Ekonomide kötü sinyaller -Hayri Kozanoğlu-
Enflasyon, dış ticaret ve borçluluk verileri üzerinden ekonominin gidişatına bir göz atalım. Şimşek’in enflasyon düşürme planı, yoksulluk bir yana bırakılsa bile kendi amaçlarını gerçekleştirme doğrultusunda da yolunda gitmiyor.
Mehmet Şimşek’in enflasyon düşürme planı, geniş halk kesimlerine yaşattığı yoksulluk bir yana bırakılsa bile kendi amaçlarını gerçekleştirme doğrultusunda da yolunda gitmiyor. Böylelikle Şimşek ve ekibinin inandırıcılığı giderek zayıflıyor. O da “sigarayı bırakırsanız ne kadar tasarruf edersiniz” gibi bayat PR taktiklerine başvurma zorunluluğu hissediyor. Sanki bizim gibi sigara kullanmayan sade yurttaşların mevduat hesaplarında yüklü paralar birikmiş gibi…
Bugün enflasyon, dış ticaret ve borçluluk verileri üzerinden ekonominin gidişatına bir göz atacağız.
ENFLASYON İVME KAZANIYOR
Kasım ayı TÜFE enflasyonu %2.24 olarak açıklandı. Merkez Bankası’nın yılın son çeyreği için aylık %1.5 enflasyon öngördüğünü hatırlarsak, iddialı hesapların tutmadığını net biçimde görürüz. Daha kötüsü, mevsim etkilerinden arındırılmış tüketici fiyatları %2.93 ile çok daha yüksek geldi. Yılın ilk 11 ayındaki fiyat artışları ise %42.91’i buldu.
Aralık ayındaki %2.5’luk olası bir enflasyon bile yıl sonunun %46.5’la kapanmasına yol açacak. Bu durumda asgari ücret görüşmeleri sürerken, 2025 yılı enflasyonunun %21 hatta üst sınırda %26 gerçekleşeceği tahmininin hiçbir inandırıcılığı kalmıyor.
SATICILAR ENFLASYONU MU?
Yıllık üretici fiyatları enflasyonu ise %29.47. Bu veri fiyat artışlarının maliyetlerden kaynaklandığı tezini yalanlıyor. Tüm dikkatleri “satıcılar enflasyonu” denilen, firmaların hazır enflasyon belirsizliğini fırsat bilerek fahiş fiyat bildirmeleri olgusuna çekiyor.
Kasım ayında %1.61 ile biraz hız kesse de yıllık hizmet enflasyonu %67.89. Bu ay %2.54 artan mal enflasyonu ise %39.05. Arada 29 puan civarında kayda değer bir fark var. Para politikası, yani yüksek faizler ve buna bağlı olarak kur artışının yavaş seyri hizmet fiyatlarını fazla etkilemiyor. Kiralar, okul servis ücretleri, eğitim ücretleri, lokanta-kafe gibi kalemler ithalat baskısı filan hissetmeden alıp başını gidiyor. O nedenle fiyat düzenlemeleri olmadan enflasyonun kontrol altına alınamayacağı apaçık görülüyor.
Dikkat edilirse, görüşlerine başvurulan insanlar en fazla kiralardan ve çarşı pazar fiyatlarından şikayetçi. Kasım’da taze sebze fiyatlarındaki artış, brokoli çekişli olarak %29.55’e dayandı. Taze meyve-sebze enflasyonu ise yıllık %91.16. Kira artışları yıllık %109’u buluyor. TUİK’in Hanehalkı Tüketim Harcamaları istatistiklerine göre, en düşük %20’lik gelir grubundaki aileler gelirlerinin %36.6’sını gıdaya, %29.2’sini kiraya, toplamda %65.8’ini yani yaklaşık üçte ikisini bu iki yaşamsal kaleme ayırıyor. Sırf yukarıdaki gıda ve kira rakamları bile ülkede yoksulluğun nasıl derinleştiğini kanıtlıyor.
DIŞ TİCARETTE DE BOZULMA BELİRTİLERİ
Kasım dış ticaret verileri ihracatın %3.1 azalışla 22.3 milyar dolar, ithalatın ise %2.4 artışla 29.7 milyar dolar olduğunu, böylelikle dış ticaret açığının 7.4 milyar dolara ulaştığını gösterdi. Bu belki Türkiye’nin kendi ölçütlerine göre aşırı yüksek bir düzey değil. Ne var ki ekonomiden net yavaşlama sinyalleri gelen bir konjonktürde böyle bir açık verilmesi kaygı verici.
İstatistiklerin ayrıntılarına göz attığımızda; ithalatta tüketim mallarının %15.6’lık keskin bir artışla 5.2 milyar dolara ulaştığını görüyoruz. Bunun açıklaması; TL’nin reel değerlenmesi nedeniyle göreceli ucuz kalan ithal ürünlere yönelik talebin cazibesini koruması ve ekonomide yavaşlamaya rağmen, özellikle yüksek faizler beslenen üst gelir gruplarının tüketimlerinin alabildiğine devam etmesi olabilir. Buna karşın; dövizin yavaş seyrinin yarattığı elverişli koşullar bile, yatırım malları ithalatının %15.5 azalışla, 4.1 milyar dolara gerilemesini engellememiş. Ülkenin üretim kapasitesinin genişlemesine katkı sağlanamamış. Bu da önümüzdeki dönemlerde arzın artmaması kaynaklı enflasyonu olumsuz etkileyecek bir belirti sayılabilir.
Ülke bazında da Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı devletler; 1.7 milyar dolarla Almanya, 1.5 milyar dolarla ABD ve 1.3 milyar dolarla İngiltere. Buna karşın ithalatta 3.7 milyar dolarla Rusya ve 3.6 milyar dolarla Çin ilk iki sırayı alıyor. Dünya dengelerinin değiştiği, bloklaşmanın belirginleştiği koşullarda, ihracat ile ithalat arasında böyle coğrafi bir asimetrinin bulunması, önümüzdeki yıllarda ülke ekonomisinin başına yeni dertler açmaya aday görünüyor.
BORÇLARIN İKİ YUMUŞAK KARNI
Bu arada yılın ikinci Finansal İstikrar Raporu (FİR) – Kasım 2024 yayımlandı. Merkez Bankası bu raporda, Türkiye’de hanehalkı borçluluğunun emsal ülkelerin belirgin altında bulunduğunu söylüyor. Gelgelelim, özellikle gelişmiş ülkelerde bireysel borçların büyük ağırlığı uzun vadeli ipotekli konut kredilerindedir. Halbuki Türkiye’de konut kredilerinin GSYİH’ya oranı FİR’e göre %1.5. Konut hariç bireysel kredilerin GSYİH’ye oranı ise genel ortalamaya yakın %10.4. Ancak burada da bizde vadelerin kısa olması gibi ek bir sorun var.
Rapor 2024 Eylül itibarıyla hanehalkı finansal yükümlülüklerinin yine GSYİH’ye oranla ; %2.5 ihtiyaç kredisi, %4.3 bireysel kredi kartları (BKK) ve %1 kredili mevduat hesabı ağırlıklı olduğunu gösteriyor. BKK’lerde ise son 1 yılda taksitli kullanımın GSYİH’ye oranı gerilerken (%1.9’dan %1.5’e), taksitsiz kullanımın payı artış gösteriyor (%2.9’dan %2.4). Bu veriler, insanların giderek günlük ihtiyaçlarını karşılamak üzere, yüksek faiz maliyetlerine de katlanarak kartla harcama yaptığını gösteriyor.
Zaten FİR’de, gecikmedeki toplam borcun toplam kredi kartı borçlarına oranının %27.5 yükseldiğini kabul ediyor. Daha önceki yazılarımızda vurguladığımız gibi, reel gelirlerin düşüşüne paralel gelişen bir bireysel borç krizinin ayak sesleri duyuluyor. BDDK’nın 29 Kasım tarihli bültenine göre, toplam borçlar BKK’de 1.745 milyar TL’ye, ihtiyaç kredilerinde 1.371 milyar TL’ye yükseldi. Takipteki alacaklar ise BKK’de 51 milyar TL’ye, ihtiyaç kredilerinde yine 51 milyar TL’ye sıçradı. Sorunlu borçlar oransal olarak %2.9 ve %3.9 noktalarına geldi. Takipteki alacak oranlarının 1 yıl önce %1.3 ve 2.9 civarında seyrettiğini hatırlarsak yaklaşan tehlikeyi daha iyi algılarız.
Diğer bir uyarı sinyali de reel sektörün döviz borçlanmalarından geliyor. TL faizlerin yüksekliği ve döviz artışının enflasyonunun altında seyretmesi, şirketleri döviz cinsinden borçlanmaya ve döviz varlıklarını eritmeye yönlendiriyor. Ancak şu ana kadar bu strateji uygulayanlara avantaj getirse de, döviz kurlarının olası bir sıçraması halindeki riskleri artırıyor. Çünkü 2023 yılının sonundan 2024 Eylül’e kadar reel sektörün döviz varlıkları 16 milyar dolar azalırken, döviz yükümlülükleri 37 milyar dolar artmış. Böylelikle döviz pozisyon açıkları 53 milyar dolar yükselmiş.
/././
Acil servisler ölüm saçıyor -Osman Öztürk-
Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu’nun CHP Bursa milletvekili Kayıhan Pala’nın yazılı soru önergesine cevap vermiş. Türkiye’de 2023 yılında acillere başvuran hasta sayısı 154.763.952 olmuş. Nüfusun yaklaşık iki katı.
Aynı rakamın başka ülkelerde nüfusun ancak dörtte biri olduğunu söylersem tabloyu anlarsınız. Acil servise başvurularda açık ara dünya birincisiyiz.
Bakan Bey bu durumu “sosyokültürel nedenler” ve “acil servislerin acil durumda olmasa dahi hastalar için sürekli hizmet alınabilecek birimler olarak algılanmasına” bağlamış.
Yani neymiş?
Vatandaş günlerce, haftalarca telefonla randevu düşüremediği için değil, sosyokültürel nedenlerle gidiyormuş acile. Hani dönemin Başbakanı Binali Yıldırım “İnsanlar acil servislere oğullarına, kızlarına eş bakmaya gidiyorlar.” demişti ya, öyle bir şey. Zaten acil servisleri de ayak nasırına, saç dökülmesine bakan yerler olarak algılıyorlarmış.
∗∗∗
Doksanlı yıllarda SSK Okmeydanı Hastanesi acil servisinde kapı nöbeti tutardık. Gündüz normal poliklinikler çalıştığı için acile başvuru düşük olurdu. Akşamüstü poliklinikler kapandığında, hele de akşam saatlerinde hasta yağmaya başlardı.
En büyük korkumuz acil hastayı atlamaktı. En büyük gayretimiz de acil olan hastayla acil olmayan hastayı ayırt etmeye çalışmaktı. Muayene ettiğimiz hastaların çoğunun acil hasta olmadığını bilirdik ama ikisini ayırabilmek için hepsinin şikayetlerini dinler, o yoğunluk içinde de olsa mutlaka muayene ederdik.
O yıllarda Okmeydanı aciline günlük ortalama üç yüz hasta başvururdu. Ben hastaneden 2001 yılında ayrıldım. Sonrasında AKP iktidara gelmiş ve “Sağlık Refomu”nu başlatmıştı. Hasta sayılarını hızla yükseldiğini, artık günlük acil başvuru sayılarının binlere ulaştığını duyuyordum.
Biz üç yüz hastayla zar zor başa çıkarken şimdikilerin üç bin hastayla nasıl başa çıkabildiğini merak ediyordum.
Bir akşam neler olduğuna bir göz atmak için uğradım. Görünüşte değişen bir şey yoktu. Acil servis gene aynı yerindeydi. Kapı nöbeti sistemi de devam ediyordu. Nöbetçi doktor sayısı eskisine göre artmıştı, doktorlar daha hızlı hasta bakıyor, yani hastalara daha az zaman ayırıyorlardı ama bunlar durumu açıklamaya yetmiyordu. Neyin değiştiğini anlayamamıştım.
Olayı ancak üçüncü ziyaretimde, başımı dahiliye acil muayene odasından içeri uzatınca çözdüm. Muayene masalarını kaldırmışlardı!
Hastalara şikayetlerini soruyor, gerek duyarlarsa tetkik istiyorlar, sonra da ilaç yazıp gönderiyorlardı. O kalabalıkla başa çıkmanın yolunu böyle bulmuşlardı. Zaten başka yolu da yoktu.
∗∗∗
Acil servis doktorlarının bulduğu çözümü bir süre sonra Sağlık Bakanlığı da benimsedi. Acillere “triyaj sistemi” getirdi.
Acile gelen hastaları artık doğrudan hekimler değil, önce triyaj hemşiresi görüyor. Hastanın şikayetine ve genel durumuna bakan hemşire hızla değerlendirip durumu gerçekten acilse kırmızı alana, bekleyebilecek durumdaysa sarı alana, acil değilse de yeşil alana yönlendiriyor.
Tabii ki o kalabalıkta acil olanla olmayanı ayırt edebilmek her zaman mümkün olmuyor.
∗∗∗
Cengiz Anıl Bölükbaş’ın haberi geçen hafta T24’te yayınlandı. Haberin içinde görüntüler de var.
Gaziantep’te yaşayan 37 yaşındaki iki çocuk babası Mehmet Ali Şirin, 29 Haziran’da şiddetli göğüs ağrısı ve kol uyuşması şikayetiyle gece saat 00.03’te Gaziantep Şehir Hastanesi’ne gitmiş. Hasta kayıtın ardından, Şirin’in eşi Ayşe Şirin, hemşireye eşinin durumunun kötü olduğunu belirtmesine rağmen beklemesi gerektiği söylenmiş.
Saat 00.37’ye geldiğinde Mehmet Ali Şirin sırasını beklemek için oturduğu banktan yere düşerek yığılmış. Önce sarı, sonra kırmızı alana alınıp müdahale edilmiş ama iş işten geçmiş.
Şiddetli göğüs ağrısı ve kolda uyuşmanın kalp krizinin belirtisi olduğu, vakit geçirmeksizin müdahale edilmesi gerektiğini bütün hekimler, bütün sağlık meslek mensupları bilir. Kalp krizi geçiren birçok hasta bir hastaneye ulaşamadan kaybedilir. Mehmet Ali Şirin ise ulaştığı hastanede, tam da kalp krizi gibi acil müdahaleyi gerektiren hastalara hizmet vermesi gereken acil servisin içinde hayatını kaybetmiş.
Sadece Mehmet Ali Şirin değil, emin olun ki acil servislerde her yıl böyle binlerce olay yaşanıyor, binlerce insan can veriyor.
Her yıl nüfusunun yaklaşık on iki katı muayene yapılan, acil servislere başvuran insan sayısının nüfusun iki katı olduğu bir ülkede başka türlü olması da mümkün değil.
∗∗∗
Siz siz olun, Sağlık Bakanı Memişoğlu’nun “Dünyanın en iyi sağlık hizmetini üretiyoruz. Türkiye sağlık sektöründe hem ulaşılabilirlik hem kalite anlamında dünyaya örnek oluyor.” sözlerine inanmayın.
AKP’nin yirmi iki yıllık politikaları sonucunda kamu sağlık sistemi bütünüyle çöktü.
Onun için acil servisler ölüm saçıyor!
/././
Ortadoğu’nun dizaynı, BOP ve Suriye -İbrahim Varlı-
Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) liderliğindeki köktendinci cihatçıların Şam’a girerek Suriye’yi ele geçirmesiyle Ortadoğu’da yeni bir dönemin kapıları aralandı. Her şey emperyalist (ve siyonist) bir kurgu olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında adım adım ilerliyor.
7 Ekim saldırısını fırsat bilen İsrail, Batılı güçlerin desteğini arkasına alarak önce Hamas vesilesiyle Gazze’yi, ardından da Hizbullah vesilesiyle Lübnan’ı çökertti. Son olarak da 8 Aralık itibarıyla Suriye benzer bir sonla karşılaştı.
Ortadoğu’nun Amerikan emperyalizmi ve İsrail çıkarları doğrultusunda siyasal İslamcılar üzerinden yeniden tasarlama projesinde Suriye kritik bir kavşaktaydı. İran merkezli Şii Hilali’nin merkez halkasıydı. Ve şimdi bu halka tam ortasından koparıldı.
Suriye’nin düşürülmesinin bölgesel ve de küresel pek çok etkisi olacak.
SURİYE’NİN DÜŞMESİNİN ETKİLERİ
• İsrail saldırganlığının önü açıldı, Şam denklemden çıktı
Suriye, İran ile birlikte İsrail ile çatışma halinde olan iki ülkeden birisiydi. İsrail'in yayılmacı, saldırgan politikalarına karşı bir şekilde set oluşturuyordu. Düne kadar, -8 Aralık- İsrail ile kağıt üzerinde de olsa savaş halinde olan tek ülkeydi. Suriye’nin düşmesiyle Tel Aviv en yakındaki hasımlarından Şam’ı bertaraf etmiş oldu.
• Şii Hilali koptu, İran’ın etki alanı daraldı
Köktendincilerin Şam’ı ele geçirmesiyle İran'dan başlayıp Irak ve Suriye üzerinden geçerek Lübnan'a uzanan Şii Hilali orta yerinden kopmuş oldu. Suriye, Şii Hilali’nin ya da başka bir ifadeyle “direniş ekseni”nin merkez halkasıydı. İran, Suriye üzerinden İsrail'e uzanabiliyor, Filistinli örgütleri ve Lübnan Hizbullahı'nı her anlamda destekliyordu. Askeri, siyasi, ekonomik yardımları Suriye üzerinden sağlıyordu. Şimdi İran’ın Ortadoğu’daki en önemli kanallarından birisi kesilmiş oldu.
• Filistin yalnızlaştırıldı, direniş örgütleri desteksiz kaldı
Suriye, çökertilmeden önce İsrail'e meydan okuyan Hamas, FHKC gibi pek çok Filistinli hareketin barındığı ülkeydi. İsrail’e kafa tutan Lübnan Hizbullahı’nın da hamilerindendi. Filistinli laik-seküler örgütlerin ve Hizbullah’ın, Selefi zihniyetli
HTŞ’nin yönetimde olduğu bir ülkede eskisi gibi varlık gösterebilmesi ağır darbe aldı. Suriye'nin çökertilmesi, kolunun kanadının kırılması bu örgüt ve yapıları derinden etkileyecek. Filistin davası öyle ya da böyle ağır bir yara alacak.
SURİYE’Yİ BEKLEYEN TEHLİKELER
İç çatışmalar öncesinde 22 milyonluk Suriye, Ortadoğu’nun en kozmopolit ülkelerinin başında geliyordu. Emperyalist projeksiyon doğrultusunda her aktörün silaha sarıldığı, birbirine karşı bilendiği ülkeyi zorlu ve sancılı bir gelecek bekliyor olacak.
• Suriye’nin Lübnan ve Bosnalaştırılması
Suriye’nin etnik ve mezhepsel temellere dayalı olarak birden fazla parçaya bölünmesi, iç savaşın başladığı 2011’den bu yana en fazla dillendirilen senaryoların başında geliyordu. Emperyalist müdahaleler sonucu Suriye’de etnik, dinsel ve toplumsal fay hatları harekete geçirildi.
Emperyalist projeksiyonda ülkenin Irak, Bosna ve Lübnan gibi siyasi nüfuza göre ayrıştırılması bir seçenek olarak yedekte tutuluyor.
Kürtlerin, Sünni Arapların, Dürzilerin ve Nusayrilerin baz alındığı güç-iktidar bölüşümü, ülkenin kalıcı olarak istikrarsızlaştırması demek.
• Suriye’nin Afganistanlaştırılması
Suriye’nin Afganistanlılaştırılması. Taliban rejimi benzeri bir rejimin HTŞ liderliğinde Ortadoğu’nun merkezine inşa edilmesinin fiili adımları atıldı. Eksiği gediğiyle, gerici rejimlerin hüküm sürdüğü Ortadoğu’nun tek laik ülkesi konumunda olan Suriye’nin Ortaçağ zihniyetine teslim edilmesiyle Akdeniz kıyısında yeni bir Afganistan kurulmuş olacak. El Kaide-IŞİD kalıntısı HTŞ’nin kendi şeriat düzeninin hayata geçirmesi bölgedeki son laik ülkeyi de yok edecek. Ortadoğu’da laikliğin ekmek gibi su gibi yaşamsal bir önemde olduğunu yakın tarih bize gösterdi.
• İran’a karşı askeri cepheye dönüştürülmesi
Amerikan yönetimi ne olursa olsun Suriye’nin doğusundan çekilmeyeceğini açıkladı. Suriye Demokratik Güçleri ile ittifak halindeki Amerikan emperyalizminin niyeti ülkedeki varlığını kalıcılaştırmak. İran’a yönelik ablukada bu ülkeyi fiili bir askeri üs olarak kullanma niyetinde. Orta ve uzun vadede de Suriye Kürtlerine ülkenin doğusunda kalıcı bir statü sağlamak. ABD-İsrail yönetimleri, Irak’ın Kürt bölgesi ile entegre Kuzeydoğu Suriye’deki bu yapılanma ile İran’a karşı fiili bir bariyer de oluşturmanın peşinde.
TÜRKİYE’YE YANSIMALARI
• Senaryolar, olasılıklar, tehlikeler
Bütün bu denklemde, emperyalizmle iş tutan, fetih nutukları atan ve bunu da iç siyasete tahvil etmek isteyen Saray rejiminin düşleri ülke için kabusa dönüşebilir.
BOP’ta yeni bir aşamaya geçilirken ABD ve siyonist-yayılmacı İsrail rejimiyle ile iş tutmak tüm halklara zarar verir.
Sınırın yanıbaşındaki bu radikalizm, boğazlaşma, hesaplaşma Türkiye’yi de her türlü vuracaktır.
ABD ve İsrail, Batı emperyalizminin de katkılarıyla şimdiden bir sonraki hedefe kilitlenirken Türkiye’nin buna taşeronluk yapacak olması bölgeyi ateşe atar. Ortadoğu’nun giderek daha fazla savaş bataklığına çekildiği koşullarda tüm bölge ve Türkiye, düne göre daha büyük risklerle karşı karşıya.
/././
Suriye: Yıkım ve onarım -Selçuk Candansayar-
Suriye hakkında yazmamak mümkün mü? Suriye hakkında yazmak ne kadar zorunluysa yazmaya kalkmak da o kadar riskli. Sokaktaki “çocuğun" bile kanaatinin olduğu Suriye hakkında yazmamak gerçeklikten kopmak demek. Suriye hakkında yazmaya kalkmak ise “bilgi”ye değil de kanaatlere göre yazma riski taşıyor. Medyanın her türünde Suriye hakkında yazılıp çizilenlerle, vileda sopalarıyla yapılan analizlerle, sokaktaki çocuğun kanaati arasında bir fark olup olmadığı ise meçhul.
Kanaatler hakkındaki kanaatlere göre kanaatlerimiz gelişiyor. Kanaatlerimizi bile biz geliştiremiyoruz, etken değil edilgeniz. Durumu herkesin kafası karışık diye açıklayamayız. Muvazzaf subaylığının büyük bölümünü NATO görevlerinde geçirmiş, ağzından Atatürk sözünü düşürmeyen emekli general, sanki ömrü NATO karşıtlığıyla geçmiş gibi analizler döktürüyor. Sanki yıllardır aldatıldığını anlayan saf sevgili gibi sitemkâr. Daha kötü bir açıklama ise olayların bizim aklımızın bir türlü ermediği bir “üst akılın” planına göre işlediğini sanmak.
İnsan zihninin bir kusuru ile ilgili bu sanı. Anlayamadığımız, açıklayamadığımız belirsizliklerin ardında “her şeyi bilen ve her şeyi kontrol eden bir güç var” inancına tutunma eğilimimiz var. İnsan aklı, bu inanç insanı tökezlettikçe, gerçekliğe çarptırıp kafasını gözünü yardıkça evrimleşen bir zihinsel ürün. İnançlarımız kanaatlerimizi oluşturuyor, aklımız ise “bilgilerimizi”.
Suriye özelinde çoğu kişi, somut insanların ürettiği bir üst aklın her şeyi çok önceden planladığını ve olup bitenlerin bu plana uygun işlediğini düşünmeye yatkın. Bu yüzden de ekranlardakilerin çoğu Vizontele’nin Deli Emin’i gibi, “şerefsizim benim aklıma gelmişti” havasında. RTE’nin 2012 yılında “Emevi Camii’inde namaz kılacağız” dediği görüntüleri paylaşıp, “bak demişti!” diyenler de o havada.
Yine de Suriye hakkında düşünmemek mümkün değil. Bütün bu belirsizlik girdabı altında kesin olan bir şey var; Suriye’de olup bitenler bizim yakın ve uzak geleceğimizi dolaysızca belirleyecek. Hem yanı başımızda olduğu ve neredeyse “devletlerarası” sınırlar fiili olarak kaybolduğu için, hem de gelişmeler tüm dünyayı da etkileyeceği için durum böyle.
Suriye’de olup bitenler ve olmaya devam edecekler milyonlarca insanı etkiliyor, etkileyecek. Dahası orta ve uzun vadede tüm insanlığın geleceğini de etkileyecek. Milyonlar ya da milyarların ise bu konuda ne söyleyebilecekleri bir sözleri, ne de kendi kaderlerini belirleme güç ve imkânları yok gibi görünüyor. Oysa bu süreçte en çok onlar ölecek.
Eşitsizliğin derinleştiği, geleceğin belirsiz ve tehdit edici hale geldiği dönemlerde sıradan insanların ruhları olağandışılaşır. Ruhtan kastım duygu, düşünce, olayları muhakeme etme, kanaat geliştirme, tutum alma ve davranma tarzlarının tümü. Özellikle yoksullarsa ve yoksulluktan kurtulma umutları bile yok gibi hissediyorlarsa. Hele de yoksun bırakılmışlarsa; eğitimden, adaletten, eşitlikten, insanca yaşama, barınma hakkından mahrumlarsa. Üstüne bir de iktidarı ele geçirmek isteyen ya da elinde bulunduranların propoganda aygıtına biteviye maruz bırakılırlarsa.
Herkes bir zamanlar ne kadar da güçlü olduğu anısını saklar belleğinde. Çocukluğumuzun dertlerinin şimdi gözümüze çok küçük, basit sorunlar gibi görünmeleri bir bellek kusurudur. Çocukluğumuzu hayal edebiliriz ama çocuk halimizi hatırlayamayız; bugünkü halimizle hayal edebiliriz. Otuz yıl aradan sonra ilk kez gittiğimiz ilkokulumuzun bahçesini görünce “aa bu kadar küçük müydü” diye şaşırmamız da bu yüzdendir. O bahçeyi 7 yaşındaki halimizle değil 37 yaşımızın cüssesiyle hatırlarız çünkü.
Dünya(sı)nın başına yıkılmak üzere olduğunu ama yıkıma karşı durabilecek gücü olmadığını içten içe sezen, aklı yerine inançlarıyla yaşamak zorunda bırakılmış insan, yaklaşan yıkıma karşı “güç düşleri" kurmaya eğimlenir. Tehdit edici ve ölümcül bir dünyaya karşı kendisindeki kahramanca savaşabilecek gizli güçleri aramaya başlar. Şimdiki halinde yoksa, o zaman geçmişte vardır, olmalıdır.
1980 Darbesi’nden bu yana geçen ve ilerleme denilen süre halkın büyük çoğunluğu için derinleşen eşitsizlik, eğitimsizlik, adaletsizlik, yoksunluk, yoksulluktan başka bir yıkım getirmedi. Bu yıkıma katlanılmasını kolaylaştıran en önemli etkenlerden biri de “yeni osmanlıcılık fantezisiydi”. Halep, Musul, Kerkük’ ten girip, Şam üzerinden Kudüs’e, hızını kesmezse de Mekke, Medine’ye gidecek ve bir zamanlar bizim olan ve “emperyalistlerin” çaldığını, içimizdeki hain laiklerin de teslim ettiğini (tabi ki dini değil petrolü) geri alacaktık.
Benzeri fantezilere tarihte kapılan halklar oldu. Sadece örgütlü sol kapılmadı, şimdi de öyle. Tam da bu fantezinin gerçekliğe toslamak üzere olduğu bir ekonomik yıkım sırasında Suriye “düştü”! Tarih, yıkım tehditine karşı akıldışı güç fantezileriyle gelişen onarım çabalarına kapılan kitlelerin daha büyük ve kesin bir yıkıma sürüklendiğini “öğretiyor”. Tarih öğretiyor ama geniş kitleler de tarih eğitiminden mahrumlar…
/././
Gizli tanık: Schrödinger’in kedisi -Ayça Söylemez-
Ergenekon davaları öncesinde hayatımıza giren ve artık birçok davanın başından sonuna gidişatını belirleyen, hukukiliği ise halen tartışmalı bir uygulama: Gizli tanıklık.
Binlerce soruşturma gizli tanık beyanıyla başladı ve aynı beyanlarla karara ulaştı.
Halen yüzlerce kişi gizli tanık beyanıyla tutuklu veya hükümlü olarak hapishanede. Daha fazlası, gizli tanık beyanıyla yargılanıyor.
Hatta bazı dosyalarda, tek oturuşta yüzlerce kişi hakkında ifade veren “ünlü” gizli tanıklarımız bile var…
Gizli tanıklık, adeta yargı sistemimizin sacayaklarından biri.
Geçen hafta gizli tanıklık uygulaması bir kez daha Anayasa Mahkemesi kararına konu oldu. Evet, yine ihlal hükmüyle: Anayasa Mahkemesi, 4 Aralık’ta açıkladığı kararında, adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine hükmetti.
Başvurucu, gizli tanık ifadesine dayandırılan, yeterli delil olmaksızın ve gerekçesi açıklanmadan mahkûmiyetine karar verilmesi nedeniyle AYM’ye gitmişti.
AYM, kararında temel bir hukuki gerekçeyi hatırlattı: “Hakkında gerçekleştirilen ceza yargılaması sürecinde sanığın tanıklara soru yöneltebilmesi, onlarla yüzleşebilmesi ve tanıkların beyanlarının doğruluğunu sınama imkânına sahip olması adil bir yargılamanın yapılabilmesi bakımından gereklidir.”
Yerel mahkeme mahkumiyet kararını, bir gizli tanık ifadesine, açık bir tanığın davada sonradan inkar ettiği beyanına ve bir telefon görüşme kaydına dayandırmıştı.
AYM, kararda gizli tanık beyanının esas alındığını belirtti ve sanık avukatlarının gizli tanığa soru sorma imkanının olmadığının altını çizdi: “Sanık lehine alınan teminatlar gözetildiğinde tanığın menfaatleri ile sanığın adil yargılanma ölçütleri içinde yer alan haklarının adil bir şekilde dengelenmediği görülmüştür.”
Yani, AYM, duruşmada sanığın sorgulama ihtimali bulunmayan bir gizli tanığın anlattıklarıyla hüküm kurulamayacağını bir kez daha kayıt altına aldı.
Bir kez daha diyorum çünkü yüksek mahkemece yıllar içerisinde çok fazla benzer karar alındı.
Hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bu yönde birçok karar verdi. Örneğin, gizli tanık ifadesine dayanılarak iki kişinin “örgüt üyeliğinden” mahkum edilmesiyle ilgili başvuruda AİHM, 23 Haziran 2015’te verdiği kararında, sanıkların savunma ve dolayısıyla adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine hükmetmişti: “Savunma hakkı sanığa, genel bir kural olarak, aleyhindeki tanığı sorgulama fırsatı verilmesini gerektirir. Bu davada sanık veya avukatları yargılamanın hiçbir aşamasında tanığa soru sorma imkanına kavuşmadı. Dolayısıyla söylediklerinin inandırıcılığını tartma imkanları olmadı.”
Yani gizli tanıklık uygulaması süresince Türkiye, çeşitli kereler adil yargılama hakkı ihlali nedeniyle tazminat ödedi.
Ödedi de ne oldu? Uygulama aynen devam ediyor.
En temel haliyle “Schrödinger’in kedisi”ni hatırlatan uygulamada, gizli tanığın varlığı dahi tartışmalı: Yani hem varolma hem de olmama ihtimali aynı anda mümkün.
Çünkü bırakın tanıklık konusundaki itibarını, kişinin varlığı bile ihtilaflı, sorgulanamaz-bilinemez bir konumda. Sanık yargılama boyunca sadece kağıda yazılı bazı beyanlarla muhatap. Bu beyanların arkasındaki kişinin varlığı meçhul.
Ancak uygulama neredeyse her siyasi davanın kilidini açan bir maymuncuk olduğundan, kolay kolay vazgeçilecek gibi görünmüyor.
/././
Amaç bir kez daha başkanlık koltuğu
Şam yönetiminin cihatçılar tarafından düşürülmesini sevinçle karşılayan Saray rejimi coşku havası estirerek iç siyaseti konsolide etmeye çalışıyor. Kürt hareketini tarafsız noktaya çekmek isteyen iktidar, Erdoğan’a başkanlık koltuğunu bir kez daha sunmayı amaçlıyor.(https://www.birgun.net/haber/amac-bir-kez-daha-baskanlik-koltugu-582616)
AKP Milletvekili Cantürk Alagöz’ün madeni, doğa harikası Harşit Vadisi’ni, ormanı ve su kaynaklarını zehirliyor. Şimdi de ağzına kadar kimyasal maddelerle dolan atık havuzunun iş makineleriyle çevreye boşaltıldığı belirlendi.(https://www.birgun.net/haber/kimyasal-maddeleri-dogaya-akittilar-582603)
"Bize Audi’yi çok gördüler" diyen Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın garajında çok sayıda lüks araç var. Başkanlık makamı için iki adet Mercedes, bir adet zırhlı Mercedes, bir adet TOGG ve bir adet Mercedes Vito bulunuyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, fahiş harcamalarıyla Türkiye’deki israfın sembolü haline geldi. Yurttaşa verdiği, “Az ile yetinin” öğütlerine karşın yurt dışı gezileri ve beş yıldızlı otel toplantılarından vazgeçmeyen başkanlık, Audi A8 tartışmalarıyla da eleştirilerin odağına oturdu.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, gazeteciler ile yaptığı buluşmada kullandığı ifadeler, araç tartışmalarını başka bir boyuta taşıdı. Diyanet İşleri Başkanlığı eski başkanı Mehmet Görmez’den kalan aracı kullandığını, aracın lastiğinin bir seyahatin dönüşünde patladığını ve yerine Audi marka araç almak zorunda kaldıklarını öne süren Erbaş, “Ama Diyanet İşleri Başkanı’na Audi’yi çok gördüler” dedi.
AUDİ A8 TARTIŞMASI
BirGün’ün Diyanet kaynaklarından edindiği bilgiler ise Ali Erbaş’ın sözlerinin gerçeği yansıtmadığını ortaya koydu. Başkanlık kaynakları, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın bir dönem Audi A6 kullandığı, “Aracı beğenmemesi” üzerine ise yerine Audi A8 alındığını söyledi. BirGün’ün haberlerinin ardından iade edildiği iddia edilen Audi A8’in ise Diyanet Vakfı’na ait garaja çekildiği bildirildi.Audi A8 tartışmalarının yanı sıra, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın merkez yerleşkesinde bulunan ve “İhtiyaç durumunda” başkanlık makamının kullanımına sunulan araçların çeşitliliği de dikkati çekti. Diyanet’in garajında bulunan lüks araçlar şöyle:
• İki adet Mercedes
• Bir adet zırhlı Mercedes
• Bir adet kırmızı TOGG
• Bir adet Mercedes Vito
KAPALI GARAJ
Diyanet kaynakları, Ali Erbaş’ın, “Merkezde 16 araç var” açıklamasının da gerçeği yansıtmadığını belirtti. Garajda, Diyanet Vakfı üzerinden alınan onlarca araç olduğunun altını çizen Diyanet kaynakları, “Başkanlık makamı için özel kapalı bir garaj yapıldı. O garajın içindeki araçları kamuoyu ile şeffaf şekilde paylaşmalarını bekliyoruz” ifadelerini kullandı.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder