soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -14 Aralık 2024 -

Suriye Dosyası(IV)-Emperyalizme karşı mücadele mi, eksenlerden eksen beğenmek mi?-Serap Emir-

Umudunu Rusya ve İran'a, “direniş eksenine” bağlayıp hayal kırıklığına uğrayanlar Esad'la sınırlı değil. Alınacak ders önemli.

27 Kasım'da başlayan saldırının ardından Esad yönetimi cihatçı grupların karşısında herhangi bir direniş sergileyemeden yıkıldı.

Yazı dizimizin ilk bölümünde bu savaşın sonucunun zaten saldırı başlamadan önce belli olduğunu ortaya koymuştuk. Bu 10 günlük süre içinde ne Rusya ne de İran, cihatçı çetelerin ilerleyişine karşı anlamlı bir direnç sergiledi.

Peki ne olmuştu “direniş cephesi”ne? Dünyada ABD hegemonyasının geriletilmesinde çeşitli kesimlerin bel bağladığı bir güç, niye birdenbire dağılmıştı? Ya da daha doğrusu birdenbire mi dağılmıştı? Bu bölümde esas olarak bu soruya yanıt bulmaya çalışacağız.

Cihatçıların saldırısından iki ay öncesine, Ekim ayına gidelim. İsrail Lübnan’da Hizbullah’a savaş açmıştı; saldırılardan yalnızca Lübnan değil, İran ve Suriye de nasibini alıyordu. 3 Ekim günü İsrail’in füzelerinden biri Suriye'deki Rus askeri tesisi olan Hmeymim Hava Üssü’nün yanı başındaki bir silah deposuna isabet etti. Hmeymim Üssü, hemen güneyindeki Tartus donanma tesisiyle birlikte Rusya’nın Suriye’deki en kritik iki üssünden biriydi, Akdeniz'e açılan lojistik kapısıydı. Haliyle gözler hemen Rusya’ya çevrildi: Acaba İsrail’in bu kritik saldırısına nasıl bir yanıt verecekti?

Yanıt tam bir buçuk ay sonra geldi. 14 Kasım günü Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentiyev, Rus askerlerinin hayatlarını tehlikeye atabilecek eylemlerin kabul edilemez olduğunu söyledi, bir daha yaşanmamasını temenni etti. Ve kısa demecinde saldırının Suriye'nin egemenliğiyle veya İran'la ilgili boyutuyla hiç ilgilenmeyen, Rusya’ya odaklanan şu açıklamayı yaptı:

“İsrail Hmeymim'in hemen yakınına bir hava saldırısı gerçekleştirdi. Yani doğrudan hava üssünü hedef almadı, çünkü bunun doğal olarak İsrail için de çok olumsuz sonuçları olurdu. Bunu çok iyi anlıyorlar.”

Direniş cephesi algısı herkesin aklında o kadar güçlüydü ki bu sözler manşetlere Rusya’nın İsrail’e had bildirdiği, sınır çizdiği şeklinde yansıtıldı. Oysa ortada bir had bildirme falan yoktu, Rusya olabilecek en düşük tansiyonlu açıklamayı yapmıştı. Üstelik saldırıdan tam bir buçuk ay sonra…

Evet, bir sınır çizildiği doğruydu; ama bu sınır Suriye’nin güvenliğinden değil, Rus üsleri ve askerinin güvenliğinden itibaren çiziliyordu. Gerisi Rusya’yı ilgilendirmiyordu, konu 2015’ten beri desteklediği Suriye olsa bile.

İşin tuhafı, Rusya, Suriye’de Esad’ın imdadına yetişmesiyle birlikte Ortadoğu’daki İran merkezli eksenin güçlü bir müttefiki olarak anılmaya başlamıştı. Suriye’de İran'la beraber “ABD’nin Ortadoğu planlarını bozmuşlardı”, “Arap Baharı” Suriye’de tamamına erememişti.

Ama bu nasıl bir güç birliğiydi ki, Rusya kendi hava üssünün birkaç kilometre yakınında müttefiklerinin vurulmasına yeşil ışık yakıyordu?

Nedir bu direniş ekseni?

Direniş ekseni, ayaklanma veya direniş cephesi… İran'ın bölgesel stratejisinde merkezi bir rol oynayan, dile getirilen amacı İsrail ve ABD’ye Ortadoğu’da karşı koymak olan siyasi ve askeri ittifak olarak anılıyor. 80’lerden bugüne Suriye, Lübnan Hizbullah’ı, Filistinli Hamas ve İslami Cihat, Yemenli Husiler ve Iraklı Şii gruplara kadar uzanıyor. Rusya’nın bu eksenle birlikte anılması, az önce değindiğimiz gibi, 2015’te Suriye’deki savaşa müdahil olmasıyla başlıyor.

Suriye’de Esad yönetimine verdikleri destekle beraber Rusya ve İran’ın mesaisi de yakınlaştı. 2016’da Halep’in doğusu başta olmak üzere büyük yerleşimlerin cihatçıların elinden alınmasında Suriye ordusuna birlikte yardım ettiler. Aradan geçen 9 yılda iki ülke arasında askeri eğitim, silah tedariki, istihbarat, savunma sanayi ve nükleer silah geliştirme gibi alanlarda bilgi paylaşımı ve karşılıklı alışveriş giderek arttı. Rusya sadece İran’a değil, “direniş ekseni” içinde sayılan diğer gruplara da askeri teçhizat ve savunma sanayii ürünleri sattı, onlarla da ilişki geliştirdi.

İki ülke arasındaki yakınlaşma ticarete de yansıdı. İran 2023’te Avrasya Ekonomik Birliği ile serbest ticaret anlaşması imzaladı, 2024 itibariyle de üye statüsünde BRICS’e dahil oldu. Batının yaptırımlarına tabi olan bu iki ülke bankalar arası transfer mekanizması kurarak doğrudan kendi para birimleriyle ticarete başladılar. 2002 yılında Hindistan, İran ve Rusya arasında atılan imzalarla başlayan, sonraki yıllarda Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan ve Orta Asya’daki ülkelerin katılımıyla genişleyen Kuzey Güney Ulaşım Koridoru projesi hızlandı. Proje, demiryolları, limanlar ve ulaşım altyapıları inşasıyla Süveyş Kanalı üzerinden süregiden geleneksel ticaret yollarına alternatif yaratmayı amaçlıyordu.

Tüm bunlar İran'la Rusya’nın yollarının Ortadoğu’da kesişmesiyle askeri, ekonomik ve hatta stratejik ilişkilerinin hızlandığını, geliştiğini gösteriyor. Ama biraz kazındığında, bu işbirliği aslında alabildiğine kırılgan ve pek çok başlıkta farklı yönelimler barındırıyor. Yani kimi kesimlerin baktığında görmek istediğinden veya emperyalizmin onlara yakıştırdığından oldukça uzak bir “eksen” bu.

‘Direniş Ekseni’: Emperyalizmin yakıştırdığı mı, bir çıkış arayanların görmek istediği mi?

ABD emperyalizmi dış politikasını, dönem dönem kendi askeri ve siyasi müdahalelerini meşrulaştırabileceği doktrinler üzerinden tarif etti. Bu doktrinler hem ABD’nin kendi cephesini tahkim etti, hem de “düşman cephesi”ni belirledi.

2000’lerin başında Afganistan ve Irak’a saldırdığı dönemde ABD’nin doktrini “Teröre Karşı Savaş”tı. Dönemin ABD Başkanı George W. Bush bu doktrin kapsamında İran, Irak ve Kuzey Kore’yi, tabii bir de Küba’yı “şer ekseni” ilan etmişti.

ABD bugün de hegemonyasına rakip gördüğü veya hegemonyasını korumak için karşısına aldığı güçleri kümelendirmeyi sürdürüyor. Son yıllarda bunu Rusya, İran ve Çin’in de dahil edildiği “direniş ekseni” tanımları üzerinden yapıyor. Medyadaki ve siyasetteki söylem bu tanımlar üzerinden şekillendiriliyor.

Bu amaçla zaman zaman ittifak unsurlarının zayıflıklarına işaret ediliyor, zaman zaman birlikte ABD ve Batı açısından ne büyük tehdit oldukları vurgulanıyor ki ABD kendi cephesini tahkim edilebilsin.

