Aslında öylesine yalnızdı ki...-Rıdvan Akar-
Koskoca bir tarih… Bugün biri kongrede çıkıp bunlardan söz etse, ‘bir çıkarcı daha geliyor’ kaygısı ve şüphesi uyandırır. Niye çünkü hepsi bu diskuru tekrar ederek Beşiktaş’ı acz içinde bırakıp gitti. İşte en büyük tahribat da buydu.
Yalnızdı. Sahipsiz ve bütün saldırılara karşı öylesine savunmasızdı ki… İstanbul emperyalistler tarafından işgal edildiğinde, cüretkârlar binaya dalmışlar ve o zamana kadar oluşan tarihi mirası yağmalayıp, emekle, terle ve zahmetle kazanılmış kupalara el koymuşlardı.
Fuat BalkanMağlup ve onuru kırılmış başkente gelen bir komitacı, arkadaşlarını da yanına alarak, gizlice binaya girip yağmadan geri kalan ama tarihi açıdan mühim olan kupa ve belgeleri güvenilir bir yere saklayıp, Millî Mücadele’nin Trakya’daki savaşımı için yeniden cephesine dönecekti. Nasılsa bu ülkenin yarını vardı ve Çanakkale Cephesi’nde şehit olan kaptana verilen söz tutulmuştu. Fuat Balkan’ı unutmayın. O kimsesizin kimi olmuştu.
Aradan neredeyse 10 yıl geçtiğinde, o vakur ve sessiz takımın futbol şubesi kurucusu, bir stadı olsun diye kanser tedavisi yerine Ankara’da mevzuat peşinde yaşamını yitirecek ama kulübün içindeki kimi muarızları adının verildiği stattan ‘Şeref’ ismini çıkarma kararı alacaktı.
O günlerde Beşiktaş’ın bir maçı için takım soyunma odasında buluştuğunda, takımın tarihi üç ‘baba’sından biri olan kaptan Hüsnü Savman’ın dikkatini ‘bakışları faul’ oyuncunun olmadığı çekti. Aramaya çıktı ve bir parkta hüzün ve ağlamaklı oyuncusunu buldu. Stattan ‘Şeref Bey’in adının çıkarılmasına öylesine içerlemişti ki içinden oynamak gelmemişti. Zorlukla ikna etti. O da maça çıktı ve takımını galip getiren golleri attı.
Şeref Bey’in emeklerine, alın terine ve önemlisi manevi mirasına sahip çıkan o genç adama da sonraları “baba” lakabı verilecek ve taltif edilecekti. Baba Hakkı’yı unutmayın. O aynı zamanda, vefanın bu takımda yaşamasını sağlayacaktı.
Hakkı Yeten (ortada)
Bir kültürel, sportif mirası gerçekten “yağma Hasan’ın sofrası” sananlar, yönetimi ele geçirmek için kulüpte yangın çıkarıp, üye listelerini yaktığında, yani kulüp tarihsiz ve üyesiz bırakılmak istendiğinde, bir anıt yeniden devreye girdi. İlginçtir, her tür saldırı ve tedhişe karşı sessiz sitemsiz duran o armanın sahibi vardı. Her şeyi yeniden başlanması gereken o noktada üyelikler yeniden tesis edildi ve ona “bir numaralı üyelik” layık görüldü. Bu kulüp için, eşi kulübe gelip, “Yeter artık! Yatağınızı yorganınızı da buraya getireyim, ya Beşiktaş ya ben” resti çektiğinde eşine sakince “Siz bilirsiniz” diyecek kadar aidiyeti olan Fuat Balkan’ı unutmayın. O ‘sabahın sahibi’ydi.
Siyaset uğruna Beşiktaş’ı peşkeş çekenler çok oldu ama aynı zamanda Demokrat Parti vekili olan dönemin başkanı, güya eğitim için kullanılsın diye kulübün sahildeki arazilerini Demokrat Parti hükümetine bağışladığında, aslında bir tarihe ve kazanımlara ihanet ettiğini biliyordu. Adını anmayacağın. Onu da unutmayın. Çünkü sonra o zatın açtığı kanaldan tilmizleri çıkar peşinde koşacaktı.
Az bilinen ama asıl büyük krizin yaşandığı dönemdi. Beşiktaş yönetimleri sadece iki üç ay kalabiliyor, olağanüstü kongrelerle devriliyor, kimse dikiş tutmuyordu. Kulüp neredeyse kayyıma düşecek hale gelmişti. Biri vardı ki şöyle demişti; “Al bu kulübü sırtına yükle, götür bakalım, dediler. O gün bugündür kulüp benim sırtımdadır.” Mademki sahip çıkanı yoktu. Gönlü kırgın da olsa, gelmiş ve kulübün ikbalini garanti altına almıştı. Vodinalı Baba Hakkı’yı (Yeten) unutmayın. O sırtını esirgemeyendir.
Artık ayağı onu taşıyamadığında ısrar etmemişti. Takım sahada 10 kişi kalmamalıydı. O zamanla menüsküs iflah olmazdı. Futbolu bıraktığında öylesine bir boşluğun içine düşmüştü ki artık oyuncuların buluştuğu kahveye gitmek bile içinden gelmiyor, çok üzülüyordu. Evin geçimi onu bekliyordu. Onca yıl top oynamış ama evine ve ailesine bir gelecek kuracak kadar parası hiç olmamıştı. Et Balık Kurumu’nun Çırağan’daki binasında yalnızlık ve anılarla yaşamayı seçmişti. Ama ne zamanki Beşiktaş’ın yönetim krizleri başladı. Hemen arkadaşlarıyla “İdealist Grup”u kuracak ve Beşiktaş için yapıcı projeler geliştirmeye çalışacaktı.
En güçlü olduğu ve seçimi kazanmasına garanti gözüyle bakılan bir dönemde önceki yönetim “Beşiktaş’ın bütün borçlarını ödeyeceğiz” dediği için çıkıp, “Beşiktaş’ın çıkarına böylesine önemli bir söz verilmişken, başkan olmak için liste çıkarılmaz” diyecek ve hayalini bir sonraki kongreye erteleyecekti.
Seçimi kazandığı o kongrede ise cebinden bir tapu çıkaracak ve “56” diye bilinen arazinin artık Beşiktaş’ın olduğunu ilan edecekti. Kazanamazsa da bu tapu yeni yönetime arz edilecekti. O tapu Beşiktaş’ın ilk dikili ağacıydı. Başkan olduğu 16 yıl bugün bile Beşiktaş’ın “Asrı Saadet Dönemi” olarak anılıyor. Kişiliğini kulübün değerleriyle hemhal eden Süleyman Seba’yı unutmayın. O Beşiktaş’ın ‘memur başkanlar dönemi’nin son temsilcisiydi.
Koskoca bir tarih… Bugün biri kongrede çıkıp bunlardan söz etse, ‘bir çıkarcı daha geliyor’ kaygısı ve şüphesi uyandırır. Niye çünkü hepsi bu diskuru tekrar ederek Beşiktaş’ı acz içinde bırakıp gitti. İşte en büyük tahribat da buydu. Övünülecek tarihi anmak, “acaba” ile karşılanan bir soruydu.
Onca fırtınalara, yağmalara, çıkarcı ve ‘Beşiktaş’tan menfaat bekleyen’ kongre erbabına karşı o hep vakur ve dalgalanan bir bayrak ve onurlu bir armaydı. Mutlaka bir yerlerden ona kol kanat gerecekler çıkardı.
Beşiktaş’ı unutmayın.
Çünkü o biricik sevgilimiz ve kıymetlimizdir….
/././
Zamansız bir yankı: ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ ve edebiyatın gücü -Aslı Kotaman-
Edebiyat bize, hikâyelerin ötesinde, çağlar boyunca yeniden anlamlandırılan ortak bir dil sunar.
Bazı romanlar sadece hikâyeleriyle değil, zihinlerde bıraktıkları izlerle de kültürel belleğimizin bir parçası haline gelir. Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanı, bu türden bir eser. Şimdi bu kült roman, Netflix’te bir dizi olarak karşımızda. Peki, bu tür uyarlamalardan ne bekliyoruz? Aslında hiçbir şey. Uyarlamaların bir romanı “yansıtması” gerektiği fikri, belki de uyarlamaların doğasına haksızlık ediyor. Her eser, başka bir forma dönüştüğünde kendi bağlamını yaratır; bazen çoğalarak, bazen eksilerek.
Bir edebiyat eseri uyarlanınca elimizdeki artık yeni bir metindir. Bu yeni metin, romanın estetik ve anlatı değerlerinden farklı olarak, izleyiciye başka bir deneyim sunar. Öyleyse, uyarlamaların bir romanı “tam olarak” yansıtmasını beklemek yersizdir. Bunun yerine, uyarlamaları, ortaya çıkardıkları yeni hikâye anlatım biçimleriyle ve özgün anlatılar olarak değerlendirmek daha sağlıklıdır. Yüzyıllık Yalnızlık dizisini de bu doğrultuda izlenilmesini ve tartışılmasını mantıklı buluyorum.
Bir uyarlamanın kült bir romanı tekrar gündeme taşıması ya da tartışma yaratması değerli bir katkı sayılmaz mı? Hatta kitabın yeniden okunmasına vesile olursa, ne âlâ. Ama olmadıysa da sorun yok; edebiyat da bizim, dizi de. Kalbim büyüktür benim. Şimdi ben, daha kavramsal bir tartışma açmak istiyorum.
Rizom, Türkçeye köksap olarak çevrilen ve botanikten alınan bir kavram. Bitkilerde, rizomlar, yatay kökler gibi düşünülebilir; doğrusal olmayan, dallanarak yayılan ve birbirine bağlı bir yapıya sahiptirler. Gilles Deleuze ve Félix Guattari, bu yapıyı, düşünce, bilgi ve toplumsal ilişkiler gibi alanları açıklamak için metaforik bir model olarak kullandı. Rizom, hiyerarşik olmayan, merkeziyetsiz ve her noktanın diğerine bağlanabildiği bir yapı. Bu felsefi bağlamda rizom, Yüzyıllık Yalnızlık gibi bir romanı anlamak için güçlü bir araç. Çünkü roman, doğrusal bir hikâye akışına değil, birbirine bağlanan, dallanıp budaklanan, neredeyse sonsuz bağlantılar ve tekrarlarla örülü bir yapıya sahip. Romanın her bir karakteri, her bir anlatı unsuru, rizomik yapının bir dalı gibi düşünülürse, bu dallar okuyucuyu bir yandan geçmişe, bir yandan geleceğe ve hatta farklı olasılıklara taşıyabilir, örneğin bana kalırsa büyülü gerçerçilik tümüyle rizomik bir yapıdır, ilk betimlediğinden başka referansları da içinde barındırır.
Rizomik bir yapıyla ele alınan bir metin, klasiklerin zamansızlığını ve büyülü gerçekçilik gibi tarzların farklı bağlamlara nasıl dokunduğunu anlamamıza olanak tanır. Böyle bir roman, doğrusal bir hikâye sunmaz; her okur metinle kendi bağını kurar. Bu durum, uyarlanan bir dizi ya da film için de geçerlidir. Örneğin, bir okuyucu kuşları özgürlüğün simgesi olarak yorumlarken, bir başkası için bu, insan doğasının döngüselliğini temsil edebilir. Klasikler işte bu yüzden zamana meydan okur; her okuma, onları yeniden yaratır.
Rizom, modern dünyada giderek merkezsizleşen toplumsal ve kültürel yapıları anlamak için ideal bir yöntemdir. Tek bir otoriteye veya “doğru” anlatıya bağlı kalmaksızın, birden fazla bakış açısını ve kesişen temaları anlamamıza olanak tanır. Geleneksel yaklaşımlar bir metnin “ana fikrini” bulmaya çalışırken, rizomik bir yaklaşım, metindeki çoklu anlam katmanlarını ve farklı temaların birbirine dokunan yönlerini keşfetmeye odaklanır. Özellikle dijital çağda, bilgiler, hikâyeler ve imgelerin bir ağ gibi yayıldığı düşünüldüğünde, rizomik düşünce, bu yapıları analiz etmek için benzersiz bir araç olur.
Uyarlamaların bir romanı “yansıtması” gerektiği fikri, genellikle eserlerin dönüşüm potansiyelini göz ardı eder. Oysa bir uyarlama, kaynak eserin birebir bir yansıması olmaktan ziyade, onunla yeni bir bağlamda diyalog kuran bağımsız bir yapı haline gelir. Orijinal eser, ağın bir düğüm noktasıdır, ancak her yeni form, yeni bağlar ve anlamlar yaratır. Uyarlamalar, kayıplarından çok, bu yaratılan bağlantılarla değerlendirilmeli; izleyiciyi farklı bir düzlemde aynı hikâyenin yeni yankılarıyla buluşturdukları için birer olanak olarak görülmelidir. Elbette dikkate değer olanları. Yüzyıllık Yalnızlık’ın Netflix uyarlaması da üçüncü bölümü izlemiş biri olarak söyleyebilirim ki, keyifli bir uyarlamadır. Bu dizi metninden, hızlı tüketilebilecek bir popüler kültür metninden bekleneni fazlasıyla verir. Her metni kendi olanağı ile değerlendirmek en doğru yöntemdir.
Edebiyat, feminizm, post kolonyalizm ve queer teori gibi disiplinlerin birbirine dokunduğu bir noktada, rizomik bir analiz; metinleri ya da görsel eserleri sadece bir bütün olarak incelemez, büyükten küçüğe inmez, tersine mühendislik yapmaz ama parçalarının birbirine nasıl bağlandığını anlamamızı sağlar. Her biri kendi içinde doğru yöntemler olabilir ama rizom hepsini barındıracak kadar güçlü bir metafordur. Yüzyıllık Yalnızlık’ta zamanın döngüselliği, aile içindeki tematik tekrarlar (yalnızlık, kader, ensest) ve Macondo’nun tarihsel dönüşümü üzerinden bir rizomik ağ gibi şekillenir. Aureliano ve José Arcadio isimlerinin sürekli tekrar edilmesi, bireysel kaderlerden ziyade, toplumsal bir döngüyü ve tarihin kendisini nasıl ritmik bir şekilde yansıttığını gösterir.
Örneğin, Wong Kar Wai’nin Aşk Zamanı filmi, bu tür bir analiz için mükemmel bir zemin sunabilir. Film, görünürde basit bir yasak aşk hikâyesi gibi ilerler, ancak karakterlerin hisleri, anıları ve birbirine geçiş yapan mekânlar aracılığıyla, izleyiciyi farklı zamanlar ve duygusal düzlemler arasında bir yolculuğa çıkarır. Wong Kar Wai’nin fragmanter anlatım yapısı, aynı hikâyenin farklı duygusal yansımalarını katman katman açığa çıkarır. Bu katmanlar, doğrusal bir hikâye yerine bir rizom gibi birbirine bağlıdır; bir sahnedeki melankoli, başka bir sahnedeki nostaljiyle birleşir ve izleyiciye aşkın ve yalnızlığın çoklu boyutlarını gösterir.
Andrei Tarkovsky’nin Stalker filmi, rizomik yapıyı anlamak için bir başka güçlü örnektir. Filmde, karakterler “Bölge” adı verilen mistik bir yere yolculuk yapar, ancak bu fiziksel bir yolculuktan çok, ruhsal ve felsefi bir keşif sürecine dönüşür. Bölge’nin yapısı da, rizomik bir şekilde örgütlenmiştir. Her köşe, her yol, farklı bir anlam ve olasılıkla doludur. İzleyici, karakterlerin fiziksel hareketlerinin ötesinde, onların zihinsel dönüşümlerini ve ruhsal sorgulamalarını takip eder. Film, hikâyeyi bir sonuca bağlamaz; bunun yerine, farklı katmanlarda açılan anlamlar bir rizom gibi sürekli genişler.
The Leftovers dizisi, rizomik yapının güçlü bir şekilde gözlemlenebileceği dizilerden biridir. Dizinin temelinde dünya nüfusunun %2’sinin ani ve açıklanamaz bir şekilde ortadan kaybolması yer alsa da, bu olay, hiçbir zaman lineer bir anlatı veya basit bir açıklama üzerinden ele alınmaz. Bunun yerine, hikâye, bireysel travmaların, toplumsal tepkilerin ve dini inançlardan psikolojik kırılmalara kadar geniş bir duygusal yelpazenin içine dağılır. Dizide her karakterin yaşadığı kayıp, bir başka karakterin hikâyesine bağlanarak dallanır. Ana karakter Kevin Garvey’in içsel çatışmaları, Nora Durst’un kayıpları anlamlandırma çabasıyla kesişir ve bu kesişim, yalnızca iki karakter arasındaki bir bağ değil, dizinin genel atmosferini oluşturan duygusal bir ağ haline gelir. Bu ağ, The Leftovers’ı sadece bir hikâye anlatımı değil, bir insanlık durumu incelemesi haline getirir. Rizomik bir analizle bakıldığında, dizinin her bölümü, büyük bir bütüne bağlı, ama aynı zamanda kendi içinde bağımsız bir mikro hikâye olarak görülebilir.
Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabı ise, tam anlamıyla rizomik bir yapıdır. Marco Polo’nun hayali kentleri tarif ettiği anlatılar, tek bir merkeze bağlı olmadan, birbirine dokunan ancak bağımsız kalan hikâyeler sunar. Her şehir, bir öncekiyle tematik bir bağ taşısa da, kendi içinde farklı bir mikro kozmos yaratır. Örneğin, kentlerden biri hafızanın yüküyle boğuşurken, bir diğeri hafızanın silinip yeniden yazılabilirliğini temsil eder. Bu yapıda, okuyucuya kentler arasındaki bağlantıları keşfetmek için bir alan bırakılır. Rizomik bir okuma, bu kentlerin yalnızca mekânsal yapılar değil, aynı zamanda insan ruhunun farklı yönlerini simgeleyen metaforik yapılar olduğunu açığa çıkarır. Bu eserde her şehir, bir başka şehre açılan bir kapı gibidir; okuyucuya mekân ve zaman arasında bir yolculuk sunarken, aynı zamanda hayal gücünü devreye sokar.
Rizomik okuma, sadece metinlerin değil, hayatın kendisinin de çok merkezli bir yapı olduğunu hatırlatır. Her bir detayın başka bir hikâyeye bağlanabileceğini, her kesişim noktasının yeni bir anlam katmanı sunduğunu fark etmek, hem okuma deneyimini hem de düşünce dünyamızı dönüştürür. Bu yöntemle, metinleri “sökmek” ve “yeniden dikmek” yalnızca estetik bir egzersiz değil, aynı zamanda hayata dair daha derin bir diyalog kurmanın kapısını aralar.
Başta verdiğim kuşlar örneğine geri geleyim. Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanında, yalnızca özgürlük ve yeniliğin simgesi olmakla kalmaz; aynı zamanda bir ritim, bir döngü, ve nihayetinde insan yaşamının doğa ile olan organik bağının metaforik yansıması olarak karşımıza çıkar. José Arcadio Buendía’nın kuşları Macondo’ya yerleştirmesiyle başlayan süreç, başlangıçta doğanın saflığını ve yaratıcı gücünü temsil ederken, zamanla yozlaşma, kayıp ve yalnızlığın habercisi haline gelir. Bu kuşlar, döngüsellik ve zaman kavramları etrafında örülmüş rizomik bir yapıyı simgeler; tıpkı bir ağacın kökleri gibi, görünüşte dağınık ama aslında sıkı bir düzen içinde, bireyden topluma, doğadan insana yayılan bir hikâyeyi taşıyan unsurlardır.
Edebiyat ve klasikler, yalnızca bir hikâye anlatmak ya da keyif almak için değil, bu döngülerin anlamını çözmek, insanlık deneyimini daha derinden kavramak için de okunabilir. Yüzyıllık Yalnızlık, bir ailenin tarihi gibi görünse de, insanlığın kolektif yalnızlığını, varoluşsal döngülerini ve doğa ile uyum içinde yaşayamadığı her durumda nasıl kaybolduğunu gösterir. Márquez, büyülü gerçekçilikle ördüğü bu dünyada, okuyucuya yalnızlık, özgürlük ve toplumsal yozlaşma gibi konuları kuşların hafif ama derin etkisiyle hatırlatır.
Bugün insanlar, hızla akan gündelik yaşamın yarattığı boşlukları doldurmak için felsefeden, seminerlerden, terapi oturumlarından medet umar halde. Edebiyat, bu arayışların temel taşı olabilir. Kitaplar, yalnızca yanıtlar değil, daha önemli olanı, doğru soruları da getirir önümüze. Klasikleri okumanın değeri de buradan gelir. İnsanlık tarihine bakar, unutulmuş ya da farkına varılmamış bir özlemi ya da sorunu yeniden keşfederiz. Yalnızlık, mutluluk, toplumsal bağlar ya da bireyin kaderi üzerine yazılmış bu tür romanlar, zamanın ötesine geçerek bugünle ve gelecekle konuşur.
Klasikleri okurken, bir metot önerisi de kaçınılmaz hale gelir. Kitapları bir “öğrenme aracı” olarak değil, bir “katılım alanı” olarak görmek önemlidir. Sorularla ilerlemek, detaylarda kaybolmaktan korkmamak ve her metnin sunduğu dünyayı kendi yaşam deneyimimize bağlamak bu metodun özüdür. Yüzyıllık Yalnızlık, her bir karakter, mekân ve sembol üzerinden yalnızca bir aile hikayesi değil, insanlığın büyük hikâyesini sunar. Bizim yapmamız gereken ise, bu hikâyelerin dallarını takip ederek, kendi yaşamlarımızdaki bağları keşfetmek ve onları anlamlı bir bütün haline getirmektir. Çünkü kitaplar, yaşamı anlamaya dair bitmek bilmeyen bir diyalog sunar ve bu diyalog, sadece bizi değil, bir toplumu dönüştürme potansiyeli taşır.
Yüzyıllık Yalnızlık, bir ailenin hikâyesinden çok daha fazlasını anlatır. Bize düşen, bu hikâyelerde kendimizi aramak ve bulduğumuz her parçayı yeniden yorumlamaktır. Çünkü kitaplar sadece geçmişi anlatmaz, bugünümüzü ve yarınımızı şekillendiren birer ayna olurlar. Bu yüzden onları okumak bir cevap arayışı değil, kendimizle kurduğumuz en derin diyaloglardan biridir.
Yüzyıllık Yalnızlık, her okuyucuda yeni bir yankı bulmaya devam eder. Netflix uyarlaması da bu yankıyı yeni bir bağlama taşıyarak izleyicilere farklı bir bakış sunar. Ama aslolan edebiyattır. Edebiyatın büyüsü, Homeros’tan Shakespeare’e, Cervantes’ten Dostoyevski’ye kadar uzanan zamansız eserlerde olduğu gibi, hikâyenin kendisinde olduğu kadar, onu okuyan, izleyen ve yeniden anlamlandıran zihindedir. Bu yüzden klasikler, her dönemde yeniden keşfedilir ve çağlar boyunca insanlığın ortak bir dili olarak varlığını sürdürür.
/././
(T24)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder