T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -23 Aralık 2024-

 Avrupa’nın ufkunu Trump bulutları karartırken -Akdoğan Özkan-

AB’ye ticari ültimatom veren ABD’nin yeni Başkanı Trump, Birliğe daha fazla sopa göstermeye hazırlanırken, yaşlı kıtanın küresel realitelerle bağlantıyı koparmış görünen top bürokratları kafayı Orta Doğu’da bile Moskova husumetiyle kuma gömmeyi tercih ediyorlar.

Avrupa Birliği’nin Suriye’nin geleceğine ilişkin tutumu Hollanda Dışişleri Bakanı Caspar Veldkamp tarafından geçtiğimiz günlerde şu sözlerle şekilde ifade edildi: “Rusların gitmesini istiyoruz.”

Bu ay başında Avrupa Birliği (AB) Komisyonu'nun Dış İlişkiler ve Güvenlikten sorumlu Başkan Yardımcılığı görevine getirilen, yani bir anlamda Avrupa’nın baş diplomatı olarak atanan eski Estonya Başbakanı Kaja Kallas da zaten benzer ifadeler kullanmış ve “eğer Şam’daki yeni yönetim Rus birliklerini Tartus ve Hmeymim’deki üslerinden çıkarırsa, Avrupalılar, mevcut rejimi ülkenin meşru otoritesi olarak tanımaya ve de Şam'a yönelik yaptırımları kaldırmaya hazır,” demişti.

Neden böyle düşünüyordu Bayan Kallas? Çünkü, beş yıllığına seçildiği bu göreve gelmeden hemen önce şöyle demişti:

“Bu, kolay bir beş yıl olmayacak. Avrupa kıtasında tam ölçekli bir savaş yaşanıyor. Etrafımızda otokratik koalisyonların oluştuğunu ve dünyanın dört bir yanında tehditkâr jeopolitik değişimlerin yaşandığını görüyorum. Rusya, Çin, Kuzey Kore, İran gibi aktörlerin kurallara dayalı uluslararası düzeni değiştirmeyi hedeflediklerini görüyorum. Çin ve Rusya'nın karşılıklı bağımlılıkları silah olarak kullandıklarını görüyorum. Tehdidin ne olduğunun farkında olmalı ve en yakın müttefiklerimiz ve ortaklarımızla birlikte kimliğimizden bir milim bile kaybetmeden buna uygun şekilde karşılık vermeliyiz.”

Yani yoksa NATO ve Körfez monarşilerinin fitilini ateşlediği bir savaşla dünyanın en yoksul ülkelerinden biri haline getirilen Suriye umurunda değil Kallas’ın, Suriye’nin petrolünün, doğalgazının işgallerle yağmalanması, halkının Sezar Yaptırımları ile sefalete mahkum edilmiş olması, ülkenin bütün altyapısının Netanyahu’nun emriyle bombalanması filan umursadığı şeyler değil. “Çin ve Rusya birbirleriyle olan ilişkilerini bir silah olarak kullanıyor. Avrupa ve ABD de öyle yapmalı.”

Brüksel’in son dönemdeki top diplomatları Rusya ile mücadeleyi öylesine bir obsesyon haline getirmiş durumdalar ki, Orta Doğu’ya barışı bile Moskova’ya sopa sallayarak getirebileceklerini sanıyorlar. Tabii, bu obsesyonları değil sadece göze batan bu isimlerin, aynı zamanda çapsızlıkları da.

Kallas’ın, Rusya'nın dondurulmuş varlıklarına el konarak Ukrayna'nın yeniden inşasında kullanılması gerektiğini dile getirdiğini biliyorduk. Şimdi Rusları Tartus ve Hmeymim’deki üslerinden çıkarırlarsa, Suriye’nin yeniden inşası için şapkadan fon çıkartmayı bile düşünebilecek gibi görünüyorlar. Kallas’ın Rusya düşmanlığı dışında bir meziyeti var mı henüz pek göremedik, ama eminiz AB Komisyonu Başkanlığına bir kez daha seçilen Ursula von der Leyen ekibindeki isimlerin becerileri konusunda tereddüt sahibi değildir.

Bayan Kallas, Orta Doğu’ya barışı Moskova’ya sopa sallayarak getirebileceğini ve ABD kuyrukçuluğunu kaçınılmaz sanmayı sürdüredursun, Avrupa asıl mücadeleyi 20 Ocak’ta yemin ederek göreve başlayacak olan ABD Başkanı Donald Trump yönetimine karşı vermek zorunda kalabilecek gibi gözüküyor.

Trump’ın AB’ye ticari ültimatom niteliği taşıyan son mesajı bunun sinyali gibi değerlendirilebilir. Dikkatli gözlerden kaçmamıştır, Trump geçen hafta, Avrupa Birliği'nin ABD ile arasındaki muazzam ticaret açığını” Amerika’nın petrol ve doğalgazını büyük ölçekte satın alarak kapatması gerektiğini, aksi takdirde AB’nin gümrük vergileriyle karşı karşıya kalabileceklerini söylediGöreve geldiğinde ilk kararnamelerinden biri olarak Meksika ve Kanada'dan ABD'ye gelen tüm ürünlere yüzde 25'lik bir tarife uygulamak için gerekli tüm belgeleri imzalayacağını belirten Trump, dediklerini yapmazlarsa AB’ye de “sonuna kadar tarife uygulanacağını” belirtti.

Eurostat verilerine göre, ABD'nin AB ile olan mal ticareti açığı 2023'te 156 milyar avroya (162 milyar dolar) ulaştı. Eurostat'a göre, ABD 2024'ün ilk çeyreğinde AB'nin sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ithalatının %47'sini ve petrol dışalımlarının %17'sini sağladı. Veriler, ABD'nin Avrupa'ya yaptığı ham petrol ihracatının günde yaklaşık iki milyon varil olduğunu gösteriyor. Bu da ülkenin toplam ihracatının yarısından fazlası demek.

Amerikan hükümetinin elindeki verilere göre, ABD'nin en büyük enerji ithalatçısı ülkeler, Hollanda, Fransa, Almanya, İspanya, Danimarka, İtalya ve İsveç gibi Avrupa ülkeleri.

Ukrayna’daki savaş nedeniyle 2022’de Rusya’dan enerji almayı bırakacağını taahhüt eden Avrupa, neticede Rusya tarafından ucuz boru hatlarıyla sağlanan doğal gaz yerine daha yüksek maliyetli ABD doğal gazına yönelmişti. Gerçi AB ülkeleri her ne kadar Rusya’ya yaptırım uyguluyor görünse de, hatta enerji ithalatlarını 2027'ye kadar aşamalı şekilde tamamen durdurma planları yapmışsalar da eldeki veriler Rusya'nın AB'ye yaptığı sıvılaştırılmış doğal gaz ithalatının bu yıl rekor seviyeye ulaştığını, bir diğer deyişle Avrupalıların her ay milyarlarca avro değerinde Rus gazı satın almaya devam ettiğini gösteriyor. Enerji analitiği firması Kpler’e göre, geçen yıl 15,18 milyon tonluk Rus LNG ithalatı gerçekleştiren Avrupa, bu yıl Aralık ortası itibarıyla bu rakamı 16,5 milyon tona taşımış durumda. Yani Rusya’dan bir yıl önceye kıyasla %10 daha fazla LNG ithali söz konusu.

Kallas’ın son sözlerinin ardından iyice “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” denilecek bu durumun Trump da gayet iyi farkında ve AB’ye yüklenecek, belli oldu. AB’nin en büyük ihracatçı gücü Almanya. Temel ihracat kalemleri, otomobiller, makineler ve kimyasallar. Eğer Trump 2025’te AB ülkelerine gümrük vergisi oranlarını artırmaya kalkarsa zaten sıkıntıda olan Almanya ekonomisini daha büyük sıkıntıya sokabilir.

Trump’ın mevcut söylemleri ilk döneminde Körfez monarşilerine uygun gördüğü muameleyi bu kez AB’ye çekeceğini ve Birlik bürokratlarının gözyaşına pek bakmayacağını da gösteriyor. Yani Trump ile birlikte AB ufkunda sanki daha fazla azar, fırça ve tedip gözüküyor. Bir “mükemmel fırtına” bizi bekliyor gibi. Trump’ın ilk döneminde ABD’nin Körfez monarşilerine silah satışı da patlamıştı. Trump NATO’nun Avrupalı müttefiklerine de benzer bir “tarife” uygularsa sürpriz olmaz. Üyelerin GSMH’larının yüzde 2’sine yükseltilmiş silah harcamalarını yüzde 3’e çekebilir. Kallas ve diğer Avrupalı bürokratlar önce bu vassallaşmanın Avrupa’yı ne hale getirdiğine odaklansalar, daha doğru bir yol tutmuş olabilirler. Ancak görünen o ki, onlar bu oranı 3,5 yapalım bile diyebilir. Zaten an itibarıyla bu tip çekinceleri Macaristan ve Slovakya liderleri ile Almanya muhalefeti (Sahra Wagenknecht İttifakı -BSW) dışında pek az dillendiren oluyor. Ama bu teslimiyetçiliğin ve kraldan çok kralcılığın Avrupa’ya Trump karşısında bir faydası olacak mı, orası tamamen şüpheli!

                                                                 /././

Örneklerle e-ticarette yüzde 1’lik stopaj uygulaması -Murat Batı-

Bu stopajın tükettiğimiz ürünün fiyatına ne ölçüde yansıyacağını, enflasyonu ne ölçüde artıracağını, bu verginin kimden alınacağı gibi onlarca soruya cevap bulalım isterseniz...

1 Ocak 2025’ten itibaren elektronik ticaret işlemlerine aracılık edenler bu işten aldığı paranın KDV hariç tutarını sattığı ürün sahibine verirken yüzde 1 stopaj yapacak sonrasında da kendi gelir beyanından mahsup edecek.

Bu stopajın tükettiğimiz ürünün fiyatına ne ölçüde yansıyacağını, enflasyonu ne ölçüde artıracağını, bu verginin kimden alınacağı gibi onlarca soruya cevap bulalım isterseniz.

Bu düzenleme ne zaman hayatımıza girdi?

Bu düzenleme 2 Ağustos 2024 tarihli Resmi Gazete’de yer alan 7524 sayılı Kanun ile hayatımıza girdi. 7524 sayılı Kanun’un 4’üncü maddesi ile gelir vergisine, 33 ve 34’üncü maddeleri ile de kurumlar vergisine eklendi.

Ancak stopaj oranı ilk etapta gelir vergisi için yüzde 25, kurumlar vergisi için yüzde 15 idi. Ve 22 Aralık tarihli 9284 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile 1 Ocak 2025’ten itibaren geçerli olacak şekilde yüzde 1 olarak belirlendi.

Kimler bu uygulamaya tabi olacak?

Kendi internet sitesinden ya da elektronik ortamda başkasına ait ürünleri satan/pazarlayan firmalara uygulanacakÖrneğin, İstanbul’dan Diyarbakır’a gitmek için Pegasus’un kendi internet sitesinden bilet alırsanız bu işlem bu düzenlemeye tabi olmayacak ama cokcokucuz.com gibi sitelerden alırsanız o zaman yüzde 1 stopaj olacak.

Örneğin kadın kıyafeti üreten Feminen Giyim A.Ş. ürettiği ürünleri kendisi satmaktadır. Firmanın satışlarını artırmak için İstanbul’da bu tür ürünleri kendi internet sitesinde satan Aracı A.Ş. ile KDV dahil %5 oranında komisyonla anlaşmıştır.  Bu ürünleri Aracı A.Ş. kendi internet sayfasında satışa sunmuştur. Feminen Giyim A.Ş.’ye ait ürünler Ocak 2025’te Aracı A.Ş. internet sayfasında KDV dahil 550 bin liraya satış olmuştur. Bu satışın 50 bin lirası KDV’dir. Tahsilatları da Aracı A.Ş. yapmıştır.

Bu durumda stopaj yapılacak vergi aşağıdaki şekilde hesaplanacaktır;

Buna göre Aracı A.Ş. Ocak ayındaki bu işlemden dolayı KDV hariç tutar üzerinden yüzde 1 stopaj yapacak -ki örneğimize göre 5 bin lira- bunu Şubat ayında muhtasar beyanname ile beyan edip ödeyecektir. Ürünü satın alan bizlerin bu tarz herhangi bir yükümlülüğü bulunmamaktadır.

Aynı durum otel rezervasyonları için de geçerlidir

Örneğin Kaş’ta bulunan Vezneci Otel odalarını satmak üzere Batı A.Ş. ile KDV dahil hizmet bedelinin toplamı üzerinden yüzde 5 oranında komisyonla anlaşmıştır. Vezneci Otel ile Batı A.Ş. arasında konaklama vergisi ve KDV dahil hizmet bedelinin toplamı üzerinden yüzde 5 oranında komisyon tahsil edildikten sonra kalan tutarın Vezneci Otele aktarılacağı yönünde de sözleşme yapılmıştır.

Batı A.Ş. Mayıs 2025’te konaklamak üzere Sertuğ-Gülay çiftine Kaş’taki bu otelin bir odasını 10 günlüğüne 22 bin 400 liraya satmıştır. Bu tutarı Batı A.Ş. tahsil etmiştir.

İşlem şu şekilde oluşacaktır;

Buna göre Batı A.Ş. Mayıs ayındaki bu işlemden dolayı KDV ve konaklama vergisi hariç tutar üzerinden yüzde 1 stopaj yapacak -ki örneğimize göre 200 lira- bunu Haziran ayında muhtasar beyanname ile beyan edip ödeyecektir. Ürünü satın alan Sertuğ-Gülay çiftinin bu tarz herhangi bir yükümlülüğü bulunmamaktadır.

İkinci el satışlarda uygulama olacak mı?

Ticari, zirai, mesleki faaliyeti nedeniyle vergi mükellefiyeti bulunmayanlara, vergiden muaf esnafa, basit usul mükelleflerine, youTuber'lara, online eğitim sunanlara (GVK m.20/B kapsamında olanlara) uygulanmayacaktır.

Örneğin herhangi bir ticari, zırai ya da serbest meslek kazancı olmayan emekli Kemal Amca evindeki eskimiş mutfak eşyalarını gittidegidiyor.com sitesinde üyelik oluşturarak satışa koymuş. Eşyalar satılmış ve parasını gittidegidiyor.com tahsil etmiştir. Gittidegidiyor.com komisyonunu aldıktan sonra da bunu Kemal amcanın hesabına yatırmış. Kemal Amca’ya yatırılan bu tutar üzerinden yüzde 1 stopaj uygulanmayacaktır.

Yemek siparişlerinde nasıl olacak?

Yemek sepetiGetir gibi uygulamalar günümüzde çokça tercih edilir durumdadır. Bu durumda buralardan yemek siparişi verdiğimizde ödemeyi yemek firması alırsa stopaj yok ancak Yemek sepeti, Getir gibi aracı kurumlara yaparsanız yüzde 1 stopaj olacak.

Örneğin bir lahmacun siparişi vereceksiniz, yemek sepetinin web sayfasına girdiniz ve siparişi verdiniz. Kapıda ödeme seçeneğini seçer ve lahmacuncunun pos cihazıyla ödemenizi yaparsanız stopaj yok ama internet sitesinde sipariş verirken aracı kurum olan yemek sepetinin hesabına ödeme yaparsanız o zaman stopaj var.

Bu stopaj enflasyonu artırır mı?

Ödenen bu vergiyi kesme yani stopaj yapma yükümlülüğü aracı firmaya aittir. Nihai tüketiciden alınacak bir vergi değildir. Ayrıca bu firmalar sonraki yıl beyan edecekleri gelir/kurumlar vergilerinden hesaplanan vergiden bu stopajları mahsup edecekleri için yeni bir vergi sayılmamalıdır. Cirodan alınması ise asıl tartışılması gereken hususlardan biridir.

İlaveten bu fiyatları artırır mı? Aracı kurumların az da olsa bunu fiyatlara yansıtma ihtimalleri bulunmaktadır. Bu uygulama 1 Ocak’tan itibaren geçerli olacağını da hatırlatmakta fayda görmekteyim. O yüzden süreç bize her şeyi gösterecektir.

                                                                /././

Herkesin “âşık olduğu” bir katil ve toplumsal patlama ihtimâli -Eray Özer-

ABD’de yaşanan UnitedHealthcare suikastı gibi bir olay yaşam şartlarının tetiklediği bir deliliğin, şuur kaybının ve şiddet ihtiyacının alt sınıflardan orta sınıflara doğru kaydığını göstermesi açısından görmek isteyen için pek çok ders taşıyor. Zira orta sınıfta yaşanacak bir toplumsal patlama öncekilere benzemeyecektir.

Yazı işleri müdürümüz Ozan geçenlerde sohbet ederken, “Senden UnitedHealthcare CEO’su suikastı ve sonrasında olanlara ilişkin bir yazı beklerdim” dedi.

Açıkçası Ozan’ın böyle düşünmesi hoşuma gitti. “Sanırım nelere ilgi duyduğumu, okuyuculara neleri anlatmak istediğimi bir nebze de olsa ifade edebilmişim” diye geçirdim içimden.

Haklıydı da Ozan. Suikast ve sonrasında yaşananlar sahiden de tam bana göre birtakım tartışmaları başlatmıştı.

Bir yandan da beklemek iyi oldu. Yaşanan olay bir acayipse, sonrasında olanlar on acayipti. Gelin Amerika tarihinin, etkisi itibarıyla, en acayip suikastlarından biri üzerine birlikte düşünelim bu hafta.

UnitedHealth Group 460 milyar dolarlık devasa bir şirket. Dünyada gelirlerine göre en büyük şirketler listesinde dokuzuncu sırada.

Grup sağlık sigortası ve sağlık hizmetleri sektörlerinde hizmet veriyor. Sigorta işleri UnitedHealthcare, sağlık hizmetleri ise Optum markaları altında toplanmış.

UnitedHealthcare’in CEO’su Brian Thompson 4 Aralık’ta New York, Manhattan’da sokak ortasında silahlı saldırıya uğradı ve yaşamını yitirdi.

UnitedHealthcare’in CEO’su Brian Thompson

Thompson suikastını ABD’de gerçekleşen pek çok silahlı saldırıdan ayıran şey ise suikastçının profili oldu.

Olaydan beş gün sonra yakalanan katil zanlısı Luigi Mangione benzer saldırıların faillerine hiç ama hiç benzemiyordu.

Mangione, ABD’nin en üst düzey üniversitelerinden birinden, Ivy League (Sarmaşık Ligi) okullarından Pensilvanya Üniversitesi’nde mühendislik okumuş; bilgisayar ve enformatik alanında yüksek lisans yapmış; yolu yine eğitim için Stanford Üniversitesi’ne düşmüş iyi eğitimli, yakışıklı ve saldırıya kadar suçla ilişkisi olmamış biriydi.

Üstelik hali vakti epey yerindeydi. Ailesi Maryland eyaletinin zenginlerinden, tanınmış bir aileydi.

Mangione’nin benzerlerinden farklı olarak oldukça aktif ve gayet normal görünen sosyal medya hesapları vardı.

Sosyal medyasında yahut şimdiye kadar ortaya çıkan tanıklıklarında radikalizme savrulduğuna dair herhangi bir emare yoktu - Unabomber olarak bilinen Ted Kaczynski’den yaptığı bir alıntıyı saymazsak.

Sıkı bir kitap okuyucusuydu. Yardımseverdi. Paylaşmayı seven, sosyal bir insan portresi çiziyordu.

Sadece saldırıdan yaklaşık altı ay önce derin bir sessizliğe büründüğü, çevresiyle ilişkilerini kısıtladığı anlaşılıyordu. Hatta öyle ki, arkadaşlarından biri Mangione’nin X hesabındaki gönderilerinden birinin altında “Sen nerelerdesin? Kayboldun gittin son zamanlarda” minvalinde bir mesaj bırakmıştı.

Peki o zaman Luigi Mangione bu saldırıyı neden yapmış, dünyanın en büyük şirketlerinden birinin CEO’sunu, Amerikan sağlık endüstrisinin en tepesindeki insanı neden öldürmüştü?

26 yaşındaki zanlı Luigi Mangione

Yakalanmasından sonra Mangione’nin çok da uzun olmayan manifestosu ele geçirildi. 26 yaşındaki bu genç adam “ülkesi için çalışan yetkililerin fazla vaktini almak istemediği için” kısa tutacağını belirttiği açıklamasında eylemi tek başına gerçekleştirdiğini, teknolojik bilgilerinin bir mühendis olmasından dolayı sıkı koruma altında olduğu -ve dolayısıyla oradan çok bir şey çıkmayacağını-, buna karşın ele geçirilen spiralli defterdeki notlarının olayın aydınlatılmasında yardımcı olabileceğini ifade ediyor; yaşattığı travmalar nedeniyle özür diliyordu.

Fakat Mangione’ye göre “bu parazitler başlarına gelen şeyi hak etmişlerdi” çünkü “Amerika dünyanın en pahalı sağlık sistemine sahip olmasına karşın ortalama yaşam süresinde 42. sıradaydı.”

“UnitedHealthcare gibi şirketler çok güçlenmişler ve muazzam kârlarla haklı suistimal etmeye başlamışlardı çünkü Amerikan halkı buna müsaade etmişti.”

Mangione’nin manifestosu aşağı yukarı bu kadardı. Bir yerde ABD’li yönetmen Michael Moore’a gönderme yapıyor, onun daha önce sağlık sisteminin çürüyen yapısını kendisinden daha sağlam delillerle dile getirdiğini belirtiyordu. Katil besbelli Moore’un 2007’de çektiği “Sicko” belgeselinden bahsediyordu.

Fakat asıl hikâye Amerikan toplumu suikastın şokunu atlatınca başladı.

Katilin profiline, yakışıklı bir genç oluşuna manifestosunda belirttiklerinin haklılığı da eklenince sosyal medyada bir anda Mangione’ye destek yağmaya başladı.

Üstelik sadece ABD değil, dünyanın her yerinden geliyordu bu destek.

“Ellerine sağlık” diyen mi ararsınız, “Bizim yapamadığımızı yaptın” diyen mi…

Konu kriminal bir vakadan çıkıp sosyolojik bir vakaya dönüştü ve sosyologlar, siyaset yorumcuları, tarihçiler bu konuda kalem oynatmaya başladı.

Suikasta dair detaylar ortaya çıktıkça genç katil hakkındaki efsane de giderek büyüdü. Olay yerinde bulunan mermi kovanlarında “Delay”, “Deny” ve “Depose” yazıyordu. “Delay” ve “Deny” sırasıyla “gecikme” ve “inkar” demekti, Luigi Mangione belli ki sigorta şirketlerinin hastalara hastane masraflarını ödememek için yaptıkları taktiklere gönderme yapmıştı. “Depose” ise “bir mevkiden aniden uzaklaştırma” anlamına geliyordu, yani cinayete gönderme yapıyordu. Gecikme ve inkârın sonucu aniden uzaklaştırma olur, diyordu katil.

Peki, suikastın acımasızlığı bir yana, Luigi Mangione Amerikan sağlık sistemi hakkında söylediklerinde yanılıyor mu? Kendi de kronik sırt ağrılarından ve omurga problemlerinden ötürü sağlık sisteminin güçlükleriyle yüzleşmek zorunda kalmış bu genç adamın argümanlarını “şuurunu yitirmiş bir kişiliğin hezeyanları” olarak okuyup geçmek mümkün mü?

Birkaç veri paylaşayım:

ABD’de 2023 yılında yapılan bir araştırmaya göre doktorların yüzde 94’ü tedavi öncesi sigorta onay süreçlerinin tedaviyi sekteye uğrattığını söylüyor.

Yüzde 78’ine göre bu yüzden tedaviyi yarıda bırakanlara sıkça rastlanıyor.

Her dört doktordan biri onay süreçlerinin ölümcül sonuçlara neden olduğunu düşünüyor.

Yine bir başka çalışmaya göre ABD’de reddedilen sigorta sağlık harcamalarının oranı 2022-2024 arasında yüzde 31 artış gösterdi.

Ve son olarak bir diğer araştırmaya göre Amerika’da siyah bebeklerin ölüm oranı diğer bebeklere göre 2,5 kat fazla.

Yani rakamlar Mangione’nin argümanlarının içi boş olmadığını gösteriyor. Dünyanın süper gücü olarak kendini tanımlayan bir ülke, yılda kişi başı 12,500 dolar sağlık harcamasına rağmen sağlıkta yerlerde sürünüyor.

Hal böyle olunca bir katil işlediği cinayetten ötürü tarihte almadığı kadar övgü alıyor.

Aralarında Zeynep Tüfekçi’nin de olduğu bir grup sosyolog bu olay sonrası katile yapılan övgüleri kaleme alırken içinde bulunduğumuz dönemi ABD’de İç Savaş sonrasına, yani 1870-1900 arasında yaşanan kaotik zamanlarla kıyasladı.

Mark Twain ve Charles Dudley Warner’ın romanlarından ilhamla bu döneme “Yaldızlı Çağ” denmişti. “Altın Çağı”na göndermeyle; teknolojik gelişmeler, aniden çok zengin olanlar, sonradan görmeler ve aynı zamanda yoksulluk, sefalet ve açlıkla birlikte suçun da patlama yaptığı yıllardı.

Tüfekçi, Amerikan toplumunun daha önce haksızlıkları silahla çözmeye hiç bu kadar yakın olmadığına dair örnekleri ve Mangione’nin nasıl bir sevgi çemberine alındığına ilişkin çeşitli istatistikleri sıraladığı yazısını “alarm zilleri çalıyor, dikkatli olmalıyız” diye bitiriyordu.

Tüfekçi’ye eleştiri getiren Stanford tarihçisi Richard White ise bu iki dönemin kıyaslanamayacağını söylüyordu. White’a göre bugün durum daha kötüydü.

Zira Yaldızlı Çağ’da bir reform umudu ve çabası vardı.

19. yüzyılın sona ermesiyle birlikte yaşam süreleri artmaya, bebek ölümleri azalmaya başlamıştı. Bugün tam tersi yaşanıyordu. Tüm veriler bir geriye gidişi işaret ediyordu.

İşte bu sebeplerden ötürü bugünü 150 yıl öncesiyle kıyaslamak sağlıklı değildi.

Peki, bunlardan bize ne?

Öyle ya, söz konusu ABD olduğunda bizim memlekete “beter olsunlar” duygusu hakimdir genelde.

Ama kazın ayağı öyle değil. Bozulan ekonomi, kötüleşen sağlık sistemi, kaybolan kurumlara inanç deyince aklımıza sadece Amerika gelmiyor maalesef.

Aşağıya inen yürüyen merdivenlerin sağ tarafında beklemeyi tercih eden gençlere metroda her gün şahit oldukça düşünüyorum: Ne zaman bu kadar yorulduk?

Yerinde duramaması, kabına sığamaması gereken yaştaki kadınlar, erkekler ne ara bu kadar yıldılar da vazgeçtiler yaşamın o tatlı telaşından?

Peki, bunca yılgınlıkla ayağa kalkabilir mi bu halk? Belini doğrultabilir mi tekrardan?

Değişim için gereken enerjiyi, çabayı, sebatı ve ısrarı yüz yıl önce olduğu gibi yeniden devşirebilir mi umutsuzluklarından?

Bilemiyorum…

ABD’de yaşanan olay yaşam şartlarının tetiklediği bir deliliğin, şuur kaybının ve şiddet ihtiyacının alt sınıflardan orta sınıflara doğru kaydığını göstermesi açısından görmek isteyen için pek çok ders taşıyor.

Zira orta sınıfta yaşanacak bir toplumsal patlama öncekilere benzemeyecektir.

Bugün toplumun ekonomisine, kültür endüstrisine, tüketim alışkanlıklarına orta sınıfın refleksleri ve tercihleri yön veriyor.

Buradan yayılacak bir şiddet dalgasının etkisi Türkiye’de de başka coğrafyalarda da geçmişteki benzerlerinden çok ama çok daha yıkıcı olacaktır.

İyi haftalar.

                                                                    /././

En kötüsü oluyor!-Asena Özkan-

Beşiktaş için en kötüsü sevginin ve saygının yitirilmesi oldu. Bu takımı ne Sergen Yalçın toparlayabilir ne de Gordon Milne…

Nedir en kötüsü? Kuşkusuz sevginin ve saygının yitirilmesi… Kulüplerin sportif başarısızlıkları ‘doğal afetler’ enleminde değerlendirmeli; sel, yangın, heyelan vs. hiç birisi ‘geliyorum’ demez. Beşiktaş’ın en büyük şanssızlığı hepsini aynı anda yaşıyor olması. Sahada kimi zaman iyi, kimi zaman orta halli, kimi zaman da kötü olursunuz. Ancak Beşiktaş uzunca süredir kötünün da ötesinde ve ‘çok kötü’ durumda, sadece sahada değil idari olarak da.

Niye en kötüsü? Sezon başında ‘kombine’ biletini alan ancak umudunu yitiren Beşiktaşlılar İnönü Stadı’na gelmiyor. Sanıyorum Beşiktaş’a duydukları sevginin bir bölümünü heyelan aldı. Gelen ise ‘sahaya ineriz….’ tehdidi savuruyor, onlar da saygılarını yitirdiler. Bundan daha kötüsü olamaz. Sevgi ve saygının olmadığı yerde disiplin de olmaz, arkadaşlık da olmaz, başarı da olmaz. Çok uyardım ama başta Hasan Arat, kimse dinlemedi “Samet Aybaba’nın bastığı yerde çim bitmez” derken tam da bunu kastetmiştim. Girdiği her yeri karıştırır ve ardında enkaz bırakır sonra da kendisini hiçbir şey yapmamışçasına temize çıkarır! Onu tanımayanlar da inanır! Her neyse…

Sevgili kardeşim Serdar Topraktepe nedir senin bu Salih Uçan takıntın? Kadronda Alex Oxlade Chamberlain gibi deneyimli oyuncun olacak ama sen gidip ısrar ve inatla Salih gibi ‘beceri yoksunu’ futbolcuyu sahaya süreceksin. Tamam farkındayım sana destek oluyor falan filan ama burası da Beşiktaş, Salihlispor değil ki. Salih bu haliyle değil Beşiktaş’ta sıradan Anadolu takımında forma bulmakta zorlanır. 1-1 sona eren Alanyaspor maçı sonrası mazeret üretirken, “Oyuncu tercihimde hata yaptım” dersen yazdıklarımı geri alamam ama emin ol gönlünü alırım. Alanyasporlu Nuno Miguel Reis Lima’nın Beşiktaş’a maçın başında attığı golün tek sorumlusu ise Emirhan Topçu. Bu çocuğu Beşiktaş’a kim, niye transfer etti anlamış değilim. Rafa Silva eşitliği sağladı, sonrasında ‘rezil’ bir Beşiktaş ile beceriksiz Alanyaspor arasındaki ‘kör döğüşünü’ izledik futbol yerine.

Efendim 178 gün görevde kalan Hollandalı Giovanni van Bronckhorst takımı iyi çalıştırmamış-mış. Kardeşim hepsi iyi güzel de Alanyaspor karşısında izlediğimiz Beşiktaş’ta futbolcular topu ayaklarında tutamadıkları gibi takım arkadaşlarına doğru pas atamadılar. Bunun sorumlusu da Bronckhorst olamaz sanırım. Sözünü ettiğimiz futbolcular milyon dolarlar kazanıyorlar, sahaya gazoz kapağı için de çıkmıyorlar. Bu şuna benziyor; bir gazeteden diğerine geçtim fakat yeni müdürüm eleman çalıştırmayı bilmiyor ve yan gelip yatıyor. Ben de bu nedenle saçma sapar yazılar yazıyorum. Böyle bir şey mümkün mü? Kişi kendini geliştirmeli ve ne olursa olsun görevini kusursuz yerine getirmeli. Ne hikmetse Beşiktaş forması giyen yerlisi de ecnebisi de bunun farkında değil. Bu adamları Beşiktaş’ta bir araya getirenleri kutlamalı. Özel uçaklarda onlarla ‘zafer’ işaretli fotoğraf paylaşanları ise hemen postalamalı!

Çuvaldızı biraz da kendimize saplayalım. Sezon başında izlediğimiz genç Semih Kılıçsoy’un piyasa değerini ’30 milyon euro’ olarak yazan meslektaşlarımız ne yaptığınızı gördünüz mü? Oturduğunuz yerden uydurma haber yazarken genç bir adamın geleceği ile oynadınız. Sezon başında birkaç gol atan Semih gerçekten kendisini ‘yıldız’ sanmaya başladı. Ancak Alanyaspor maçında bir metreden topu kaleye göndermeyi beceremeyince acı gerçekle yüz yüze kaldı.   

Beşiktaş için en kötüsü sevginin ve saygının yitirilmesi oldu. Bu takımı ne Sergen Yalçın toparlayabilir ne de Gordon Milne

                                                                 /././

Barış çağrısı ve Kürt sorunu -Rıza Türmen-

Her şeyin başında, bir güven ortamının yaratılmasına gereksinim var. Karşınızda oturan kişinin düşmanınız değil, farklı görüşlere sahip müzakere ortağınız olduğu anlayışının görüşmelere egemen olması gerekli.

Aydın ve yazarlar, “Barış ve Demokrasi Hepimiz İçin” mottosuyla İstanbul'da açıklama yaptı

14 Aralık Cumartesi günü İstanbul’da bir otelde toplanan bir grup endişeli, okur-yazar insan bir barış çağrısı yaptılar ve hazırladıkları metni basına okudular.

Metin, Türkiye’de savaşın, şiddetin yerini barışın almasını ve bunun için de Kürt sorununun barışçı bir çözüme kavuşturulmasını öngörüyor. Bu amaçla imzacılar, bir barış sürecinin başlatılmasını hedefliyorlar. Barışın savaşın sona erdirilmesinden daha fazla bir şey olduğuna, çatışmaya yol açan nedenlerin ortadan kaldırılmasıyla ancak barışın sağlanabileceğine inanıyorlar. Metinde ayrıca, barış içinde bir arada yaşamanın bir temel insan hakkı olduğu belirtiliyor.

Metni imzalayanlar, Kürt sorununun demokrasi ve insan hakları temelinde çözümlenebileceğine, barışın inşasının özgür, eşitlikçi, demokratik bir toplumsal yaşamın gerçekleşmesine bağlı olduğunu ifade ediyorlar.

Metin, barış sürecinin başarıya ulaşması için toplumsal desteğin önemine dikkat çekiyor ve bu bakımdan demokratik kitle örgütlerine ve basına önemli bir rol düştüğünü vurguluyor.

Metinde Kürt sorununun çözümüyle Kuzey Suriye’deki durum arasında bağlantı kuruluyor ve Türkiye bölgedeki bütün halkların yararına bir barışçi siyaset izlemediği sürece Kürt sorununa kalıcı bir çözüm getirilemeyeceği ileri sürülüyor.

Ana akım medyasının, belki de Türkiye’nin gündeminin çok yüklü olması nedeniyle, gözünden kaçan bu çağrı önemli bir adımdır. Şimdiye dek Kürt sorununan ilişkin bütün girişimler devlet ya da siyasal aktörler tarafından yapıldı. Belki ilk kez, Kürt sorunuyla ilgili bir girişim demokratik toplum örgütleri tarafından, aşağıdan yukarı gerçekleştiriliyor.

Çağrı metni toplumda büyük bir ilgi gördü. İmzacı sayısı şimdiden bin kişiye yaklaştı. Daha da artacağa benziyor. Bu da toplumda bir barış hareketine ne denli büyük bir talep olduğunu gösteriyor. Bir kez daha ekmek ve barışın birlikte ele alınması gerektiğini ortaya koyuyor.

Metne imza koyanlar, Türkiye’de her akşam televizyondan kaç kişinin “etkisiz” bırakıldığını dinlemek yerine barışı konuşmak istiyorlar. Kimsenin öldürülmediği, şehitlerin verilmediği bir Türkiye’de yaşamak istiyorlar. Herkesin kendi seçtiği kimliğiyle, eşit olarak var olduğu bir ülkenin vatandaşı olmak istiyorlar.

Bu metni imzalayanlar kamusal alanda, Kürt sorunun barışçı çözümü konusunda bir diyalog başlatmak istiyorlar. Kamusal alan, devletin bulunmadığı, halkın bir araya gelerek sorunlarını konuştuğu, toplumun ortak yararına yönelik çözümler ürettiği bir alandır. Kamusal alanda sivil toplum örgütleri ortak yarar doğrultusunda siyaseti etkilemeye çalışırlar.

Çağrı metnini imzalayanların da yapmaya çalıştığı bundan farklı değil. Siyasal partiler elbette sürecin ana aktörleri. Süreci sonunda çözümü gerçekleştirecek olanlar siyasal partiler. O nedenle demokratik toplum örgütlerinin başlattığı bu süreci bir noktada siyasal partilerle birleştirmek, sivil toplum örgütleriyle siyasal partilerin ortak sürecine dönüştürmek gerekiyor. Bu durumda sivil toplum halk ile siyasal partiler arasında köprü görevi görür.

Buna karşılık siyasal partilerin de süreci başarısının toplumsallaşmasına bağlı bulunduğunu, sivil toplum örgütlerinin katkısı olmadan bunun gerçekleşmesinin olanaksız olduğunu gözönünde bulundurmaları gerekir.

Çağrı metni bir ilk adım. Bu adımı başka adımların izleyeceği umut edilir. Bu adımların ne olacağını konuşmak, tartışmak gerekiyor. Örneğin, iyi bir hazırlık dönemi sonunda toplanacak bir konferans olabilir. Konferansta, hazırlıklar sonucu ortaya çıkan, uzlaşıları içeren bir metin kabul edilebilir. Böyle bir metin Kürt sorununun çözümünde yol gösterici bir rol oynayabilir.

Böyle bir yöntem benimsenirse, hazırlık dönemi konferansın sonuçunu da belirler. Hazırlık döneminde, Kürt sorunundaki temel ayrışmalarla ilgili masalar kurulabilir. Örneğin, eşit yurttaşlık masası, ana dilde eğitim masası, yerel yönetimler masası gibi… Bu masalarda karşıt görüş sahipleri arasında bir diyalog kurulur. Öyle umut edilir ki, iyi niyetle masaya oturan taraflar birbirlerini dinlesinler, karşı tarafın hassasiyetlerini anlamaya çalışsınlar. Bu hassasiyetleri reddetmek yerine, onları dikkate alan çözümler üretsinler.

Sorunun nereden kaynaklandığına baktığımız zaman, bir yanda bölünme, güvenlik endişesi taşıyanları, öbür yanda hukuka dayanan haklı talepleri olan Kürtleri görüyoruz. Barışçı bir çözüm için, bu endişeleri, talepleri karşılayacak ortak ilkeler üzerinde bir anlaşma sağlamak gerekecek. Örneğin, çoğulculuk ilkesi böyle bir ortak ilke. Bulunacak çözümlerin çoğulculuk ilkesine uygun olması gerekir. Katılımcılık başka bir ortak ilke olmalı. Bütün bunlar demokrasinin yapı taşları. O nedenle Kürt sorununun çözümü için önce demokrasi üzerinde anlaşmak gerekir.

Bu sürecin başarılı sonuç vermesi için tarafların ön yargılardan, ideolojik saplantılardan kurtulmaları, karşısındakini ötekileştirmemeleri önem taşıyor. Tarafların tutumlarına yön veren korkular değil, çözüm bulma iradesi olmalı. Bu ise, zihinsel bir değişim gerektiriyor. Kürt sorunuyla ilgili kemikleşmiş söylemleri bir yana bırakıp, çözüm üretecek yeni, yaratıcı, uzlaştırıcı öneriler masaya konulmalı.

Her şeyin başında, bir güven ortamının yaratılmasına gereksinim var. Karşınızda oturan kişinin düşmanınız değil, farklı görüşlere sahip müzakere ortağınız olduğu anlayışının görüşmelere egemen olması gerekli.

Barış sürecinin başarılı olması için, Türkiye’deki barış sürecine paralel olarak, Kuzey Suriye’de de savaşın yerini barış almalı. Kürt sorununa getirilecek çözümü Rojava Kürtlerini de içine alan bir bütün olarak görmek gerekir.

Bir barış sürecinde, yazılı ve görsel basına da önemli bir rol düşüyor. Barış sürecinin desteklenmesi, kamuoyu oluşturulması bakımından basın çok etkili olabilir. Basın bu süre içinde barış odaklı yayın yapmalı. Nereden gelirse gelsin, tüm barış girişimlerine geniş yer vermeli, tarafsız bir gözle girişimleri değerlendirmeli.

Kürt sorununun bir birlikte yaşama sorunu olduğunu unutmamak gerek. Birlikte yaşama projesinin başarısı, sorunların çözümüne ve barışa, demokrasiye, insan haklarına dayanan yeni bir birliktelik çerçevesi bulmamıza bağlı. Bu çerçeve Türkiye’deki bütün farklı kimlikleri içine almalı. Böyle bir birlikte yaşama çerçevesi Türkiye’de yeni bir demokrasi sayfası açacaktır.

                                                                /././

Kulis: AKP’de hesaplar değişti kongreler öne alınıyor

AKP'nin mart ayına kadar il kongrelerini tamamlamayı hedeflediği süreç, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatı doğrultusunda hızlandı. Nisan ayında yapılması planlanan AKP 8. Büyük Kongresi’nin şubat ayına çekildiği ifade ediliyor. AKP'nin 2025 bütçe görüşmelerinin ardından gözler, parti içindeki Kabine değişikliği, Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) ile Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyeliklerinde yaşanacak büyük değişimlere çevrilmiş durumda.(https://t24.com.tr/haber/kulis-akp-de-hesaplar-degisti-kongreler-one-aliniyor,1204648)

                                     ***

İPA Başkanı, il il paylaştı: Kentsel dönüşüm projelerinde verilen destek, ortalama kiranın ancak üçte birini karşılıyor!

"Konut kiralarındaki artış ve yüksek enflasyonla bu oran daha da düşecek"

İstanbul Planlama Ajansı (İPA) Başkanı Buğra Gökce, İstanbul’da kentsel dönüşüm projelerinde verilen kira desteğini 5 bin 500 liradan 8 bin liraya çıkarılmasını az buldu. 30 büyükşehirde ortalama kiranın 17 bin 63 lira; 81 il esas alındığında da ortalama konut kirasının 15 bin 48 lira olduğunu belirten Gökce, verilen desteklerin kira bedelini karşılamada yetersiz kaldığını ifade etti. Gökce, "Konut kiralarındaki artış ve yüksek enflasyonla bu oran daha da düşecek" dedi.

Çevre ve şehircilik Bakanı Murat Kurum, kira desteğini; Ankara, Antalya, Bursa, İzmir’de 4 bin 500 liradan 6 bin 500 liraya; diğer büyükşehirlerde 3 bin 750 liradan 5 bin 500 liraya, kalan tüm illerde de 3 bin liradan 4 bin 500 liraya çıkardıklarını duyurmuştu. Bakan Kurum, büyük Marmara depremi beklenen İstanbul’da ise 5 bin 500 lira olan desteği 8 bin liraya çıkardıklarını açıklamıştı.

İstanbul Planlama Ajansı Başkanı Dr. Buğra Gökce ise sosyal medya hesabından yaptığı bir paylaşımla, "Kentsel dönüşüm projelerinde verilen konut kira desteği, ortalama konut kirasının ancak üçte birini karşılıyor" diyerek kira desteklerinin yetersiz olduğunu söyledi.

30 ilde ortalama kira bedelleri ile verilen kira desteğini karşılaştıran bir tablo paylaşan Buğra Gökçe, Türkiye haritası üzerinden 81 ilde devletin verdiği desteğin konut kirasını karşılama oranlarını gözler önüne serdi.

Buğra Gökce, söz konusu paylaşımında şunları kaydetti:

"Kira destekleri yetersiz. Kentsel dönüşüm projelerinde verilen konut kira desteği, ortalama konut kirasının ancak üçte birini karşılıyor. Konut kiralarındaki artış ve yüksek enflasyonla bu oran daha da düşecek. Bu destekler ile dar ve orta gelirliler, çalışanlar, memurlar, emekliler evlerinden çıkıp, kirada oturamazlar, kentsel dönüşüm projelerine katılamazlar, yapı stoğumuzun da iyileşmesi mümkün olmaz.

Neden?  İstanbul'da ortalama konut kirası 24 bin 989, Ankara'da 21 bin 247, İzmir'de 23 bin 728 seviyesine çıktı.  Kentsel dönüşüm projelerinde İstanbul'da verilen kira desteği 8 bin lira olurken, Ankara ve İzmir'de kira yardımı yalnız 6 bin 500 lira olarak açıklandı. İstanbul'da konut kira desteğinin konut kirasını karşılama oranı yüzde 32'de kalırken, Ankara'da bu oran yüzde 30,5, İzmir'de sadece yüzde 27,3 oldu.

30 büyükşehirde ortalama kira 17 bin 63 lira olurken, bugünkü kira bedelleri sabit kalırsa konut kira desteğinin konut kirasını karşılama oranı yüzde 34,3 seviyesinde olacak. 81 il esas alındığında ortalama konut kirası 15 bin 48 lira olurken, ortalama konut kira desteğinin bu bedeli karşılama oranı da yüzde 32,9 seviyesinde kaldı.

Konut kira desteğinin en düşük olduğu 5 il ise Tunceli, Muğla, Çanakkale, Yalova ve Kırklareli oldu. Bu illerde verilen konut kira desteği ortalama konut kirasının yüzde 25'inden daha azını karşılıyor.

Kira desteği genel rakamlar üzerinden değil afet riski yüksek olan illerde detaylı inceleme ve gerçekleşen kira bedelleri üzerinden belirlenmeli. Büyükşehirlerde ilçe düzeyinde düzenleme yapılması gerekli.

Kentlerimizin afet direncini arttırmak ve konut hakkını korumak için sosyal konut üretimini arttırmak, kooperatifleri desteklemek, konut yapım endüstrisinin ihtiyaçlarının Türkiye'de yerli kaynaklarla daha  yüksek bir oranda üretilmesini sağlamak, akıl, mantık ve bilim çerçevesinde hareket etmek gerekiyor."

https://t24.com.tr/haber/istanbul-da-10-kiracidan-biri-kirasini-odeyemedi-her-iki-vatandastan-biri-porsiyon-kucultmek-zorunda-kaldi,1204653



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -23 Aralık 2024-

Kızılay 10 milyon avroya fabrika aldı -İsmail Arı-                                           Rafet Doğanay Kızılay’ın 10 milyon avroya Doğan...