Bu vurgularda ABD ve Batı emperyalizmi “demokrat” olanı temsil ediyor ve demokratlığın taşları sadece seçim sistemi üzerinden değil, piyasadaki aktörlerin sayısıyla da belirleniyor. Rusya, Çin, İran’ın başını çektiği karşı tarafsa “otokrat” olanı temsil ediyor, bunda da sadece başkanlar değil sermayenin şirketlerden ziyade kişilerin elinde toplanması vurgulanıyor. Yani ABD ve Batı emperyalizmi kendilerini kapitalizmin kitabına uygun olanı, diğer tarafı da “anomali” olarak sunuyor.

Oysa baktığımızda her iki taraf da kapitalizmin ve emperyalizmin kurallarına göre oynuyor, kimsenin buna bir itirazı veya bunu değiştirmeye dönük bir iradesi yok. Tıpkı bir madalyonun iki yüzü gibiler, ama madalyon aynı madalyon.

İran ve Rusya arasındaki kırılganlıklar

Emperyalizm içindeki bu rekabetin yarattığı ittifaklar, eksenler; emperyalist kapitalist sistemin yarattığı savaşlardan, döktüğü kandan, sefaletten ve baskılardan bıkmış insanlara “alternatif” gibi pazarlanıyor. Batı demokrasisinin ikiyüzlülüğünden bıkanlara, “direniş ekseni” umut satıyor; ama aynı pazarda…

İlkesizliğin, pragmatizmin gırla gittiği bu dünyada insanlar, tıpkı ülkemizde seçim dönemlerinde yaşandığı gibi güçlü ve zalimin karşısına çıkabilecek en güçlü rakibin eteğine yapışıyor; ne olduğuna, kim olduğuna, neyi savunduğuna bakmaksızın.

Ortadoğu’daki “direniş ekseni” kimi kesimlerin gözünde emperyalizmin karşısında umut sayılabilecek bir odak olarak görülse de, emperyalizmin kendisi, ortada ortak bir hedef etrafında sıkı bağlar kurmuş, iç bütünlüğü olan bir ittifak olmadığının farkında.

Suriye’deki cihatçı saldırısı başlamadan 2 gün önce Foreign Affairs’de yayımlanan makalede, ABD'nin İran ve Rusya'yı birbirine düşürmesi tavsiye ediliyor. Makalede İran ve Rusya’nın arasındaki ilişkinin kırılganlığına ve aynı petrol pazarını paylaştıklarına dikkat çekilerek Ortadoğu ile ilgili şu tespitler yapılıyor:1

“İsrail İran'ın petrol ihracat altyapısını yok etme tehditlerini yerine getirirse, Rusya Çin pazarına petrol satma konusunda başlıca rakiplerinden birinden kurtulmuş olacak. En kötü senaryoda ise İran Hürmüz Boğazı'nı kapatırsa Ortadoğu'daki petrol üreticisi ülkelerin çoğunun uluslararası piyasalarla bağlantısı kesilecek ve Rus petrolü vazgeçilmez hale gelecektir. Dolayısıyla Rusya'nın İran'ı kurtarmaya acil bir ihtiyacı yok, özellikle de bunu yaparak doğrudan askeri bir çatışma riskine girecekse. En azından kısa vadede Moskova, ABD ve İsrail'in Orta Doğu'da gerekli gördükleri her şeyi yapmalarına izin verecektir.”

Bu değerlendirme şu an doğrulanıyor. Çünkü tüm aktörler kendi çıkarının peşinde koşuyor, kendi işine ne gelirse onu yapıyor. Çünkü kapitalizmin dışında ortak ideolojileri, değer sistemleri, onları birbirine bağlayan bir bağ yok. Büyük balıklara yem olacak küçük balık olmamak için birleşiyorlar, yan yana geliyorlar, başka küçük balıkları yiyorlar ve buna “kazan-kazan” diyorlar. Suriye’nin başına gelen bir yönüyle de bu.

Rusya'nın Suriye'de Lazkiye Limanı'na 25 kilometre mesafede Hmeymim Hava üssü ile Tartus Deniz Üssü bulunuyor. Rusya Dışişleri Bakanı Yardımcısı Mihail Bogdanov Perşembe günü üslerin Suriye topraklarındaki varlığının sürdüğü belirtmişti. Ancak üslerden bazı ekipmanların söküldüğü görüntüler kaydedildi.

Eksenden çok, eksen kayması mı?

Bu coğrafyada yakın zamanda Suriye dışında iki savaş yaşandı: İsrail-Filistin ve Azerbaycan-Ermenistan. “Direniş ekseni”, ikisinde de birbirinden farklı tutumlar aldı.

İsrail, İran’ın ezeli rakibi, düşmanı. Ama Rusya, İran’la yakınlaştığı bu süreçte hiçbir zaman İsrail’i karşısına almadı, hatta İsrail’in Ortadoğu’daki saldırıları karşısında oldukça temkinli ve özenli bir dil tutturdu. 7 Ekim için Hamas’ı, devamındaki saldırılar için de ara ara İsrail’i kınamakla ve diplomatik bazı arabuluculuk girişimlerinde bulunmakla yetindi. Aslında sadece Filistin meselesinde değil, genel olarak İsrail ve “direniş ekseni” arasında kendini arabulucu bir rolde konumlandırdı.

Yazının başında hatırlattığımız 3 Ekim saldırısında olduğu gibi, İsrail’in Suriye’deki saldırıları karşısında bile pasif kaldı, ancak kendi kuyruğuna basıldığında tepki verdi. Bu dengeleyici ve özenli tutum karşılığında, İsrail de Rusya’nın Suriye’deki çıkarlarını gözetti. Nitekim, henüz Suriye'nin elbirliğiyle yıkılmasına karar verilen anlaşmaya dair kimse konuşmasa da, Rusya'nın Suriye'deki üslerinin Esad sonrasında da korunması konusunda İsrail'in desteği olduğunu tahmin etmek zor değil.

Azerbaycan-Ermenistan geriliminde ise Rusya Azerbaycan’ın tarafını tutarken, “direniş ekseni”nin diğer gücü İran, Ermenistan’ın yanında yer aldı. Bölgedeki Arap ülkeleriyle ilişkilerde de iki ülkenin arayışları birbirinin zıddı. Rusya Batı’nın sermaye yaptırımlarını Körfez bankaları üzerinden aşmanın yollarına bakıyor, Ortadoğu'daki Arap ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kurmaya çalışıyor. İran’ınsa Arap dünyasıyla ilişkileri gerilimli ve karmaşık, temelde de mezhepçi.

Bir başka çarpıcı örnek, son ABD seçimleri oldu. Siyasi mücadelede en önemli güçlerden biri de, karşı taraftaki ittifakı veya birlikte hareket eden güçleri dağıtabilme kapasitesidir. Trump, sadece adaylığının gündeme gelmesiyle bunu başardı. İran, Trump’ı kesinlikle istemiyordu. Rusya’nın tercihiyse Trump’tı.

Putin: NATO bizi alsaydı…

Tüm bunlar niye oluyor? Çünkü bu ülkeler, emperyalizme karşı mücadele yürütmüyor. Emperyalizme karşı sistematik bir mücadele yürütmek için, emperyalizmin ne olduğuna dair net bir yanıt verilmesi gerekir. Ve bu yanıt, kapitalizmden ayrılamaz. Bizzat sisteme, kapitalizme karşı mücadele etmeksizin emperyalist merkezlerle didişmek, herkesin kendi sermaye sınıfının çıkarlarının peşinden gittiği bir pragmatizmle sınırlı olmak zorundadır. Rusya ve İran’ın durumunda bu açıkça ortadadır.

İran’daki molla rejimi, dinci ve mezhepçi çizgisiyle zaten tutarlı bir emperyalizm karşıtı mücadele verilmesinin zeminini baştan ortadan kaldırıyor. Emperyalizme karşı mücadele, dünya halklarının birliğini, ortak mücadelesini ve yeni bir düzen kurma iradesini gerektirir. Oysa İran bölgeye baktığında ayrımı mezhep hatları üzerinden yapıyor.

Bu dizinin üçüncü bölümünde, Suriye’de Baas yönetiminin nihai başarısızlığında, kapitalist düzenle hesaplaşmaksızın bağımsızlığı ve egemenliği koruma çabasının çıkışsızlığından bahsetmiştik. Aynı formül, uluslararası mücadele için de geçerlidir.

Sovyetler’i yıkıp yağmalayarak iktidara gelen Rusya’nın yeni egemen sınıfı, yola çıktığında ABD’yle eklemlenmeyi, Batı’nın parçası olmayı arzuluyordu. Putin, Şubat ayında ABD’li gazeteci Tucker Carlson’la yaptığı söyleşide bu durumu, Bill Clinton’la geçen bir diyalog üzerinden anlatmıştı:

“‘Bill, sence Rusya NATO'ya katılmak isterse bu gerçekleşir mi?’ Birdenbire şöyle dedi: ‘Biliyor musun, bu ilginç, sanırım evet.’ Ama akşam yemek yerken, ‘Biliyorsun, ekibimle konuştum, hayır, şu anda mümkün değil’ dedi. (…) Eğer evet deseydi, yakınlaşma süreci başlayacaktı ve sonunda ortaklarımızda samimi bir istek görseydik bu gerçekleşebilirdi. Ama olmadı.”

ABD emperyalizmi, “düşmanımın düşmanı dostumdur” pragmatizmi üzerinden belirlenen kapitalizm içi bir takım eksenler veya cephelerle zayıflatılamaz. Ancak halkın örgütlülüğüne dayanan, emperyalizmi ve kapitalizmi birlikte karşısına kalan cephelerle yenilebilir.

Bunun yerine, sırf “güçlü” ve karşı cephede diye bazı ülkelere yanaşıldığında veya Suriye örneğinde olduğu gibi ipler bu güçlerin eline teslim edildiğinde direnmek veya teslim olmak dahil her şeye onlar karar verir. Suriye’de Esad örneğinde olan da buydu. Esad sırtını Rusya ve İran’ın askeri ve maddi desteğine dayadı, kurtuluşu orada aradı. Ne acıdır ki on gün içinde Suriye’de rejim çökerken, Suriye adına açıklamalar yapan Esad değil, Rusya, İran ve hatta Türkiye oldu. Suriye halkının geleceğine karar veren öyle ya da böyle “direniş ekseni” oldu. O gelecek bugünden epey karanlık görünüyor.

Esad sessiz sedasız gitti, kişisel servetiyle yaşamına kaldığı yerden devam edecek. Ama Suriye halkının neler yaşayacağını, Ortadoğu halklarının emperyalizme karşı mücadelesi belirleyecek. 14 yıldır AKP eliyle Suriye’de savaş suçları işleyen, Suriye’nin karanlığa sürüklenmesinde payı olan, şimdi de hükümetin yayılmacı hırslara kapıldığı Türkiye’de, emperyalizme karşı mücadele hem kendi tarihimize ve geleceğimize, hem de Suriye halkına borcumuz.

BİR SONRAKİ YAZIDA:

  • Sınırların değiştirilmesinin sebebi ne?
  • Emperyalizmin mikro devletler yaratma isteği nereden geliyor?
  • Emperyalistlerin böl-yönet anlayışının tarihsel kökeni nereye dayanıyor?
                                                              /././
Suriye için elimizden gelen…-Aydemir Güler-
Mücadelenin kendisi uluslararasıdır. Bundan sonra da öyle olacak. Bölgemiz için elimizden gelenle ülkemiz için yapılması gereken arasında güçlü bir bağ var.

Komşu ülkenin 13 yıl süren bir savaşın sonunda yıkıldığı söyleniyor; doğrudur. Sürecin ilk çatışmalı evresi olan 2011-2015, Rusya’nın Eylül sonlarında doğrudan müdahalesiyle tamamlanmıştı. Sonra kuşkusuz ara ara kan dökülen ama savaş da diyemeyeceğimiz evreye girdik. İkinci çatışma evresini 2023’te İsrail’in giriştiği huruç harekâtıyla başlatmalıyız. Gazze’ye saldırıyı, sadece Batı Şeria’nın değil bir dizi Arap ülkesinin izlememesi sürpriz olurdu. Bu dizinin de kritik halkası kuşkusuz Suriye’ydi. Bugüne gelirsek, HTŞ’nin Baas’ı sadece birkaç gün içinde yenilgiye uğrattığı doğru değildir. 

Beşar Esad’ın Moskova’ya gitmesine neden olan operasyonun failleri, ülkeye el koyan, emperyalist pazarlama ürünü güruhla sınırlanamaz. Fail İsrail’dir, ABD’dir, İngiltere’dir, gerici Arap rejimleridir, AKP Türkiye’sidir… 

Ve sadece onlarla da bitmiyor! İran ve Rusya’nın yürüttüğü pazarlığın bir “satış” iması içermesini kast etmiyorum. İşin o kısmı Kemal’in (Okuyan) açıkça anlattığı gibi: Emperyalist karakterli büyük güç pazarlıklarında kardeşliğe yer yoktur ki, ihanet veya satış olsun! 

Suriye’nin çöküşü birkaç cümlede söylediğimizin ötesinde bir tarih ve toplum yasasını kanıtladı: Dünya kapitalizmine boyun eğmeyen, bağımsız ve laik bir ülkenin, sınıfsal egemenliğini burjuvaziye teslim ederek yola devam etmesi im-kân-sız-dır. Burjuva egemenliği bağımsızlığın da laikliğin de altını oyar. Halkçılık ve kamuculuk ile burjuvazi arasındaki çelişki uzlaşmaz. Bu sorunu dondurabileceğini, sürekli bastırabileceğini varsayan bir siyasi iktidar, ne kadar hüküm sürdüğünden bağımsız olarak, bilinmelidir ki, hep bir geri sayım yaşamaktadır.

Suriye’nin gerçek haini sermaye sınıfıdır!

*    *    *

2015’de Rusya sahaya indiğinde, Putin, kimilerince, direnen Suriye halkının kurtarıcısı ilan edildi. Putin Batı emperyalizminin ve cihatçı gericiliğin daha ileri gitmesine izin vermemişti… Rusya’nın askeri müdahalesi Suriye’nin meşru iktidarının çağrısıyla gerçekleşti. Suriye halkı büyük bir direniş göstermiş olsa da, karşısındaki yığınak son derece eşitsizdi. Üstelik Suriye ağır bir ambargo altındaydı. Rusya pratikte, evet, kurtarıcı olarak sahne aldı. 
Ama bu kadar basit değil. Rusya saldırgan değil, dayanışmacı pozisyondaydı; ama bu, politikasının belirleyici güdüsünün Batı emperyalizmiyle arasındaki çıkar çatışması olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyordu. Ortadoğu’daki en önemli dayanağını kaybetmeye razı olması beklenemezdi Rusya’dan. 2015’e kadar geçen süre Suriye’nin ne bağımsızlığının, ne laikliğinin Moskova’da umursanmadığını göstermez mi? 

Rusya dengeleri kolladı durdu. Türkiye ile, Arap devletleriyle, İsrail ile, çekişme içinde olduğu Batı ile ve hatta Suriye’ye kan kusturan cihatçı hareketlerle… Bir kapitalist devletin dayanışmasının sınırı bu kadardır. 

Rusya, Suriye’ye ve bölge halklarına zaman kazandırıyordu olsa olsa. Bu zamanın laik ve antiemperyalist bir halk hareketinin ayağa kalkması için kullanılması gerekiyordu. Bu, Rusya’nın umurunda olmazdı. Belli ki, Suriye Baas’ının ve onun içinde ayrıksı bir konum geliştirebildiğini düşündüğüm Beşar Esad’ın da gündemine girmedi. Asıl süreci zorlaması gereken Ortadoğu solu 2015-2023 arasında, bu misyonun altından kalkamayacak kadar gerilemişti. Bu güçsüzlüğümüzle zamanı kullanamadık. 

Bir parantez “Beşar Esad’ın ayrıksılığı” için: 21.yüzyılın ilk on yılında ülkesinin Batı katarına bir vagon olarak eklenmesine oynayan Esad, kanlı cihat patladığında halkın direnişinin parçası, simgesi oldu. Adının anıldığı sloganın kitleleri dalga dalga sarmasına tanıklık ettik. Özelleştirmeci Esad gitti, halkın “canımızla, kanımızla seninleyiz” dediği Esad geldi! O kadar ki, Dünya Barış Konseyi ve Dünya Demokratik Gençlik Federasyonu heyeti 2018’de, ülkenin önemli bölümü kurtarıldığı ve savaş durulduğu sıra ikinci kez Suriye’ye gittiğinde, halk direnişinin liderliğini üstlenen devlet başkanına “Başkan yoldaş” diye hitap etmek hiç de yanlış olmamıştı… 

Dünya Barış Konseyi'nin ziyareti sırasında Emevi Camisi konuk salonunda iki Suriyeli gazeteci kadın ve aynada İtalyan delege. Şam, Ekim 2012 - Fotoğraf: Erhan Nalçacı

Ama bir burjuva siyasetçisi vatana sahip çıkmak istiyorsa sınıfına ihanet etmelidir. Esad 2015-2024 evresinde buna güç, cesaret veya niyet, belki üçünü birden, bulamadı… 

*    *    * 

“Bizse” solun ve halkın güçsüzlüğünün verili olduğu bir tabloda elimizden geleni yaptık... Bu yazının devamını, övünecek bir sonuç çıkmayan işlerimizi övmek için değil, not düşülsün diye yazıyorum.

Dünya Barış Konseyi Asamblesi 2012’nin Temmuz’unda Nepal’in başkenti Katmandu’da toplandığında Suriye hakkında “rivayet muhtelifti.” Batı Avrupalı kimi liberal veya sol-liberal delegelerin “Baas diktatörlüğünden” söz etmelerine dayanamıyorduk. Baas’ın sınıfsal eleştirisi başka bir şeydi, emperyalizmin dümen suyuna girip şeytan taşlamak başka. Neyse ki, bunlara kürsüyü bırakmayacak güçteydik.

Geçenlerde İstanbul’da Uluslararası Filistin’le Dayanışma Gününde Filistinli ressamların eserlerinin dijital kopyalarından oluşan bir sergi açıldı; haftaya da Ankara’da açılacak. Sergi açılışına çevrim içi olarak katılan Filistin temsilcisi Akel Takaz Katmandu’da da liberal söyleme dayanamayanlardan biriydi. Bölgeden oldukları için sayacağım, Kıbrıs, Yunanistan, İsrail ve Arap ülkelerinden gelen temsilcilerle Suriye’de yaşananın emperyalist-cihatçı bir operasyon olduğu konusunda aklımız açık ve ortaktı. Suriye’den de Baasçıların yönetimindeki Ulusal Öğrenci Birliği temsilcileri vardı. Bizi onlarla antiemperyalizm ve laiklik birleştiriyordu. 

DBK ve DDGF ortak heyetinin Suriye’ye bir ziyarette bulunmasının ilk fikir egzersizleri de o günlerde yapılmış olmalı. Nitekim Ekim ayı sonunda Suriye Barışseverler Hareketi Ulusal Konseyi ile Ulusal Öğrenci Birliği’nin davetlisi olarak Şam’a gidilmesi, o zorlu günlerdeki ilk somut uluslararası dayanışma eylemi olsa gerek. 

Açık olalım, DBK ve DDGF uluslararası komünist hareketin tarihsel cephe örgütleridir; dolayısıyla dayanışma gösteren inisiyatifin kimlere ait olduğu da bellidir. 

Ama Türkiye, Suriye’ye yönelik bu kirli operasyonun komuta merkezi gibi görünüyordu. Daha fazlası yapılmalıydı. AKP politikaları bizi komşu halka borçlandırmakla kalmıyordu. Mücadele somut olarak ülkelerin ötesine taşmak durumundaydı. Türkiye’de verilecek mücadelenin bir parçası Suriye halkının direnişine el uzatmaktı. 

Barış Derneği, Dünya Barış Konseyi’ni iki kez Türkiye’ye getirdi. İlki 2012’nin Kasım ayıydı. Konferansın ardından o ana kadar Antakya’da düzenlenen en kitlesel savaş karşıtı eylem kapalı spor salonunda gerçekleşti.

2013 Nisan ayındaki ikinci uluslararası buluşma İstanbul’da konferansla başladı ve Antakya’da benzersiz bir mitingle noktalandı. 

Bir de belge var o günlerden kalan. Suriye’ye yapılan siyasal operasyonun bir boyutunun adı savaş suçudur. O suçlar Türkiye’nin bir dizi hukukçusu ve araştırmacısı tarafından kaydedilmiş, listelenmiş, şurada da yayınlanmıştır.

*    *    *

Meselemiz bunları anılar ve kayıtlar olmaktan çıkarmaktır.

Siyasette uluslararası boyut, romantik bir enternasyonalizm veya estetik bir aksesuar değildir. AKP’nin Türkiye’yi içine soktuğu Suriye savaşına karşı duruş, bu anlamda somut bir barış mücadelesi 2013 Haziran Direnişinin dinamiklerinden biri olmuştur. Türkiye halkı başka şeylerin yanı sıra barış için de kavga verdi. 

Mücadelenin kendisi uluslararasıdır. Bundan sonra da öyle olacak. Bölgemiz için elimizden gelenle ülkemiz için yapılması gereken arasında güçlü bir bağ var.  

                                                       /././

Akıl eksikliği(IV): Suriye’ye sevinmek -Erhan Nalçacı-
Suriye’nin tarihsel olarak geriye götürülüp parçalanmasına sevinenler bir kez İsrail’in fırsatçılığına baksınlar.

Suriye’de son günlerde yaşananlara sevinen çok sayıda çevre çıktı. Eğer bilinçli bir kötülük değilse bu sevincin nasıl bir akıl zafiyeti olduğunu ele alacağız.

Türkiye’de Arap halkına karşı aşağılayıcı ve nerdeyse ırkçı sayılabilecek bir tavır şu veya bu şekilde yaşadı. Araplar kalleşti, arkadan vururlardı, geriydiler vb.

Tarihselci yaklaşımın maddi kategorileri bir düşünme yöntemi olarak kullanılmadığı sürece akıl eksikliği eksik olmaz toplumdan!

Osmanlı İmparatorluğu bir feodal devlet olarak fetihçiydi, doğal olarak toprak ele geçirmeye ve buradan doğan ranta yaslanıyordu temel sömürü biçimi. Özellikle 1789 Fransız Devriminden sonra Osmanlı’nın fethettiği topraklardaki halklar bağımsızlıkları için ayaklandılar. Yunan, Bulgar, Sırp vb. sırası gelen bağımsızlığını elde etti, bunların hiç birini Araplar gibi aşağılamak akla gelmiyor.

Araplar da bağımsızlıkları için isyan ettiler.

Ancak bağımsızlıkları özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası emperyalizmle işbirliği yapan feodal egemenlerine karşı mücadele ile geldi. Bu mücadele boyunca eşitsiz bir güç olan emperyalizme karşı devlet gücüne erişen sosyalizmden destek aldılar.

Suriye, Lübnan, Mısır, Irak, Cezayir, Libya, Yemen, bu ulusların tarihsel meşruiyetleri bu kategoriden doğuyordu.

Suudi Arabistan, Ürdün, BAE, Katar gibi emperyalizmle işbirliği yapan feodal egemenliklerin tarihsel olarak geri olmaları da aynı şekilde. Arap olmak değil önemli olan, hangi toplumsal düzen aşamasına nasıl bir mücadele ile ulaştıkları esas olarak dikkate alınmalıdır.

Geçen yüzyılda SSCB’nin desteğini yol boyunca hisseden bu burjuva devrimlerinin hepsi 1990 sonrası emperyalizmin operasyonlarına maruz kaldı. Şimdi Suriye’nin tarihsel olarak geriye çekilişine tanıklık ediyoruz. Mesele sadece cihatçı çetelerin yönetime gelmesi değil, mesele Suriye halkının iradesine karşı Batı emperyalizminin hegemonyasının iktidara gelmesidir.

Suriye’nin başına gelene sevinenlere şunu hatırlatmak zorundayız. Daha önce belirtmiştik, Türkiye Cumhuriyeti de erken bir örneği olarak Suriye, Mısır, Irak gibi devletlerle tarihsel olarak aynı kategoridedir. Sosyalizmin desteğini alan emperyalizme ve işbirlikçi feodal egemenlere karşı gerçekleştirilen burjuva devrimi kategorisidir bu.

Bu Türkiye’nin de bir vadede benzer bir operasyona maruz kalabileceğini bize söylüyor.

Kanlı Esat rejimi mi?

Burjuva iktidarları ne kadar kahramanca bir devrimle iktidara gelirlerse gelsinler sömürücü tabiatlarının sonucu olarak çürümeye uğrarlar. Kim Suriye devletinin tertemiz, hiç kirli işlere bulaşmamış, cinayet işlememiş, yolsuzluk yaşamamış, baskı yapmamış bir devlet olduğunu iddia ediyor?

Aynı kategorideki Türkiye temiz mi peki? 12 Mart faşizminde işkence görenler, asılan devrimci gençler, 12 Eylül’ün tezgâhlanması esnasında yaşamını yitiren aydınlar, gençler, darbe sonrası işkence tezgâhları, toplama kampı gibi hapishaneler, 1990 sonrası faali meçhule kurban giden binlerce kişi, AKP dönemindeki kamu mallarının yağmalanmasına dayanan vurgun, Ergenekon gibi uyduruk davalarda yüzlerce kişinin hapsedilmesi, iktidar içi kavgaların halkı katleden bombalamalara göz yumulması ile gitmesi…

Liste çok uzun, eksiksiz olması mümkün değil.

Ancak burjuva iktidarının emperyalizmle işbirliği yaparak, cihatçı çetelere yaslanarak, komplolar kurarak, yabancı istihbarat teşkilatlarına satılarak düşürülmesine izin veremeyiz. Bu işi emekçi halkın kendi örgütlülüğü gerçekleştirecektir. İşçiler, ücretle çalışanlar, yoksul köylüler, kent yoksulları, aydınlar, bunların örgütlülüğünün burjuva iktidarına son vermesi tek meşru yoldur.

Suriye’de de böyleydi. 2011 öncesi liberal ve toplumsal eşitsizliği arttıran politikalar Suriye emekçi halkının egemen sınıfa karşı örgütlenmesini güçlendirecek ve iktidar değişikliğinin yolu açılacaktı.

Oysa ister İsrail’in işgallerle yayılmasının önündeki engellerin temizlenmesi, ister uluslararası alanda faaliyet gösteren tekellerin Suriye zenginliklerinin ve emekçi halkının üstüne çökmesi, ister emperyalist rekabette avantaj kazanılması için olsun, Suriye 2011’den bu yana kapsamlı bir emperyalist operasyonun konusu oldu.

Suriye’de emperyalist operasyonun başarısına sevinileceğine, Türkiye’de egemen sınıfın bu operasyona bütün boyutları ile Suudi Arabistan gibi gerici devletlerin yanında katılmış olmasından derin bir utanç duyulmalıdır. Uzun vadeli bir İsrail-ABD komplosuna en başından itibaren verilen destek uykularımızı kaçırmalıdır. Türkiyeli egemenlerin tamamen yurtseverliğini kaybetmiş ve ülkesini savunamayacak bir kozmopolit sınıfa dönüşmesi ibret vermelidir.

Suriye’nin tarihsel olarak geriye götürülüp parçalanmasına sevinenler bir kez İsrail’in fırsatçılığına baksınlar. Onları durduracak kimse kalmadı. İktidarı alan Cihatçılar İsrail ve ABD’nin kullanışlı ajanlarıdır. Kürt halkının cesur ve onurlu bir halk olduğunu biliyoruz, ancak PYD de İsrail’in müttefiki olarak işlevleniyor. 

Komployla felce uğratılmış bir ulusun donanması, uçak filoları, askeri tesisleri 50 bin kadar Filistinli ve Lübnanlıyı kısa bir süre içinde katleden ve felakete sürükleyen İsrail ordusu tarafından alçakça yok edildi. 

Şimdi hala sevinen mi var? Onlara ağır bir şey söylemeliyiz. Bu ağırlık basit ve biyolojik bir kabalık içermemeli, toplumsal bir ağırlığı bulunmalı ve yüzleşenlerin yüzünü kızartmalıdır.

Öyleyse buyurun:

Sizi gidi Ufuk Uras çocuğu Ufak Uraslar!

                                                    /././
Yeni egemenlik savaşları çağı ve 'insan hakları'! Bir paradoksal gerilim alanı analizi -Neval Oğan Balkız*-
"Payımıza düşeni alamadığımız bu gayrisafi hasılayı, emeği ile üreten bizler, buradayız! Nasıl bir yönetim ve toplumsal anlayış içinde yaşamak istediğimizi, biliyoruz!"

Dünyanın ve ülkemizin içinden geçmekte olduğu zorlu süreçte; "insanları korku ve sefaletten, yoksulluk ve yoksulluktan, iktidarların buna bağlı zorbalıklarından kurtaracak, toplumsal bir projenin bütüncül parçası ve kurucu unsuru” kabul edilen, liberal siyasal ve hukuk teorisinin temellendirdiği, tarihsel süreçte ortaya çıkan ve gelişen bir düşünce, bir kavramsal ve kurumsal yapı olan insan hakları, günümüzde hangi anlam ve işlevleri taşıyor?

“Yeni bir egemenlik savaşları çağı" olan yirmi birinci yüzyılda; küresel çapta artan savaşların, neoliberal politikaların yarattığı “iktisadi şoklar” ve sürekli kılınan ekonomik krizlerin, artan yoksulluğun, çöken sosyal güvenlik sistemlerinin, kamusal hizmetlerin piyasalaşmasının yarattığı baskıların, ulusal sistemlerde işlevsizleşen demokrasilerin, insanlar üzerinde korku ve baskıları arttıran keyfi iktidarların sarmalında, dünyanın her yerinde ırkçılık ve milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, popülizmin vb. olguların siyasal tercihleri belirlediği koşullarda, insan hakları “bir işaret fişeği “niteliği kazanabilir mi?

Dünyanın her yerinde toplumsal, siyasal ve ekonomik kategorilerin değiştiği ve hatta ortadan kalktığı bu koşulların tüm halk kesimlerinde "güvenlik kaygısını" arttırdığını, iktidarların bu güvenlik kaygısını kullanarak, toplumlar üzerinde, birey ve grup hakları olmak üzere, temel hak ve özgürlükleri, kişi hakları olan yurttaş haklarını daha çok sınırlama ve kısıtlama ve hatta ihlal yoluna gittiği, insanların güvenliklerinin korunması gerekçesiyle bu kısıtlama, yasaklama ve kontrollere sessiz kaldığı hatta savunur hale geldikleri bu gerilimli paradoks; insan hakları ve mücadelesi vasıtasıyla çözülebilir mi?

10 Aralık 1948 tarihinden bugüne değişen ne? 

10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilen Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi'nin birinci maddesinde dile getirilen ve insan haklarının kaynağına işaret eden anlayış önemlidir. Madde içeriğinde "insanlar; özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdan ile donatılmışlardır ve birbirlerine kardeşçe davranmalıdırlar" şeklindeki anlayış, insanın diğer canlılarla ortak özellikleri yanında, tür olarak kendine özgü olanak ve özellikleri olan (akıl ve vicdan) ve bu olanakların değerinin bilgisinden oluşan onura sahip bir canlı olması nedeniyle, özel muamele görmesi ve birbirine karşı bu türden muamele (kardeşçe) göstermesi gerektiği düşüncesini özetler.

Bu düşünce insan hakları teorisinde o güne değin öne sürülen doğal haklar (klasik ya da rasyonel doğal haklar yaklaşımı) teorisi, hukuksal pozitivizm yaklaşımı ya da sosyolojik hukuk yaklaşımlarını ve ayrıca bu yaklaşımların bilgisel temeldeki eleştirisine dayalı olan, insan hakları normlarının insanın sahip olduğu özelliklerinin yani onu insan yapan olanaklarının değerinin bilgisinden türetilen dolayısıyla, hukuk değil, hukukun ötesinde hukukun türetileceği öncülleri oluşturan norm olduğunu vurgulayan felsefi antropolojilerin yaklaşımını da içerir.

İnsan haklarının tarih sahnesine çıkmasını sağlayan, koşulların bilgisidir ve ilk dönemlerden bugüne, feodal tarım toplumlarından, sanayi devrimi ve sonrası burjuva ulus devlet kurumsallaşması süreçlerinde bireyi , dönemin yönetim erkine, yönetim erkini kullanan iktidar gücüne (kral, kilise, senyör, parlamenter hükümetler vb.) karşı koruma, keyfiyet ve zorbalığa karşı güvence altına alma düşüncesidir. İnsanın insan olmasından kaynaklı, dokunulamaz ve yasa koyucunun iradesinin üstünde bir kaynağa dayalı haklara sahip olduğu düşüncesinin gelişimi ve dönüşümü ile ve özellikle iki dünya savaşının yarattığı yıkım ve yok oluşların ardından, bu acıların bir daha yaşanmaması arayışı, insan hakları alanında bugünkü geniş hukuksal mevzuatın oluşmasını sağladı.

Bölgesel (Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Amerikan Devletleri Örgütü, Afrika Birliği Örgütü vb.) ve evrensel (Birleşmiş Milletler Örgütü ve bağlı birimleri) insan hakları örgütlenmeleri gerçekleştirildi. Bu örgütlerin bünyesinde çok çeşitli konularda (ırk ayrımcılığından, her türlü ayrımcılığın önlenmesine, çatışmaların önlenmesi ve sorunların barışçıl yöntemlerle çözümlenmesi, dil ve din, etnik ulusal azınlıkların korunmasından, kişisel siyasal haklar sözleşmesi, ekonomik sosyal haklar sözleşmeleri, genel kapsamlı insan hakları sözleşmeleri, işkence ve her türlü kötü muamele ve cezaların önlenmesi sözleşmesi, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın ve kötü muamelenin önlenmesi sözleşmeleri, sosyal şartlar, seçimlerin demokratik yapılması ve gözlenmesi, hukuk üstünlüğü ilkeleri, yapay zeka kullanımı ve zararlarından korunması konuları vb.) bildirge, beyanname, sözleşmeler, temel hak içeren şartlar yapıldı. Bu hakların korunması için ve ihlal gerçekleştiren devletlerin cezalandırılması için farklı komite, komisyon ve mahkemelerden oluşan geniş bir koruma mekanizmalarının oluşumu sağlandı.

Çoğu devlet, bu sözleşmelerin tarafı oldu ve mekanizmaların yetkisini kabul etti. Ancak, bu taraf olma, uluslararası sistemde kabul görme ve ulusal çıkarların korunması için bir şekli işlemden ibaret olarak görüldü ve eylemlilikte etkisi çok sınırlı kaldı. Devletler (özelde iktidarlar) kendi ulusal çıkarlarını insan haklarının önünde tutmaya devam etti. Ve o günden bugüne geçen yetmiş altı yıllık süreç, insan haklarını düşünsel anlamda öne çıkarmış olsa da, Johan Galtung'un "insan hakları insanlığın acılarını azaltmakla ilgili barış projesinin bir parçasıdır" tanımında vurguladığı işlevselliği kazandıramadı.

Özellikle 1990'lı yıllardan başlayarak, küreselleşme paradigması ile uluslara dayatılan ekonomik ve kültürel hegemonya kapsamında dünya düzeyinde bir kontrol toplumu yaratmak için emperyal kapitalizm, ulusal egemenlikleri (devletleri) bu uluslararası kontrol topluma entegre etmek amacıyla (toprak bütünlüklerini parçalamak, egemen sistemlerini yok etmek, devletsiz bırakmak suretiyle) gerçekleştirdiği müdahalelere “insan hakları ve demokrasiyi iyileştirmeyi” birer gerekçe olarak kullanmaya başladı! Irak'tan, Afganistan'a, Libya'dan, birden çok ülkeyi kapsayan Arap Baharı, turuncu devrimlere kadar, insan haklarına dayalı müdahaleler ile yerle bir edildi. Kapitalizm, kendi küresel krizlerinden kendini korumak için, toplumlara yaşatılan savaş ve iktisadi şoklar ile yeni bir egemenlik savaşı çağı daha başlatmış oldu!

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 10 Aralık 1948'de "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi"ni kabul etti. İnsan hakları günü beyannamenin kabul edilmesinden iki yıl sonra 1950'de kabul edildi. Türkiye 6 Nisan 1949'da beyannameyi kabul eden ülkeler arasına katıldı.

Geldiğimiz koşullarda durum

İçinde bulunduğumuz süreçte:

- Küresel kapitalizmin devletlere müdahale için insan hakları ve demokrasi gerekçesine ihtiyacı kalmadı, hatta, ulusal ve uluslararası düzeyde demokrasi ve insan hakları bağlamlarından hızla kurtulma sürecine girdi, doğrudan müdahale ve her an her yerde herkesin içinde bulunduğu “topyekün savaş” konseptine geçilmiş bulunuyor. 

- Demokrasiler hızla işlevsiz hale geliyor. Temsili demokrasi sorunları çözme kapasitesini yitirmekte. Artık temsili demokrasi yerine ya da onunla birlikte doğrudan demokrasi, kitle demokrasilerini tartışmalı, siyasal ve toplumsal katılım süreçlerinde halkı doğrudan katacak, farklı modeller ve mikro halk meclisleri sistemi oluşturulmalı.

- Tüm dünya halkları sürekli korkuya dayalı bir güvenlik kaygısı içinde tutuluyor. Bu korku içinde bireyler ve geniş halk kesimleri, iktidarların "güvenlik mi haklar mı" iklimi yaratarak (sanki bunlar karşılıklı çatışan olgu ve yapılarmış gibi) yarattıkları keyfiyet içinde, güvenlik kaygısını gidermek söylemiyle aldıkları önlemleri ve yasakları, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran uygulamaları, sorunsuz kabullenir hale getirildi! Önlemler yasakları, yasaklar kontrolleri, kontroller denetim toplumlarını yarattı ve birey, kendisi hakları ile birlikte bunların kurbanı haline getirildi.

- Bu koşullar içerisinde iktidarlar, yönetim yetkilerini kötüye kullanmaya, erklerin kontrolsüz merkeziyetleri sağlayan sistem biçimleri oluşturmaya, halkın içinde olmadığı belli ekonomik çıkar gruplarına dayalı bu çıkarların koordinasyonundan ibaret olan, ulusal ve uluslararası hukuk kurallarını tanımayan "kanunsuz yönetimler" oluşturmaya başladı.

Bütün bu durumlar; insanın onurundan türetilen, onu insan yapan değerlerinin korunmasını, insanın etnik, din, dil, ırk, yaş, cinsiyet, sosyal sınıf, felsefi ideolojik anlayış ayrımı olmaksızın eşit şekilde olanaklarını gerçekleştirmesi koşullarına sahip olmasını talep eden ve bunları oluşturmayı ve sürdürmeyi devlete ödev olarak yükleyen, devletin yetkilerine bir sınır getirmeyi, keyfiyetini engellemeyi amaçlayan insan hakları alanında; devletin bu hakları hem yasal güvenceye kavuşturan, koruyan, hem de kendine bu anlamda sınırlar koymaya zorlayan ve dolayısıyla bu hakların ihlalcisi tek özne olma konumu ile insan ve haklarının korunması alanındaki gerilimi arttırıyor.

İçinde tutulduğumuz disiplin (hatta kontrol) toplumunun insan haklarının her birey için garantilerini ortadan kaldırdığı gerçeğinden hareketle, insan hakları ile hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ve demokrasi arasında yapısal ve işlevsel zorunlu bağlantı üzerinde yeniden durmak ve bu bağlantıyı kavramak bir zorunluluk oluşturuyor. Zira günümüzde bu zorunlu bağlantının kopmuş olduğu, parçalandığını ve dolayısıyla, dünyanın her yerinde ve ülkemizde insan haklarının yoğun şekilde ihlal edilmekte olduğu gerçeği ortadadır. 

İnsan hakları, hukuk devleti ve demokrasi bağlantısını kavramak ve mücadele

İnsan haklarının; hukuk devleti, hukuk üstünlüğü ilkesinin, iktidara meşruiyet sağlayan mekanizmanın, bu iktidarın her türlü karar ve icra yetkisinin hukuk temelinde ve hukukla sınırlı olduğu, hesap verme ve hesap sorma denge ve fren mekanizmalarının işlediği, siyasal katılım süreçlerine halkın en geniş şekilde katılım ve denetim olanaklarının sağlandığı ve güvenceye alındığı, şeffaf bir siyasal sistemin yapısal ve işlevsel kurucu unsuru olduğunu kavramak, yapılacak mücadelenin de ilkelerini belirlemek açısından önemli hale geliyor.

Karşılıklı olarak aynı zamanda; insan haklarından türetilen hukuka ve anayasaya dayalı hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ve bunların güvenceye bağladığı hukuki güvenlik ilkesinin ve laiklik ilkesinin (hukuksal bir insan kurumu olan devletin kurum, kuruluş, örgütlenme ve işleyişinin ve bu işleyişi belirleyen hukukun oluşturulması ve işletilmesinde, herhangi bir din anlayışı ve normlarının, dini görüşlerin belirleyici ya da etkili olmaması, göz önüne alınmaması talebini dile getiren ilkedir) ve bunlara dayalı anayasal demokrasinin insan haklarının garantisini oluşturduğunu kavramak ve bu bağlantıyı açıkça göstermek de, mücadelenin amaçlarını belirlemek bakımından zorunluluk oluşturuyor.  

Türkiye’de durum

Türkiye öznelinde; (Osmanlı dönemi özel koşullara sahip olduğundan ve oturum başlığının dışında tutulduğundan, başka bir yazı konusu oluşturmaktadır) Türk anayasal gelişim tezlerine bakarak, insan hakları sorunsalını siyasal, sosyal gelişmeler ve toplumsal dönüşüm paralelinde, koşulların bilgisinden hareketle şu dönemler çerçevesinde ele almak doğru olur:

  • 1920-1950,
  • 1950-1960,
  • 1960-1980,
  • 1980-2000,
  • 2000'den bugüne gelişen dönem ve süreçler.

Tüm bu dönemlerin toplumsal hafızamızda, bellek ve algılarımızda; yasaklar, muhtıralar, tahkikat komisyonları, giderek tekrarlanacak darbe dönemleri ve askıya alınan temel hak ve özgürlükler, olağanüstü hal dönemleri, haksız hukuksuz yargılamalar, sistematik işkence ve kötü muamele uygulamaları, zorla yerinden etmeler, gözaltında kayıplar, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Malatya kitlesel katliamları, art arda gerçekleşen sayısız faili meçhuller, Gazi, Madımak, Başbağlar Roboski, Reyhanlı, Suruç Ankara Gar katliamları, İstanbul, Diyarbakır'da gerçekleştirilen patlamalar ile yer alan izlekleri var!

İçinden geçtiğimiz dönemi ise siyasal islamcı yönetsel anlayışın neoliberal politikalara eklemlenmesi süreçlerine ve yapısal koşullara göre; 2002-2010, 2010 -2017 ve 2017 sonrası dönem diye ayırmak doğru olur! 

2002 tarihinde başlayan süreç, siyasal islamcı muhafazakar, otoriter, eril, cinsiyetçi bir yönetim anlayışının ve onun siyasal, sosyal, ekonomik politik iktidar hegemonyasının dönüşerek, kendi rejimini inşa süreci olarak, farklı özelliklere sahiptir.

Bu dönemler üç özellik altında özetlenebilir:

- Bu süreçte AKP, neoliberal politikaları eklemleyerek, siyasetini popülist, pragmatik, kısa vadeli reformlar, tavizlerden ibaret bir çerçeveye oturttu. Temsili demokrasiyi yapısal ve işlevsel olarak, seçimlerden ibaret olan bir sandık demokrasisine dönüştürdü. Halkın siyasal süreçlere katılımını sağlayan hak, olanak ve yapılanmaları teker teker ortadan kaldırdı. Yasama yargı ve yürütme erklerini tek iradede toplayan, benzeri olmayan, denetim ve denge mekanizmalarının ve hukukun temel işlevinin bağımlı hale geldiği bir sistem kurdu. Seçimlerin şeffaf özellikleri, siyasal partilerin seçim ve propaganda ortamları, halkın haber alma ve bilgilenme hakkı, ifade özgürlüğü, gösteri ve yürüyüş hakları, örgütlenme ve sendikal özgürlükleri, akademik ve bilimsel özgürlükler ortadan kaldırıldı. Yargı araçsallaştırıldı. Meşru olmayan ve fakat “toplumsal rızayı kendi araçlarıyla yeniden üreten" bir sistem oluşturuldu.

- AKP, toplumla siyaset aracılığı ile kurması gereken ilişkiyi ekonomi üzerinden kurdu; çıkarların koordinasyonundan ibaret bir iktidar sergiledi, en alt tabanda sosyal yardımlardan yararlanarak yaşamını sürdüren geniş bir kitle tabanı, ortada cemaat ve tarikatların oluşturduğu, hukuksal olarak özerk ve öznel alana sahip siyasal, sosyokültürel bir ekonomik üretim/ paylaşım örgütlülüğü ve üstte ihale, teşvik ve doğrudan yatırım olanaklarıyla kendine bağımlı bir sermaye çıkar sınıfından oluşan bir güç piramidi inşa etti! Sosyal ve ekonomik eşitsizliği büyüten, emekçi ve üretim gücünü baskılayan, doğal kaynakların talanına dayalı neoliberal islamcı bir ekonomipolitik inşa etti. Grev ve sendikal hakların yasaklandığı, iş güvencesi ve güvenliğinin kalktığı, ücretlerin giderek azaldığı, sosyal güvenlik siteminin çöktüğü, TBMM'nin bütçe yapma ve denetleme hakkının şekli hale geldiği, yoksulluk ve yoksunluk üretirken, milyarder sayısını arttıran bir ekonomik sistem kurdu. 

- Bu yapı üzerine, siyasal islam temelli bir yaşam ve mekan anlayışına dayalı, toplumsal cinsiyet eşitliğini reddeden, günah /sevap, caiz olan olmayan ayrımını yaygınlaştıran, yalnızca kamusal alanı değil bireyin özel alanını da kapsayan bir kültürel hegemonyayı, topluma dayattı. Dinsel bilgi üretimi ve paylaşımını kendi elinde tutan bir enformasyon merkezi ve algı oluşturdu. Bu algı üzerinden siyaseten hasım olması gerekenleri, “iyi olan biz, kötü olan onlar” şeklinde tanımlama üzerinden düşmanlaştırdı, toplumu böldü ve kutuplaştırdı. Her seçim döneminde bu ayrım üzerinden kendi tabanını konsolide ve mobilize etti.  

Buradan bir çıkış yolu oluşturmak durumundayız! Bu ülke bizim. Payımıza düşeni alamadığımız bu gayrisafi hasılayı, emeği ile üreten bizler, buradayız! Nasıl bir yönetim ve toplumsal anlayış içinde yaşamak istediğimizi, biliyoruz! İnsan hakları, bize kendi onurumuza sahip çıkma bilincini ve duyarlılığını hatırlatır! Bunun için mücadele sorumluluğu yükler. Mücadelenin biçimini de, içinde bulunduğumuz koşullar belirler. Hepimize çok iş düşüyor. Her zamankinden çok daha cesur olmakla başlamalıyız.

Hatay’da depremi yaşayan bir depremzede olarak hatırlatmak isterim ki; Hatay, özelde Antakya, Defne, Samandağ, Kırıkhan, İskenderun, insan kaynaklarını, alt ve üst yapısını ekonomik olanak ve birikimini bütünüyle kaybetmiş durumda. 

Bu koşullar, orada yaşayan her birey için tıpkı deprem yaşayan diğer kentlerde olduğu gibi, “topyekün bir insan hakları ihlali” niteliği taşımaktadır. Orada insanlar sevdiklerini, birikimlerini, yaşam olanaklarını, geçmişlerini, anılarını, umutlarını ve ütopyalarını kaybettiler! 

Şimdi Hatay, cihatçıların Suriye’ de attığı naraların tedirginliği içinde! Tüm yetkili ve sorumluları derhal ve öncelikle çözüm bulmaya davet ediyorum. Geç kalınmış durumda, daha da geç olmasın!

*Hukukçu/Akademisyen

                                                                                   /././

Yabancı sermaye kontrolünde tütün başı çekiyor, madencilik 4. sıraya yükseldi

TÜİK’in verilerine göre Türkiye’deki yabancı kontrollü girişimde en yüksek ciro payı tütün ürünü imalatında. Yabancı sermaye kontrolündeki madencilikteyse yükseliş dikkat çekiyor.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ülkedeki yabancı kontrollü girişimlere dair 2022 yılına ait istatistiklerini yayımladı. Yabancı sermaye kontrollü girişimlerde ciro payına göre ilk sırada tütün imalatı yer aldı, yabancıların ciro payı da arttı.

Madenciliği destekleyici hizmetlerde de yabancı sermayenin bir yılda ciro payını artırarak dördüncü sıraya yükselmesi dikkat çekti.

TÜİK 2022 yılına ait “yabancı kontrollü girişim istatistikleri”ni dün yayımladı. 

Buna göre, yabancı kontrolündeki girişim sayısı 2021'de 7 bin 424 iken, 2022'de 8 bin 134’e yükseldi.

Bu girişimlerin toplam cirodaki payı 2021'de yüzde 12,9, 2022'de ise yüzde 12,7 olarak kayıtlara geçti.

Tütün imalatında yabancı sermayenin ciro payı yüzde 92,3

Tütün ürünleri imalatı, 2022'de yabancı kontrollü girişimlerin ciro payının yüzde 92,3 ile en yüksek olduğu faaliyet olarak belirlendi. Tütün imalatında yabancı sermaye kontrolündeki girişimlerin ciro payı 2021’de yüzde 91,8’di. 2012’de ise tütün ürünü imalatında bu oran yüzde 87,9 olmuştu.

Bu süreçte yeni kurulan ve ruhsatlandırılan nargilelik tütün, kıyılmış tütün firmalarına rağmen, yabancı sermayenin sektördeki toplam ciro içindeki payının arttığı görülmüş oldu.

Sigorta ve emeklilik fonları ikinci sırada

Yabancı kontrollü girişimlerin ciro payının en yüksek kaydedildiği ikinci faaliyet tütün imalatını yüzde 40,2 ile çok geriden takip eden sigorta, reasürans ve emeklilik fonları olarak tespit edildi. Üçüncü sırada yüzde 39,7 ile yayımcılık faaliyetleri yer aldı.

Madencilikte yabancı kontrolünde bir yılda büyük artış

Madenciliği destekleyici hizmet faaliyetleri ve motorlu kara taşıtı, treyler ve yarı treyleri imalatı yüzde 39,4 ciro payı ile dördüncü ve beşinci sıraya yerleşti.

Madenciliği destekleyici hizmet faaliyetlerinde yabancı kontrollü girişimlerin ciro payı 2021’de yüzde 34,3 olarak kaydedilmişti. Madencilikte yabancı kontrolünde bir yılda 5 puanlık dikkat çekici artış TÜİK verilerine yansıdı.

TÜİK'in dün yayımladığı 2022 yılına ait istatistikler yabancı sermayenin tütünde ve madencilikte ciro payındaki artışa işaret ediyor.

En büyük pay Almanya'da

Yabancı kontrollü girişimlerin ülkelere göre dağılımında sayı ve ciro bakımından en büyük paya sahip ülke Almanya olarak belirlendi.

Yabancı kontrollü 8 bin 134 girişimden 1131'i Almanya tarafından kontrol edildi. Bu girişimlerin 2022'de elde ettiği cironun toplam yabancı kontrollü cirodaki payı yüzde 12,6 olarak hesaplandı.

Birleşik Krallık kontrolündeki 627 girişimin toplam yabancı kontrollü cirodaki payı yüzde 11,7, ABD kontrolündeki 876 girişimin söz konusu payı yüzde 10,6 olarak gerçekleşti.


                              Yabancı kontrollü girişimlerde sayı ve ciroya göre en büyük pay Almanya'da.

Yabancı kontrollü girişim istatistikleri, yurt içinde faaliyet gösteren ancak doğrudan veya dolaylı olarak yabancı kontrolünde olan girişimlere ait bilgileri içeriyor.

                                                                ***

İzmir'in radyoaktif atık sorunu çözülemiyor: 'Değerler 219 kat yüksek çıktı, yurtdışından bile atık sokuldu'

Gaziemir'de bulunan ve "İzmir’in Çernobil’i" olarak adlandırılan nükleer atık gömülü eski kurşun ve döküm fabrikası alanı yıllar boyunca zehir saçtı. Alanda radyasyon onlarca kat yüksek çıktı.

İzmir Gaziemir'de bulunan ve "İzmir’in Çernobil’i" olarak adlandırılan nükleer atık gömülü eski kurşun ve döküm fabrikası alanı yıllardır zehir saçıyordu. Yıllarca kendi haline bırakılan atıkların temizleneceği açıklandı ancak alanın korunmasız işçiler tarafından kürekle temizlenmeye çalışılması üzerine TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu duruma tepki gösterdi. Odalar sürecin şeffaf şekilde paylaşılması gerektiğinin altını çizdi.

İzmir Barosu da konuyu geçtiğimiz günlerde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'na yazdığı mektupla konuyu kamuoyunun gündemine yeniden getirmişti.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) İzmir Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde "İzmir’in Nükleer Atıkları" başlıklı bir panel düzenledi. 

Emekli Akademisyen Dr. Enver Yaser Küçükgül’ün konuşmacı olduğu panelde, nükleer atıkların bulunduğu Gaziemir’deki eski kurşun ve döküm fabrikasının ve bölgedeki diğer radyoaktif atıkların oluşturduğu riskler konuşuldu. Bölgenin yıllardır tüm İzmir'in havasını, suyunu ve sağlığını tehdit etmeye devam ettiği vurgulandı. 

Gaziemir'deki radyoaktif atıklar kaldırılmadı, 219 kat yüksek radyasyon tespit edildi

Küçükgül konuşmasına, Gaziemir'in Emrez Mahallesi’nde, 1940 yılında faaliyete başlayan ve Aslan Avcı Döküm Sanayi Ticaret A.Ş.’ye ait olan 70 dönümlük arazide Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) tarafından 2008 yılının dört farklı döneminde incelemelerin yapıldığı, bölgede çok fazla radyoaktif maddeye bulaşmış malzeme tespit edildiğini ve bu tesisin işletilemez olduğu kurum tarafından tespit edildiğini söyleyerek başladı. Yapılan tespit üzerine Çevre Şehircilik İl Müdürlüğü'nün fabrikaya para cezası kestiğini, kesilen para cezasının ödenmemesi üzerine fabrikaya dava açıldığını, davanın kaybedilmesi ve sonrasında temyize giden davanın temyizden sonra ne olduğuna dair bilginin olmadığını ve aradan geçen süre boyunca da radyoaktif atıkların kaldırılmasına yönelik herhangi bir girişimin olmadığını ifade ederek devam etti.

Küçükgül konuşmasında, bölgedeki radyasyon değerine dikkat çekerek Uluslararası Radyasyon Kurumu'nun yıllık ortalama "1 (MvS) Mili Sivert" değeri normal kabul ettiğini ancak burada ölçülen değerin yıllık 219 Mili Sivert yani doğal radyasyonun 219 katı olduğunu ve bu da ölçebilen kadarı olduğunu ifade etti. Alanda bulunan bu kirliliğin yağan yağmurla ve taşımayla her yere taşınmakta ve Ege Denizi'ne de ulaştığını söyledi. 

Gaziemir'de nükleer atık gömülü eski kurşun ve döküm fabrikası alanı. - Fotoğraf: Atlas Dergisi

Bakan yalan mı söylüyor: 'Bölgeye yurtdışından da tehlikeli atık sokuldu'

Konuyla ilgili daha önce yapılmış çalışmaları da aktaran Küçükgül, bu bölgeye yurtdışından tehlikeli atık sokulduğunu da aktardı. Fabrikada yüzlerce boş kutu olduğunu ve bu kutuların ambalajlarının farklı olup Türkiye'de hiçbir endüstri dalında kullanılmayan ve mevcut olmayan kutular olduğunu söyledi. Enerji Bakanı'nın bu atıkların Türkiye Cumhuriyeti içerisinde üretilen atıklar olduğunu söylediğini aktaran Küçükgül, kutuların Makine ve Kimya Endüstrisi'nden (MKE) getirildiğini ve Deniz Kuvvetleri denizaltılarının aküleri için kullanıldığının söylendiği ancak Türkiye'de "europium" kullanan hiçbir sektörün olmadığını ifade etti.
         Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde yapılan "İzmir’in Nükleer Atıkları" başlıklı söyleşi.(12/12/2024)

'Radyasyon tedavi edilemeyen hastalıkların ve kanserin en önemli nedeni'

Radyoaktif kirliliğin sağlık üzerindeki etkilerine de değinen Küçükgül, radyasyonun kokmadığını, görünmediğini ve ölçüm cihazı olmadan tespit edilemediğini ancak yıllar sonra tedavi edilemeyecek hastalıkların nedeni olacağını söyledi. "Radyasyonun görünmediğinde herhangi bir soruna neden olmayacağını düşünen insanlar gündelik hayatlarını bu alanın çevresinde geçirerek aslında nasıl bir tehlikede olduklarının farkına varmıyorlar" dedi.

Küçükgül, bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda tedavisi zor hastalıklara neden olan radyasyonun günümüzde en etkili şekilde kendisini kanser hastalığında gösterdiğini, kanser hastalığının tedavisinin de pahalılığından dolayı da büyük ilaç tekellerinin, özel hastane sahiplerinin ve alınan vergilerden dolayı devletin bu duruma sevindiğini belirtti. Bu sistemde kişilerin hastalanmasıyla hiçbir kurumun ilgilenmediğini ve halk sağlığını korumak adına herhangi bir girişimde bulunulmadığını vurguladı.

                                                             ***

(soL)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T24 "KÖŞEBAŞI" -19 Aralık 2024 -

  “İnsan insan derler idi…”-Gökçer Tahincioğlu- İnsan olmanın bir tanımı yapılacaksa ya da bir başka insan için çabalamaksa biraz da insan o...