere fatura ediyorlar!

Türk kapitalizmi Kürt feodallerinden kırpıp kırpıp kapitalist yaptı. Bunlar da sömürünün yenilenmiş düzenine iltihak ettiler. Geriye emekçi halkın yoksulluğu, çaresizliği, inkâr edilmişliği, dökülen kanı kaldı… 

Başlangıçta feodal reaksiyon, merkezileşme karşıtıydı. Merkezileşmenin bir ayağının Kürt kimliğinin baskılanması anlamına geldiği doğruydu, ama ağalık altında ulusal kimliğin çiçek açacağı kuyruklu yalandır. Merkezilik demişken; kim halk sağlığı, eğitim hakkı ve diğer tarihsel ilerlemeleri savunur ve yeniden ayağa kaldırmaya niyetlenirse merkezi bir yapıya ihtiyaç duyacaktır.

*    *    *

Peki, sol ne yapmıştır? 

Siyasetin bir özeti de “güç ilişkisidir.” Sol, bu kavgada verili güç dağılımı ve dengeleri çerçevesinde pozisyon alabilirdi. Çok etkisiz kaldığımız bir gerçek... 

Ancak etkimizin çok ötesine uzanan bir tezimiz olmuştur. TKP’ye ve Komintern’e ait olan bu tezi küçümsemek kimsenin, hele emperyalizm yanlılarının, “İslam kardeşlerinin”, ağalık övgücülerinin, Türk ve Kürt inşaat tekellerinin haddi değildir.

Eski düzenin mağduru olan köylülük, Cumhuriyet Devriminin müttefiki haline getirilmeliydi. Toprak düzenine müdahale edilebilirdi. Bu müdahale mülksüz kitleleri özneye dönüştürebilirdi. Ademi merkeziyetçi feodalitenin tepeden askeri araçlarla değil, Kürt halkının enerjisi devreye sokularak dağıtılması, neden mümkün olmasındı? 

Mümkündür! Sovyetler Birliği’nin parçası köylü ülkelerinde toprakta özel mülkiyete son verilmeye çalışılmış, kooperatifleşme ve devletleştirme modelleri geliştirilmiş, bu doğrultuda köylülük örgütlü kılınmıştı. Buraya kadarı “tezimizdir.” Güç ilişkisiyse bizden yana olmamıştır. Önce TKP’nin işçi sınıfıyla Kürt yoksul köylüleri arasında böyle bir ittifakın temsilcisi haline gelmesi gerekirdi.  

Cumhuriyet başka bir stratejiye soldan zorlanamayınca, çeşitli nedenlerle tarihsel yanlışını yapmış ve sömürülen halka el uzatmak yerine Kürt sömürücüleri karşıt ve yandaş diye bölmeye bakmıştır. Sonuçta Kürtlerin çoğunlukla yaşadıkları bölge onlarca yıllığına aşiret düzenine terk edilmiştir. 

İhmal edilemez bir boyut da feodalite/aşiret yapısının geri ideolojilerin ve tarikat örgütlenmesinin kokuşmuşluğu anlamına geldiğidir. Bu durum, ileride hem solun karşısına çıkartılacak, hem de Cumhuriyeti dağıtan karşıdevrimin kaynaklarından birini oluşturacaktı. 

TKP’nin emperyalizme karşı bir ülke kurmaya çalışan ve Sovyet Rusya ile dostluktan uzaklaşmayan Kemalist hükümete verdiği desteğin içinde Kürt düşmanlığı arayanlar, emperyalizm ve feodal aşiret karşıtlığını örtmek istemişlerdir. Belli ölçülerde başarılı oldukları doğrudur. 

Ama gerçek buradadır. Kürt sorunu üstüne Hikmet Kıvılcımlı’nın yazdıklarında, katledilen köylü kitlesini gerici liderlikten ayırt etme çabasını görürsünüz. Kıvılcımlı partisinin hattına karşı çıkmıyor, tersine bu hattı beslemeye, derinleştirmeye, somutlamaya uğraşıyordu. Meraklısı İhtiyat Kuvvet Şark’a bakmalıdır. Bizim birikimimiz doğrudur, onurludur, ilkelidir, ahlaklıdır.

*    *    *

Öyle olduğu için 1960’larda, artık modernleşme Kürtlere de ulaşıp meyvelerini verdiğinde demokrat/sosyalist Kürt gençleri birinci TİP’i evleri belleyeceklerdi. Geleneksel yapıdan yana, sağcı Kürtler aşiretçi, Barzanici, diğerleri TİP’li oluyordu. 

Kürt sorununda sözünü sakınmayan bir diğer sol kulvar da Doğan Avcıoğlu’nun Yön hareketi tarafından açıldı. Solcu ve Kemalist Avcıoğlu sözünü sakınmamıştır. Dergi koleksiyonları orada duruyor.

Meraklısı TİP’in 1970 Kongresinde aldığı ve 12 Mart darbesinden sonra kapatılmasına gerekçe oluşturan Kürt sorunu kararını okumalıdır. Temelde geçerliliğini bugün de koruyan bu belge solun üstü örtülmek istenen tarihsel pozisyonuna ışık tutmaktadır.

Modern, aydınlanmacı bir Kürt dinamiği Türkiye solunun bağrında doğdu. Ama bundan fazlası, Kürt sorununun bir emek sorunu, bir emekçi sorunu haline gelmesidir. Burjuvazi emekçileri böler. Nasıl geçim kaynağı niyetine emeğinden başka bir gücü olmayan kitlelerin bir bölümünün işsiz bırakılması, yani yedek sanayi ordusu olarak kenara atılması kapitalizmin yasasıysa, bir diğer yasa da emekçilerin dinine, kültürüne, ulusal kökenine göre bölünmesidir. Kürt emekçisinin daha niteliksiz işlerde daha ucuza çalışması, iş cinayetine uğrama olasılığının daha yüksek olması kuraldır. 

İzleyen yıllarda Kürt solcu ve devrimci hareketi adım adım Türkiye solundan ayrışmaya koyuldu. Solu Kürtlüğe yabancı olmakla eleştiren demagoglar, Kürt emekçilerinin ayrı bir devlet kurmak üzere ayrı örgütlenmeleri fikrini sahipleniyor olmalıdırlar. Emekçileri bölme operasyonuna karşı solu silahsız bırakan bu tutumun sorumluluğu da, acaba yeterince güçlü olmadığımız için bize mi yüklenecektir!

*    *    *

Geldik ulusların kendi kaderini tayin hakkına… 

Komünist hareketin saflarında, ülkeler haritasının altüst oluşa gittiği 20.yüzyıl başlarından Sovyetler Birliği’nin yıkılışına kadar bu hakkın bir ilke sayıldığı doğrudur. Kendi kaderini tayin hakkı ayrı devlet kurmayı kuşkusuz kapsar. Ancak örnek olsun Batı Avrupa’nın deniz aşırı sömürgelerinde politik strateji bağımsızlıkken, başka yerlerde farklı olabilmiştir. Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü yitirmesi veya federasyon benzeri modellerle “gevşemesi” komünist hareket tarafından herhangi bir momentte benimsenmemiştir. Kaderini özgürce belirleme hakkı teslim edilen bir halka, ayrılmamasını söylemek, emekçilerin ortak geleceğini birlikte inşa etmeye çağırmak mümkündür. Solun uzun bir dönem pozisyonu bu olmuştur.

1990’lara geldiğimizde ise “kader tayinine” emperyalizm el koydu. Sosyalizmin gerçek ve güçlü bir alternatif olduğu çağda, emekçilerin ve solun önderliğinde hayata geçirilen aynı adlı “hak”, örneğin Irak’ta Barzani ile Talabani aşiretlerine ABD bombaları altında ihale edilmiştir! Yugoslav halklarının devletçiklere dağılması ulusların özgür iradesinin değil, Alman emperyalizminin ve NATO bombalarının eseridir… 

Bu gerçeği dile getirenler Kürt düşmanı ilan edilmiş, bütün bir tarih, mücadeleler, analizler, ödenen bedeller görmezden gelinmiştir. Egemen güçler tarafından en ucuzundan bölücülükle suçlanıp duran, örgütleri kapatılan, militanları ve aydınları en ağır cezalara çarptırılan solu karalamak, yoksul Kürt emekçilerinin işine yaramış olamaz!

*    *    *

Kimlere, neye mi yaradı?

Türkiye otuz yıla yakın zamandır, karşıdevrimci, cumhuriyet karşıtı bir akımın önce ağırlık kazanmasına sonra iktidarını kurmasına sahne oldu. Bu dönüşümün sağlanabilmesi için Kurtuluş Savaşının emperyalizme karşı verilmediği, olayın Türklerin diğer halklara zulmetmesinden ibaret olduğu, laikliğin Müslüman halka zulüm olduğu yolunda bir öykü gerekiyordu. 

Bunun işbirlikçi, saltanatçı, şeriatçı, tarikatçı sağcılar tarafından yazılmasının etkisi ise sınırlı kalırdı. Solun insancıl ve vicdanlı diliyle yazılırsa neler neler olmazdı ki! “AKP demokratik devrimi tamamlıyordu. Sola, Müslümanlara, Kürtlere kan kusturan Cumhuriyet’in karşısına yeni bir ittifak çıkmalıydı. Türkiye gayrimeşru bir oluşumdu. Zaten Sovyet sonrası küreselleşme ulus-devletlerin devrinin kapanması ve ulusal sınırların önemsizleşmesi anlamına geliyordu...” 

Yaratılan bu iklimde solun sınıf vurgusuna, sosyalizm programına, ulusal taleplerin belirlediği dinamiklerin, parçalı toplumsal hareketlerin, kimlik mücadelelerinin de sosyalizm hedefine bağlanması tezine yer yoktu. Sol “günahlarından” arınmak için bütün önceliği Kürt sorununun çözümüne vermeli, Kürt ulusal hareketinin destekçiliğine fit olmalıydı.  

*    *    *

Bu gösterdikleri alanın sola dar geleceğini düşündüler mi, bilmiyorum. Ama olan tam da budur. 

Bir aralık sol-liberalizmin, kimlikçiliğin baskın olduğu, sınıftan kaçışın moda haline geldiği doğrudur. O günler geçmiş, emperyalizmi arkaik bir olgu, sınıf kavramını yetersiz, komünizmi hayal olarak niteleyenler Amerikan ittifakını aklamak için bin dereden su getirmek gibi zor işlere soyunmuşlardır. 

Bir süre önce yeni bir çözüm sürecinin işaret fişekleri atıldı. Bahçeli’nin el sıkıştığı günden bu yana yaşananlar, “analar ağlamasın” sözünün demagojiden ibaret olduğunu tüm açıklığıyla önümüze sermiş oldu. 

Kürt emekçilerinin Amerikan-İsrail şemsiyesi altında ele alınacak bir sorunları bulunmuyor. Esas alınması gereken komünist hareketin tarih tezidir, sahip olduğumuz birikimdir. Sosyalist Türkiye sömürünün olmadığı, eşitsizliklerin her türüne savaş açılmış, kimsenin kimliği nedeniyle bir diğerine göre ayrıcalığa sahip olmadığı bir düzene sahne olacaktır.

                                                            /././  

Akıl eksikliği(V): Türkiye bağımlı mı, yayılmacı bir ülke mi?-Erhan Nalçacı-

En nihayet bugün anti-emperyalist olmak sadece Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığına değil, Türkiye’nin emperyalist faaliyetine de karşı olmak anlamına geliyor. 

Sol çevrelerde Türkiye’nin emperyalizme bağımlı az gelişmiş bir kapitalist ülke olduğu tezi çok yaygın. AKP’ye muhalif milliyetçi kanatta da Türkiye’nin borçları yüzünden Düyun u Umumiye’nin eşiğinde olduğunu söyleyenlere çok rastlanıyor.

Öte yandan Türkiye sermaye sınıfı giderek artan yayılmacı bir pozisyon izliyor. En son Erdoğan’ın sözleri yayılmacılığın geldiği noktayı belgelemiş oldu: “Türkiye Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin km kare ile sınırlandıramayız. Türk milleti mukadderatından kaçamaz saklanamaz. Tarihin millet olarak bize yüklediği misyonu görmek ve buna göre hareket etmek mecburiyetindeyiz. Burunların dibini görmekten aciz olanlar bunu anlamayabilir.” 

Türkiye’nin emperyalizme bağımlı mı yoksa kendisi emperyalist bir ülke mi olduğu tartışması olayları metafizik olarak kavramanın ürünüdür. Akıl eksikliği olguları donuk, değişmez ve durağan görür, süreçten koparılmış bu olgu ya aktır ya karadır.

Oysa Türkiye’de sermaye birikimi tarih içinde dünya ile birlikte sürekli bir hareket içindeydi ve ancak sürece yayılan zıtların çelişkisi içinde değerlendirilebilir. O zaman bu olgunun hem bağımlı hem yayılmacı olduğunu kavrayabiliriz.

Osmanlı son dönemini bir yarı-sömürge ülke olarak tamamlamış, Cumhuriyet kurulurken iktisadi kısıtları ve zorlukları devralmıştı. Eğer 1923’te gerçekleşen İktisat Kongresi’ndeki liberal kararlar 1929 sonrası yürürlükte kalsaydı Türkiye büyük olasılıkla çok erken dönemde emperyalizme bağımlı hale gelecekti. Ancak 1933’te başlayan planlı ve devletçiliğe dayalı iktisat politikaları bu zincirin kırılmasını sağladı. Türkiye hızla sanayileşirken emperyalizmin tuzaklarına karşı şerbetli hale geliyordu.

Hikâyeyi hepimiz biliyoruz, 1946 sonrası dünyanın yeni konjonktüründe Türkiye sermaye sınıfı sınıfsal korkuları nedeniyle adeta bağımlılığı tercih etti. Marshall Yardımı ve NATO üyeliği, daha sonra Avrupa Gümrük Birliği anlaşması çok sayıda tuzağı içeriyordu ve Türkiye’yi halen etkileri devam eden bir bağımlılığa mahkûm etti.

30’lu yıllardaki dış ticaret fazlası veren ekonomi 1945 sonrası kronikleşmiş bir cari açığa mahkûm oldu. Cari açık borçlanma ile telafi edilmeye çalışıldıkça Türkiye daha çok sömürüldü ve daha çok bağlandı. Türkiye kapitalizmi gelişse de göreceli olarak yüksek teknoloji üretemeyen orta gelişkinlikte bir kapitalizme seviyesine takıldı. Halen motor üretme kapasitesindeki sınırlılıklar aşılmış değil ve Türkiye Batı emperyalizminin kapısında savaş uçağı almak için bekliyor.

Bu sürecin getirdikleri Türkiye’yi emperyalizme bağımlı bir ülke yapıyor. Cari açık azalma eğilimi gösterse de plansız, kısa vadeli çıkarlara bağlı akılsızlık önemli bir dış borç sorununu günümüze taşıdı. Halen Türkiye’nin dış borcu 500 milyar dolar civarındayken bunun 300 milyar dolar kadar kısmı kısa vadeli borçlar olarak bağımlılık ilişkisini pekiştiriyor.

Öte yandan son 35 yılda ama özellikle AKP döneminde çok önemli bir sermaye birikim dönemi yaşandı.

Öncelikle sermaye yatırımları için kolaylaştırıcı iklimin nasıl yaratıldığına bakmak gerekiyor. İşçi sınıfının örgütsüz ve savunmasız bırakıldığı bu süreçte çok yüksek bir sömürü oranı yaratıldı. Düşük ücretler ve uzun çalışma saatleri, sendikal mücadelenin devre dışı bırakılması, yargının hemen tamamen sermaye yanlısı haline gelmesi sermaye dostu iklimin oluşmasında başlıca faktörlerdi. Çevrenin kirletilmesinin bedelsiz oluşu, vergi indirimleri ve teşvikler bir patronlar cenneti yarattı. Bu durum Türkiye’ye hacimli bir sermaye akımına neden oldu. 2002 yılına kadar sadece 15 milyar dolar civarında dışardan sermaye yatırımı gerçekleşirken, bu rakamın 2003-2023 döneminde 260 milyar doları geçtiği söyleniyor. 

Örneğin, Türkiye’de artık dünyadaki birçok otomotiv tekelinin fabrikası bulunuyor. Bu bir yanıyla bir bağımlılık mekanizmasıdır ama öte yanıyla yayılmacılığın nesnel temellerinden biridir.

Türkiye’de sermaye birikiminin diğer bir yönü ise kamu mallarının, KİT’lerin, liman ve madenlerin, kamu arazilerinin yağmalanması ve sermayeye devriydi. Hemen hemen tamamı AKP döneminde gerçekleşti.

Böylesine bir sermaye birikimi sermaye sınıfını yurtdışı yatırımlara yöneltti. Nasıl Türkiye’de emekçiler için bir sömürü cehennemi sermaye için bir yatırım cenneti yaratıldıysa dünyada da benzer bir süreç işlemişti. 

2024’te yapılan yurtdışı yatırım anketi gerçeği yansıttığı kadarıyla çarpıcı sonuçlara sahip. Türkiye kökenli şirketlerin 130 ülkedeki yatırımları 60 milyar dolara yaklaşıyor 190 bine yakın işçi yurtdışında çalıştırılıyor. Sadece Koç’ların çalıştırdığı 120 bin civarı işçiden dörtte biri yurt dışında bulunuyor. Koçların yatırım alanları Avrupa’yı saymazsak, Güney Afrika ve Mısır’dan Pakistan ve Bangladeş’e kadar uzanıyor.

Böyle bir yurtdışı sermaye yatırımının Türkiye’de devletin yeniden organizasyonuna neden olduğu anlaşılıyor.

Yeni-Osmanlı söylemi çok tuttu ve uluslararası bir tanımlama haline geldi. Bu söylem zamanında Osmanlı İmparatorluğu’nun yayılması, İslamcılığı ve askeri yeteneklerine bir gönderme yaparak Türkiye sermayesinin yayılmacılığına bir meşruiyet kılıfı sağlıyor.

Oysa Osmanlı bir merkezi feodal devletti, toprak fethi ve buna dayanan rant temel sömürü mekanizmasıydı. Şimdi ise bazı fetihçi özelliklere rastlanmasına rağmen temel yayılma mekanizması emperyalizme dayanıyor. Sermaye ihracatı, ücretli emeğin sömürüsü ve buna bağlı sermaye ihraç edilen ülkelerde siyasi hegemonya inşası diye kısaca özetlenebilir.

Aşağıdaki harita Türkiye’nin şu veya bu şekilde asker bulundurduğu ülkeleri gösteriyor.

Türkiye’nin dünyada asker bulundurduğu ülkeleri gösteren harita Türkiye sermayesinin yayılma bölgesi hakkında kabaca da olsa fikir veriyor.

Bu haritaya Türkiye’de son 20 yılda gelişen askeri-sınai kompleksinin silah ihraç ettiği ülkeleri de ilave etmek gerekiyor. Çünkü silah ihracatı ihraç edilen ülkede çoğu kez bir bağımlılık türü yaratıyor.

Yine Türkiye’nin diğer emperyalist devletlerin yaptığı gibi TİKA veya Yunus Emre Vakfı gibi aracı kurumlarla hegemonya insaşına katıldığı görülüyor.

Dolayısıyla Türkiye’yi sadece orta gelişmişlikte bir bağımlı kapitalist ülke olarak görmek büyük bir körlük anlamına geliyor. Türkiye emperyalizme bağımlılığın yanında emperyalist hiyerarşide yükselmeyi hedefleyen bir ülkedir. PPP cinsinden ülkelerin ulusal gelirlerine göre dizildiği sıralamada Türkiye’nin 12. sırada olması bu gerçekle ilgili.

Bu gerçek çok şey söylüyor bize. Türkiye’nin kurtuluşu bağımlılıkla yayılmacılık arasındaki çelişkiye emekçi sınıfların müdahalesiyle gerçekleşecek. Ve böylesine bir zıtların birliği ve çelişkisinin yaratacağı büyük meşruiyet sorunları kaçınılmaz olarak önümüze gelecektir.

En nihayet bugün anti-emperyalist olmak sadece Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığına değil, Türkiye’nin emperyalist faaliyetine de karşı olmak anlamına geliyor. 

                                                                  /././

Antalya falezleri yok oluyor!-Yusuf Yavuz-

Kent merkezi için büyük bir şans olan bu benzersiz biyolojik çeşitliliği koruyamayan Antalya, kısa vadeli kazançlar uğruna birçok canlı türünün yaşam alanını yok ediyor.

Antalya’nın önemli doğal miraslarından biri olan falezler önce kentleşme baskısıyla betonlaştı, bugün ise turizm amaçlı kıyı kullanımı yüzünden tahrip ediliyor.

Kent merkezinde Konyaaltı ve Muratpaşa ilçeleri sınırlarında yer alan falezler, Akdeniz foku, gökdoğan büyük nalburunlu yarasa, yalıçapkını ve atmaca gibi canlı türlerinin yanı sıra onlarca bitki türüne de ev sahipliği yapıyor. Ancak iki ayrı koruma statüsünün yanında uluslararası sözleşmeler ve Kıyı Kanunu’nun kısıtlayıcı hükümlerine rağmen falezlerdeki tahribat bir türlü durdurulamıyor.

Otellerin inşa ettiği iskeleler, asansör, kafe ve restoran gibi kullanımlar yüzünden kentin denize bakan yüzü giderek tahrip oluyor. Kıyı işgallerinden elde edilen "işgaliye" ücretlerini "kamu yararı" olarak gören İdarenin göz yumduğu tahribatlar, Antalya’nın turizmdeki en önemli avantajlarından biri olan doğal mirasın yok oluşunu da hızlandırıyor.

Bir gün Akdeniz foku, bir gün balyoz sesi

Antalya’nın Muratpaşa ilçesi Şirinyalı Mahallesi’nde bulunan 5 yıldızlı bir otelin sahilinde asansör yapımına başlandığı iddiası kent kamuoyunda tepkiyle karşılandı. Önceki gün Akdeniz fokunun görüldüğü kıyıda, ertesi sabah balyoz sesleri eşliğinde inşaat çalışmasının başladığını gören vatandaşlar, falezlerdeki inşaatın tadilatta olan otelin kıyı kullanımı için asansör yapmak amacıyla başladığını öne sürdü.

Lara bölgesinde falezlerin üzerindeki Akra Barut Otel tadilata alındı. Otelin falezlerin üzerine asansör inşaatına başlaması tepki çekti.

Antalya falezlerinin kara kesimi Nitelikli Doğal Koruma Alanı, deniz kesimi ise Cumhurbaşkanı Kararı ile Kesin Korunacak Hassas Alan ilan edildi. Falezlerin denizle buluştuğu bölge açıkları ise nesli kritik olarak yok olma riski altındaki Akdeniz fokları (Monachus monachus) için yaşam alanı. Tüm dünyada sayıları 700 civarında olan Akdeniz foklarının yaklaşık 100 kadarının Türkiye’de yaşadığı biliniyor. Antalya kıyılarındaki falezlerin olduğu bölge ise Akdeniz foklarının tüm Akdeniz’deki son sığınakları arasında.

Korunan alanlar için mevzuat çok, koruma yok

Ancak Antalya falezleri turizm ve kıyı kullanımı baskısı yüzünden yeterince korunamıyor. Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa’nın Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi (Bern) ile Akdeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması (Barselona) sözleşmelerinin yanı sıra ulusal mevzuatta yer alan Kıyı Kanunu ve Milli Parklar Kanunu gibi düzenlemelerin kısıtlayıcı hükümleri bulunuyor.

Ayrıca 2020 yılında çıkarılan 5/1 Numaralı Ticari Amaçlı Su Ürünleri Avcılığının Düzenlenmesi Hakkında Tebliğ, Akdeniz fokunun yaşadığı sualtı ve su üstü girişli kıyı mağaralarında ışık kullanmayı ve her türlü vasıta ile dalışa yasaklama getirdi. Ancak korumadan yana alınan bunca tedbir ve ilgili mevzuat falezler konusunda bir türlü sağlıklı biçimde işletilmiyor.

Son yıllarda Antalya’da sık karşılaşılan yavru fok ölümleri de, bu tedbirlerin yeterince alınamadığının bir göstergesi.

                                     Lara kıyılarında falezlere yapılan asansörlerden biri.

Yavaş işleyen bürokrasi, koruma çabası için caydırıcı unsur

Antalya falezlerinin doğu kesiminde son yıllarda birbiri ardına başlayan asansör yapımları, otellerin kıyı kullanımını kolaylaştırmayı amaçlıyor. Duyarlı vatandaşların falezlerdeki tahribatlara ilişkin yaptığı şikâyet başvurularının sürüncemede bırakılması ve belediyeler ile ilgili bakanlıklar arasındaki evrak ve bürokrasi trafiği, telafisi olanaksız zararların doğmasına neden oluyor. Zamanında müdahale edilemeyen usulsüz işlem ve uygulamalar yüzünden bir zamanlar denize dökülen şelaleleriyle ünlü bu karstik miras asım adım yok oluyor.

Falezler sadece 'manzara seyredilen kayalıklar' değil

Falezlerin yalnızca "deniz manzarasının seyredildiği kayalıklar" olarak görülmesi koruma çabalarını da güçleştiriyor. Akdeniz’in milyonlarca yıllık öyküsünü de barındıran falezler, Antalya’nın en önemli jeolojik miraslarından biri.

Aynı zamanda çok sayıda bitki ve canlı türüne de ev sahipliği yapan falezlerde yapılan bilimsel çalışmalarda falezlerin doğu kesiminde tespit edilen bitki türleri arasında, pişik geveni (Acantholimon acerosum), sıyırcık (Daphne gnidioiedes), Lara çöveni-etekli çöven (Gypsophila pilulifera), boynuzlu şebboy (Matthiola longipetala subsp.), tüylü ferace (Petrorhagia hispidula), Serik zarçiçeği (Petrorhagia pamphylica) gibi türler yer alıyor.

Konyaaltı bölgesi falezlerinde ise ağırlıklı olarak maki topluluklarının yayılış gösterdiği tespit edildi. Bunlar arasında püren (Erica manipuliflora), ipeksi defne-gökçe (Saphne sericea), çılbırtı (Fontanesia philliraeoides), defne (Laurus nobilis), mersin (Myrtus communis), zeytin (Olea europaea), akşakesme (Phillyrea latifolia) kermes meşesi (Quercus coccifera) gibi bitkiler yer alıyor.

                     Antalya Divan (Talya) Oteli inşaatı falezlere en çok zarar veren yapılaşmalardan biri.

Endemik türler de yaşıyor

Antalya falezlerinde ayrıca kayalık vejetasyonunun karakteristik bitkileri olan ak andızotu (Inula heterolepis), sarı banotu (Hyoscyamus aureus) gibi türlerin yanında nesli tehlike altında bulunan Antalya topuzu (Echinops antalyensis) ile endemik türler arasında bulunan yalışincarı (Onosma strigosissima) ve koca havacıva (Alkanna macrophylla) yer alıyor.

Antalya falezleri ve yakın çevresini yaşam alanı olarak seçen türler arasında ayrıca Mısır meyve yarasası (Rousettus aegyptiacus), Büyük nalburunlu yarasa (Rhinolophus ferrumequinum), Gümüş martı (Larus michahellis), Akdeniz martısı (Larus melanocephalus), Öter ardıç, (Turdus philomelos) ve kızıl kirazkuşu (Emberiza caesia) bulunuyor.

Falezlerdeki boşluklar onlarca tür için yuvalama alanı

Falezlerdeki kayalıkları kullanan türler arasında Gökdoğan, kaya kırlangıcı, yalıçapkını, duvar tırmaşıkkuşu, kaya güvercini ve atmaca yer alıyor. Ötleğen, boyunçeviren, arap bülbülü, gibi ötücü türler de falezler ve yakın çevresinde görülen türler atasında. Falezlerdeki boşluklar, bu türler için barınma ve yuvalama işlevini görüyor. Falezlere yapılan her türlü müdahale, bu canlı türleri için habitat kaybı anlamına geliyor.

Falezlere sırtını dönen turizm kenti

Dünyada çok az kent böylesi falezlere sahip. Peru’daki Paracas Ulusal Parkı, etkileyici ve çıplak kıyı uçurumlarını da barındırıyor. Deniz aslanları ve penguenlerin de yaşam alanı olan Paracas Ulusal Parkı’nda sıkı koruma tedbirleri uygulanırken aynı zamanda ülkenin en önemli turistik alanlarının başında geliyor. Doğal kaynak yönetiminin sağlıklı işlediğinde yerel halka da önemli bir ekonomik kaynak aktarılabildiğinin örneklerinden biri olan Paracas Uusal Parkı, dünyanın her yerinden ziyaretçiyi ağırlıyor.

Kıyı koruma konusunda Fransa’nın ortaya koyduğu model ise daha önemli. Atlas Okyanusu, Manş Denizi ve Akdeniz’e kıyısı olan Fransa’da gösterişli kıyı uçurumları (falezler) da bulunuyor. Türkçede "yalıyar" olarak kullanılan kıyı uçurumları, Fransızcadan (Falaise) dilimize geçen falez kelimesi son yıllarda daha yaygın kullanılıyor.

Fransa örneği: Kamulaştırılan kıyıları çevre polisi koruyor

Fransa’da kıyıları korumak için 1975’te kurulan Kıyı Koruma Ajansı (Conservatoire du Littoral), her yıl kıyı alanlarını kamulaştırarak o bölgelerde yaşayan halk ve yerel yönetimlerin de iş birliği ile bu alanların korunmasını sağlıyor. Ajansın amblemi ise kıyı kumullarında yetişen bir tür boğa dikeni. Tıpkı Antalya falezlerinde yetişen ve nesli tehdit altında olan Antalya topuzu gibi bir tür bu. Ajans bünyesinde 900 civarında kıyı koruma görevlisi var ve bunlar yerel halktan, derneklerden seçiliyor. Bu görevliler 300 civarında ‘Çevre Polisi’nin gözetiminde görev yapıyor. Hem doğa, hem de insanların canı korunuyor.

Kıyı Koruma Ajansı bugüne kadar yaklaşık 2,5 milyon dekarlık bir kıyı alanını kamulaştırarak koruma altına almış. Sadece denizler değil, iç sular, göller, sulak alanlar da korunuyor. Binden fazla üretici kurumun gözetiminde midyeden balığa, karidesten kurbağaya çeşitli ürünler üretiyor. Tarımsal üretim de destekleniyor. 2050 yılı için 3 milyon 200 bin dekarlık kıyı alanını daha kamulaştırma hedefi koyan Ajansın yönettiği kıyı alanlarında yıllık ziyaretçi sayısı 40 milyon civarında. Korunmuş bir doğa, denetim altında üretilmiş kaliteli ürünler ve her yönüyle bilgilendirilmiş mutlu ziyaretçiler. Fransa’nın kıyı koruma modelinde kamulaştırılan alanlar üzerinde siyasiler ve hükümetin istediği gibi değişiklik yapma şansı da yok. Bu alanların amaç dışı kullanımına izin verilmiyor ve sıkı kurallarla korunuyor.

Mavi bayrak sayısıyla övünülürken kıyılara ihanet ediliyor

Antalya’da ise falezler ve genel olarak kıyı alanları büyük ölçüde şezlong-şemsiye-büfe-restoran-kafe rantıyla yönetiliyor. Birçok koruma şemsiyesi olmasına karşın kıyı alanları korunamıyor.

Kıyıları korumayı değil, turistik cazibeyi özendirmeyi amaçlayan ve tamamen etiketten ibaret olan "mavi bayrak" sayısı ile övünen kentteki kıyı alanları her geçen yıl kullanım baskısı yüzünden cazibesini yitiriyor. Antalya falezleri boyunca bu değerli doğal mirasın önemi ve işlevine ilişkin yapılacak bilgilendirme tabelaları ve belirli noktalarda oluşturulacak ziyaretçi merkezleri ile kent halkı ve ziyaretçiler bilgilendirilebilir.

Dünyada kıyılarında Akdeniz foku gibi canlı türlerinin yaşadığı, kayalıklarında endemik bitkilerin bulunduğu çok kent yok. Birçok Avrupa ülkesinden daha zengin biyolojik çeşitliliğe sahip olan Antalya, bu zenginliğe sırtını dönerek turizm çeşitliliğini de giderek yitiriyor.

                                                             /././

Gümrükten dönen gıda ürünleri endişesine soframızdaki eklendi: 'Artık toprağımız da zehirli' -Aslı İnanmışık-

İhraç ettiğimiz gıda ürünleri gümrüklerden geri dönüyor. Bu ürünlerin iç pazarda satıldığı endişesi hakim. Asıl problemse toprakta. Yediğimiz ürünler soframıza gelene kadar defalarca ilaçlanıyor.

Türkiye pek çok ülkeye meyve-sebze ihraç ediyor. Ticaret Bakanlığı'nın verilerine göre dünya çapında serbest bölgeler dahil, 120'den fazla noktaya meyve-sebze sevk ediliyor. Avrupa Birliği, Ortadoğu ve Körfez ülkelerindeki pazar payları da giderek artıyor. Almanya, Ukrayna, Romanya ve Irak ihracat yapılan başlıca ülkelerden.

Ancak son aylarda özellikle Avrupa’dan en çok zehirli madde bildirimi alan ülkelerin başında Türkiye geliyor. En son geçtiğimiz günlerde Avrupa Komisyonu’na bağlı Gıda ve Yem için Hızlı Alarm Sistemi (RASFF) Türkiye’den Almanya’ya ihraç edilen antep fıstıklarında "en zehirli tür Aflatoksin B1" tespit edildiğini duyurdu.

Almanya "riskli" koduyla antep fıstıklarını geri gönderdi.

Türkiye, dünyanın önde gelen incir üreticisi ve ihracatçısı. Geçtiğimiz haftalarda İspanya, Türkiye’den gelen kuru incirleri analiz ettiğinde izin verilen limitin yaklaşık 49 katı "Okratoksin A" maddesi tespit etti. İncirler İspanya'ya sokulmadı.

Bakan 'mevzuata uygun olmayan ürünleri imha ediyoruz' dedi ama...

Zehirli madde bildirim haberleri üzerine Tarım ve Orman Bakanlığı da açıklama yaptı. Bakanlık konuyu takip ettiklerini, Avrupa sınırından "zehirli madde" denilerek geri gönderilen gıdaların kontrol edildiğini, mevzuata uygun olmayan ürünlerin imha edildiğini iddia etti.

"Pestisit kalıntı oranını son 3 yılda yüzde 35 azalttık" dedi.

3 yıl önceki duruma ilişkin detaylı bilgiyse paylaşmadı.

https://x.com/ibrahimyumakli/status/1866547796205350941

'O elma önünüze gelinceye kadar en az 15 kez ilaçlanıyor'

Zehirli denilen bu kimyasal maddeler öncelikle üretici tarafından verimi artırmak için ürün ortaya çıkma aşamasındayken ve ticaretini yapanlar tarafından saklama aşamasındayken defalarca kez kullanılıyor. 

Konuyla ilgili sorularımızı yanıtlayan 9 Eylül Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü Emekli Öğretim Üyesi Dr. Enver Yaser Küçükgül de, Türkiye'de kullanılan zirai mücadele ilaçlarının sıkı bir denetimi olmadığını vurguluyor. Küçükgül, tarım il müdürlüklerinin çiftçilere bitki bakımıyla ilgili tavsiyelerde bulunduğunu, önerilen ilaçların dozlarınınsa kontrolsüz kullanıldığını belirtiyor. 

Zehirli ilaç kullanımına karşı çeşitli çözümlerin bulunduğunu ifade eden Küçükgül, "İlaç kullanımını kontrol altına alırsanız, kime hangi ilacı sattığınızı barkodlayıp işlerseniz denetim sağlanır" diyor ve tarlaların yanlarındaki toksik ilaç atıklarına da dikkat çekiyor.

Küçükgül, bitkilerde her bir sezonda 2-3 kere ilaçlama yapıldığını aslında artık toprağın da zehirli hale geldiğini söylüyor:

"Pazarda tezgahta güzel bir elma gördünüz. O elma önünüze gelinceye kadar en az 15 kez ilaçlanıyor. Yetiştirirken 10 kez ilaçlanıyor, depolandığı stok sahasında, soğuk hava depolarında koruma altında tutmak için yine ilaçlanıyor. Meyvenin kabuğunu soymak yetmiyor. Bu zehirler yediğiniz ürünün içerisine kadar işlemiş oluyor. Ve biz bütün bunları gelişmiş ülkelerin gümrük kapılarından öğrenebiliyoruz. Tarlalarımız neden analize tabi tutulmuyor? Tarım ve Orman Bakanlığı'nın görevi ne?"

Avrupa Birliği'nden "aflatoksin" yani küf nedeniyle geri gönderilen ve Mersin Limanı'nda gümrükte bekleyen 20 bin kilogramdan fazla kabuklu antep fıstığının ihaleyle iç piyasaya satıldığı iddia edildi. Bakanlık haberin tamamen asılsız olduğunu, kamuoyunu yanıltmak maksadı taşıdığını söyleyerek yalanladı. Tarım ve Orman Bakanlığı sitesinde aflatoksinler, için "Kuvvetli zehir ve kanserojen maddelerdir. En zehir etkili olanı hem kanser hem de gen yapısını değiştirebilen Aflatoksin B1’dir" deniliyor.

Uçsuz bucaksız verimli toprağın arasında yaygınlaşan seracılık: 'Akdeniz'e giderseniz her yerin bembeyaz olduğunu görürsünüz'

Ülkemizde en büyük tarım alanlarının genellikle örtü altı tarımı yani seracılık olduğunu söyleyen Küçükgül, sebze-meyvelerin yüzde 80'inin Akdeniz Bölgesi'nden dağıldığını hatırlatırken, durumun çarpıcılığını şöyle anlatıyor: "Gidip Akdeniz'i gezerseniz her yerin bembeyaz olduğunu göreceksiniz çünkü her tarafta sera örtüleri var. Yani en önemli tarım alanını kimyasal maddelerle muhatap ediyorlar. Üstü örtülen bir alanda, sıcaklık kontrolü de yapıyorsanız o toprakta parazitler ve meyveye sebzeye zarar veren yabancı bakteriler patojenler hızla ürer. Bunu engellemek için en kuvvetli zehirleri vermek durumunda kalıyorlar."

Zehirlemenin aşamalarını da şöyle açıklıyor:

"Daha henüz meyve aşamasında değilken öncelikle toprak zehirleniyor. Bu zehirlenmeye 'sit' sülalesi yanında, ağır metal bileşikleri de sebep oluyor. Bakterileri öldürüyorlar. Böylelikle toprakta bir küf ya da mantar oluşumu da meydana gelmiyor.  Sulama yapıldığı zaman, yeraltı sularına karışan toksik kimyasal madde oranı arttığı gibi ağır metaller de artıyor.

Arsenik, kadmiyum, kurşun, nikel miktarları hızla artınca o sular içme suyu ya da sulama suyu olarak kullanılamaz hale gelir. Bu yetmezmiş gibi taşkın, sel gibi yüzey akışlarıyla bu sular akarsulara da karışır. Oralarda canlı kalmaz. Akarsular da bu suları denizlere taşır, denizlerde de balık miktarı hızla düşer. Ekosistem bir tekerleğin çevresindeki unsurlar gibidir, tekerden bir dilimi çıkarırsanız teker dönemez dağılır. Ekosistem de birbirine zincirle bağlı gibi düşünerek hareket etmeliyiz."

                                         Adana ve Mersin'in havadan görüntüsü.

'Eski referanslarla hareket ediliyor'

Bitki, insan ve hayvan sağlığı için şu anda dünyada geçerli olan standartların 1970-1980 yıllarında oturtulduğuna işaret eden Küçükgül, eski referanslarla hareket edildiğinin de altını çiziyor: 

"1970'li yıllarda insanların bildiği kimyasal molekül sayısı 5-6 milyon civarındaydı. Şimdi bu sayı 149 milyona ulaştı. Ve ticari olarak hangi molekül nasıl kullanılıyor bunların bir denetimi bizim gibi ülkelerde yok. Sadece zararlılardan bahsediyoruz üstelik. Takviye ilaçlar da var. Bunlar da toksik kimyasal moleküller."

'Türkiye'de tehlikeli atık imha tesisi yok'

"Yabancı ülkelere giden meyve sebzede tarım ilacı saptandığı zaman, bir madde tehlikeli ve zararlı bulunuyorsa o meyve sebzelerin 'zararlı ve tehlikeli atık' kapsamında alınması gerekir" diyen Küçükgül, gümrük kapısından dönen ürünlerin durumuna da dikkat çekerek, bakanlığın tehlikeli atık imha tesisi olması gerektiğini söylüyor. Ancak ülkemizde böyle tesisler bulunmadığını da belirtiyor.

Enver Yaser Küçükgül şöyle konuşuyor:

"Gümrükten dönen bu mallara bakanlık el koyup, tehlikeli atık bertaraf tesisine götürüp orada imha etmesi gerekirken, 'standardı düşük ülkelere satma' önerileri getiriliyor. Bu mallar Avrupalıya zararlı da Afrikalılara zararlı değil mi? Bu mallar bizim insanımıza da yediriliyor. Devlet imha edip belgesini paylaşmalı normalde. Bunu üretenler de işaretlenmeli, sicil oluşturulmalı, uyarı kodu kullanılmalı. Eğitmenin yolu sıkı denetim ve sonucunda ceza uygulamaktır." 

"Aflatoksin"in birinci dereceden kanserojen olduğunu belirten Küçükgül, özellikle baharatların ve yemişlerin güneşte kurutulmasıyla ortaya çıkan bu maddenin büyük tehlike yarattığını anlatıyor. Alternatif kurutma yöntemlerinin Avrupa'da kullanıldığını, Türkiye'de de uygulanmasının mümkün olduğunu dile getirerek "Aslında her şeyin akılla, fenle çözümü mümkün" diyor.

                                                                 /././

Fabrika sessiz, şehir sessiz, işçi yalnız: Volkswagen’de uzlaşma sonucu 35 bin işçi işten çıkarılacak -Umur Yazman-

1994’teki mücadelenin ruhunu taşıyan masadan kalkmış işçilerin, sadece masaya geri dönmeleri değil, mücadeleye de hazır olmaları gerekiyor.

Cuma günü öğleden sonra Almanya'daki haber ajansları, Volkswagen şirketi temsilcileriyle IG Metall sendikasının işyeri temsilcileri arasında sürdürülen ve kısa uyku araları dışında yaklaşık 70 saat süren son toplu sözleşme görüşmelerinde uzlaşmaya varıldığını duyurdular.

Halbuki daha iki gün önce, perşembe günü sendikanın verdiği bilgiye göre işveren temsilcilerinin bazı başlıklarda ayak diretmeleri nedeniyle görüşmelerin kısmen tıkandığı açıklanmıştı.

Anlaşma haberi duyulur duyulmaz, henüz her iki taraf da uzlaşmayı resmen onaylamadan önce, “uzlaşma”dan hangi tarafın kazançlı çıktığı borsadan gelen bir haberle belli oldu. Buna göre “borsa uzlaşmayla rahatlamış” ve VW hisseleri, Almanya'nın en önemli borsa endeksi DAX'ta yaklaşık yüzde 2,4 artışla zirveye yerleşmişti.

Gelen haberlere göre, varılan uzlaşma sonucu, daha önce birçok fabrikanın kapatılacağı duyurulmuşken, sadece Osnabrück’teki fabrikasının satılması kararlaştırılmıştı. 

Ayrıca bu uzlaşmayla, planlanan tasarruf hedefine de ulaşılacaktı. Açıklamalara göre 4 milyar avro tasarruf edilmesi planlanıyordu. 

Halbuki Volkswagen şirketi, sadece 6 ay önce, Haziran ayında hissedarlarına 2023 mali yılı için toplam 4,5 milyar avro tutarında temettü dağıttı. Şirket bu yıl da, araba satışlarının ve kârlılığın düşmesine rağmen sermayedarları memnun edecek şekilde temettü dağıtımına devam edeceğini de geçtiğimiz günlerde açıklamıştı.

Borsa endeksindeki son yükseliş de bu durumun bir sonucuydu, kapitalizmin neden olduğu sorunlar, işçilerin sırtına yüklenirken, işçilerin yarattığı zenginlik sermaye arasında dağıtılıyordu.

Fabrika sessiz, şehir sessiz, işçi yalnız

Almanya’da iki ay sonra yapılacak genel seçimler kapıdayken, on binlerce işçiyi hemen işsiz bırakacak bir adımın, hem de şirketin fabrikalarının bulunduğu Aşağı Saksonya eyaletinin Volkswagen'in en büyük hissedarlardan biri olduğu koşullarda, atılması gerçekçi değildi.

Hedeflenen aslında, işçilerin kazanılmış hakları üzerinden elde edilecek birkaç milyar avroluk tasarruftan çok, işçileri ve kamuoyunu seçimlerden sonra uygulanacağı sermaye çevreleri tarafından duyurulan büyük sosyal saldırının Volkswagen ayağına alıştırmaktı. Tabii bir de işçilerin verecekleri tepkileri ölçmek, önümüzdeki dönem atılacak adımlar için önemliydi.

Cuma günü akşam saatlerinde beklenen haber geldi. Volkswagen yönetimiyle sendika temsilcileri arasındaki uzlaşma, anlaşmayla sonuçlanmış ve yetkili kurumlar tarafından onaylanmıştı.

                                   Protestolarda işçiler temsili olarak Volkswagen'in tabutunu taşımıştı.

Sendika ve sermaye el ele işçilerle alay ediyorlar

Şirketle sendika temsilcilerinin verdikleri bilgiye göre 2030 yılına kadar Volkswagen fabrikalarından 35 binden fazla işçi çıkarılacak. Şirketin açıklamasına göre işten çıkarmalar “toplumsal olarak kabul edilebilir bir şekilde” yapılacak.

IG Metall temsilcileriyse müzakerelerin sona ermesini bir ''başarı'' olarak değerlendiriyorlar. Sendikaya göre, anlaşmayla fabrikaların kapatılması ve işten çıkarmalar büyük ölçüde önledi. Ayrıca iş güvencesi 2030 yılına kadar uzatılacak. Bunun karşılığında çalışanlar doğrudan ücret artışlarından vazgeçecek ve ikramiyeler azaltılacak.

Sendikaya göre işten atılacak 35 binden fazla işçi, geri kalan işyerlerinin korunması karşılığında ödenmesi gereken acı ama zorunlu bir bedel.

Sermaye somut olarak bir şey vermeden, pazarlık için öne sürdüğü taleplerin bir kısmından vazgeçerken, işçilerin hem ücretleri düşürüldü hem de tam tersi söylenmesine rağmen işten çıkarmalar meşrulaştırıldı.

Son uzlaşmayla görüldü ki, sendikalar günü kurtarmak için sermayeyle kavgasız gürültüsüz uzlaşmaya çalışırken, sendikaya “üye” olanlar da dahil, ezici çoğunluğu “örgütsüz” olan işçilerse bir bekleyiş içindeler.

Bu koşullarda işçilerin bu anlaşmayla büyük bir hayal kırıklığına uğrayacakları belliyken, nasıl bir tavır takınacakları henüz belirsiz. 

Yine de geçtiğimiz günlerde Volkswagen’in Hannover fabrikalarında çalışan işçilerle yaptığımız sohbet, bu konuda bir fikir veriyor.

Hannover'de bir tek Volkswagen patronu konuşuyor

Geçtiğimiz hafta sonu Hannover’in kahvehanelerinde, Volkswagen iş güvencesi anlaşmasının feshiyle ilgili olarak taraflar arasında görüşmeler sürerken, göçmen işçilerle sohbet ettik.

Hannover’deki fabrikada 14 binden fazla Volkswagen işçisi çalışıyor. Özellikle Türk işçilerin yoğunlukta olduğu bu mekânlarda, fabrikadaki sessizliğin ne kadar derin olduğunu hissetmek mümkün. Konu dışarıda büyük tartışmalara yol açmışken, içeride neredeyse hiç konuşulmuyor.

Görüşmelerimiz sırasında, farklı hikâyelerle aynı tablo ortaya çıktı: Sessizlik, belirsizlik ve örgütsüzlük.

Emekli işçi "Yalçın" ile yaptığımız sohbette, 1994’te kazanılan hakların nasıl bir mücadeleyle alındığını anlattı. “O zaman herkes bir aradaydı, sendika da vardı, biz de vardık” dedi. Ancak bugüne dair sorular yönelttiğimde, “Ama artık kimse konuşmuyor” demekten başka bir şey söylemedi.

Bugün hâlâ fabrikada çalışan ve çıraklık eğitimini bile orada almış olan 20 yıllık işçi "Erdem" ise durumun ciddiyetini başka bir açıdan gözler önüne serdi: “İşten çıkarılacaklar kim, bilmiyoruz. Fabrikada bu konuda hiçbir duyuru yapılmadı. Zaten kimse bir şey konuşmuyor.”

Fabrikada yaşanan bu iletişimsizlik, işçilerin kendi aralarındaki örgütsüzlük ve çekingenlikle birleşince, belirsizlik iyice derinleşiyor.

Kahvehanelerde konuştuğumuz diğer işçiler de benzer ifadeler kullandı. Kimi, sendikanın etkisizliğinden şikâyet etti, kimiyse işten çıkarılma korkusuyla kimseyle bir şey konuşamadığını söyledi. Bir işçi, “Biz sendikayla görüşsek bile, onların gündeminde bizim sorunlarımız yok. Zaten fabrikanın içinde kimse kimseye derdini anlatmıyor” diyerek sessizliği özetledi.

Elbette işçiler, aynı bantta çalıştıkları ve aynı işi yaptıkları taşeron firmadan gelen işçilerin, bir günden diğer güne atılma korkusuyla kendilerinden çok düşük ücretlerle çalıştıklarının da farkındalar. Emekliliğe zaten 5-10 yıl kaldı, ben atlatırım; benden sonrakiler düşünsün’’ avuntusunun artık bir geçerliliğinin kalmadığını herkes bir şekilde yavaş da olsa kavrıyor.

1994’teki mücadele, sendika ve işçilerin birlikte hareket etmesiyle kazanılmıştı. O zamanlar, masanın bir tarafında işçiler bizzat yer alıyordu. Ancak bugün, masada işçilerin yeri boş. Sendikaların durumu ise işçilerle iletişim kurmaktan çok uzak. Bu tablo, yalnızca Volkswagen işçilerinin değil, tüm işçi sınıfının ne kadar güçsüzleştiğini gösteriyor. Diğer deyişle ne kadar örgütsüz olduğunun ispatı bu durum.

Peki, şimdi ne olacak?

Bu sürecin işçi çıkartmalarıyla sonuçlanacağı neredeyse kesin; bu artık herkesin bildiği bir durum. Ancak bunun şehri ekonomik, sosyal ve psikolojik açıdan derinden etkileyeceği de kaçınılmaz. Volkswagen gibi devasa bir fabrikanın iş gücünü azaltması, yalnızca çalışanları değil, tüm şehri sarstığı bir gerçek. İşçiler arasında bu durumu konuşmaya başlamanın, onların güçlerini yeniden hatırlamalarını sağlamanın bir yolu var mı?

Bugün, bu sorunun yanıtını bulmak belki de gelecekte daha güçlü bir şekilde patronların karşısına çıkmanın ilk adımı olabilir. Ama şu kesin: 1994’teki mücadelenin ruhunu taşıyan masadan kalkmış işçilerin, sadece masaya geri dönmeleri değil, mücadeleye de hazır olmaları gerekiyor. Ancak bu, yalnızca basit bir örgütlenme meselesi değil; aynı zamanda işçilerin, kentteki diğer emekçilerle birlikte hareket edebilecekleri bir dayanışma duygusunu mücadele içinde yeniden inşa etmeleriyle mümkün olacak. 

                                                               /././

Sahaflar Çarşısı(XXXVII)-İki tarihi birleştiren bir köprü: Romantik Sürgünler -Özkan Öztaş-

Yusuf Şaylan ile bu hafta Sahaflar Çarşısı'nda Edward Hallett Carr'ın Romantik Sürgünler kitabı üzerinden 1917 öncesi Rusya'nın düşünsel dünyasına bakıyoruz.

Edward Carr'ın Romantik Sürgünler adlı kitabı, 19. yüzyılın devrimci ve romantik figürlerini konu alan bir çalışması. Carr, bu kitabında Avrupa'nın çalkantılı siyasal atmosferinde yaşamış ve mücadele etmiş Rus devrimci sürgünlerin hayatlarını detaylı bir şekilde ele alıyor. 

1917 öncesinde, Bolşeviklerin yaşadığı toprakların siyasi olarak nasıl mayalandığını anlatıyor. Yusuf Şaylan böylesi durumları Karacaoğlan'ın hikayesi ile buluşturuyor bir vesileyle. Karacaoğlan'ın "Şu yalan dünyaya geldim geleli" türküsündeki "Kim var imiş, biz burada yok iken" dizesini hatırlatıyor gülümseyerek. Anadolu'daki böylesi küçük nüansları alıp teorik konularla benzeştirmeyi seviyor. 

Yine bir torba kitapla geliyor söyleşiye. Kitapları masaya dizerken "Zor bir kitaptır bu. Tek başına belli açılardan eksikleri ve handikapları da olan bir kitap. Ama tarihi olarak doğru yere yerleştirildiğinde yap bozun en güzel parçası oluyor. Ve durduğu yerde resmin tamamlanmasına yarıyor" diye giriyor söze. 

Notlarını çıkarıp koyuyor kitapların yanına. "Haydi başlayalım" diyor. 

Başlıyoruz. 

                                                        Edward Hallett Carr

Belgeler, hikayeler ve tarihten çıkarılan dersler

Romantik Sürgünler, 1848 Devrimleri'nin ardından Rusya'dan kaçmak zorunda kalan devrimcilerin, özellikle Herzen ve Ogarev gibi entelektüel ve politik figürlerin hayatlarını mercek altına alıyor. Carr, bu sürgünlerin Avrupa'daki sürgün yaşamlarını, ideolojik yolculuklarını ve verdikleri mücadeleleri incelerken, onların insanlık hallerine, tutkularına ve kırılganlıklarına da ışık tutuyor. Bu yönüyle eser, yalnızca bir siyasal tarih çalışması değil, aynı zamanda insan ruhunun karmaşıklığı ve dönemin çalkantılı ruhunu yansıtan zengin bir portre sunuyor. 

Yusuf Şaylan bu kısma gelince söz üzerinde azıcık duruyor, bekliyor:

"İnsan var bu metinde. Eksikleriyle, çelişkileriyle, ihanetleri ya da çürümüşlükleriyle insanlar var. Yani her şey öyle kitaplarda yazıldığı gibi ilerlemiyor diyor bu kitap bir yanıyla. Carr'ın ne büyük bir tarihçi olduğunu söylemeye gerek dahi yok. Okurlarımız onu 'Tarih Nedir?' eseriyle hatırlıyorlar sanırım. Bu eserinde de hem tarihi belgeler hem de insan hikayeleri yer alıyor. 

Ne için?

Carr kendi yanıtlıyor bunu. Geçmişi anlamak bugünü ve yarını değiştirmek için. Geçmişte nasıl değişti bunca şey, kavramak için. Romantik Sürgünler 1917 öncesindeki Rus düşünürlerin hangi süreçlerden, hangi boşluklardan, hangi hatalardan geçtiklerini anlamak için güzel bir kaynak. Yani Bolşeviklerin bu böylesi az hata yapmasının bir nedeni de kendisinden önceki hataları iyi kavramış olmalarıdır."

Yusuf Şaylan döneme dair okunacak kitap önerilerini sıralarken daha önceleri Sahaflar Çarşısı'nda işlediğimiz kaynaklara da yer veriyor. İlk Bolşevik kitabının benzer açıdan kıymetli olduğunun altını çizerken Beş Kızkardeş kitabının ise sürecin Avrupa'daki ayağını anlamak için listeye ekliyor.

Hem tarih hem edebiyat

Devrimcilik ve sürgün... Kitap, Rusya'daki devrimcilerin, memleketlerinden koparılarak yabancı topraklara savruldukları günlerin hikâyesini anlatıyor. O ateş, sürgün topraklarında küllense de sönmüyor. Aksine, Avrupa'nın özgür düşünce atmosferinde yeniden harlanıyor. Yani Çar'ın sürgün ettiği aydınlar düşünmekten kopmak şöyle dursun, bir düşünce deryasının içinde buluyorlar kendilerini Avrupa'ya gidince. Carr, Rusya'nın baskıcı rejiminden kaçan bu aydınların, Batı'nın entelektüel rüzgârlarıyla nasıl buluştuğunu, bu buluşmanın hem acılı hem de umut dolu yankılarını derinlemesine işliyor kitabında.

Bir de aşk var bu hikâyede, insan ruhunun en derin köşelerine dokunan öyküler. Carr, o insanların yüreklerinin çırpınışlarını, yalnızlıkla, tutkuyla, hayal kırıklıklarıyla nasıl yoğrulduklarını gözler önüne seriyor. Herzen ve Ogarev’in yaşamları, devrimin yalnızca fikirler üzerine değil, duygular ve insan olmanın en saf halleri üzerine de kurulduğunu gösteriyor.

19. yüzyıl Avrupa’sı… Bir devirden çok daha fazlası. Carr, o dönemin kokusunu, sesini, rengini taşıyor bu sayfalara. Devrimcilerle dolu sokaklar, kahve köşelerinde fısıldanan fikirler, matbaalarda yazılan manifestolar... Hepsi, 19. yüzyılın kültürel ve siyasal ruhunu anlamak isteyenler için birer define sandığı gibi.

Yusuf Şaylan Carr'ın bu anlatısını anlatırken önce biraz düşünüyor sözleri seçerken:

"Edward Carr ise bir hikâyeci gibi değil, bir nakkaş gibi işliyor her ayrıntıyı. Mektuplar, anılar, belgeler… O, hayatın dokusuna dokunarak anlatıyor. İnsanları böyle tuhaf bir melodramın içine hapsetmiyor, onları olduğu gibi, tüm zayıflıkları, tutkuları ve hatalarıyla resmediyor. Yani iyiyi de kötüyü de olduğu gibi anlatıyor. Mesela bazı bölümleri. altına imza atamam. Ama bunlar anlatılmasaydı da eksik olurdu.

Bu çalışma bana kalırsa bir devrin aynası, hem tarihçilere hem edebiyatçılara bir hazine. Carr, sadece bir dönemi değil, o dönemi yaşayan insanların yüreklerini, umutlarını ve hüsranlarını da anlatıyor. Bu kitabı okuyan, kendini 19. yüzyılın devrimci ruhunda bulur, o ruhun yankılarını bugüne kadar taşır. Bu yüzden, devrimci fikirlerin ve insanlık tarihinin izini sürmek isteyenler için bu eser önemli bir kaynak olacaktır."

                                                                 Yusuf Şaylan

'Öğrenmek sabır işidir'

"Bilinçsiz varlıkların tarihi yoktur" diyor kitabın Çiviyazıları Yayınevi baskısındaki önsözünde. Şaylan'ın elinde kitabın bu baskısı mevcut. Kitap 2000'i yılların başında yayınlanmış. 

"Nasıl ki gazeteciliğin edebi bir hali varsa tarih yazımının da var. Her ikisinde de kıymetli bir terazi var. Yani edebi hale getirirken tarihsel bilgileri terazide geriye düşürmeden bunu yapmak gerekiyor. Ve Carr bunu en iyi yapanlardan biri kanımca" diye giriyor söze. Şöyle devam ediyor:

"Bak kitabın bu baskısında ne diyor. 'Geçmişini yaşamayan onu bir kez daha yaşamak zorundadır'. Bu çok önemli bir ayrıntı bence. Ya da şu şekilde de düşünebiliriz. Geleceği yalnızca geçmişini layıkıyla kavrayanlar değiştirebiliyor. Örnek olsun, 1917 Ekim Devrimi ya da 1871 Paris Komünü... İyi ama öncesi? Neler oldu o dönemlerde? Kimler eksik de olsa hatalı da olsa eşitlik ve özgürlük fikirlerini savundu, inat etti? Bu kitap neyi anlatıyor biliyor musun? Bugün yanlışlanmış birçok ismin, o dönem onları yanlışlayan ve doğruları gösterenler tarafından da ciddiye alındığını ve önemsendiğini gösteriyor. Marx için Bakunin, Lenin için Plehanov ya da Kautsky gibi isimler öyle boş verilmiş isimler değil. O yüzcen tarihin tekerini azıcık geriye çevirip bu dönemleri okumak kıymetlidir. Öğrenmek sabır işidir."

Tarihi kavramaya çalışan herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap olduğunu ifade ediyor Yusuf Şaylan, bu kitabı anlatırken. 

Romantik Sürgünler, Carr’ın daha önceki eserlerinde olduğu gibi yalnızca tarihsel olayları ve ideolojik gelişmeleri değil, bu olayların bireylerin hayatlarına ve ruh hallerine etkisini de inceler. Herzen ve Ogarev gibi figürlerin kişisel mücadelelerini, tutkularını, hayal kırıklıklarını ve romantik ilişkilerini detaylandırır. Yazar Romantik Sürgünler’de sadece tarihçi değil, aynı zamanda bir hikâye anlatıcısıdır. Kitap, tarihsel olayların arka planını sunarken aynı zamanda sürgünlerin yaşadığı duygusal dalgalanmaları ve dramatik olay örgülerini edebi bir zarafetle işler.

Herzen'in Avrupa'da çıkardığı Çan dergisinin ilk sayısı. Dergi çan sesiyle Avrupa ve Rus halklarını uyandırmak için yola çıkıyor. İlk baskısı 2500 adet basılan dergi özellikle sürgündeki Ruslar için büyük bir etki yaratıyor.

Sürgün, Avrupa ve arayışlar

Yusuf Şaylan kitaptaki sürgün konusuna girerken aynı zamanda bugün ülkemizdeki yaşanan sorunlara ve özellikle de Türkiye'deki gençlerin Avrupa'ya "kaçış" isteğine getiriyor sözü. 

"Bu kitabın bence bir farklı önemi de sürgünün ya da göçün sonuçları ve sebepleri üzerine düşünmek. Evet bazı önemli isimlerin hayatının bir döneminde sürgünün olması tesadüf değil. Ama bu insanlar kaçmak istedikleri için değil, gitmek zorunda kaldıkları için göç ettiler. 

Ve göçün burada kritik bir önemi ortaya çıkıyor. Sürgünler için bir düşünsel deniz kaçanlar ise açık hapishane."

Söz buraya gelince Yusuf Şaylan biraz daha ayrıntılandırıyor konuyu. 

"Mesela Herzen, Avrupa'da Çan adında bir dergi çıkarıyor. Bu dergi Avrupa'daki Rus aydınların ve düşünürlerin karargahı haline geliyor kısa zamanda. Özgün, arayışları olan bir adam sürgündeki Herzen. Ve Rusya'ya özgü sosyalizm düşüncesini arıyor kendince. Belki de Lenin'in 'Rusya'da da sosyalizm olur' ısrarında öncesindeki bu arayışlar vardı. 

Herzen gibi isimlere bakınca sürgünün onlar için bir avantaja dönüştüğünü görüyoruz. Özgürce yazıp çizme imkanları, üretmek için ortamlar yakalıyorlar. Sonra Avrupalı aydınlarla bir araya gelerek düşüncelerini mayalıyorlar yeniden demliyorlar. Ama bir de baskıdan kaçanlar var. Kaçmak zorunda kalanlar değil. Kaçmak isteyenler. İşte onlar genelde sorunlarını ve sıkıntılarını bir bavula koyup beraberinde götürüyorlar."

Rusça adıyla Kolokol yani Çan dergisi için Sovyetler Birliği'nde bastırılan bir pul. Herzen ve Ogarev'in resimleriyle birlikte. 

Sonra sözü ikinci önemli gördüğü kısma getiriyor Şaylan. Rusya'yı açık hava hapishanesine çeviren Çar'a...

"Bu kitabı okurken Çar Nikola'nın ne büyük bir adam olduğunu görüyor insan. Yani öyle zalim, gaddar, baskıcı herifin teki deyip geçemiyorsun. Lenin'in ve çağdaşlarının işi ne kadar zor daha iyi anlıyorsun okuyunca. Mesela bu kitapta görüyoruz ki Çar öyle basit bir herif değil. Çıkan dergileri takip ediyor. İçlerinde parlak yazarları keşfediyor ve hemen gizli polislere talimat veriyor. Okuyor, araştırıyor çürümüş düzeni ayakta tutmak için. 

Ama karşısındaki, o çürümüş düzeni yıkmak isteyenler daha fazla okuyor. Daha fazla çalışıyor. Marifet burada" diyor gülümseyerek.

Şaylan sözlerini bitirirken Herzen'in Suçlu Kim kitabına getiriyor sözü: "Bu kitap Kabahat Kimde adıyla da yayınlandı. Romantik Sürgünler bu kitabın yazılışından sonraki yılları kaleme alıyor. Beni şaşırtan kısmı ise kitapta yazılanların yıllar sonra Herzen'in başına gelmiş olması. Çok tuhaf gerçekten." 

Söyleşimizi bitirirken yavaştan kitapları ve notları toparlamaya başlıyor Şaylan. 

"Nasıl olsa günlerce konuşsak da bitiremiyoruz bu dönemin insanları. Her biri ayrı bir buluşmayı hak ediyor sanırım" diyor gülümseyerek. 

Haftaya bir başka yazar ve kitabı konuşmak üzere vedalaşıyoruz. 

                                                            /././

soL





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + Sahaflar Çarşısı(XXXVII) -22 Aralık 2024-

  Trump'tan Panama'ya 'kanal' tehdidi: 'Çin'e çalışıyor, iadesini isteyeceğiz' ABD Başkanı seçilen Trump, Panama...