Birgün "KÖŞEBAŞI" -6 Aralık 2024-

 Gevrek fetihçi kahkahaları-Zafer Arapkirli-

Aslında başlığı atarken, şeytan “ilk kelimedeki bir harfi değiştir” diye dürttü de, uymadım ona.

Suriye’de yine yeniden, emperyalist yağmacıların senaryosunu yazdıkları ve bölgesel taşeronların sahneye koyup oynadığı kirli, kanlı, pespaye oyunun son perdesini TV ekranlarında “günebakan çıtlayarak” izliyor dünya. Ama, bizim buralarda sadece bu kanlı senaryoyu izleyip geçmiyor bazıları. Hani şu “Sanal Gerçeklik (VR) teknolojisiyle izlediğin filmlere filan müdahale edip, senaryoyu istediğin gibi yönlendirebilme, sonunu değiştirebilme” özellikleri var ya, onun gibi etkileşime girebiliyorlar.

Bir TV kanalındaki boş – beleş sohbet – muhabbet programlarından birini izlerken bunu düşündüm.

Katılımcılardan biri Suriye konusunda yorumlar yaparken, Halep’in cihadcı çapulcular tarafından işgalini büyük bir keyifle değerlendirip (mealen) “Zaten bizim yeaa onlar yeaaa. Hama da Humus da. Katsak onları da toprağımıza fena mı olur yeeeaaa? Musul’u, Kerkük’ü filan. Zaten bizim değil mi oralar yeaaa... Keh keh... Plakaları da 82 Halep, 83 Musul, 84 Kerkük filan olur ne güzel yeaaa... Kahire mesela... (yanındakine dönüp) Abi çok güzel olmaz mı mesela yeaaa?...” gibilerden kahkaha atıyordu.

Ötekiler de bir yandan, (biraz da “canlı yayında nereye kaydı lan bu muhabbet” gibilerden mahcup yüz ifadeleriyle) katılıyorlar mavraya.

Şaka desen değil. Güldür Güldür Şov parodisi desen değil. Levent Kırca külliyatından eski videolardan biri de değil. Nesine gülüyorlardı anlayamadım.

Oysa ki, hem kendilerini hem de bu programın kayıtlarının günümüz dünyasında saniyeler içinde bütün gezegine yayıpabileceğini ve o yandaş TV kanalı üzerinden iktidarı da bağlayıcı biçimde malzeme olarak kullanılabileceğini dahi hesap etmekten aciz bir gruptu bu “mavrayı” yapanlar.

Ama, ciddiye almak gerekiyor bunları.

Çünkü, bunlar gibi düşünen ve “Zaten bizim oralar yeaaa”cı bir “Osmanlı muhibbi, fetih saplantılı” kafaya sahip, hatırı sayılır bir güruh var. Bunları bıraksan, önlerine dünya haritasını alıp Viyana’dan başlayan bir hat çizerek, bir ucu Hint Okyanusu’ndan başlayıp öteki ucu Mağrib’e kadar uzanan bir harita çizer, her yere Türk Bayrağı dikip eğlenir ve sevindirik olurlar.

İnsanın acıyası geliyor ama. O kadarla izah edilecek bir durum değil.

Bunların kabahati de değil aslında. Bunları bu masallara inandıran ve ciddi ciddi, en resmi ağızlardan zikredilen bu fikirlerin sahiplerini sorumlu tutuyorum. Bir tanesi çıkıp da “Suriye’yi parçalama harekâtı – Bölüm 1”de “Şam’daki Emevi Camii’nde öğle namazını kılarız” mealinde zevzeklikler etmemiş miydi? Daha öncesinde ve hatta bugünlerde “Musul bizim Kerkük zaten bizim” mealinde muhabbetleri orada burada bu zavallıların damarlarına tatlı şırıngalarla zerketmiyorlar mı?

Oysa ki, 21’nci yüzyılın ilk çeyreğini geride bırakmamıza az bir zaman kala bu tür “fetih” yani işgal heveslerinin, emperyalist ağababalırının gazıyla “oraya buraya sefer yapma” çılgınlıklarının, Turgut Özal’ın o meş’um ve kepaze formülasyonuyla “Masada biz de olmalıyız. Bir koyar üç alırız” zihniyetiyle dış politika maceralarının abukluğunu akıl edemezler.

Kimse bunlara, 5 – 10 metrekarelik Süleyman Şah Türbesi’ni bile korumaktan aciz kaldıklarını, gözümüzün önünde Yunan Adaları (hem ikili anlaşmalara hem de Lozan başta olmak üzere çok taraflı sözleşmelere aykırı biçimde) çatır çatır tahkim edilirken kılını kıpırdatamadıklarını filan hatırlatmıyor.

Kimse bunlara şunu da demiyor:

“Efendi!... Sen Halep Kal’asına birilerinin astığı o bayrağımızı alkışlıyorsun da, kendi toprakların içinde ‘Aman PKK’lılar rencide olmasınlar, tatsızlık çıkmasın’ diye sahte çözüm ve açılım sürecinde doğu ve güneydoğuda o ‘bayrağımızı olur olmaz her yerde fora etmeyin’ diye talimat verdklerini unutuyorsun! Kendi toprağımızda diyorum!”

Ama bu zevzeklere nasıl anlatacaksın bunca çelişkiyi.

Bunların kafası “trafik plaka numarası sıralamasına” erer sadece.

“82, Halep, 83, Musul, 84 Kerkük, 85 Kahire...” filan.

Eliniz değmişken İskeçe’yi, Gümülcine’yi de es geçmeyin 86, 87... Yok mu arttıran?

Şakayı bir yana bırakırsak, önümüzde kim bilir kaçıncı kez ateşle oynayan, NATO’nun ABD’nin ve hatta “salladıkları zaman ağız dolusu küfrediyor göründükleri” İsrail’in peşinden bu kanlı macerada dolu dizgin yol alan bir iktidarla karşı karşıyayız.

Sonunu bilmediğin, iyi hesap edemediğin maceralara girmenin bedelini, yüzlerce şehit, yüz milyarlarca dolar ekonomik yıkım,  on milyonlarca kaçak göçmen gibi ağır bir bilanço ile ödemiş olmaktan  bir ders çıkarmadıkları belli.

Yine, yeniden bu maceranın ikinci bölümü çekilirken “cast”a adlarını yazdırmak için haldır huldur bir koşuşturmaca içindeler.

İyiye değil bu gidiş.

Muhalefet güçlerinin, barıştan yana ve çağdaş bir dünyanın kriterlerinden yana, yani fetihci kafayı reddeden lanetleyen, “üç koyup bir almacı” bezirgan diplomasisini kabullenmeyen tüm güçlerin bunlara karşı durması lazım.

Ana muhalefet mi?

Şimdi bir “kapalı oturum” talep eder. Çıkıp kapıda “tatmin olmadık” der, sonra da işler kızışınca “Milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan bu günlerdeee... Sertleşmenin alemi yok. Devletimizin arkasında saf tutmanın....” diye biten cümleler kurarlar.

                                                       /././

İlkokullar Kuran kurslarına dönüştürülüyor -Feray Aytekin Aydoğan-

Maarif müfredatı süreci bize karma, laik, bilimsel eğitimle eşzamanlı zorunlu, kesintisiz eğitimin de hedef alınacağını gösteriyordu. Laik, karma eğitimin yerli ve milli olmadığı, kaldırılacağı, zorunlu, kesintisiz eğitimin de laikliğin baskıcı bir uygulaması olduğu, kaldırılması gerektiği vurguları, yapılan konuşmalarda, yayımlanan raporlarda açıklanıyordu.

Laik, karma, kamusal, zorunlu eğitimin hedef alınmasında iki temel hat izleniyor. Birinci adımla mesleki eğitim adıyla, dört yeni okul modeli, mesleki ve teknik eğitim politika belgesi, mesleki eğitimde ortaokul bölümlerinin açılması, Genç Ahiler Projesi ile okul, öğretmen adım adım ortadan kaldırılıyor. Çocuk işçiliği yaygınlaştırılıyor.

İkinci adımla imam hatiplerin, hafızlık eğitimi veren okulların sayısı artırılıyor. Zorunlu din derslerine ek seçmeli adıyla farklı isimlerle diğer din dersleri de yönetmelikler eliyle zorunlu hale getiriliyor. Okullarda okul öncesinden itibaren bulunması zorunlu olarak ifade edilen tek alan mescitler oluyor. Müfredat değişikliği ile tüm derslerin bilimsel niteliğine son veriliyor. 4-6 yaştan başlayarak Kuran kursları her yaş grubunda yaygınlaştırılıyor. ‘Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum’ (ÇEDES) ve onlarca protokolle okullar diyanet ve tarikatlar tarafından kuşatılıyor. Eğitimin laik, bilimsel niteliği tamamen ortadan kaldırılıyor.

Son Milli Eğitim Şûrası’nın temel başlıklarından biri 4-6 yaş Kuran kurslarının yaygınlaştırılması idi. Şûra’dan bugüne Diyanet’e bağlı her yerde, kamu yararına vakıf ve derneklerin açtığı toplum temelli kurumlar denilerek tarikat yapılarının açtığı yerlerde 4-6 yaş Kuran kursları yaygınlaştırılıyor. Diyanet İşleri geçtiğimiz günlerde 1,5 milyona yakın çocuğun 4-6 yaş Kuran kurslarından “mezun” olduğunu açıkladı.

***

2023-2024 Eğitim-Öğretim Yılı Kuran kursları Uygulama Esasları düzenlemesi yayımlanarak yaygın din eğitimi adı altında her yaş grubunda tüm okulların, yurt ve pansiyonların Kuran kursları için kullanılacağı açıklandı.

Bu düzenleme ile Diyanet İşleri Başkanlığı, Kuran Eğitim ve Öğretimine Yönelik Kurslar ile Yurt ve Pansiyonlar Yönetmeliği referans alınarak program hayata geçiriliyor. Her “öğreticinin” 12/18 saatlik temel öğretim ya da 25/30/60 saatlik 4-6 yaş grubu Kuran kurslarından birini açmak zorunda olduğu devamında farklı yaş grupları için de Kuran kursu açabileceği belirtiliyor. “İhtiyaç Odaklı Kur’an Kursları Öğretim Programlarında” görev alanların 7-10 Yaş Grubu Kuran kursları öğretim programı açma zorunluluğu olduğu 11 yaş ve üzeri olanların da kayıt edileceği maddeleri yer alıyor.

Örgün eğitime devam eden çocuklara/gençlere yönelik yaygın din eğitimi faaliyetleri kapsamında yaş gruplarına göre uygun sınıflar oluşturulacağı çocuklara, gençlere yönelik okullarda, camilerde hafta içi, hafta sonu ve yurtdışı misafir öğrenci öğretim programlarının uygulanacağı belirtiliyor.

Üniversite kampüsleri, YURT-KUR, Türk Diyanet Vakfı öğrenci yurtları, gençlik merkezleri, cezaevleri, hastane vb. yerlerde gençlere yönelik hafta içi, hafta sonu Kur’an Kursları öğretim programlarını açılacağı madde madde düzenleniyor.

Çocuklara yönelik yaygın din eğitiminin; 4-6 yaş Kuran kursları (yarım/tam gün) ve 7-10 yaş Kuran kursları öğretim programı olarak uygulanacağı açıklanıyor.

Ağustos 2024’te yayımlanan 7-10 yaş Kuran kursu öğretim programı ile yaygın din eğitimi hizmetlerinin çeşitlendirilmesi amacıyla ve örgün eğitime devam eden öğrenciler için programın hazırlandığı, öğrencilerin program kapsamında cemaatle namaz, ezan ve kâmet uygulamalarına, sabah namazı ve cami çocuk buluşmaları gibi etkinliklere katılımlarının sağlanması, ilahi gruplarının oluşturulması, ilahi okuma gibi yarışmaların yaygınlaştırılması vurgulanıyor.

***

Ataması yapılmayan on binlerce öğretmen atama beklerken bu kurslarda çalışmak için sertifika almak yeterli oluyor. Öğretmenlik mesleği hedef alınıyor; çocuklar eğitimci niteliği taşımayan kişilere teslim ediliyor. Siyasal kadrolaşma son hızla hayata geçiriliyor. Okul öncesi eğitim kamuda da özelde de paralı iken “ihtiyaç sahibi” olduğunu belirtenler için 4-6 yaş Kuran kurslarında ücret alınmıyor hatta Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile imzalanan protokolle her öğrenci için ücret ödeniyor. Yarım veya tam gün olan bu kurslar yoksulluktan kaynaklı çaresizlikle zorunlu tek adres haline getiriliyor.

Aynı durum 7-10 yaş Kuran kursları için de geçerli. Kulüp adı altında okullarda yürütülen dersler, etkinlikler ücretli iken bu kurslar için ücret alınmıyor. Çalışma saatlerinin her gün arttığı ve esnekleştiği günlerde anne-babanın işine devam edebilmesinin temel koşulu çocukların kalabilecekleri kurs gibi yerler oluyor. Kamu okullarında kulüp ve etkinliklerin ve özel öğretim alanındaki kursların yüksek ücretlerine karşılık 7-10 yaş Kuran kurslarının ücretsiz olması yoksulluğun çaresizliğinin zorunlu mekânları haline getiriliyor.

Okul öncesi ve ilkokul çağı, çocukların soyut bilgiye hazır bulunurluğunun olmadığı bir dönem olmasına rağmen çocukların bilişsel, psikolojik gelişimleri açısından telafisi olmayacak hasarlar bırakılıyor.

Edirne Laik Bilimsel Eğitim Çalışma Grubu’nun yaptığı açıklamada yalnızca Edirne’de 19 okulda 396 ilkokul öğrencisi için 7-10 yaş Kuran kursları uygulanıyor.

Tüm kamu kurumları, eğitim kurumları Kuran kurslarına dönüştürülüyor.

Laik, bilimsel, karma, zorunlu, nitelikli eğitim adım adım ortadan kaldırılıyor.

                                                               /././

Soru işaretini tutuklamak -Kaan Sezyum-

Merhaba, 2050’den bildiriyorum. Türkiye bildiğiniz gibi, sadece biraz daha dipte. 2024’te sadece soru sordukları için tutuklanan gençlerden sonra, hızlı bir şekilde soru sorma da bir kanun hükmünde kararnameyle yaşaklandı. Hatta Anayasa’ya kimlerin uyup, kimlerin uymayacağını belirten yasa değişikliği de yıl sonunda yürürlüğe girdi. Artık günümüzde yeni başkanımıza (klonlama teknolojisini bulduk Allah’a şükür) hiçbir soru işareti içeren cümle kullanılamıyor. Hatta geçen yıl ortalarında cümle ve ifade içerisinde karşı tarafa bir şey ima edercesine üç nokta yan yana kullanmayı da yasakladık. Artık soru işaretlerini ağızlardan çıkmadan tutukluyoruz. Artık kimse soru sormuyor, çünkü soracak merci de yok. Sorsanız ne olacak? (Afedersiniz, ben de soru sordum ama sonuçta siz vasıfsız halka sordum, size karşı tüm yalanlarımızı yalanla mücadele başkanlığımızın adroid başkanları gündelik olarak hazırlayıp sizlere sunmaktadır.

***

Günlük raporlarınızı iyi takip edin. Dün bela okuduğumuz bir ülkeye bugün “Kardeşim, kankeytom, çokonat sevdiceğim, ballı aşk böreğim” filan diye hitap ediyorsak, en güncel durumumuz anlık konumunuzu belli eder. Bir gün öncesinin bilgisiyle yaşamayın. Bakın böyle olunca ne güzel hiçbir şey sorgulamadan, tıpış tıpış büyüyoruz. Büyüyoruz derken saraya yeni ek bina yaptık arada. Vesileyle daha da geniş ormanlık bir alanı tertemiz betonla doldurduk. Sonuçta ağaç nedir? Söktüğümüzün on bin katı ağaç diktik. Siz hizmetten de anlamıyorsunuz. Zaten her şeyden anlayan bir kişi varken, diğer kişilere ne gerek var. Yeni turp tipi başganlık sistemimiz sayesinde artık her şey başgana bağlı. Ekonomi mi? Ver kararı başkan, senin zaten alanın ekonomi. 2021’den daha kötü bir şey olamaz zaten. Komşularla ilişkiler mi, eğitim mi, bilim mi? Aklınıza ne gelirse o iş başganda, başgan zaten bambaşbagan…

2023’te ilk soru işaretini tutukladıklarını olmayan adalet fakültelerinde ders olarak anlatmışlardı. Zamanın başkanının olduğu bir konuşmada ayağa kalkıp soru sormak olacak iş değildi. 9 gencimizi güzel bir şekilde ifadelerini de almadan tutuklayarak çok iyi bir karar vermiştik. Hem İsrail’i İsrail’den fazla korumuş, hem de gençlere anlayacakları dilden cevaplarını vermiştik. Ayrıca böyle yapınca haliyle, başkanımıza artık soru sorulamayacağını da cümle aleme göstermiştik. Maksat millet sussun. Önemli olan ticaretle gelecek cici paralar. Sağda solda yine İsrail’e atıp tutarız, ki ilerleyen yıllarda da bir süre böyle gitti. Ülkece tamamen tohumlarımızı yabancı ülkelere bağımlı hale getirdik, hayvancılığı iyice bitirdik, tarım arazilerini sabaha kadar tokiledik, dünya mirası dağlarımızı yabancı altın firmalarına sattık, siyanüre buladık, sahil şeritlerimizi korkunç mimariyle iyice korkunç bir hale getirdik, Avrupa’nın çöpünü üç kuruş para karşılığında kabul edip ülkeyi çöp tenekesine çevirdik…

Sonunda, o kutlu gün soru sorulması yasaklanınca bunların hepsi çok rahat oldu tabii.

Bir yandan da gelecekte her şey çok kolay. Artık vatandaşlarımız açlık çekmiyor. Hepsini karneyle özel bir beslenme sistemine bağladık. Dost ve yandaş firmalara eğitim, sağlık, ulaştırma ve enerji gibi peşkeş çekip her şeyi özelleştirdik. Sadece vatandaşlarımız bize öel artık. Ülkemiz kısa sürede dünyanın en büyük yedek organ merkezi haline getirdik. Vatandaşlarımız eskiden belki hatırlarsınız, bir bardak bira içerken iki bardak da bize vergi veriyordu. İşte o sistemin daha adilini, daha düzenini getirdik. Artık iki böbreğinizden biri bizim, ciğerlerinizin yarısı, kanınının yarısı bize ait. Vergileriniz artık size besin olarak dönüyor. Vergilerinizi de kanınızla canınızla ödüyorsunuz. Ne kadar kutsal bir yaşam biçimi.

***

2023’te ilk soru işaretinin tutuklanmasıyla ülkede her şey bambaşka bir yer haline geldi. 2050 bizim için çok güzel, siz göremeyeceksiniz ama bana ilatilen kağıtta bunlar yazıyor.  Artık siz düşünmeseniz bile biz sizin yerinize düşünüp sizi tutuklayabiliyoruz. Mesajım biterken bu yıllara ait bir şaka: Şu anda ne düşündüğümü biliyor m… -Ah tutuklandım! Gelecek de gelecek ama iyi gelmeyecek.

                                                             /././

Belgrad Ormanı Uludağ olmasın -Özgür Gürbüz-

Çevrecinin daniskası olduğunu iddia eden iktidarın ormanları rant alanına çevirme projelerine bir yenisi daha eklendi. İstanbul’daki Belgrad Ormanı’nın yaklaşık 1150 hektarlık bir bölümünün koruma statüsü, ‘muhafaza ormanı’ndan ‘milli park’a düşürülmek isteniyor. Doğa Koruma ve Milli Parklar Müdürlüğü, bu taleple Orman Genel Müdürlüğü’ne başvurdu. Kararı Cumhurbaşkanı Erdoğan verecek. Mevcut ormanın yaklaşık dörtte birinden bahsediyoruz. Tarih boyunca yarısını kaybettiğimiz, İstanbul’un akciğeri olan bu ormanın dörtte birini daha yapılaşmaya açmak istiyorlar.

Doğa koruma örgütleri bu düzenlemeye karşı çıkınca her zamanki taktik uygulandı ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı devreye girdi; milli park koruma statüsünün muhafaza ormanından daha iyi olduğunu iddia etti. Bunu yapan da Dezenformasyonla Mücadele Merkezi. Elbette bu doğru değil, dezenformasyonla, yani çarpıtmayla mücadele ettiğini iddia edenlerin çarpıtmasıyla karşı karşıyayız. Muhafaza ormanında sadece sınırlı ve personelin ihtiyacını karşılayacak küçük tesisler yapabiliyorsunuz ama milli parka otel bile yaparsınız. İletişim Başkanlığı bize inanmıyorsa biraz zahmet edip Uludağ Milli Parkı’na gidebilir, orada kaç otel var sayıp kamuoyunu aydınlatabilir. O yetmezse Kızılcahamam Soğuksu Milli Parkı’na doğru devam edebilirler.

∗∗∗

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın ‘bitki örtüsü ve yaban hayatı özelliğine sahip, manzara bütünlüğü içinde halkın dinlenme ve eğlenmesine uygun tabiat parçalarıdır’ diyen milli park tanımı bile durumu anlatıyor zaten. Dinlenme ve eğlenmenin Türkçesi, konaklama ve yeme içme tesisleri. Muhafaza ormanı tanımı içerisinde ise memleket müdafaasından, baraj ve göl yataklarını korumaya kadar çok kritik tanımlamalar var. Milli parklarda otelden kır gazinosuna kadar her türlü tesis yapabiliyor hatta maden bile arayabiliyorsunuz. Muhafaza ormanında maden aramak söz konusu bile olamaz.

Türkiye Ormancılar Derneği Marmara Şubesi Başkanı Sezai Kaya ile İkinci Başkanı Prof. Dr. Gülen Özalp, Sıcak Hava Dalgası adlı podcast yayınında konuğum oldu. Özalp, “Belgrad Ormanı hem muhafaza edilmeli hem de ormanın muhafaza ettiği değerler var” diyor. “İstanbul’un en güzel kültürel mirası Belgrad Ormanı’nda” diyen Özalp, Mimar Sinan’ın eserlerinden Bizans döneminden kalan bentlere kadar bölgenin tarihi değerine de dikkat çekiyor.

∗∗∗

Seza Kaya ise statü değişikliğinin Belgrad Ormanı’nı ne hale getireceğinin en iyi örneklerinin hâlihazırda ormanın içinde görülebileceğini hatırlatıyor. “Belgrad Ormanı içerisinde 7-8 tabiat farkı var, onlara bakılabilir” diye konuşan Kaya, Bağcılar Belediyesi’nin işlettiği Kirazlıbent Tabiat Parkı ve Mesire Alanı’ndaki tabloyu gördüğünüzde “Ormanda bunlar yapılabiliyor mu?” diye şaşırıp sorarsınız diyor. “Beton binalar, yeme içme yerleri, cami, beton asfalt yollar. Dışarıda olması gereken her şey ormanda var. Neden milli parka dönüştürmek istiyorlar sorusunun yanıtını orada görürsünüz” açıklamasını yapıyor. Ormancılar Derneği, Kirazlıbent’teki tablonun ormandaki diğer alanlara yayılmaması için statü değişikliği kararının geri çekilmesini istiyor. İstanbullu sahip çıkarsa karar geri dönebilir çünkü bundan birkaç yıl önce de benzer bir girişimden tepkiler nedeniyle vazgeçilmişti.

Görmemiş olanlar ve gidemeyecekler için Bağcılar Belediyesi’nin internet sayfasından Belgrad Ormanı’nda yaptıklarını aynen aktarayım. O yazıdan bile durumu anlayabilirsiniz. Projeler sayfasında, Kirazlıbent Tabiat Parkı ve Mesire Alanı altında şunlar yazıyor: “Projede piknik alanları, kır lokantası, kır kahvesi olarak 3 bin metrekare kapalı alan, macera parkı, kondisyon alanları, mescitler, parklanma cepleri, 3,5 kilometre yürüyüş yolu ve çocuk oyun alanları bulunuyor.”

Nasıl, yeni orman tanımını beğendiniz mi? Umarım tabiat parkının içine birkaç ağaç serpiştirmeyi de unutmamışlardır.

Kanuni Sultan Süleyman, orman içinde suyu kirlettikleri için Belgrad Ormanı’ndaki bir köyü orman dışına taşıtmıştı. Fatih Sultan Mehmet, “Ormanımdan bir dal kesenin başını keserim” demişti. Ecdat sözünü ağzından düşürmeyen AKP-MHP hükümetine hatırlatalım. Fatih Sultan Mehmet yaşasa bugün ilk kimin başını keserdi acaba?

                                                                   /././

‘Beşiktaş’a çökmüşler’-Müslüm Gülhan-

Her şey 2000 yılında iyi örgütlemiş organize kötülük tarafından ‘Ahmet Dursun Seba gitsin’ tezahüratıyla başladı. Acı olan ise; sözde başlayan bu yeni dönem ‘Bereket Jimnastik Kulübü’ olarak kurulan 97 yıllık bir birikimin sonu anlamına geliyordu.

Tarihsel derinliğe sahip gerçek Beşiktaşlı olan başta Osman Paşa'nın oğulları Mehmet Şamil ve Hüseyin Bereket ile mahallenin gençlerinden Ahmet Fetgeri, Mehmet Ali Fetgeri, Nazım Nazif, Cemil Feti ve Şevket Beyler’in aralarında bulunduğu Beşiktaşlıların son temsilcisi Süleyman Seba’ydı. Ve bu yeni dönemin ilk başkanı olan Serdar Bilgili, kulübün dışarıya açılması ve para harcaması gerektiğini söyleyerek yıkıma ilk kazmayı vurdu. Çünkü, rekabet gücünü artırmak zorundaymış. Haliyle beklenen Beşiktaş ticareti başladı. İşte bu noktada bir devir bitti ve yeni bir devir başladı. Ve 24 yıldır bu ticaret devam ediyor.

∗∗∗

Serdar Bilgili, Yıldırım Demirören, Fikret Orman, Ahmet Nur Çebi ve Hasan Arat dönemleri bu ticaretin en üst seviyeye çıkartılarak adeta kulübün içinden dışarıya ticaret yapısı (!) altında bir servet transferi yapıldı. Ama bu ticari reaksiyondaki Hasan Arat dönemi başka… Son 24 yılda bu ticaretin yarattığı borç yükü 8,5 milyar TL’ye gelmişken, Hasan Arat döneminde 12,4 milyar TL’ye çıktı ki bunu sadece 9 aylık bir dönemde yapması inanılmaz bir ticaret hacmidir! İşin ilginç yanı; 9 ayda ortaya çıkan bu borç hacmi son 24 yılda yapılan borçların yüzde 50’ine denk gelmesidir. Sayın Arat’ın Beşiktaş’ın yolu kavramı acaba bu muydu?

Samet Aybaba ile dünyayı yorumlama şeklimiz ayrıdır. Spora-futbola bakış açımız da ayrıdır. Ama basın toplantısındaki söyledikleri çok önemli ve içeriği hukuki sonuçlar doğuracak şekilde bir kapsama sahip olduğundan üzerinde dikkatle durulması gerektiğini düşünüyorum.

Samet Aybaba’nın anlattıklarından ve ortaya koyduğu delillerin sonucunda; Hasan Arat yönetiminin kulübün çıkarları açısından, yapılan harcamalardaki tutarsızlıktan sorumlu olduğunu düşündüğümden hukuki sürecin başlatılması gerektiğine inanıyorum. Sayın Arat’ın da bunu istemesi gerekiyor. Divan Kurulu Başkanı Tevfik Yamantürk’e bu sürecin işletilmesiyle ilgili büyük sorumluluk düşüyor. Hele hele Yıldırım Demirören ve Fikret Orman zamanlarında kulübe verdiği zararlar ortadayken ve dünyada birçok ülkede hakkında soruşturmalar-davalar açılmasına rağmen Mendes ile çalışması gelinen noktanın ana nedenidir.

Özellikle Muçi ve Al Musrati’nin 3,5 yıl için maliyetlerinin yaklaşık 41 milyon avro olmasından dolayı transferleri için soruşturma başlatılmalıdır. Beşiktaş’a gelene kadar sıfır bedelle sürekli transfer olan Al Musrati’nin maliyetinin yaklaşık 26 milyon avroya gelmesinin bir açıklaması olamaz. Diğer taraftan, Al Musrati’nin satın alındığı kulüp Braga’dır. Ve Mendes’in gizli sahip olduğu bir kulüptür. Üstelik başkanı Antonio Salvador, 5 yıl hapis cezası aldı. Braga kulübünün yüzde 20’si de Hasan Bey’in Beymen’deki patronu olan Katarlı sermayesi Al Nassr’a satıldı. Görünen o ki buradaki Al Musrati ticareti rayicinin çok üstünde. Hemen bir soruşturma komisyonu kurulup -ödemeler durdurularak- gerçek bedelin tespit edilmesi gerekiyor. Sürecin içinde Mendes olduğundan dolayı işleyişin FIFA’ya kadar götürülmesi gerekiyor.

∗∗∗

Aybaba’nın gösterdiği en önemli delil ise Joe Worall'ın transfer bedeli ve ödemeleriyle ilgili belgedir. Buradaki en önemli ayrıntı, Aybaba’nın kendisinden habersiz şekilde elektronik imzasıyla işlem yapılmış olunmasıdır. Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün kurumsal olarak bu maddi belge ile sorumlular hakkında suç duyurusunda bulunması gerekiyor. Çünkü, 5 milyon avro ile 500 bin avro arasında çok ciddi fark var!

Bu konu çok ciddi… Kurumsal yetkiye sahip kişilerin sorumlulukları neyse, bunu yerine getirmek zorundalar. Hasan Arat sonrası Beşiktaş’ın başında atanmış bir yönetim vardı. Bu öyle yönetmelik-tüzük gereği olan bir durum gibi gözükse de bence olasılıklar içinde düşünülen bir hamle gerçekleştirildi. Bu durum -siyasette çok kullanılan- tabiri caizse ‘topal ördek’ konumunu ifade ediyordu.

∗∗∗

‘Topal ördek’ konumunda olan bu yönetimin süreci devam ettirmesi zaten mümkün değildi. En makulü olan yönde karar aldılar. Seçim öncesinde, sürecinde ve sonrasında ortam hiçbir şekilde sosyal asalaklardan oluşan trollere bırakılmamalıdır. Onların verdiği zarar artık kulübün batma nedeni oluyor. Hem Fikret Orman döneminde -ki yine başladılar- hem de bu dönemdeki dezenformasyon kabul edilemez boyuta ulaştı.

Çünkü artık gelinen noktada,121 yıllık bir kulüp olan Beşiktaş’ın borcu öz varlıklarının da üstüne çıktı. İflas etmesi gereken konuma gelen kulüp, siyasetin katkısıyla süreci yönetiyor. 24 yılda Genel Kurulun yaptığı seçimlerle verdiği zarar ortadayken, bu noktadan sonra kulübe sahip çıkma sorumluluğu artık Genel Kurula değil, gerçek Beşiktaşlılara düşüyor. Ne algı manipülasyonu üzerine kurgulanmış sözde muhalif ‘Turuncu Devrim’, ne de ‘matruşka’ yapısı artık süreci yönetemez. Süreç, Siyah-Beyaz olarak kendi tarihsel derinliğine ve kültür kodlarına dönerek işlemek zorundadır. Sonuca baktığımızda, Samet Aybaba’nın anlattıkları Hasan Arat’ı da haklı çıkarmıştır. Gerçekten ‘Beşiktaş’a çökmüşler’.

                                                                  /././

Depremzedeler vergide ‘normale’ döndü -Gözde Bedeloğlu-

Resmi rakamlara göre 50 binden fazla insanın öldüğü, 100 binden fazla insanın da yaralandığı 6 Şubat depremlerinden sonra Maraş, Malatya, Hatay, Adıyaman ve Antep’te devam eden ‘mücbir sebep’ 30 Kasım’da sona erdi. Mücbir sebep durumu, depremin yıktığı şehirlerde esnaf ve tüccarlara SGK primi ve vergi kolaylığı sağlıyordu. Aralık ayı itibariyle depremzedeler, geçmişe dönük borçları da dahil olmak üzere yeniden vergi ödemeye başlayacak. Halen vergi ödeyemeyecek durumda olanların ise bağlı bulundukları vergi dairelerine bireysel olarak başvuruda bulunmaları gerekecek. Talepleri şartlara uygun bulunan depremzedeler, vergilerini iki yıla kadar ve faizsiz taksitlendirebilecek. Akla gelen ilk soru, on bir ilde yıkıma sebep olan depremin yaraları iki yılda sarılabildi mi? Halk, vergisini ödeyebilecek bir düzene kavuştu mu? Dükkanı yıkılan esnaf hala konteynerde ve devlet kredileriyle ayakta durabildiklerini anlatıyor. Hasarlı binlerce bina yıkım bekliyor. Şehirlerde altyapı sorunları devam ediyor. İşsizlik oranı yüksek. Hayat normale dönene kadar sürenin uzatılmasını isteyen bölge halkı aksi halde ardı ardına iflasların yaşanacağını söylüyor.

6 ŞUBAT’IN SEMBOLLERİNDEN: İSİAS DAVASI

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Bugünkü fiyatlar ile son iki yılda deprem için yaklaşık 2,6 trilyon lira harcadık” dese de yurttaşın, başta barınma ve çalışma gibi hayati konularda çözüm bekleyen pek çok sıkıntısı olduğu ortada. Diğer yandan, 50 binden fazla insanın ölümüne sebep olan binaların yapımından sorumlu kişiler hakkında açılan davalar da görülmeye devam ediyor. Bunlarda biri, Kıbrıslı ailelerin olağanüstü gayretiyle 6 Şubat’ın sembollerinden birine dönüşen İsias Otel davası. Voleybol turnuvası için Kuzey Kıbrıs’tan Adıyaman’a gelen ortaokul öğrencisi 27 çocuk ve tur rehberleriyle birlikte toplamda 72 kişi kaldıkları İsias Otel’de hayatını kaybetmişti. Davanın beşinci duruşması önceki gün Adıyaman 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görüldü. Hazırlanan bilirkişi raporlarında, saniyeler içinde kum dağına dönen otelle ilgili, proje aşamasından yıkıldığı güne kadar yapılan usulsüzlükler dikkat çekiyor. İddianamede yer alan bilgilere göre İsias’ın temeli zemin etüt raporu alınmadan atılmış, ruhsat 9 kat için verilmiş olmasına rağmen sonradan kat sayısı 13’e yükseltilmiş, binanın ruhsatı ‘konuttan’ ‘otele’ çevrilirken mühendislerden yapının sağlam olduğuna dair rapor alınmış, binada deniz kumu kullanılmış ve çıkılan ilave katlar 2018 yılında çıkarılan ‘imar barışı’ kapsamında affedilmiş.

DEVLETE GÖRE SAĞLAM, BİLİME GÖRE ÇÜRÜK

Sorumluların yalnızca mal sahipleri ve fenni mesuller değil aynı zamanda görevini yerine getirmeyen kamu görevlileri olduğunu dile getiren aileler suçluların ‘olası kastla’ yargılanması gerektiğini vurguluyor. Ancak savcı ‘bilinçli taksir’ suçundan 22 yıl ceza talebinde ısrarcı. İddianamede adı geçen kamu görevlilerinin de yargılamaya dahil edilmesinin şart olduğunu söyleyen aileler bunu hukukun üstünlüğü ve toplum vicdanı adına hayati bir adım olarak görüyor. İsias Otel’in sahibi, tutuklu sanık Ahmet Bozkurt’un son duruşmada verdiği ifade bu anlamda dikkat çekici. Bozkurt, otel projesinin belediye kontrolünden geçtiğini ve kendilerine ‘doğru yapılmış’ denilerek ruhsat verildiğini söyledi. Otelin turizme uygun hale gelmesi için gerekli bütün izinleri aldığını belirten Bozkurt, Turizm Bakanlığı’nın da denetimlerinden geçtiğini ve yapıyla ilgili hiçbir sorun bulunmadığını ifade etti. Ayrıca kredi başvurusunda bulunduğunda mimar ve mühendislerin oteli inceleyerek ‘sağlam raporu’ verdiğini ve böylece devletten kredi aldığını söyledi. Bozkurt savunmasında mahkemeye iki soru yöneltti:  “Devlet, sağlam olmayan binaya kredi verir mi?”, “Devletin memurunun imzasının olduğu belge nasıl sahte olabilir?” İsias Otel, bilimsel raporların ortaya koyduğu çeşitli kusur ve eksikleriyle yıllarca Adıyaman’ın göbeğinde hizmet verdi, ta ki 6 Şubat’ta 72 insana mezar olana kadar. İgili tüm resmi kurumların onayını aldı ve imar affından yararlandı. KKTC Başbakanı Ünal Üstel de duruşmayı takip etmek için Kıbrıs’tan Adıyaman’a gelenler arasındaydı. “Burada başbakan olarak ama en önemlisi bir baba olarak bulunmaktayım. Türkiye Cumhuriyeti’nin adaletine güvenimiz sonsuz” dedi.

DEPREM SANIĞI ERDOĞAN İLE AYNI KAREDE

Aynı gün, deprem davalarını titizlikle takip eden Birgün muhabiri İsmail Arı’nın, Maraş’ta 35 kişiye mezar olan Manolya Sitesi ile ilgili yazdığı haber yayınlandı. Binaların yıkımından sorumlu tutulan, iktidarla ilişkisi olan birçok iş insanının ya firari ya da yargılama süreçlerinde gözaltına bile alınmadığını vurgulayan İsmail, Manolya Sitesi davası sanığı iş insanı, MADO Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Sait Kanbur’un Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yan yana geldiği fotoğrafı paylaştı. Erdoğan, 30 Kasım’da partisinin il kongresi ve deprem konutları teslim töreni için Maraş’a gitmiş ve kentten ayrılırken kendisini havaalanında uğurlayanlardan birinin Mehmet Sait Kanbur olduğu kameralara yansımıştı. Bilirkişi raporunda kalitesiz beton ve demir kullanıldığı tespit edilen, iki bloğu depremde yıkılan, 35 kişinin öldüğü Manolya Sitesi davasında aralarında Mehmet Sait Kanbur’un da bulunduğu altı sanık tutuksuz yargılanıyor. Bu davadaki sanıklar için istenen ceza da İsias Otel sanıkları için talep edilen ile aynı: “Bilinçli taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olma” suçlamasıyla 22,5 yıla kadar hapis! Çocukları için Türkiye mahkemelerinde adalet aramaktan başka çareleri olmayan Kıbrıslı aileler için İsias davası, gelecekte inşa edilecek her bir yapının insan hayatına uygunluğunu denetleyecek mekanizmaların oluşturulması için bir dönüm noktası. Prof. Dr. Naci Görür, İstanbul’daki yapı stokunun yaklaşık yüzde 70'inin depreme dayanıklı olmadığı konusunda yıllardır yetkilileri uyarıyor. Depreme hazırlıklı olabilmek için bilime ve adalete ihtiyacımız var.

                                                                   /././

Kayyumlar ve belediye meclisleri -Şükrü Aslan-

Son zamanlarda yeniden Belediye yönetimlerine kayyum atama karar ve uygulamalarının siyasi olarak en fazla Belediye Meclislerini etkilediğini söylemek mümkündür. Mesela adına ‘demokrasi’ denilen olgu neredeyse çıplak bir yalana dönüşmektedir. Çünkü seçilmenin veya seçmenin bir hükmü kalmamaktadır. Bu da ilk kurum olarak doğrudan Belediye Meclislerini ilgilendirmektedir. Çünkü bu kurumlar, gerektiğinde yeni belediye başkanını seçmek de dahil, her türlü denetleme yetkisiyle inşa edilmişlerdir. Ama kayyum kararı, Belediye Meclislerini, kendi başkanını bile seçemeyen edilgen kurumlara dönüştürmektedir.

Gerçi bu uygulama yeni değildir ve Türkiye’nin geçmişinde de kayyum deneyimleri oldukça fazladır. Fakat bugün hem ulaştığı düzey hem de uygulama biçimi, tek parti rejimindeki karar ve örneklerden daha da katı ve ölçüsüzdür. Üstelik bugün görünüşe göre çok partili bir siyasal rejimde yaşamakta olduğumuz halde. Ama yine de tek parti rejimindeki gibi politik kararlar ve uygulamalar adeta olağanlaş gibidir.

***

Bu açıdan Belediye Meclislerini etkisizleştiren bugünkü kararları, Cumhuriyetin ilk yıllarında alınan kararlar ve uygulamalarla karşılaştırmak oldukça ilginçtir. Cumhuriyetin en kapsamlı kanunlarından biri olan 1580 sayılı Belediye Yasasının çıkarıldığı 1930’dan önce İstanbul’un Cemiyet-i Umumiye-i Belediye ve Vilayet Umumi Meclisi adlı iki meclisi bulunuyordu. Vilayet Nizamnamesi ile 1864’de oluşturulan Vilayet Umum Meclisleri, vali başkanlığında yılda bir kez toplanarak şehrin sorunlarını görüşürdü. Şehrin diğer meclisi olan Cemiyeti Umumiye-i Belediye kurumu da birincisi 1908’de olmak üzere, ömrünü tamamladığı 1929’a kadar yedi kez seçim yapmış; hem kendisinin, hem de şehrin belediye başkanlarını seçmişti.

1930 yılında çıkarılan 1580 sayılı yasa ile her iki meclis lağvedilerek İstanbul Umumi Meclisi adında tek bir meclis oluşturulmuş ve başkanlığına da vali ve belediye başkanı getirilmişti. İstanbul’un onbeş kazasından gelen beşer temsilci ve sekiz encümenden oluşan meclis, valilik ve belediyenin işleyişini izleme, değerlendirme ve denetim yetkisine de sahipti. Bu meclis de temelini oluşturan yasal düzenlemenin ardından ilk seçimini yapmış; 1934 ve 1938 yıllarında da birer kez daha seçim yaparak meclisi ve şehri yönetecek kişileri belirlemişti. Hatta 1934’de yapılan seçimlerde meclisin yaş ortalamasını düşürmeye de karar vermişti. Özetle Cumhuriyet dönemindeki bu meclislerin de şehri yönetecek kişileri seçmesi olağan bir uygulamaydı.

***

Tek parti rejimi olmasına karşın İstanbul Umumi Meclisi’nin işleyiş biçimi de ilginçti. Sadece Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) dönemi olduğu için 1934 ve 1938 yıllarındaki seçimlere tek liste olarak giren CHF listesi kazanmıştı. Ama yine de mecliste zaman zaman sert tartışmalar yaşanmış; vali-belediye başkanı kimi zaman meclis üyelerinin sert muhalefetiyle karşılaşmıştı. Mesela 1934’de meclisin hastane yatırımı için ödenek ayırma kararına Vali-Belediye Başkanı olarak Muhittin Bey karşı çıkmış, ama meclis üyeleri, başkanın önerisinin aksine karar çıkarmışlardı. O kadar ki Muhittin Bey, o toplantıyı terk etmişti.

Şimdilerde Esenyurt, Mardin, Batman, Halfeti, Dersim, Ovacık, Behçesaray örneklerinde gördüğümüz kayyum uygulamaları, bu yerleşimlerdeki Belediye Meclislerini bütünüyle boşa düşürmüş görünüyor. Sistem, bu politik kararlarla, halkın oyu ile seçilmiş üyelerden oluşan ve görevleri de açıklıkla belirlenmiş olan bu meclisleri yok sayıyor. Bu meclisler şehirlerinin yönetici kurumları olarak işlevsizleştirilmiş bulunuyorlar. Herhangi hukuki bir ihtiyaç halinde şehirlerinin yöneticilerini seçmek şöyle dursun, yukarıdan bir emirle başlarına gelecek yeni ‘başkanları’ beklemektedirler. Üstelik bu beklenti bir tür ‘demoklesin kılıcı’ gibi pek çok Belediye Meclisi için de geçerlidir. Hem de ‘demokratik hukuk devleti’ ve ‘tarafsız bağımsız yargı’ söyleminin her zamankinden çok daha fazla telaffuz edildiği bir zamanda ve ortamda oluyor bunlar. Herhalde bu da demokrasinin ‘yerli ve milli’ türü olsa gerek.

                                                                    /././

Suriye’de hesap içinde hesap -Berkant Gültekin-

Suriye sahası yeniden hareketlenmeye başladı. Hareketliliğin adresi şimdilik ülkenin kuzeybatısı. İdlib’i yöneten IŞİD-El Kaide tandanslı Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) adlı cihatçı örgüt, kuzeye doğru saldırıya geçerek Suriye’nin en önemli kentlerinden Halep’i ele geçirdi ve gözünü güneydeki Hama’ya dikti. Orijini ÖSO olan AKP destekli Suriye Milli Ordusu (SMO) da Halep’in az daha kuzeyindeki Tel Rıfat’ta omurgasını YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) karşı üstünlük sağladı. SMO’nun YPG’nin kontrolünde olan bir başka kent olan Menbiç’e doğru hamle yapacağı söyleniyor. Bu gerçekleşirse, Kürt hareketi Fırat’ın batısındaki tüm yerleşimlerini kaybedebilir.

Cihatçıların Suriye’deki taarruzu Türkiye’de AKP-MHP iktidarı ve ona yakın çevreler tarafından coşkuyla karşılandı. Esad ve Suriye Kürtlerinin cihatçılara alan kaybetmesi karşısında mutluluğunu gizlemeyen şürekâ, “82 Kudüs, 83 Şam, 84 Mekke, 85 Medine, 86 Kahire” diyerek plaka taksimi bile yaptı. Böylece Türk sağının fetihçi fantezilerden; Emevi Camisi’nde namaz kılma hayallerinden sıyrılamadığı bir kez daha anlaşıldı. Lafa gelince “Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanayız” diyen ama 13 yıl önce ne kadar fanatikse hâlâ o kadar fanatik olan mezhepçi akıl, ülke insanı ay sonunu zor getirirken yine dış politikadaki maceraları güzelleme derdine düştü.

Erdoğan’ın iktidar ortağı Bahçeli de dünkü grup toplantısında olan bitenden hayli memnun gibiydi. Halep’in “iliklerine kadar Türk ve Müslüman” olduğunu savunan Bahçeli, kentin kalesine (Türkiye vatandaşlığı alan ve Gaziantep’ten lüks aracıyla Halep’e gelen bir Suriyeli Türkmen tarafından) asılan Türk bayrağının bunun kanıtı olduğunu söyledi. Bahçeli, vitesi biraz daha yükselterek Halep’i sıradan bir Türkiye şehri gibi göstermeye çalıştı: “İstanbul’un Kapalı Çarşısı neyse Halep’in Kapalı Çarşısı odur. Ankara Kocatepe Camisi’nden yükselen aminlerimizle Halep Ulu Camiinden yankılanan aminlerimiz aynıdır.”

Suriye’de yaşananları sadece Suriye’deki gelişmelerle sınırlı görmek elbette imkânsız. Bugün Suriye’de taşları yerinden oynatan, Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’i hedef alan Aksa Tufanı Harekatı’ndan sonra Ortadoğu coğrafyasında gelişen yeni sürecin dinamikleridir. Suriye 2011’de başlayan iç savaş sonrası parçalı bir ülke haline gelse de hâlâ İsrail karşısındaki Direniş Ekseni ittifakının önemli bir aktörü. Gazze’yi yıkıma uğratarak Hamas’ı etkisizleştiren, Lübnan Hizbullahı’na ve İran’a da art arda darbeler vuran İsrail, şimdi Esad’ı zayıflatarak Suriye’de de durumu mümkün olduğunca kendi lehine çevirmek istiyor. Bu nedenle Lübnan’daki ateşkesten ve Netanyahu’nun Esad’ı tehdit etmesinden hemen Suriye’deki cihatçı grupların harekete geçmesi tesadüf olarak görülmemeli.

ABD ve Batı, HTŞ’yi “terör örgütü” olarak kabul ediyor ama Esad’ı da “diktatör” sınıfına koyuyor. Dolayısıyla “terör örgütü”nün “diktatöre” yumruk sallamasından gayri memnun sayılmazlar. Esad’ın aldığı darbeleri, dolayısıyla İran ile Rusya’nın örselenmesini ve güç dengelerinin kısmi değişimini kârdan sayıyorlar. Ancak muhtemel ki bunun da bir sınırı olacaktır. HTŞ kontrolsüz bir güç kazanır ve çatışmalar YPG’nin Fırat’ın doğusundaki kazanımlarını tehdit eden bir boyuta gelirse, Washington, sahadaki partneri olan Kürt güçlerini korumak için düdüğü çalabilir. Bu arada Trump’ın Beyaz Saray’da göreve başlayacağı 20 Ocak’a kadar Kürtlerin elinin zayıflaması, Erdoğan’ı da yeni ABD yönetimiyle çalışma konusunda daha avantajlı bir konuma getirebilir ve Ankara da bir ihtimal, bunun üzerine plan kuruyor olabilir.

Peki, tüm bunların Türkiye’de adı bir tür konulmayan ve kapalı devre ilerletilen süreçle bir ilgisi var mı? İktidar, Kürt siyasetini Öcalan üzerinden Erdoğan’ın yeniden seçilmesi ve anayasa değişikliği için kendisi açısından uygun bir lokasyona çekmeye çalışıyorsa, Kürtlerin Suriye’deki varlığının bu plandan bağımsız değerlendirildiğini düşünmek mantıklı olmaz. Dünkü konuşmasında “Kürtler bizim canımız, PKK/YPG/PYD can düşmanımızdır. DEM ya Türkiye partisi olacak ya da tükenmekten ve derdest edilmekten başka seçeneği kalmayacaktır” diyen Bahçeli de söz konusu gerçekliğin bütününe yönelik bir mesaj vermiş olsa gerek. İktidar, Erdoğan’ın hükümranlığını korumak için, Suriye sahasında Kürtlerin de parçası olduğu mevcut denkleme doğrudan dahil mi olmak istiyor yoksa Kürtleri, Öcalan’ın serbest bırakılmasının koşulu olarak, kendi kırmızı çizgilerine riayet eden bir siyasi revizyona mı çağırıyor? Esas soru bu gibi görünüyor.

Cevap ne olursa olsun Türkiye’de geçim krizi her gün derinleşip milyonlar gün geçtikçe daha da yoksullaşırken, iktidarın bu şartlarda dahi, hele hele de fiyasko üzerine fiyaskoya imza attığı dış politikadan güç alarak nasıl siyaset kurabildiğini, gündemi buradan nasıl şekillendirdiğini etraflıca tartışmak gerek. Gerçek şu ki, rejimin hegemonik anlatısı yıkılıp topluma yeni bir hikâye anlatılamadıkça, milliyetçi ve dinci söyleme yaslanan sağ siyaset, devlet mekanizmasını kontrol etmenin de geniş olanaklarını kullanarak en zorlu koşulda bile kendini ayakta tutmanın bir yolunu bulmaya devam ediyor. Hem de tek ayak üstünde…

                                                                   /././

Suriye’de ne, neden oluyor?-İbrahim Varlı-

Suriye çok aktörlü, çok boyutlu bir çatışma sahası. ABD, Rusya, İran, Türkiye, İsrail, HTŞ, SMO, Hizbullah, SDG, YPG, Şii milisler, Arap aşiretler gibi onlarca küresel, bölgesel, yerel aktörün boy gösterdiği bu coğrafyada hesaplar, çıkarlar, oyunlar iç içe geçmiş halde.

Cihatçı çetelerin İdlib’den çıkıp Halep’e girmesiyle çatışmaların yeniden alevlenmesi, bir süredir çok parçaya ayrıştırılmış olan ülkede "sönümlenen" ateşi yeniden alevlendirdi. Suriye'nin ikinci büyük kenti Halep'in ve Kürt güçlerinin Fırat'ın batısında kontrol ettiği tek bölge olan Tel Rıfat'ın -Menbiç hariç- cihatçı çetelerin kontrolüne girmesi güç dağılımını ve hesapları alt üst ederken ortaya yeni bir harita çıkardı.

Yaşananlar sürpriz gibi görünse de, değil. Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ-Şam Kurtuluş Heyeti) uzun bir süredir Halep harekatına hazırlanıyordu. İsrail, Gazze ve Lübnan'ın ardından sıranın Suriye'ye geleceğinin mesajlarını veriyordu. Öyle de oldu.

Gazze ve Lübnan’daki yıkım senaryosunun üçüncü aşaması Suriye’de sergileniyor. Peki neden? Sorunun yanıtı Ortadoğu’nun bütününe dair hesaplarda saklı.

Halep’in cihatçı gruplar tarafından ele geçirilmesi, bölge halklarını tehdit eden emperyalist projenin yeni bir halkası. Bu saldırganlık 2010’ların başında devreye sokulan ABD menşeili Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) de bir devamı.

ORTADOĞU'NUN DİZAYNI VE BOP?

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Ortadoğu’nun Amerikan emperyalizmi ve İsrail çıkarları doğrultusunda siyasal İslamcı taşeronlar kullanılarak yeniden dizayn edilme projesiydi. Geçen haftalarda bu sütunlarda değinmiştik, Ortadoğu’ya nizam vermeye yönelik BOP, üç evreye ayrılabilir:

Birinci evre; Arap Baharı 

BOP’ta ilk aşama; 2010’ların başında Arap sokaklarındaki öfkenin çalınarak İhvan (Müslüman Kardeşler) üzerinden bölgenin dizayn edilme girişimiydi. Pek çok ülkede liderler devrilse de istenilen elde edilemedi, Libya, Yemen, Suriye iç savaşa sürüklendi.

İkinci evre; Abraham Anlaşmaları 

Ortadoğu’yu Arap Baharı üzerinden dönüştürme senaryosu iflas edince ABD, Trump ile birlikte yeni bir aşamaya geçti. Amaç mevcut İslamcı/Arap rejimlerin çeşitli rüşvetler/çıkarlar karşılığında İsrail ile barıştırılmasıydı. Abraham anlaşmaları ile Arap rejimleri birer birer normalleşti. Her şey yolunda gidiyor gözükürken Filistin’in var olma hakkını yok sayan bu anlaşmalar da 7 Ekim 2023 itibarıyla sekteye uğradı.

Üçüncü evre; İsrail eliyle yıkım 

İlk iki aşamanın başarısız olması üzerine üçüncü safha bizzat İsrail’in saldırganlığıyla birlikte devreye sokuldu. İsrail üzerinden Ortadoğu’ya nizam verme girişiminde Gazze ve Lübnan çökertildi. Hamas ve Hizbullah’ın direnci kırıldı. İsrail’in “yeni düzen” adını verdiği Lübnan’daki saldırganlık Netanyahu’nun, 27 Eylül’de iki farklı Ortadoğu haritasıyla birlikte çıktığı BM kürsüsünde sarfettiği “Yeni bir Ortadoğu” planının göstergesiydi.

GAZZE, LÜBNAN DERKEN ETAP ETAP ÇÖKERTME

Ortadoğu'nun emperyalist-siyonist planlar dahlinde yeniden şekillendirilmesi çalışmalarının startı 7 Ekim Hamas saldırıları vesile yapılarak verildi. Bir yılı aşkın süredir Hamas bahanesiyle Gazze'de etnik temizliğe girişen siyonist rejim, paralelinde Hizbullah'ı yok etme saikiyle Lübnan'ı yerle bir etti. Güneyden Gazze'den başlayan sonrasında Lübnan'da devreye sokulan plan adım adım kuzeye doğru genişletiliyor.

İsrail'in Lübnan ve Gazze saldırganlığı Suriye'de yeniden nükseden çatışmalar birbirini tamamlayan bir planın parçaları.

Ortadoğu’yu İsrail’in güvenliği/çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etme planlarının yeni bir evresi yaşanıyor. Rusya'nın askeri güçlerinin Ukrayna'ya odaklandığı, İsrail'in de Gazze’de Hamas’ı, Lübnan'da Hizbullah'ı savaşamaz hale getirdiği yeni denklemde Suriye parantezi de kapatılmak isteniyor.

ABD emperyalizmi ve İsrail, İran'ı Ortadoğu'dan ve Suriye'den söküp atmak istiyor. Bunun için yılalrdır İsrail savaş uçakları  Suriye'deki İran bağlantılı milisleri, Hizbullah'ın merkezlerini ve Suriye ordusuna ait hedefleri vuruyordu. Bu bir alan temizliğiydi.

Trump’ın, "Yeni bir Ortadoğu ufukta görünüyor" söylemi İran tehdidinden arındırılmış bir Ortadoğu arzusunun dışa vurumu.  Binyamin Netanyahu yönetiminin Lübnan operasyonuna verdiği "Yeni düzen" ismi de bu hayalin fiiliyata geçirilmiş hali. HTŞ liderliğindeki cihatçı çetelerin İsrail-Hizbullah anlaşmasının hemen ertesinde Suriye’de harekete geçirilmesi tabloyu tamamlıyor.

TEMEL HEDEF İRAN, KAPIŞMA SAHASI SURİYE

ABD ve İsrail’in temel planı, İran’ın direncinin kırıldığı bir Ortadoğu yaratmak. İsrail’in bölgede yayılmacı emellerini hayata geçirmek ve güvenliğini sağlamak için İran’ın denklemden düşürülmesi gerek. Bir ucu Suriye’den Lübnan ve Filistin’e uzanan, diğer ucu da Yemen’den Kızıldeniz’e ulaşan Şii Hilali’nin kırılarak İran’ın etki alanlarının parçalanması amaçlanıyor. Suriye’nin istikrarsızlaştırılmasıyla aynı zamanda Ukrayna cephesinde açıkça savaşa tutuşulan Rusya’nın da Ortadoğu’daki etki sahasınının daraltılması hedefleniyor.

ESAD SİYASİ SÜRECE KATILMADI MI?

Washington ve Tel Aviv, Şam’ın İran ile arasına mesafe koyarak etki alanından çıkması için ültimatomlar veriyordu. Öyle ki İsrail Başbakanı Netanyahu, Lübnan aateşkesinin ardından Esad'ı tehdit ederek, "Ateşle oynuyor!'' diyerek tehditler savurdu.

ABD'den Halep saldırısı sonrası gelen ilk resmi açıklamadaki Suriye'deki durum değerlendirmesinde sarfedilen; “Esad siyasi sürece katılmadı, Rusya ve İran'a güvendi” sözleri de meselenin İran boyutuna işaret ediyor.

İngiliz ve Amerikan medyasına da yansıyan yorumlara göre, ABD-İsrail itifakı, Esad yönetimine İran ile arasına mesafe koymasını, Hizbullah ve Tahran bağlantılı grupları ülkede barındırmamasını istedi. Şayet Tahran ile araya mesafe konursa kendisine dokunulmayacağı tehditleri savuruldu.

Ancak Esad ve Şam yönetimi bu dayatmaları kabul etmedi. Şam'ın Tahran ile olan bağlantısı hem bi çırpıda koparılacak türden değildi, hem de Esad kendi ülkesini yıkıma sürükleyen ABD ve İsrail'in oyunlarının farkındaydı. 

Şimdi her bir aktör kendi hesapları çerçevesinde Suriye’de alan tutmaya çalışıyor. Çatışmaların yeniden şiddetli bir biçimde alevlendiği Suriye’de bir haftasına girmek üzere olan çatışma dinamiklerinin muhasebesini yapacak olursak, göz çarpan başlıklara dair şunlar söylenebilir.

SURİYE ÇÖKERSE NE OLUR?

Birincisi İsrail’e olası bir yakın tehdit bertaraf edilmiş olur. Suriye Ortadoğu'da İran ile birlikte İsrail ile çatışma halinde olan iki ülkeden birisi. Ve Şii Hilali'nin veya başka bir isimlendirme ile "Şii Direniş hattı"nın en önemli halkası. Suriye 2011'den bu yana içerden çökertilip, direnci kırılsa da hala önmeli bir aktör ve İsrail'in yayılmacı, saldırgan politikalarına karşı bir set oluşturuyor.

İkincisi Suriye hala İsrail'e meydan okuyabilen Hamas, FHKC gibi pek çok Filistinli hareketin ve de Hizbullah'ın barındığı, çeşitli şekillerde faaliyet gösterdiği ülke. Hizbullah’ın İran ile lojistik bağlantısının kesilmesi İsrail'in temel hedeflerinden bir tanesi. Suriye'nin çökertilmesi, kolunun kanadının kırılması bu örgüt ve yapıları da derinden etkileyecektir.

Üçüncüsü İran’ın kolları kesilmiş olur. Suriye, İran'ın Ortadoğu'daki sağ kolu. Tahran, Suriye üzerinden İsrail'e kadar uzanabilmekte, Lübnan Hizbullahı'nı her anlamda besleyebilmekte. Suriye'yi çökertiğinizde İran ile Lübnan bağlantısını da tam göneğinden koparmış olacaksınız.

TÜRKİYE’NİN HESAPLARI

Cihatçı çetelerin Halep’e girmesi on yıldır devam eden Türkiye, Rusya ve İran’ın oluşturduğu Astana Süreci’nin de iflası demek. Garantör ülkeler Rusya ve Türkiye derin yara aldı.

Kürtlerin kazanabileceği olası bir kazanımı “kırmızıçizgi” ilan eden Türkiye krizi fırsata çevirmeye çalışıyor. ABD ve İsrail’in Kürtler üzerinden Kuzey Suriye’de fiili bir durum yaratma ihtimalinden endişe eden Ankara, ÖSO-SMO üzerinden alan tutmaya çalışıyor.

Bir yandan SMO üzerinden Kürt güçleri ile çatışılırken diğer taraftan da Şam’a “Bizimle anlaşmaktan başka yol yok” mesajı veriliyor. ABD’nin müttefik olarak desteklediği SDG’nin toprak ve güç kaybetmesi Ankara’nın öncelikleri arasında. Ankara krizi fırsata çevirmenin derdinde. Bir taraftan ÖSO bünyesindeki cihatçılar sahaya sürülürken diğer taraftan da İsrail ve ABD ile iş tutuluyor.

Saray rejiminin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, dün İranlı mevkidaşı ile görüşmesinde Suriye’de yaşananların dış müdahale ile açıklanamayacağını belirterek, meselenin siyonist-emperyalist boyutunu kamufle etmeye çalışıyordu. Yanındaki İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçı ise “Suriye’yi istikrarsızlaşma projesi bize göre siyonist proje” derken bir gerçekliğe işaret ediyordu.

İKİNCİ BİR EMEVİ CAMİ HAYALİ TAM BİR YIKIM OLUR

Bölgesel, küresel, yerel güçlerin av sahasına dönüşen Suriye’deki hesaplaşmaların nereye evirileceği meçhul. Pek çok aktörün birbiriyle hesaplaştığı bu kanlı coğrafyada çatışmaların bütün bir bölgeyi ateşe atma ihtimali az değil. ABD’nin başını çektiği emperyalistlerin planları tüm Ortadoğu için büyük bir tehdit.

Bu emperyalist planların yarattığı fırsatlardan yararlanmaya çalışan AKP iktidarı da ülkeyi bir kez daha ateş çemberine atıyor. Yeni Osmanlıcıların Emevi Camii'nde namaz kılma hevesinin ülkeye faturası çok ağır oldu. Aradan geçen zaman diliminde ders alınmış değil, İkinci Emevi Cami seferinin ülkeye faturası tam anlamıyla yıkım olacaktır.

                                                               /././

Batı medyası ‘mesaiye’ başladı: Başına 10 milyon dolar ödül konan cihatçı, CNN’e konuştu

Suriye’de cihatçı çeteler saldırılarını sürdürürken, Batı medyası da imaj çalışmalarına başladı. CNN International, HTŞ lideri Colani’ye mikrofon uzattı. Söyleşide, “hiç kimsenin yaşam tarzına karışmayacakları” gibi Batı dünyasının sempatiyle karşılayacağı sözler sarf eden ve kendisini “demokratik” bir profilde göstermeye çalışan cihatçı lider, “Hedefimiz Esad’ı devirmek. İslami yönetimden korkan insanlar onu doğru anlamamışlardır” dedi. ABD, 2018’de HTŞ’yi “terör örgütleri” listesine almış ve Colani için 10 milyon dolar ödül koymuştu.(https://www.birgun.net/haber/bati-medyasi-mesaiye-basladi-basina-10-milyon-dolar-odul-konan-cihatci-cnne-konustu-581820)

                                                                  ***

Trump 2.0 kükremeye başladı -Hayri Kozanoğlu-

ABD’de başkanlık koltuğuna ikinci kez oturacak olan Trump’ın uygulayacağını söylediği ekonomi politikaları bütçe açıklarını kabartarak enflasyonu yükseltecek. Trump’ın Meksika, Kanada ve Çin’e gümrük vergisi planının pazarlık kozu olduğunu düşünenler var. Ancak Trump’ın 2.0 reçeteleri ne ABD ne dünya ekonomisi için umut vaat ediyor.

Donald Trump, Meksika ve Kanada’ya %25, Çin’e %10 gümrük vergisi uygulayacağını ilan ederek ilk ekonomik bombasını patlattı. Daha önce telaffuz etmekten en fazla zevk aldığı kelimenin “tariffs” (gümrük vergileri) olduğunu açıklamıştı. Bir anlamda seçim zaferini böyle bir haz nesnesiyle kutladığı söylenebilir. Aslında başkanlık görevini 20 Ocak’ta devralacak. Yani şu anda bir icra yetkisi bulunmuyor. Uygulayacağı ekonomik politikalar için Hazine ve Ticaret Bakanlığı’ndan bir tavsiye alması da söz konusu değil. Böylece ne kadar keyfi, başına buyruk bir yönetim anlayışına sahip olduğunu ilk baştan gösteriverdi. Üstelik Kanada ve Meksika ile NAFTA’nın yerine geçen bir serbest ticaret antlaşması bulunduğunu hiçe sayarak…

Bu yazı kaleme alınırken de, BRICS ülkelerine “Dünyanın rezerv parası olarak dolar yerine başka bir alternatif geliştirmeye kalkarsanız %100 vergi uygularım” diye de bir tehdit savurdu. Bu yöndeki çabaların şu ana kadar somut bir sonuç vermediğini biliyoruz. Tüm veriler de gerek dış ticarette, gerekse de finansal işlemlerde doların tahtının sallanmadığını gösteriyor. Trump’ın açıklaması bir yönüyle de ABD emperyalizminin doların egemenliğine ne denli bağlı bulunduğunu kanıtlamış oluyor. BRICS ülkeleri arasında Hindistan ve Brezilya başta gelmek üzere Amerika’nın önemli dış ticaret ortaklarının da bulunması, önümüzdeki günlerin yeni çalkantılara gebe olduğunu gösteriyor.

ŞİMDİLİK ÇİN UCUZ KURTARDI

Seçim kampanyasında, şu andaki oranların üzerine Çin’e %60 ek gümrük vergisi planladığı hatırlanırsa, Pekin şimdilik ucuz kurtarmış görünüyor. Avrupa da ilk salvoda isabet almadığı için biraz rahatladı. Söz konusu üç ülke, Kanada-Meksika-Çin ABD’nin önde gelen ticaret ortakları. Toplamda Washington’a 1,5 trilyon dolarlık ihracat yapıyor, 1 trilyon dolarlık ithalat gerçekleştiriyorlar. Biraz daha ayrıntıya inecek olursak, Kanada’nın ihracatının %78’i, Meksika’nın ise %80’i ABD’ye gidiyor. Üstelik dış ticaret büyük ölçüde karayoluyla gerçekleştirildiği için söz konusu ürünlerin başka pazarlara yönlendirilmesi de kolay değil.

Çin’in ihracatının sadece %15’i ABD’ye yapıldığı için vergilerin etkisinin biraz daha sınırlı olması bekleniyor. Dünyanın en büyük enerji üreticisi haline gelmesine karşın ABD hâlâ Kanada’dan günde 4 milyon varil ham petrol alıyor. Taze meyve-sebze tüketiminin yarısı Meksika tarımı kaynaklı. Sağlıklı kahvaltıların vazgeçilmez ögesi kabul edilen avokadolar da güney komşusunun mahsulü. Amerikan, Japon, Alman tüm bildiğiniz otomobil markalarının üretimlerinin kayda değer bir kısmı Meksika fabrikalarında gerçekleştirilip ABD’ye ihraç ediliyor.

TRUMP’IN ARZ YÖNLÜ EKONOMİ ANLAYIŞI

Uygulanacak bu gümrük vergilerinin olası etkilerini irdelemeden önce isterseniz, Trump’ın ekonomik anlayışını bir gözden geçirelim. Temelde “arz yönlü ekonomi” denilen, vergileri düşürmeye, devletin ekonomideki rolünü en aza indirmeye, üretimin önündeki engelleri kaldırmaya dayalı bir zihniyetin temsilcisi olduğu söylenebilir. Böylelikle yatırımların artacağı, üretimin hız kazanacağı, oranlar düşürülürse dahi vergi tahsilatının artacağı varsayılıyor. Bu kurguya göre, “akmasa da damlar” misali sade yurttaş da yeni iş alanları açılmasıyla, istihdamın sıçramasıyla bu süreçten sebeplenecektir. Ancak bu varsayımlar hiçbir ülke örneğinde doğrulanmamasına karşın, “sermaye yanlısı emek karşıtı” bu reçeteler Trump gibi demagoglar aracılığıyla ısıtılıp ısıtılıp halk kitlelerinin önüne konulabiliyor.

***

PAZARLIK PEŞİNDE Mİ?

Trump’ın açıkladığı adımların pazarlık amacı taşıdığı, ticaret ortaklarını masaya oturtmaya yönelik olduğu görüşleri de var. Ancak daha işin başında ilan ettiği hamlelerden geri adım atması pek beklenemez. Kısaca, bekleyip görelim desek de Trump 2.0 reçeteleri ne Amerikan ekonomisi ne de küresel ekonomi için umut vaat ediyor. İlk kükremeyle birlikte, kısa bir başarı görüntüsünün ardından hayal kırıklığı yaratacağı izlenimi uyandırıyor.

***

MUSK DEVLETİ KÜÇÜLTECEK

Trump seçilince, önceki dönemde %35’den %21’e indirdiği kurumlar vergisini %15’e çekeceğini vaat etmişti. Devleti küçültme misyonu da milyarder iş insanları Elon Musk ve Vivek Ramaswamy’e ihale edildi. Popüler bir kripto para, “Doge” markasıyla kısaltılan Hükümet Etkinliği Bakanlığı (Department of Goverment Efficiency) sözüm ona bu işlevi üstlenecek. İlk elde Musk 6,75 trilyon dolarlık federal bütçeden 2 trilyon dolarlık kesinti öngörüyor. Ramaswamy ise Eğitim Bakanlığı’nın topyekûn lağvedilmesini öneriyor. Savunma, sosyal güvenlik ve sağlık, bütçe harcamalarının üçte ikisini oluşturuyor. Sosyal programların büyük bir kitlesel tepkiye neden olmaksızın, büyük mahrumiyetlere yol açmaksızın budanması olanaksız görünüyor. Hiç kamu hizmeti deneyimi bulunmayan, iktisat bilgileri şüpheli iki sivri zekâlının uçuk fikirleriyle devleti yönetmenin anlamsızlığı açıkça görülüyor.

FOSİL YAKIT ÜRETİMİ TAM GAZ SÜRECEK

Trump aynı zamanda fosil yakıt üreticilerinin de desteğiyle seçildi. Zaten ekibi büyük ölçüde küresel iklim değişikliği inkârcısı, aşı karşıtı, bilimden nasibini almamış kişilerden oluşuyor. Yeşil teknolojilere yapılan sübvansiyonların kaldırılmasını, petrol ve doğalgaz aramalarının önündeki engellerin temizlenmesini ve fosil yakıt üretiminin son hızla sürdürülmesini de planlıyor.

KORUMACILIK POLİTİKASININ ÇELİŞKİLERİ

Gelgelelim dış ticarette korumacı politikalar; kapitalist küreselleşmenin özelleştirme, kuralsızlaştırma, finansallaşma ile birlikte temel direklerinden biri dış ticaretin liberalizasyonu perspektifi ile çelişir görünüyor. Bu yaklaşımda belki Trump’ın konuya ilişkin saplantısının, gerçekten gümrük vergileriyle Amerikan imalat sanayinin ihya edilebileceği düşüncesinin rolü bulunabilir. Ancak ortada objektif bir gerçek de var. Artık kapitalist küreselleşme kurgusu içerisinde, ABD himayesinde gelişen Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) ortaya koyduğu serbest ticaret kuralları çerçevesinde Amerikan imalat sanayisi rekabet edemiyor. Bu oyunun kuralları içerisinde, başta Çin gelmek üzere Asya ülkeleri daha ucuz ve kaliteli üretim yapmayı beceriyorlar. O nedenle artık Washington kendi koyduğu kurallarını kendi ihlal ediyor, DTÖ’yü giderek işlevsizleştiriyor.

***

EKONOMİ NASIL ETKİLENECEK?

Yeni gümrük vergilerinin devreye girmesiyle, ING Bankası’na göre Amerikalı tüketicilerin bütçesine yıllık 2 bin 400 dolarlık bir maliyet binecek. İsviçreli diğer bir banka UBS’ye göre ise Çin’in ihraç ürünlerine uygulanacak her %10’luk vergi, ortalama ailenin gündelik alışveriş faturasını %4 kabartacak. İsterseniz bu noktada Trump’ın gümrük vergisi ve göçmen politikalarının ekonomiyi hangi kanallardan, nasıl etkileyeceği üzerine odaklanalım.

Gümrük vergileri devreye girerse, normalde ithalat düşer, vergi gelirlerinde bir artış meydana gelir ve ülkenin ticaret açığı azalır. Ancak ilk elden elde edilecek bu başarı kısa ömürlü olur. ABD gibi şu anda işsizliğin düşük seyrettiği bir ekonomide, talebin yerli üretime kayması enflasyonu artırabilir. Zaten ithalatı devam eden ürünlerin gümrük vergileri yüzünden fiyatlarının yükselmesi enflasyonu olumsuz etkilemektedir. Bu ortamda Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) faizleri yüksek tutması ve daralan dış ticaret açığı, doları değerlendirir. Nitekim bugünlerde Trump politikalarının bütçe açıklarını kabartacağı, enflasyonun tekrar başını çıkaracağı, bu nedenle FED’in faiz indirim sürecinin tavsayacağı tahminiyle dolar değerli seyrediyor.

Vergilere muhatap ülkelerden beklenen misillemenin gelmesi halinde ise, ihracat da yavaşlayacak, ekonomik aktivite yani büyüme de olumsuz etkilenecektir.

Gelelim göçmenler konusuna; Ülkedeki 11 milyon kaçak işçiden yılda 1 milyonunun sınır dışı edilmesi de emek arzının daralmasına; özellikle tarım, inşaat ve yeme-içme hizmetleri gibi bazı sektörlerde dar boğaza yol açacak, enflasyonist etki yaratabilecektir. Bu durumda FED’in faizleri yüksek tutması, doların değerlenmesi senaryosu işleyecektir. Yine dış ticaret dengesi ve büyüme olumsuz etkilenecektir.

Yüksek faizler büyük olasılıkla Trump’ı çileden çıkaracak, Merkez Bankası’na müdahaleye yeltenmesine yol açacaktır. Bu da başta hisse senedi borsaları, finansal piyasalara endeksli Amerikan ekonomisinde çalkantıları tetikleyebilecektir.

                                                                /././

(Birgün)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -27 Aralık 2024-

Türk-iş toplu sözleşme masasını devirirken kime sordu?-Nuray Sancar- 2021 yılında Asgari Ücret Tespit Komisyonunun toplanacağı saatte Halk T...