Soma Kaymakamlığı’nın ‘uygun bulmadığı’ madenci oyunu Eskişehir’de seyircilerle buluştu -Yekta ARmanc Hatipoğlu
Soma Kaymakamlığı’nca “uygun bulunmayan” DEĞİL oyunu, Eskişehir’de seyircilerle buluştu. Madencileri konu alan oyunu izleyenler, değerlendirmelerini anlattı.Eskişehir Halk Sahnesi’nin “DEĞİL: Bir Maden ‘Kazası’ Hikayesi” adlı tek kişilik tiyatro oyunu, Eskişehir’de Odunpazarı Belediyesi’nin organizasyonuyla Yunus Emre Kültür Merkezi’nde seyircilerle buluştu. Oyunu izleyenler arasında Odunpazarı Belediye Başkanı Kazım Kurt da vardı.
Oyun, 7 Aralık’ta Soma’da da oynanacaktı ancak Soma Kaymakamlığı oyunu “uygun bulmadı.”
TKP Soma İlçe Örgütü ve Soma 301 Madenciler Sosyal Yardımlaşma Derneği’nin ev sahipliğinde belediyenin salonunda sahnelenmesi planlanan oyunun kaymakamlıkça “uygun bulunmamasına” dair herhangi bir gerekçe gösterilmedi.
Erkal Umut’un yazıp yönettiği, Latif Tiftikçi’nin oynadığı oyun, oğlu madende çalışan bir babanın “kaza” günü yaşadıklarına odaklanıyor.
‘Oyun Soma’da yaşamını yitiren işçileri ve ihmali tekrar hatırlattı’
Eskişehir’deki izleyicilere, oyunu nasıl bulduklarını ve Soma Kaymakamlığı tarafından verilen kararı nasıl değerlendirdiklerini sorduk.
Deniz, “Oyun bana Soma’da yaşanan faciada yaşamını yitiren işçileri ve oradaki ihmali tekrar hatırlattı” dedi.
“Latif Tiftikçi şahane bir performansı sergiledi” diyerek oyun hakkındaki görüşlerini aktarmaya devam eden Deniz, bu performansla kamuoyunda hâlâ devam eden öfkeyi ve işçi sınıfına karşı sürdürülen saldırıyı kendisine, öfkeyle birlikte tekrar hatırlattığını ifade etti.
Deniz, oyunun, bunların yanı sıra madencileri değersiz gören sistemi değiştirmeye dönük bir davet içerdiğini de söyledi.
Soma Kaymakamlığı’nın verdiği kararın madende işçileri öldüren zihniyetin ürünü olduğunu söyleyen Deniz, sorunların üstünü kapatarak “çözme” politikasının bu oyun hakkında alınan kararda da görüldüğünü söyledi.
Ege, oyunun yaşanan trajedileri tüm gerçekliğiyle gözler önüne serdiğini ve bu nedenle Soma Kaymakamlığı’nca yasaklandığını söyleyerek başladı sözlerine.
Oyunun yasaklanmasının, oyunun kendisinde uyandırdığı öfkeye eşlik ettiğini söyleyen Ege, tiyatronu oyununun ve madencilerin özgürleşmesi arasında bir bağ olduğunu ifade etti.
‘Uzun zamandır beni bu kadar etkileyen bir oyun olmamıştı’
Bahadır ise “Uzun zamandır, izlediğim ve beni bu kadar etkileyen bir oyun olmamıştı” dedi.
Türkiye'de madenciler ve yaşadıkları koşulları anlatan oyunlara çok sık rastlanmadığını söyleyen Bahadır, oyunun, bu konuları anlatan üretimlerde pasifçe üzülmek dışında tepki verilmediğini yüzlerine vurduğunu, bu oyunu diğerlerinden farklı kılan şeylerden birinin de Latif Tiftikçi’nin karakterle kurduğu duygudaşlığı seyirciye ustalıkla yansıtması olduğunu belirtti.
Bahadır, oyunun izleyicinin “kahramanlık” anlayışında büyük değişiklik yarattığını ifade etti ve sözlerine şöyle devam etti:
“Çünkü bu kadar yozlaşmış, her yeri katliam ve savaş bürümüş bir çağda kahramanları hep o savaş alanlarında arıyoruz fakat genç, bekar bir madencinin evli olan diğer işçiye, dostuna maskesini verip usulca ölümü kabullenişi destan ve kurgu gerektirmeyen bir gerçek ve maalesef ki günlük hayattan bir kahramanlık. Fakat biz bunu çok da göremiyoruz.”
Bahadır, oyunun etkisinin yasaklanmasından anlaşılabileceğini söyledi. Bu oyunu yasaklamanın madencilerle duygudaşlığı reddetmek, onlara bu hayatı hak gören kişi ve koşullarla işbirliği yapmak olduğunu söyleyen Bahadır, toplumun özellikle toplumu anlatan sanat üretimlerinin arkasında durması gerektiğini ifade ederek sözlerini noktaladı.
‘Bu oyun Soma’daki madencilerle onların aileleriyle buluşmalıydı’
Bahadır’ın ardından, son olarak Makbule’yle konuştuk.
Makbule, oyunun etkileyici olduğunu ve her bir detayının içinde öfke ve hüzne yol açtığını söyledi.
Ülkedeki madencilerin çalışma koşullarının, “kaza” olarak adlandırılan iş cinayetlerinin oldukça profesyonel bir şekilde sahnelendiğini ifade eden Makbule, Soma Kaymakamlığı’nın oyunu “uygun bulmamasının” nedeni olarak şunları söyledi:
“Bu oyunun Soma'da yasaklanma nedeni bence en başta söylediğim şey, etkileyici olması, öfkeye neden olması.”
Makbule, sözlerini “Ülke tarihi madenci cinayetleri konusunda birden fazla acı olayla dolu, özellikle Soma. Bu oyun asıl Soma’da sahnelenmeli, oradaki madenciler ve onların aileleriyle buluşmalıydı” diyerek noktaladı.
/././
Suriye Dosyası(I): Esad yönetimi nasıl 10 günde devrildi?-Yiğit Günay-
*Kapak Fotoğrafı: Cihatçılar Şam'da Emevi Camii'nde. (AA)8 Aralık 2024 tarihi, Suriye’de Beşar Esad yönetiminin devrilmesiyle birlikte, bölge ve dünya açısından bir dönüm noktası oldu. 27 Kasım’da başlayan saldırılar, 10 günde iktidarın devrilmesiyle sonuçlandı. soL, “Suriye Dosyası” yazı dizisinde, tüm boyutlarıyla bu tarihi süreci mercek altına alıyor.
"Sürpriz saldırı", "sürpriz sonuç"... Dünya kamuoyu, 10 günde yaşananları böyle anıyor. Ancak ayrıntılar, ne saldırının ne de sonucun sürpriz olduğuna işaret ediyor.
“Son söz, savaş alanında söylenecek.”
Çok tekrarlandı bu iddia. Özellikle direnenler, sık sık hatırlattı.
Ama Suriye’de son söz, savaş alanında söylenmedi.
Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesiyle sonuçlanan 10 günlük savaşın son sözü, henüz savaş başlamadan söylenmişti.
“Sürpriz saldırı”... Yazı dizimizin ilk bölümünde, bu saldırının kendisine odaklanacağız.
Sahada, askeri olarak ne yaşandı?
Saldırı kimler için sürprizdi? Kimlerin öncesinde haberi vardı?
Heyet Tahrir’uş Şam (HTŞ) bu beklenmedik başarıyı kazanacak noktaya nasıl geldi?
* * *
23 Kasım günü Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Ankara’da bir grup gazeteciyle buluştu. Gündemdeki konu, Hamas Siyasi Bürosu’nun Türkiye’ye taşındığına dair iddialardı.
Fidan bu iddiayı reddetti. Ardından Suriye konusu açıldı. AKP hükümeti Suriye’yle normalleşme süreci başlatmak istemiş ama çabalar sonuçsuz kalmıştı.
Fidan, önce şu tespiti yaptı: “Bizim saldırganlık veya işgal gibi bir derdimiz yok. Rejim değişikliği gibi bir derdimiz yok. Bunu ortaya koyduğunuz zaman diğer taraf bundan bir alarm vaziyeti üretmiyor. Bölgede geri kalan konularla ilgilenmeye yönelik çalışmalarına devam ediyor.”
Daha sonra şunları ekledi: “Tabii bu çözüm arayışlarının diplomasiyle ve yapıcı yaklaşımla cevap alınamadığı yerde, başka türden adımları zamanı geldiğinde mecburen nasıl atarız ona bakacağız.”
Fidan, önce “Esad yönetimi saldırganlık veya rejim değişikliğine gitmeyeceğimize çok güvendiği için alarma geçmek bir yana harekete geçmiyor” demeye getiriyor, sonra da “başka türden adımlar” bombasını orta yere bırakıyordu.
Bu sözler, HTŞ öncülüğünde Suriye’deki İslamcı grupların saldırısının başlamasından 4 gün önceydi. O günlerde kimse bu ifadelerin üzerinde durmadı.
Bugünden geriye bakıldığında, Fidan’ın sözleri tehdit bile değil, “haberiniz olsun” minvalinde bir uyarı olduğu anlaşılıyor.
Çünkü, iddiaya göre, MİT’in 27 Kasım saldırısına dair önceden haberi vardı.
Üstelik, neredeyse üç ay önceden.
* * *
“Arap Baharı” denilen süreç Suriye’de emperyalizm eliyle bir silahlı müdahaleye dönüştüğünden beri, “Suriye muhalefeti”ni dünyaya pazarlamaya çalışan gazeteciler oldu. Bazıları, birkaç yıldır, özellikle HTŞ konusunda uzmanlaştı.
Üstelik, bir avantajları vardı. El Kaide kökenli HTŞ, El Kaide’den koptuktan sonra, eski şemsiye örgütünün katı tavrının aksine yabancı araştırmacı ve gazetecilere koruma sağlayacağını açıklamıştı. “HTŞ uzmanı” batılılar, İdlib’te birinci elden araştırmada bulunuyor, bilgi topluyor, mülakat yapıyordu.
Bu isimlerden biri, Charles Lister, 3 Aralık’ta, yani silahlı çeteler Halep’i almış ve Hama’ya doğru ilerliyorken, bu “sürpriz saldırı”nın aslında pek de sürpriz olmadığını yazdı.
HTŞ’nin başını çektiği 10 örgüt bir ortak operasyon odası kurmuş ve Halep’e saldırıyı Eylül ayı başında planlamaya başlamıştı. Adı “Saldırganlığı Önleme” konulan operasyon, İdlib’i düzenli olarak vuran, Halep’in batısındaki topçu bataryalarını etkisiz hale getirmeyi amaçlıyordu. Ekim ayının ortasında yapılacaktı.
Lister’ın bu koalisyondaki kaynaklarından aldığı bilgiye göre, plan MİT’e sızdırıldı—ki bu, hem bu yazıda hem de dizimizin ikinci yazısında ayrıntılarıyla ele alacağımız üzere, MİT’in hem operasyon odasındaki diğer örgütlerle hem de HTŞ’yle olan ilişkisi düşünüldüğünde hiç şaşırtıcı değil.
Zaten plan, “mutlak bir gizlilikle” de yürütülmüyordu. Eylül başında kararın alınmasının ardından bu 10 örgütün bulunduğu “Askeri Operasyonlar Kumandanlığı” hem “Saldırganlığı Önleme” operasyonunun sosyal medya kampanyasının hazırlıklarının yapılması için ilgili birimleri hem de HTŞ’nin İdlib’deki “devletimsi” yapısı Kurtuluş Hükümeti’nin Medya Bakanlığı’nı, hatta HTŞ’ye yakın kimi gazetecileri bilgilendirmişti. HTŞ’nin Halep’teki gizli hücreleri de operasyona hazırlanıyordu.
MİT, sürece müdahil oldu. Lister’ın aktardığına göre MİT görevlileri, 10 örgütü kapsayan koalisyonla iki kez İdlib’de, birkaç kez de Türkiye’de bir araya geldi ve operasyon planının ertelenmesini sağladı.
* * *
Kimi başka veriler, İdlib’te Ekim ortası için bir operasyon planlandığından, veya en azından “bir şeylerin pişmekte olduğundan” MİT’ten başka aktörlerin de bilgisi olduğunu düşündürüyor.
14-17 Ekim arasında Himeymim Hava Üssü’nden kalkan Rus uçakları, dört gün boyunca İdlib’i bombaladı. Suriye Ordusu’nun İdlib’deki güçlere karşı ara ara düzenlediği İHA saldırıları, 20 Ekim’den itibaren çok sıklaştı.
Dünya kamuoyu, henüz kopacak yaygaranın kokusunu alamıyordu. Ama sahadaki taraflar, ne ölçüde bildiklerini kestiremesek de, bir şeylerin olacağını biliyordu.
Rusya’nın elindeki bilgilere dair başka ipuçları da var. 27 Kasım’da saldırı başladı, 30 Kasım’da Halep düşmek üzereydi, Suriye devleti ve müttefiklerini destekleyenler şoke olmuş vaziyette niye harekete geçilmediğini sorguluyordu.
HTŞ öncülüğündeki gruplar İdlib'den yola çıkıyor. (Fotoğraf: AA)Rus devlet ajansı RIA Novosti’nin savaş muhabiri Aleksandr Karçenko, o gün, Rusya’nın Halep’teki birliklerinin niye bir şeyler yapmadığı minvalindeki yakınmalara yanıt verdi. “Oturdular, sessiz kaldılar, saldırıyı püskürtemediler” diyordu:
“Daha bir hafta önce oradaki adamlarımızı ziyaret ettim. Militanların hareketleri ve birikmekte oldukları gereğince kaydedilmiş, hakikati aktaran raporlar üslerine iletilmişti. Rusya’nın sorunu istihbarat görevlileri değil.”
Rusya cephesinde operasyona dair önceden bilgi sahibi olunduğuna dair bir diğer işaret, Türkiye’de ve dünyada hakkında pek konuşulmayan bir Suriyeli muhalif örgüt eliyle ortaya çıktı: Halkın İradesi Partisi.
Aralık 2015’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), 2254 Sayılı Kararı benimsedi. Buna göre Suriye devletiyle muhalefetin temsilcileri arasında resmi görüşmeler başlatılacaktı. Muhalefet, çok sayıda örgütün temsilcisinden oluşan “Suriye Müzakere Komisyonu” tarafından temsil edilecekti.
Bu komisyonda bulunan yapılardan biri, “Suriye Muhalefeti için Moskova Platformu”. Rusya’ya yakın muhalif yapıların oluşturduğu platformun önde gelen unsuru, Suriye Komünist Partisi’nden 2000 yılında kopan bir hizbin 2012’de kurduğu Halkın İradesi Partisi. “Arap Baharı” sürecine destek veren parti, dün Esad yönetiminin yıkılmasının ardından “halkın zaferini kutlayan” bir mesaj yayımladı.
Konumuza dönelim. 27 Kasım günü, yani saldırının başladığı gün, Suriye Muhalefeti için Moskova Platformu bir basın toplantısı düzenledi ve Moskova’da “muhalefetle rejimin” buluşması çağrısı yaptı. 1 Aralık’ta yayımladıkları bildiride şu ifadelere yer verdiler:
“Biz bu çağrıyı yaptığımız sırada sahadaki son gelişmeler henüz duyulmaya başlanmamıştı, ama belli ölçüde bekleniyordu, aldığımız inisiyatifin sebeplerinden biri de bu gelişmelerdi.”
Bir şeyler pişmekteydi, tarafların haberi vardı, Moskova’da masaya çatal bıçak konuluyordu.
* * *
MİT’in haberdar olduğu, Suriye’deki pat durumunu değiştirmesi beklenen bu önemli operasyondan, Türkiye’nin diğer NATO ortaklarının, özellikle de ABD’nin bilgisi olmaması olası görünmüyor.
Nitekim, aksine dair batı basınında son bir haftada çok sayıda haber çıktı. En çarpıcısı, Alastair Crooke’un 2 Aralık’ta söyledikleriydi.
Sözlerin çarpıcı olmasının bir nedeni, Crooke’un kimliği. Crooke eski bir İngiliz diplomat, ancak diplomat kimliği, asıl görevinin paravanıydı. Yaklaşık 30 yıl boyunca İngiliz dış istihbarat servisi MI6’ya hizmet etti. İlk görevlerinden biri, Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı savaşan cihatçılara, HTŞ’nin öncülü El Kaide’ye silah sağlamaktı. Uzun yıllar Ortadoğu’da çalıştı. Esas görevi, radikal İslamcı örgütlerle batılı devletler arasında köprü kurmaktı. MI6’nın Hamas’la doğrudan temas kuran elemanı olarak, İsrail istihbaratıyla uzun yıllar mesai yaptı.
Crooke’a göre 27 Kasım’da HTŞ öncülüğünde başlatılan operasyonun arkasında NATO ve İsrail vardı. Crooke, operasyon öncesinde hem NATO Genel Sekreteri hem de İsrail iç istihbarat örgütü Şin Bet’in şefinin Ankara’ya gelerek Türkiye hükümetiyle görüştüğünü, Erdoğan’ın plana onay verdiğini öne sürdü.
soL’un kendi kaynaklarından edindiği bilgiler, Crooke’un çizdiği çerçeveyle uyumlu, ancak bir farkla: Operasyon hazırlık sürecinde Crooke’un eski teşkilatı MI6’nın da aktif rol üstlendiği öne sürülüyor.
Elbette istihbarat örgütlerinin bilgi ve faaliyetlerine dair hakikatin ortaya çıkarılması, hele bu kadar taze bir olayda, pek mümkün değil. Tüm bunların birer iddia veya ipucu niteliğinin ötesine geçmediğini akılda tutmakta fayda var.
Yine de, 10 günlük operasyonda sahada yaşananlar, ancak ortaya konulan çerçeveyle açıklanabilir görünüyor.
* * *
Sahada ne oldu?
10 örgütten oluşan ortak operasyon odası, 27 Kasım Çarşamba günü Halep’e doğru saldırıya geçti. Saldırı, HTŞ’nin eline geçirdiği parçaların montajıyla geliştirdiği “kayser” füzelerinin, Suriye ordusu mevzilerine atılmasıyla başladı. Füzelere, çok sayıda İHA eşlik ediyordu. Bunların önemli bir bölümü, bomba fırlatma kapasitesi olmayan, bizzat kendisini hedefe gidip patlatan “intihar İHA”larıydı.
Bu hamle, HTŞ açısından taktik bir yenilik değildi. Hem 2015’teki ikinci İdlib savaşında hem de 2016’daki güney Halep saldırısında örgüt, patlayıcı dolu kamyonları ordu mevzilerine sürüp patlatarak başarı elde etmişti. Taktik eskiydi, ama kullanılan teknolojiler yeniydi. Son dört yıldır HTŞ, hükmettiği İdlib’te askeri kapasitesini artırmıştı—bu başarıda, yabancı güçlerin desteği elbette önemli rol oynadı. HTŞ’nin öyküsünü, bu ayrıntılarla birlikte, yazı dizimizin yarın yayımlanacak ikinci bölümünde aktaracağız.
Cihatçı gruplar Halep çevresinde. (Fotoğraf: AA)Füzeler ve intihar İHA’larına gözetleme İHA’ları ve top atışları eşlik ediyor, birlikler Halep’e doğru saldırıya geçiyordu. Bu arada HTŞ ve ortaklarının önceden Halep’e yerleştirdiği hücreler de harekete geçti. Bunlar üç ila sekiz kişiden oluşan birliklerdi. Halep’in batısındaki arama noktalarına saldırılar düzenleyerek, işgalcilerin girişini kolaylaştırdılar.
* * *
Bu arada, niyeyse ayrıntılarına dair hemen hiç ayrıntı çıkmayan bir diğer gelişme oldu. Suriye ordusu ve askeri istihbaratından üst düzey komutanlar, saldırı haberi karşısında toplandı. Bu toplantıya saldırı düzenlendi, en az altı kişi öldü. Ölenlerden biri, İran İslami Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü’nün uzun yıllardır Suriye’de görev yapan isimlerinden Tuğgeneral Kiyumars Purhaşemi’ydi. İran, birkaç cümleden ibaret açıklamasında saldırıyı “tekfirci teröristlerin” yaptığını söyledi ama hiçbir ayrıntı vermedi. Gazeteci Charles Lister da saldırıyı, üç ila sekiz kişilik uyuyan hücrelerden birinin yaptığını yazdı.
Kent saldırı altındayken, kentin savunmasını yönetecek isimlerin toplandığı, dolayısıyla çok sayıda askerin bulunduğu ve sıkı korunduğu düşünülebilecek bir noktaya dar bir kuvvetle saldırılması, saldırıda altı kişinin ölmesi ve bunlardan birinin İran’ın bölgedeki komutanı olması, olaya dair hemen hiç ayrıntı çıkmaması, soru işaretleri doğuruyor. Sonraki günlerde savaşın gidişatı düşünüldüğünde, Purhaşemi’nin öldürüldüğü saldırının kim tarafından nasıl yapıldığının ortaya çıkarılması, o tarihi 10 günde sahada ne olduğunun anlaşılması bakımından önem taşıyabilir.
* * *
HTŞ ve diğer koalisyon güçleri, ilk 12 saatte Halep’e epey yaklaşmayı başardılar. Hava kararınca, HTŞ’nin bir süredir—acaba kim tarafından?—eğitilmiş ve donatılmış olan 500 kişilik gece muharebe ekibi harekete geçti. Şimdiye dek hava kararınca kısmi ara verilen çatışmalara alışkın Suriye ordusu birlikleri, zaten çok dağınık karşıladıkları ilk saldırının ardından toparlanacak vakti bulamadı.
Ertesi gün, HTŞ ve diğer güçler Halep üzerindeki saldırıyı sürdürürken, kenti Şam’a bağlayan M5 karayolunu da kesmeyi başardı. 29 Kasım’da Halep düştü.
Halep’in düşmesi, şimdiye dek yemeğin kokusunu alamamış herkes tarafından şoke edici hızda yaşanmıştı. Ama asıl şok, HTŞ ve ortaklarının güneye ilerlemeye başlamasıyla yaşandı. Suriye ordusu dağınık bir şekilde geri çekiliyor, hemen hiçbir yerde anlamlı bir direniş ortaya koyamıyordu. Rus uçakları İdlib ve Halep’i bombaladı. Ama HTŞ güçleri, sanki hava saldırısı riski yokmuşçasına Hama’ya da, Humus’a da gündüz gözüyle M5 yolu üzerinde kilometrelerce uzayan askeri konvoylar halinde yaklaşmayı başardı. Suriye ordusunun kimi birlikleri, düzenli olarak çatışma alanlarından uzak durdu. Kimileri, bir süre mevzilerini koruduktan sonra “gelen emirlerin” ardından Şam’a kadar çekildi.
* * *
Savaş boyunca Suriye'nin destekçileri, beklenen desteği bir türlü sunmadı.
Rusya'nın durumunu aktardık. Peki İran? "Şii direniş cephesi"nin ağabeyi bu taarruza hazırlıksız mı yakalanmıştı?
8 Aralık'ta, Esad yönetiminin düştüğünün kesinleşmesinin ardından İran Dışişleri Bakanı Seyyid Abbas Irakçi, katıldığı bir televizyon programında "İran'ın, görülen ve saldırıya hazır eğitimli kuvvetlere ilişkin tüm bilgileri Suriye ordusuna önceden verdiğini" açıkladı.
İranlı bakan şöyle dedi: "İran'ın Suriye'deki askeri varlığı IŞİD'le savaşmak içindi ancak İran'ın hiçbir zaman Beşar Esad için Suriye ordusunun rolünü oynamaması gerekiyordu."
Irakçi, bu ifadeleriyle, yalnızca İran'ın savaşmamasına "Bu Suriyelilerin işi" kılıfı bulmakla kalmıyor, İran'ın Suriye'deki tek düşmanının IŞİD olduğu anlamına çıkan ve böylece HTŞ dahil diğer gruplarla temas zemininin taşlarını döşüyordu.
Esad'ın devrildiği gün, Irak Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı Sözcüsü Tümgeneral Yahya Resul, kendilerinin de Suriye'deki hareketlenmelere dair önceden bilgi sahibi olduklarını duyurdu, "operasyon çok iyi planlanmıştı" diyerek, ayrıntılara dahi hakim olduklarını ima etti.
Sonuçta 10 gün boyunca yalnızca Suriye ordusu bir görünüp bir kaybolmuyor, müttefikleri de pek ortalarda gözükmüyordu.
* * *
Savaş, hukuk diliyle söyleyecek olursak, “hayatın olağan akışına uygun” ilerlemiyordu.
Savaşın baş muhatabı, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın hali de olağan değildi. Saldırının başladığı gün Esad, Moskova’daydı. Rusya hükümetiyle görüştü. Döndü, 10 gün sonra ailesiyle birlikte yeniden Rusya’ya dönüp siyasi sığınmacı olana kadar bir kez bile Suriye halkına veya uluslararası kamuoyuna seslenmedi.
Kaderini öğrenmiş ve kabullenmiş miydi?
Henüz bilmiyoruz.
Bir büyük anlaşma mı vardı? “Ver Ukrayna’yı al Suriye’yi” diye tokalaşılmış mıydı? Suriye devleti ve ordusunun bir kısmı ikna edilmiş miydi?
Henüz bilmiyoruz.
Kamuoyu için sürpriz olan bu operasyonun, savaşın taraflarınca önceden bilindiğini, son sözün savaş alanında değil, toplantı odalarında söylendiğini anlayabiliyoruz.
Elbette yaşanan sonuçta HTŞ’nin kapasitesi, Esad yönetiminin hata ve sınırları, Türkiye, ABD ve İsrail gibi düşman aktörlerin faaliyetleri, Rusya ve İran gibi ülkelerin kararlarının da büyük etkisi oldu. Bunları ve meselenin başka boyutlarını, yazı dizimizin sonraki bölümlerinde ele alacağız.
YARIN:
- Culani kim?
- Heyet Tahrir’uş Şam, El Kaide’den gerçekten koptu mu?
- Bu kopuş sürecinde Türkiye ne rol oynadı?
- HTŞ kimlerin desteğiyle nasıl güçlendi?
- Batıcıların HTŞ övgüleri niye ve ne kadar gerçek?
- İsrail’in pozisyonu ne
Dahası, daha geçtiğimiz günlerde, Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan'ın İstanbul Sanayi Odası’na mensup patronlarla yaptığı basına kapalı bir toplantıda, patronlara” asgari ücret konusundaki taleplerini kamuoyu önünde net biçimde ifade etmeleri” yönünde bir çağrı yaptığı ortaya çıktı.
'Ücretler düşmezse enflasyon düşmez' yalanı
Patron sınıfının temsilcileri, işçinin yoksullaşması ile sonuçlanacak taleplerini “enflasyon başka türlü düşmez” iddiasıyla gerekçelendiriyor. Buna göre, işçilerin ücreti çok artarsa çok mal talep ederler, onlar çok mal talep ederse fiyatlar artar, enflasyon sürer. Yani enflasyonun düşmesi için işçinin yoksullaşmasından başka yol yoktur, bu ödenmesi gereken bir bedeldir.
Oysa pekâlâ şu sorulabilir: İşçiler ücretleri arttığında daha çok mal talep ediyorsa, patronlar bunun karşısında neden fiyatlarını yükseltmek yerine üretimlerini arttırmasın? Türkiye sanayisinde kapasite kullanım oranı ortalaması yüzde 75 civarında, dolayısıyla fabrikalar tam kapasite falan çalışmıyor, talep artışına üretim artışıyla cevap vermeleri gayet mümkün. Ama patronlar, düşük fiyattan daha çok mal satmak yerine, yüksek fiyattan biraz daha az mal satmayı tercih ediyor. Çünkü böyle yaptıklarında kâr oranları daha yüksek oluyor.
Şu da sorulabilir: Enflasyonun düşmesi için harcamaların azalması gerekiyorsa, neden yoksul emekçilerden harcamalarını kısmaları bekleniyor da zenginlere hiç dokunulmuyor? Zira toplumun en zengin yüzde 20’sinin tüketim harcaması, en yoksul yüzde 60’ının harcamasından fazla. Yani eğer enflasyonun kaynağı yüksek tüketimse, zenginlerin tüketimini kısmadan enflasyonu düşürmek mümkün değil.
Ama kapitalist düzen zenginlerin düzeni olduğu için, birisinin yoksullaşması gerekiyorsa o birisi her zaman emekçi oluyor.
Kayıp ne olur?
Öte yandan, patronların dillendirdiği gibi yüzde 25 civarında bir asgari ücret zammı yapılması durumunda, emekçiler çok büyük bir kayıp yaşayacak:
2024 yılı bittiğinde yaklaşık yüzde 45 gibi bir enflasyon gerçekleşmiş olacak gibi görünüyor. Yani, eğer 1 Ocak 2024’te bir market sepeti 100 liraya doluyorduysa, 1 Ocak 2025’te aynı sepet 145 liraya dolacak. Asgari ücrete yüzde 25 zam yapıldığında ise, 1 Ocak 2024 itibariyle 100 lira aylık geliri olan işçi 1 Ocak 2025’ten itibaren ayda 125 lira kazanacak.
Yani işçi, yeni fiyatlarla 20 liralık harcamasını kısmak zorunda kalacak. Bu da gelirinin yaklaşık yüzde 14’ünü ya da yedide birini kaybetmesi anlamına geliyor.
Türkiye’de on yıllardır ücretler bu şekilde kırpıla kırpıla ülke zenginleşirken işçi sınıfı yoksul kaldı. Bütün zenginlikleri çalışarak üreten emekçiler, pasta büyürken pastadan hep daha küçük bir dilim alıyor. Bunu en açık biçimde, en büyük sanayi kuruluşlarının verilerinde görüyoruz. İstanbul Sanayi Odası’nın “Türkiye'nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu” (ISO 500) verilerine baktığımızda, yıllar içerisinde ürettiği değerin sürekli arttığını, ama ücretlerin aynı kaldığını görüyoruz.
Yani emek sömürüsü her geçen gün şiddetleniyor.
Bir tek işçiler konuşmuyor
Öte yandan, veriler bu kadar açık olsa da işçi sınıfının çıkarlarını savunması beklenecek sendikalardan neredeyse hiç ses çıkmıyor. Patron sınıfının temsilcileri her gün konuşuyor, ücretlerin neden ve ne kadar düşmesi gerektiği konusunda ahkam kesiyor, sendikalar ise ülkenin yönetiminde neredeyse hiçbir yetkisi kalmamış olan meclisi ziyaret edip iktidara ve muhalefete sıkıntılarını “arz ediyorlar.”
Oysa işçi sınıfı, toplumun “eyleyen” kesimidir. Patronlar yatar, işçiler çalışır. Dolayısıyla işçi, sözünü de eylemiyle söylemeli, asgari ücret tartışmalarını işbirlikçi sendika bürokrasisinin ricacılığına bırakmak yerine kitlesel biçimde taraf olmalı. Neredeyse tamamını ürettiği toplumsal zenginlikten aldığı payın her geçen gün küçülmesini engellemesinin başka bir yolu yok.
"Sermaye sınıfı düşük asgari ücret için bastırıyor" başlıklı yazı TKP’nin Sesi gazetesinin Aralık-2024 sayısında yayımlanmıştır.
/././
Liberal demokrasiyi unutun -Nevzat Evrim Önal-
Tüm kendi ilkelerini bizzat ayaklar altına alan liberal demokrasi can çekişiyor. Bırakalım gebersin, sevenleri götürüp nereye gömerse gömsün.
Emperyalizmin tarihi boyunca hiçbir kavram insanlığın büyük ideali olan “özgürlük” kadar istismar edilmedi ve kirletilmedi. 20. yüzyıl boyunca, insanlığın eşit ve özgür bir dünya kurma arzusu sosyalizm ile ete kemiğe büründükçe, liberal ideologlar eşitlik ve özgürlüğün birbirini güçlendiren değil zayıflatan olgular olduğu yalanını uydurdular. “Özgürlüğün en büyük düşmanının eşitlik olduğu” iddiası, emperyalizmin sosyalizme karşı ideolojik mücadelesindeki en temel argümanı oldu. Bunun için özgürlük, her türlü kolektif içeriğinden arındırılarak bireysel bir çerçeveye sıkıştırıldı; olması gereken tek eşitliğin de “hukuk önünde eşitlik” olduğu, bunun dışındaki her türlü eşitliğin bireysel özgürlüğün ihlali olacağı söylendi.
Sosyalizmin yükselişi karşısında sermayenin despotluğu böyle savunuldu.
Bu çerçevede, yazıya başlarken, özgürlük konusundaki görüşlerimin yaygın kanaate uymayacağını söylemeliyim. Ben materyalistim, benim görüşüme göre özgürlük soyut bir “idea” değil, maddi bir meseledir. Dolayısıyla bana sorarsanız, bir toplumsal sistemde tüm yurttaşların uzun ve sağlıklı yaşayabilmesi, bireysel zenginleşmenin önünde yasal sınır ve engeller olmamasından çok daha büyük bir özgürlüktür. Ya da insanların yoksulluğun yarattığı engeller olmadan fiziksel ve zihinsel potansiyellerini hayata geçirebilmeleri, kendilerine takma isimler uydurup sosyal medyada yarım yamalak fikirlerini attırabilmelerinden çok daha büyük bir özgürlüktür.
Ne var ki, emperyalist sistemin günümüzde geldiği noktada, onun liberal demokrasi ve özgürlük dogmaları bile bir bütün olarak çöküyor.
Gelin, tartışalım…
***
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve emperyalist kapitalist sistemin tüm dünyayı kapsar hale gelmesi, yukarıda bahsettiğimiz ideolojik çerçeveyi bazı açılardan sürdürülemez, bazı açılardan da gereksiz hale getirdi.
Bir yanda, artık sosyalizmi terk etmiş, dolayısıyla sistemin bütünü açısından tehdit olmaktan çıkmış Rusya ve Çin, sahip oldukları göreli avantajları emperyalist-kapitalist bir çerçevede değerlendirerek emperyalist sistemin hiyerarşik yapısını sarsacak bir etki yaratmaya başladı. Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’daki yüzlerce büyük sanayi tekeli emeğin ucuz olduğu Çin’de yatırım yapmak için sıraya girmişken ve dünyanın biraz olsun sanayileşmiş her ülkesi Çin’den ucuz ara malı ithal ederken, “sermaye liberal demokrasi ister” yalanını savunmak çok zorlaştı.
Diğer yanda ise, kapitalizm varlığını sürdürdükçe kaybeden çoğunluk olmaya mahkûm işçi sınıfının, politik güç açısından tarihindeki en zayıf noktaya gerilemiş olması, onun öfkesini düzen açısından hayli tehlikesiz, dolayısıyla kışkırtılabilir ve istismar edilebilir hale getirdi. Bunun sonucunda tüm kapitalist ülkelerde, yoksul emekçilerin çıkarına olmayan ama onları gerici ideolojik anlatılarla kapsayan yeni bir sağcılık kulvarı açıldı. Kanımca sığ ve yanıltıcı biçimde “popülizm” olarak tanımlanan bu kulvardaki hareketler, kapitalizmin görece gelişkin olduğu (dolayısıyla olağan koşullarda işçi ücretlerinin de görece yüksek olması beklenecek) ülkelerde, sermayenin gerek Çin’in sağladığı olanakları kullanarak gerekse ülkeye akın eden ve temel haklardan yoksun yaşayan göçmen işçileri istismar ederek işçi sınıfını karşı karşıya bıraktığı işsizlik ve yoksulluğun yarattığı öfkeyi kendi politik yükselişi için zemin olarak kullandı. Fazlaca genellemek tehlikeli olsa da, hemen her örnekte meta üreten ve Çin’in giderek artan uluslararası ağırlığından zarar gören sermayenin çıkarlarını, işçi sınıfının yukarıda saydığımız nedenlerle öfke biriktiren bölmesinin oyları ile tahkim eden bu kesim, neredeyse bütün emperyalist ülkelerde ya iktidara geldi ya da iktidarın hemen eşiğinde bir politik harekete dönüştü.
Sermaye egemenliği altında, düzenin bir parçası olan ve dikkate değer bir toplumsal etkiye ulaşan hiçbir siyasi hareket salt kendi dinamikleri ile ve ideolojik ajandasının doğrultusunda yükselmez. Düzen siyaseti esasen tasarlanan bir şeydir. 1930’larda faşizm, kâr oranlarının çok sıkıştığı Büyük Buhran ortamında, emperyalizm yarışında geriden gelen Almanya, İtalya ve Japonya sermayesinin İngiltere, ABD ve Fransa sermayesi ile rekabet edebilmek için başvurduğu bir "aşırılık"tı. Faşist hareket bu tarihsel koşullardan bağımsız iktidara da gelemez, dünya savaşını da çıkartamazdı.
Bugün emperyalist ülkelerde giderek güçlenen, liberal olmayan ve liberalizmin serbest ticaret, kimlik politikaları gibi kimi unsurlarını reddeden (ya da en azından sorgulayan) sağcılık da sermayenin çıkarları ve güncel ihtiyaçlarına yanıt verebildiği için yükseliyor.
Durum şöyle özetlenebilir: Uluslararası rekabette 1930’lardakine benzer bir durum yaşanıyor. Rekabette geriden gelen ama kimi özgün avantaj ve olanaklara da sahip olan Çin, Rusya, Hindistan, Türkiye gibi ülkelerde siyasi iktidar, bu olanakları sermayenin çıkarları için mümkün olan en ileri seviyede kullanmaya odaklanmış ve böyle bir seferberliğin halkın çıkarlarına verdiği zararları baskı ve ikna yöntemleriyle halka kabul ettirmekte uzmanlaşmış özneler etrafında merkezileşiyor ve yoğunlaşıyor. Böylelikle yasama ve yargıyı kendi doğrultusuna yedekleyen, olağanüstü yetkili ve süreklileşmiş bir yürütme, olağanlaşıyor.
Bu model, bilhassa hızlı karar alma ve uygulama konusunda, iktidarın düzenin sağı ve solu arasında sık sık el değiştirdiği liberal demokrasiye göre önemli avantajlara sahip. Dolayısıyla uluslararası rekabet ABD ve Batı Avrupa’da yerleşik olan emperyalist sermayenin tarihsel çıkarlarını tehdit eder bir hal aldıkça, bu ülkelerde de benzer iktidar pratikleri sermaye açısından liberal demokrasiden daha münasip hale geliyor.
Bir dünya savaşının eşiğinde olup olmadığımız tartışılabilir, ama emperyalist sistemin tüm unsurları arasında şiddetlenen rekabet, her yerde, sermayenin uluslararası çıkarlarının ulusal/milli çıkarlara eşitlenip siyaset üstü mertebeye yükseltildiği bir ideolojik çerçeveyi dayatıyor. Bu çerçeve, siyasetin de Trump, Putin, Erdoğan gibi yetki ve otoriteleri yalnızca başarısız olduklarında sorgulanabilecek figürlerin etrafında yoğunlaşmasını, zorunlu olmada da sermaye açısından kullanışlı, dolayısıyla giderek olağan hale getiriyor.
***
Buraya kadar yazdıklarımızdan bir dizi sonuç çıkartabiliriz:
Ülkemizden başlayalım. Erdoğan’ın her siyasi hamlesini salt kendi despotluk kariyerini sürdürmek için yaptığı yönünde yorumlayan ve ülkeyi şu ya da bu biçimde yakından ilgilendiren her uluslararası olaya da bu perspektiften bakan yaklaşım meselenin özünü tamamen ıskalıyor. Bugün Erdoğan buhar olup uçsa, Türkiye sermayesi bir benzerini bulup yerine koymak zorunda kalır. Bu yüzden bütün gerçekçi rakipleri giderek ona benziyor. Ayrıca, Trump’a bakıp “Türkiye küçük Amerika olacakken Amerika koca bir Türkiye’ye dönüştü” esprileri yapılabiliyor, çünkü sermayenin güncel ihtiyaçları evrensel bir niteliğe sahip ve her yerde benzer eğilimler yaratıyor.
Bu sağcılaşma akımına karşı çıkmanın tek yolu sermaye çıkarlarının ulusal çıkarlar olduğu iddiasının kökten reddedilmesi. Liberal demokrasi bu yüzden kifayetsiz kalıyor. Örneğin ABD’deki liberal demokratlar, Türkiye’dekine çok benzer biçimde, meseleyi Trump’ın şahsından ibaret zannediyor ve ABD sermayesinin (kesinlikle Elon Musk ile sınırlı olmayan) çok önemli bir öbeğinin neden onun arkasına yığıldığı konusunda en ufak bir değerlendirmede bulunmuyor. Çünkü meselenin sermaye çıkarlarına yaslanan özüne dair bir eleştiri getirebilmeleri için, hizmet etmeye yeminli oldukları sınıfın siyasi tercihlerine cephe almaları gerekir. Ne var ki, her ideolojinin tutarlı ya da tutarsız sermaye karşıtı bir varyantı olabilir ama liberalizmin olamaz. Bu yüzden pek çok örnekte liberal demokrasi, bulundukları ülkeye rakip konumdaki emperyalist güçlerin açıktan işbirlikçisine dönüşmek zorunda kalıyor ve toplum gözündeki meşruiyetini yitiriyor.
Anavatanı olan emperyalist Batı ülkelerinde ise, tekelci sermayenin güncel ihtiyaçlarına doğrudan cevap veremeyen liberal demokrasi iktidardan uzaklaşıyor ve sadece Rusya, Çin gibi ülkelerdeki siyasi iktidarlara karşı kullanılan bir ideolojik aygıt düzeyine iniyor. Artık The Economist dergisinin hazırladığı “demokrasi endeksi” ya da ABD merkezli bir STK olan Freedom House’un her yıl yayınladığı Dünya Özgürlük Raporu gibi belgelerde yer alan, ülkelerin Batı ittifakının ne ölçüde parçası olduklarına göre daha “demokratik ve özgür” ya da “otoriter ve baskıcı” olarak nitelendiği (ve buna uygun olarak Batıcıların yeşil ya da mavi, Doğucuların ise kırmızı ya da mor tonlarına boyandığı) haritalara aklı başında kimse itibar etmiyor. Bu öyle bir iki yüzlü alçalma hali ki, Rusya-Ukrayna savaşı sırasında Rus kültürü üzerinde akla hayale gelmeyecek baskılar kuran ve Dostoyevskiy’i, Çaykovskiy’i yasaklamaya kalkan, İsrail Gazze’de tüm dünyanın gözü önünde soykırım düzenler ve bir yandan da katlettiği insanları en yetkili ağızlardan “bunlar insan değil” diye nitelerken ise sessiz kalan liberal demokrasi, tüm inandırıcılığını yitiriyor.
Bu ortamda, Erdoğan gibilerden ne denli nefret edersek edelim, liberalizmi “faşizme karşı bir ittifak unsuru" ya da ehvenişer görmemek gerekiyor. Tüm kendi ilkelerini bizzat ayaklar altına alan liberal demokrasi can çekişiyor. Bırakalım gebersin, sevenleri götürüp nereye gömerse gömsün. Mezarına bir tas su dökene de Kazak Abdal yanıt versin.
Biz eşitlikle özgürlüğü, emekçi halkın çıkarlarıyla insanlığın çıkarlarını yan yana koyup, mücadelemizi buradan yükseltelim. Gözümüzü baş düşmanımıza, yerlisiyle yabancısıyla sermaye despotluğuna dikelim ve onu yenilgiye uğratıp özgürlüğe uzanalım. Hep birlikte, tüm gücümüzle… /././
Notre Dame’ın çanları -Engin Solakoğlu-
Sermaye Komün’e karşı zaferini Sacré-Cœur Kilisesi’yle ilan etmişti. Onun cevabı 1917’de verildi. Şimdi Notre Dame Katedrali’nin zafer çanları Suriye üzerinde yankılanıyor.
Komün Direnişini biliriz. Fransa’nın yarım kalan bir başka devrimi. Komün hareketinin geriye bıraktığı çok iz var. Bunlardan biri de Paris’in en yüksek tepesi Monmartre’da beyaz balina gibi duran Sacré-Cœur Kilisesi. Ne alakası var? Anlatalım.
Komün Direnişi Fransız burjuvazisi açısından ciddi bir uyarıydı. 1789’daki Büyük Fransız Devrimi’nin temel değerleri olan Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik sömürü ve sömürgecilikle büyüyen Fransız sermayesi için artık derin bir tehdit haline gelmişti. O değerlerden vazgeçmeyen, eşitlik olmadan özgürlüğün bir yanılsama, kardeşliğin bir yalan olduğunu bilen Fransız emekçileri 1871’de Komün direnişini başlatıp Devrim’in durdurulan saatini yeniden ileriye doğru işletme kavgası için canları pahasına savaştılar. Yenildiler ama sermaye düzenini çok korkuttular.
Büyük Devrim’in kazanımlarının üstüne kalın bir taassup örtüsü örtülmesinin zamanının geldiğine inanan sermaye düzenine yeni bir simge gerekiyordu. Sacré-Cœur Kilisesi’nin inşaatı işte o direnişten tam dört yıl sonra başlamış ve 1914’te tamamlanmıştır. Resmi söylem, Fransa-Prusya Savaşı’nda ölenlerin anısı için inşa edildiğidir. Oysa Fransa için canlarını verenler Komün direnişçileri, Komün’ü ezmek için Prusya’nın askeri gücünden yararlanan ise Fransız sermaye düzeninin bekçileridir. Fransız sermayesi bir daha Komün yaşanmasın diye milliyetçilik ve dinciliği harmanlamış, yoksul Fransız halkının boğazından kısarak topladığı paralarla Monmartre’ın tepesine o kiliseyi, Aydınlanmanın sırtına saplanmış bir hançer misali dikmiştir.
Beş yıl önce bir yangın sonucu kısmen tahrip olan tarihi Notre Dame Katedrali’nin onarımının tamamlanması vesilesiyle geçtiğimiz cumartesi günü düzenlenen resmî törenle ilgili haberlere, özellikle de törenin katılımcılarına bakarken bunları hatırladım. Trump, Elon Musk, Meloni, İngiliz Kraliyet ailesi mensupları törende yerlerini almışlardı. Laikliğin mucidi Fransa Devleti’nin 9 milyon Avro maliyetle düzenlediği törende Papa’nın mesajı da okundu. Mozart’ın 5. Senfonisi güzeldi ama sonradan bolca ilahiye boğulan törenin “uhrevi” niteliğini değiştirmedi. Eski bir kilisenin yenilenmesi gerekçesiyle yapılan tören bir anlamda emperyalizmin başta dinci gericilik olmak üzere bilindik değerlerine vurgu yaparak restorasyonunun, yeniden inşa edilmesinin simgesine dönüştü.
Suriye’nin nihai çöküşü işte o törenin üzerinden yaklaşık 12 saat geçtikten sonra gerçekleşti. Bölgedeki diğer örneklere kıyasla dinci taasubun en az etkilediği bir model çöktü ve yerini takım elbiseli Siyonist gericiliğin desteklediği bıyıksız sakallı Sünni gericiliğine bıraktı. Dinci gericiliğin emperyalizmle mükemmel uyumu bir kez daha sonuç vermiş oldu. Suriye’de Baas modelinin eksikliklerini, yanlışlıklarını saymaya başlasak sabaha kadar devam edebiliriz ama şunu bilelim ki, onu ikame edecek rejim Baas’ı mumla aratacaktır.
Bu hızlı çöküşü nasıl açıklayabiliriz? Akla ilk gelen yıldızların uyumu gibi bir şey. Astroloji denen soytarılığın müritlerinin dillerinden düşürmedikleri bütün gezegenlerin aynı çizgide buluşmaları Suriye’de gerçekleşti. Emperyalizmin çizmeyi planladığı fikri ve fiziki harita için bütün uygun koşullar oluştu ve Suriye bitti.
Elbette Suriye diye bir ülke var olmaya devam edecek. Muhtemelen federe bir yapıda ama her şeyden önemlisi İsrail ve ABD’nin bölgesel çıkarlarına zarar vermeyecek bir siyasi çizgide. Esat yönetiminin, Rusya ve İran’ın müdahalesiyle kazandığı değerli zamanı iyi değerlendiremediğini söylemek artık bir eleştiriden ziyade tespit sayılmalı. Emperyalist saldırıya direnmek isteyen Beşar Esat, anlaşılan, babasından devraldığı 20. yüzyıl imzalı sistem ile kendi oluşturmak istediği yeni düzen arasındaki sürtüşmeyi bir uyuma dönüştüremedi. Bunun için müttefik saydığı ülkelerden ve örgütlerden kayda değer bir yardım görmediği ise açık.
Son üç aydır yaşananları izleyen bir kişinin bile Hizbullah neden yardım etmedi sorusunu sorması beklenemez. Hizbullah İsrail’in ağır saldırıları sonucu zayıflayan askeri ve kısmen siyasi gücünü onarmayı bir öncelik olarak belirlemek zorundaydı. Öyle de yaptı. Aksi durum, Hizbullahsız, yani tümüyle İsrail’in dümen suyunda bir Lübnan sonucu yaratabilirdi.
İran’dan devam edelim. Direniş ekseninin en önemli destekçisi olan Tahran kendi sınırlarına geri dönmeyi ve savunma hattını orada kurmayı tercih ettiği için eleştirilebilir mi? Bu her şeyden önce ulusal güç ölçütlerini doğru değerlendirdiği, başka bir deyişle sınırlı gücünü kendisine sakladığı şeklinde yorumlanabilir. Daha önce de yazdım. Ortadoğu’da yeni düzen kurmakta olan emperyalizmin bir sonraki hedefi İran. Dolayısıyla Tahran da “önce can, sonra canan” demiş oldu. Direniş ekseni kırıldı ve İran’dan Lübnan ve Filistin’e uzanan çizgi artık yok. Yalnız aksın kırılması direnişin ortadan kalkacağı anlamına da gelmiyor. Bu konuda önümüzdeki aylar ve yıllarda daha çok yazıp çizeceğiz.
Ve Rusya. Geçen hafta Rusya için etkili smaçör tabirini kullandığım için alınanlar, üzülenler oldu. Suriye’de yaşanan trajediyi sportif terimlerle anlatmam, biraz da gayri ciddi bulundu. Amacım elbette yaşananlarla dalga geçmek değil, bu işleri takip eden küçük bir azınlık dışındaki kesimler bakımından daha anlaşılır kılmaktı. Bu kısa parantezden sonra konumuza dönelim. Rusya neden pazarlık yaptı, neden “sattı” soruları yersiz. Bundan bir ay kadar önce yapılan halk açık bir toplantıda üzerine basa basa aynen şöyle söylemiştim: ”Rusya SSCB değildir”. Bu yüzden de eylem ve siyasetinde erdem aramak durumunda değiliz. Putin yönetimi hesabını kitabını yaptı ve Suriye’de değiştirmeye gücünün yetmeyeceği bir olguyla karşı karşıya bulunduğu tespitini yaparak pazarlık masasına oturmayı kendi çıkarlarına daha uygun gördü. Peki neydi o hesap?
Rusya 2015 yılında Suriye’de ağırlığını koyup cihatçı sürüleri püskürttüğünde arazideki durum farklıydı. Birincisi Suriye ordusu bugünküne kıyasla daha güçlüydü. İkincisi İran’ın Devrim Muhafızı birlikleri, Irak’taki Şii güçler ve Hizbullah küçümsenemeyecek bir kara gücüyle Şam yönetiminin yanındalardı. Kimi zaman teknoloji şehvetiyle unutulan bir konu var. Hava gücü düşmanı durdurabilir, geriletebilir ama tümüyle imha edemez. Savaş kazanmak, özellikle de kazanılan toprağı tutmak için insana ihtiyaç var. Kara gücünüz yeterli değilse nihai sonuç alamıyorsunuz. Rusya Federasyonu -Putin filan değil, devlet aygıtı- 2024 yılının Aralık ayının ilk günlerinde Suriye topraklarına baktığında yukarıda saydığım unsurların eksik olduğunu ve 3 değil, 300 uçakla dahi o denklemin değişmeyeceğini gördüğü, keza bir cephe çatışmasına dönüşen Ukrayna savaşı bakımından vazgeçilmez olan kara birliklerinden oraya kaydırma yapmayı da akla yakın bulmadığı için, Suriye yönetimini desteklemekten vazgeçti. Önümüzdeki dönemde bunun karşılığında ne elde ettiğini veya edemediğini göreceğiz. Ancak şu an için görünen Suriye’den tümüyle çekilecek olan Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki varlığının ve Ortadoğu’da belirleyici bir küresel güç olma iddiasının ortadan kalktığıdır. Bunu yeniden tesis etmek kolay ve zahmetsiz/maliyetsiz olmayacaktır.
Çin’den hiç söz edemiyorum. Mercekle baktım göremedim. Mikroskopla denesem belki sonuç alabilirdim ama onu da kullanmasını bilmiyorum.
Sözü uzatmaya ve gerekçe üretmeye mahal yok. 8 Aralık 2024 günü karşımızdaki manzara ABD ve İsrail’in, emperyalizmin zaferidir. Buna sevinen bizden olmadığı gibi, insan bile sayılamaz. Yenilgi salt Esat’a veya salyalı ağızlardan duyduğumuz gibi Putin’e, “Putinciler”e, İranlı mollalara ait değildir. Bu yenilgi bölge halklarının ve insanlığın yenilgisidir.
Yalnız unutulmasın, insanlık ilk kez yenilmiyor. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Ancak aynı tarih hiçbir zaferin sonsuza kadar sürmediğini, insanlığın direnmekten vazgeçmeyeceğini, emperyalizmin, onun has ortağı dinci gericiliğin ve bunların peşinden giden liberal sefaletin önünde sonunda alt edileceğini de yazmaktadır.
Sermaye Komün’e karşı zaferini Sacré-Cœur Kilisesi’yle ilan etmişti. Onun cevabı 1917’de verildi. Şimdi Notre Dame Katedrali’nin zafer çanları Suriye üzerinde yankılanıyor. Onlara ot tıkamak da insanlığın kaçınılmaz ödevi ve yazgısıdır.
Ortadoğu hakları da dünya halkları da emperyalizme teslim olmayacaktır.
/././
Yeni Osmanlıcılık'la birlikte Davutoğlu da moda oldu: 'Osmanlı gibi Lehistan'ı yaşatmalıyız'
Eski Başbakan Davutoğlu, Osmanlı politikasının takip edilmesine ilişkin fikirlerini yeniden dillendirmeye başladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/yeni-osmanlicilikla-birlikte-davutoglu-da-moda-oldu-osmanli-gibi-lehistani-yasatmaliyiz)***
Davutoğlu'nun 'Suriye' sevinci: 'Başarı başta Erdoğan olmak üzere hepimize ait'
Ahmet Davutoğlu, cihatçıların Şam'ı ele geçirmesinin ardından yaşadığı mutluluğu dile getirdi, "Bir başarı varsa başta Sayın Erdoğan olmak üzere hepimize ait" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/davutoglunun-suriye-sevinci-basari-basta-erdogan-olmak-uzere-hepimize-ait-396641)***
Kadın olmak neden bu kadar zor?-Aslı İnanmışık-
"Kadın olmak bu mu? Neden bu?" sorusunu soran Nâzım Hikmet Kültür Merkezi Bi Dünya Müzik Çoksesli Kadınlar Korosu, soL'a çalışmalarını anlattı25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde sosyal medyada bir klip yayınlandı. Klibin kapağında gözleri bağlı, ağzını bir kadın elinin kapattığı, boynuna bir erkek elinin uzandığı kırmızı elbiseli bir kadın vardı.
Bu çarpıcı görselin linkini tıkladığımızda görseldeki kadının, şiddet gören kadını temsil eden simgesel varlığını sorgular ve dansını seyrederken bulduk kendimizi.
Şarkının yükselen ritmiyle çok sesli bir koronun üyesi oldu kimimiz, sonra dayanışmanın gücüne karıştı dans eden kadının kırmızısı ve sokağa çıktık. Balkondan bakanlar, sokaktan geçenler katıldı şarkıya ve sokak, yarınları aydınlatacak kadar umutlu bir gün ışığı ile doldu. Seyredenlere sordu şarkı: Kadın olmak bu mu? Neden bu?
Nâzım Hikmet Kültür Merkezi Bi Dünya Müzik Çoksesli Kadınlar Korosu’nun sorusu, yaşadığımız dünyanın, sömürü düzeninin getirdiği bir durumdur, ne yazık ki günceldir ve sadece 25 Kasım’da değinilip geçilemez. Biz de toplumsal mücadeleye işaret eden, kadına yönelik şiddet ve eşitsizlik başlığını müzik ve sanatın diliyle anlatan bu değerli çalışmanın mimarlarına sorduk.
Şarkının söz yazarı ve bestecisi Aysun Tonya, koro şefi Nevin Apaydın, çekim ekibinden Beril Azizoğlu ve Çetin Karabudak ile konuştuk.
-Neden böyle bir şarkı yazdınız?
Aysun Tonya: Tarihsel olarak, pek çok toplum erkeklerin sosyal, ekonomik ve siyasal üstünlüğe sahip olduğu ataerkil sistemler üzerine kurulmuştur. İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda çok az ülkede ilerleme kaydedilmiştir. Ben, toplumsal duyarlılığı yüksek bir insan olarak yetiştim. Kadın olduğum için de ‘kadın meselesi’ne çok daha duyarlıyım. Kadına yönelik şiddet derken sadece fiziksel şiddetten bahsetmiyorum. Duygusal manipülasyon gibi psikolojik şiddet çeşitlerine de maruz kalıyor kadınlar.
Elbette bir kadın olarak kendi yaşadıklarım, duyduklarım, okuduklarım var. Şarkımda kimilerine sert gelebilecek ‘Sevdim vuruldum’, ‘inandım boğuldum’, ‘Bir bavula kondum’ sözleri gerçek. Pınar Gültekin, Münevver Karabulut cinayetleri sadece bildiklerimiz. Oysa balkondan atılan, kaybolan ve haber alınamayan basına yansımayan kadın cinayetleri var. Bu sebeple, çoksesli kadın koroları repertuvarına, kadın olmanın ne demek olduğunu en çarpıcı şekilde anlatan bir şarkı kazandırmak istedim. Koro eseri olsun ki sesimiz daha gür duyulsun, diye düşündüm.
Sadece ülkemizde değil, dünyada bize dayatılan düzenin girdabına kapılıp duyarsızlaşarak kendini baltalayan kadınların sayısı oldukça fazla. Şarkıyı yazmamdaki asıl amaç, bu kadınların farkındalık kazanmalarını sağlamaktır. Algısı körleşmiş bir kadını bile uyandırırsam, şarkımda da belirttiğim gibi; bazen yorulsa da çalışıp tutunmasını, savaşmasını, kendine yol almasını sağlarsam ne mutlu bana.
-NHKM Bi Dünya Müzik Kadınlarının yorumunu nasıl buldunuz? Kliple birlikte düzenlemenin sizde yarattığı etkiyi merak ediyoruz.
Aysun Tonya: Şarkıyı yazdığımda, tek hayalim onu bir kadın korosunun sesinden dinlemekti. Bu hayalim, uzun bir süre askıda kaldı; ta ki NHKM Bi Dünya Müzik Kadınları ile yollarımız kesişene kadar. Klibi izlerken gözyaşlarıma hâkim olamadım. Sevgili Nevin Apaydın’ın şarkıya yaptığı acapella (enstrümansız) düzenleme ve koronun benzersiz yorumu beni derinden etkiledi. Klipteki görsel ifade ve anlatım, şarkıyı yazarken hissettiğim duygularla tam olarak örtüşüyordu.
Zaten öğrendiğime göre, şarkı söylenirken ve klip çekilirken de bolca gözyaşı dökülmüş. NHKM Bi Dünya Müzik Kadınları ile aramızda kurulan bu empatik birliktelik beni çok duygulandırdı. Bu çalışma, benim için büyük bir onurdur.
- ‘Kadın Olmak’ şarkısını neden repertuvarınıza eklediniz?
N.APAYDIN: Gittikçe derinleşen adaletsizlik, sömürü ve liyakatsizlik toplumsal çürümeyi had safhaya getirdi. Bu çürümüş düzen eline gücü geçirenleri kendilerini üstün görüp savunmasızları sömürme ile yetkili olduklarına inandırıyor. Bu hastalıklı anlayış aile ilişkilerine de yansıyor. Aile reisi olarak erkeğe bağışlanan yetki kendini üstün tür olarak görmesine sebep olur. Bunun sonucunda da bu çürümüş düzende kadın ve çocukların kendisine tabi olmaları ve onun isteklerine koşulsuz cevap vermeleri beklenir. Yani kadın ve çocuklar erkeklerle eşit değil bu düzende. Onların kaderi bir erkeğin 2 dudağı arasında…
Bir kadın olarak bütün bu hissettiklerimiz ve yaşadıklarımızı Sevgili Aysun Tonya’nın yüreğinden kopan sözler ve melodiler o kadar iyi ifade etmiş ki kadın korosu olarak bu şarkıyla toplumun uyanışı için önemli bir adım atabileceğimize inandık. Sağlıklı, mutlu bir toplum için olmazsa olmazı özgürlük, adalet, sevgiyi ilişkilerimizin odağına koymak zorundayız. Kadın ve erkek el ele, omuz omuza bu hastalıklı ‘aile reisi’ anlayışını yıkıp birbirine eşit haklara sahip özgür bireyler olarak sevgi temelli sağlıklı toplumu inşa edebileceğimize inanıyorum.
- Önümüzdeki yıl da kadın dayanışmalarına destek vermeye devam edecek misiniz?
Nevin Apaydın: Bu seneyi üç kadın şarkısına yer verdiğimiz repertuvarımızla, 8 Aralık’ta Dünya Koro Müziği Günü Özel Konseri’nde Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde, pek çok koro ile birlikte biz de sahne alarak kapatıyoruz.
Önümüzdeki yıl; koromuzun asıl repertuvarını oluşturan dünya halklarının kendi kültürlerine özgü halk müziklerini çoksesli olarak çalışmaya devam edeceğiz. Bunun yanında; kadınların, emekçilerin toplumsal alanındaki eşitlik mücadelelerine destek olmak, ülkemizin ilerici ve aydınlanmacı birikimine sahip çıkmak, bu ve benzeri içerikteki çalışmalarla dayanışma içinde olmak başlıklarını da önemsiyoruz elbette. Ayrıca sokaklarda, metroda, meydanlarda şarkı söylemeyi de seviyoruz.
Kadının, insan olmanın ötesinde vermek zorunda kaldığı toplumsal mücadelesini konu alan Kadın Olmak şarkısını vurucu bir kliple kamuoyunun dikkatine sunan Bi Dünya Kadınları, dayanışmanın öneminin altını çizmeyi amaçlıyor.
- Amatör ve gönüllü müzisyenlerden oluşan koronun bu çalışmada çekim ekibi de gönüllü sanırım. Dayanışmayla örülmüş bir süreç kuşkusuz. Çekim çalışmalarını yürüten ve klibin sanat yönetmenliğini yapan Beril Azizoğlu’na soralım, çekim ekibi şarkının hikâyesini nasıl anlatmak istedi?
Beril Azizoğlu: Aslında Arzu (Terzioğlu) ve Çetin (Karabudak) ile bir tripod gibiyiz. Arzu ve ben TRT kökenliyiz. Çetin de fotoğraf, prodüksiyon ve yazılım alanında yetkin bir isim. Birlikte SoL TV’nin İzmir yapımlarına imza atmıştık. Bastığımız zemin, yürüdüğümüz yol ve açımız aynı. Hikâyeyi oluştururken iki şeyin altını çizmemiz gerektiği üzerinde durduk.
Birincisi kadına yönelik şiddet, sınıfsaldır ve kapitalist düzenin bir sonucudur. Kâr hırsıyla ve sömürüyle beslenen egemen sınıfın kurduğu bu düzenin sonucunda; kadınlara da erkeklere de bazı roller biçiliyor ve toplumsal çürümeden etkileniyoruz. Öncelikle bu karanlığa işaret etmek istedik.
İkincisi kadınlar gibi, toplumu oluşturan veya dönüştüren bireyler olarak erkeklerin de bunun bir parçası olması nedeniyle klipte simgesel de olsa olmaları gerektiği konusuydu. Bu noktalarda hem fikir olduktan sonra şiddet gören kadını dansçı ile anlatmak konusunu netleştirdik ve dayanışmanın çarkına dansçının koreografisini düzenleyen Şeniz (Çelik) ve dansçımız Ece (Mumcuoğlu) katıldı.
-Mekân olarak bir sahne ve sokak var. Neden sokakları tercih ettiniz?
Beril Azizoğlu: Sokak harekete ve eyleme içkindir. Dönüşmek ve dönüştürmek sokakta olur. Bu nedenle hikâyemize; toplumun içinde bulunduğu karanlığı ve kadının zihnindeki yalnızlığını anlatan karanlık bir sokakta başlayıp, aydınlık bir sokakta bitirerek, birlikte güçlü olmanın ve umudun mesajını vermeyi hayal ettik. Burada koro, önce kapalı bir mekanda seyirci konumunda toplumu temsil ederken, sonrasında aydınlanarak birlikte hareket edip mücadele eden, dayanışmayı ve örgütlülüğü temsil eden halk olarak sahneye çıktı ve şarkısını söyledi.
Sonrasında hep birlikte merdivenli ve aydınlık bir sokağa yürüdüler. Merdivenler; koronun birlikteliği ve sokağın aydınlığı gibi yükselen, ilerici bir unsur olarak hikâyemizde yerini aldı. Sokaktan geçenler, balkondan bakanlar ve şarkıyı duyan herkes koroya katıldı. Son sahnede koro, şarkıdaki soruları kameraya yani izleyenlere sorarak ayna görevi yaptı: "Dişi kuşa sorsan, yuvayı yapar mı?"
-Burada klibin kamera, kurgu ve yönetmenliğini üstlenen Çetin Karabudak’a dönelim. Klibin hikâyesinde renkleri siyah beyaz ve kırmızı kullanmanızın nedeni nedir?
Çetin Karabudak: Klibin başında seyirci koltuklarında oturanlar karanlığı yaşayan toplumu ifade ediyor. Kadınlar ve erkeklerden oluşan ve öylece seyreden bu toplumun monokrom bakışını anlatmak için siyah beyaz renkleri tercih ettik. Sahnede gözü bağlı kadın, toplumun bakış açısından kadın bireyi ifade ediyor. Elbette toplum tarafından kadına atfedilmiş görevler, sorumluklar ve biçilmiş roller, hem kadının gözünü -yani algı ve bilincini- kapatıyor hem de elini kolunu bağlıyor. Bağlı kadına uzanan renklendirilmemiş kadın ve erkek elleriyle tacizi ve toplumsal baskıyı anlatmaya çalıştık. Karanlık sokakta dans eden kadınsa, sandalyedeki kadının zihnindeki düşünsel mücadelesini ifade ediyor. Kadının zihnini gösterebilmek için, yine toplum tarafından oluşturulmuş, karanlık ve renksiz sokağı tercih ettik. Elbiseyi kırmızı seçmemizin nedeni, kadının yaşadıklarının ve mücadelesinin yakıcılığını vurgulamak.
Öte yandan seyreden toplum olmaktan çıkıp söyleyen ve sahneye çıkan toplumu simgeleyen koromuz, dayanışmayı ve aydınlanmayı temsil ediyor. Kadının gözünün açılıp özgürleştiği andan itibaren de her şeyin renklendiğini görüyoruz. Bu arada koro şefininin elbisesindeki kırmızı renk ise kadının gücünü ve cesaretinin yakıcılığını vurguluyor. Son sahnede, bağlarından kurtulan ve özgürleşen kadın sokağa çıkıp renkli kıyafetli koroya karışıyor. Sokak, umudu temsil eden gün ışığı ile aydınlanan insanların sesiyle doluyor.
Şiddet, kâr hırsıyla ve sömürüyle beslenen bu düzenin sonucunda yaşadığımız toplumsal çürümeyle meşrulaşıyor ve ne yazık ki bir şarkıya ve klibe konu oluyor.
-Son olarak, kadın olmak ne zaman zor olmaktan çıkar?
Beril Azizoğlu: Arkadaşlarım izin verirse ben yanıtlamak isterim bu soruyu.
Kadın olmak, kapitalist sistemde egemen sınıfın kadını konumlandırdığı yerin kadını zayıf kılması nedeniyle zor. Şarkıda kadına dayatılan bu konum açıkça tarif ediliyor zaten: Eksik etek, beş kız bir oğlan, yuvayı yapan dişi kuş gibi.
İçinde yaşadığımız sistem; çalışma koşulları, ev işleri ve annelik gibi kadına yüklediği ya da hapsettiği rollerle, emeğin sömürülmesi ile ayakta duruyor. İnsanın çalışma koşullarının düzenlendiği, eğitimle, ilgi alanlarıyla, sporla, kültür-sanatla geliştiği, toplumsal üretim ve tüketimin erkek ve kadın için eşit koşullarda planlandığı bir sistemde; kollektif ve kamusal çözümlerle kadın olmak sadece hayatın akışında insan olmak kadar zor olacaktır. Bu durumda böyle bir şarkıya (veya şarkılara) ve klibe de gerek olmayacaktır.
/././
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder