Çok aktörlü Suriye’de kritik düğüm Rojava -İbrahim Varlı-
Açık bir paylaşım sahnesi olan Suriye’nin kimler arasında ne yönde paylaşılacağına dair pazarlıklar şekillenirken ABD ve İsrail eksenli dizaynda en kritik düğüm Fırat’ın doğusuna dair. ABD, İsrail ve Türkiye arasında YPG/SDG’nin varlığına dair anlaşmazlık yeni bir krize gebe. TSK operasyon hazırlığında. ABD, Ankara ile SDG arasında arabulucu. İsrail ise tetikte.
Esad sonrası Suriye’nin paylaşımına dair pazarlıklar, çatışmalar, anlaşmazlıklar olağan hızıyla devam ediyor. Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) ülkeyi ele geçirmesiyle açık bir paylaşım sahnesine dönüşen Suriye’de küresel, bölgesel ve yerel aktörlerin pozisyonları netleşmeye başlıyor. ABD ve İsrail eksenli, İran ve Rusya etkisinden arındırılmış yeni Suriye dizaynında en önemli düğüm noktası ise Suriyeli Kürtler.
Suriye Kürtleri’nin statüsüne ilişkin de ABD, İsrail, Türkiye ve HTŞ yönetimi arasında anlaşmazlıklar var. Suriye Kürtleri’nin silahlı örgütü YPG ve YPG’nin de içinde olduğu SDG’nin Şam’daki HTŞ ile diyalog çağrısı şimdilik karşılık bulmuş değil, Türkiye olası bir operasyon hazırlığında. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin olası müdahalesine karşı ABD, İsrail ve uluslararası topluma destek çağrısında bulunan YPG/SDG’nin bu talebine karşılık ABD NATO müttefiki Türkiye ile bölgesel müttefiki Kürtler arasında bir orta yol bulma arayışında. Washington’ın en yakın müttefiki ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin koç başı İsrail ise açıkça YPG/SDG’den yana.
ABD ARABULUCU
Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Genel Komutanı Mazlum Abdi, Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) Kobani’ye saldırmak için hazırlık içinde olduklarını söyledi. Endişelerini ABD’ye ilettiklerini söyleyen Abdi, “Beyaz Saray’la da çalışıyoruz, görüşüyoruz. Türklere baskı yaptıklarını ve bizimle Türkiye arasında arabuluculuk yaptıklarını biliyoruz” diye konuştu. ABD’nin devreye girmesiyle SDG ile SMO arasında hayata geçirilen ateşkesin bir haftadır devam ettiğini ifade eden Abdi, “Ortaklarımız aracılığıyla yapmaya çalıştığımız iki şey var: Birincisi kalıcı bir ateşkes sağlanması ve Türkiye’nin güvenlik endişelerinin giderilmesi” diye ekledi.
Abdi, Heyet Tahrir eş-Şam ile de iletişimlerinin güvenlik koordinasyonuyla sınırlı olduğunu belirterek şu ana kadar Şam’a bir heyet göndermediklerini söyledi. Trump’a bir mektup gönderdiklerini kaydeden Abdi, “ABD’nin Suriye’deki siyasi süreçte de rol oynamasını istiyoruz” dedi.
PYD Başkanlık Konseyi Üyesi Salih Müslim de yeni Şam yönetimine gönderdikleri mesajlara henüz yanıt alamadıklarını söyledi. Yine de olası müzakereleri yürütmek üzere bir heyet hazırladıklarını, umutlu olduklarını belirten Müslim, “Bu olmazsa kendimizi siyasi olarak savunacağız” dedi.
İSRAİL DESTEK Mİ VERECEK?
İsrail basınında son günlerde çıkan "İsrail’in Suriyeli Kürtleri Türkiye’ye karşı koruması gerektiği" şeklindeki yorumların sorulması üzerine Müslim, "Özellikle İsrail’den değil, herkesten destek istediklerini" söyledi. Müslim, "İsrail ile iletişimimiz yok, eğer böyle bir açıklamaları varsa elbette takdirle karşılarız" dedi, Türkiye’nin Ortadoğu’da izlediği tutumun "İsrail’i de rahatsız ettiğini" söyledi. Müslim, İsrail’in Türkiye’ye karşı SDG’ye destek vermesi nedeniyle Arap aşiretlerinin kendileri aleyhine tutum almasını beklemediğini de anlattı.
SİLAHSIZLANDIRMA ŞARTI
Suriye’deki duruma dair konuşan PKK Komite Üyesi Helin Ümit de SDG ve YPG’nin silahsızlanma sürecinin “demokratik bir meclis kurulmadan grup hakları, toplumsal hakları, birey hakları anayasada yerleri belirlenme” sonrası mümkün olabileceğini belirtti. Ortadoğu’nun İsrail eliyle bir küresel dizayna tabi tutulduğunu ifade eden Ümit, Suriye’de yaşanan gelişmelere “hazırlıklı olduklarını” savundu.
YOL HARİTASI ÇİZİLİYOR
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller da Rojava’da yeni bir çatışma yaşanmaması için Türkiye ve SDG ile temas halinde olduklarını açıkladı. Miller, Türkiye ile SDG arasında Minbiç kenti çevresinde sağlanan ateşkesin uzatıldığını da söyledi.
"SDG ile Türkiye ile ileriye dönük bir yol haritası hakkında görüşmeye devam ediyoruz” diyen Miller, Suriye’de artan çatışmanın hiçbir tarafın çıkarına olmadığını vurguladı.
ABD’den yapılan "Türkiye ile SDG arasında Menbic’te ateşkes sağlandı" açıklamasına yanıt veren Milli Savunma Bakanlığı (MSB) kaynakları "Dil sürçmesi olduğunu düşünüyoruz. Görüşmemiz söz konusu değil" dedi.MSB kaynakları, TSK’nın veya SMO’nun Fırat’ın doğusundaki YPG’ye operasyon hazırlığı içerisinde olduğunu da doğruladı.
MÜDAHALE AÇIKLAMASI
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da ABD Başkanı Donald Trump’ın Esad’ın devrilmesini “Türkiye’nin dostane olmayan bir işgali” olarak nitelendirmesine yanıt verdi. Türkiye’nin Suriye üzerinde kontrol kurma niyeti olmadığını vurgulayan Fidan, ABD’nin YPG’ye verdiği askeri desteği kesmesi gerektiğini vurguladı. Fidan, HTŞ yönetiminin YPG/SDG’nin kontrolü altındaki bölgeleri yeniden alması gerektiğini aksi takdirde müdahalede bulunabileceklerini kaydetti.
SÜREÇTE KÜRTLER OLMALI
ABD, Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkeler, Suriye’deki siyasi geçiş sürecinde Kürtlerin yer alması için bastırıyor. Ocak ayında Suriye konusunda uluslararası bir toplantıya ev sahipliği yapacak olan Fransa’nın Dışişleri Bakanı Jan-Noel Barrot geçiş sürecinde SDG’nin de yer alması gerektiğini belirtti. Barrot, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un AKP’li mevkidaşı Erdoğan ile yaptığı görüşmede bu noktaya değindiğini de ekledi.
Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock da, "Kobani, Kürtlerin IŞİD’e karşı cesur savaşlarının sembolüdür. Kan dökülmeye devam edilmesi, insanların 14 yıl sonra yaşaması gereken son şeydir" ifadelerini paylaştı.
BLINKEN’DAN UYARI
ABD Dışişleri Bakanı Antony Bilinken ise Suriye’de ortaya çıkan durumun inanılmaz derecede tehlikeli bir durum yarattığını kaydederek, “Ülkenin parçalandığı bir yol kesinlikle görebilirsiniz. Bunun Suriyeliler ve Suriye dışındaki insanlar için kötü sonuçları olacağını düşünüyorum” dedi.
Blinken, "Suriye’de istikrarın sağlanması, Amerika’nın oradaki askeri varlığının sürdürülmesi gerektiğini gösteriyor. Çünkü Suriye’deki iç savaş ve dışsal etkiler, sadece Suriye’yi değil, tüm Ortadoğu’yu ve dünyayı etkileyebilir" diye belirtti.
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, Rojava’da Türkiye destekli silahlı gruplar ile YPG arasında potansiyel bir çatışma riski bulunduğuna dikkat çekerek bu konuda Türkiye ve Katar ile iletişimin sürdüğünü söyledi.
Rusya ise Suriye’de kurulacak hükümetin oluşumu ve Kürtlerin bu süreçteki rolü hakkında ise tarafsız durmaya çalışıyor. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zaharova şu ifadeleri kullandı: "Bu konu Suriyelilerin kendileri tarafından kararlaştırılmalıdır ve dış bir mesele değildir. Suriye, köklü tarihi olan bir ülkedir ve farklı topluluklar arasında birlikte yaşama deneyimine sahiptir. Kendi geleceklerini inşa etmeleri gerekiyor.” Zaharova Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunduklarını da ekledi.
İMRALI ÜZERİNDEN BASINÇ
Çok aktörlü bir siyasal tasarım planlarının ortasındaki Suriye’de HTŞ üzerinden “ılımlı bir İslamcı rejim” oluşturma planında genel bir mutabakat oluşmuş durumda. İsrail ve ABD bölgesel politikalarını bu “figüranlar” üzerinden hayata geçirirken ülkenin Irak ve Lübnan gibi içeriden parçalanması olası senaryolar içinde ön plana çıkıyor. Bu olası planda Kürtlerin payına da bir şeyler düşüyor.
İşte bu “pay” Türkiye’nin en büyük korkusu. Yeni Osmanlıcı Saray rejimi Suriye’deki rejim değişikliğini zafer naralarıyla kutlasa da Kürtlerin olası kazanımları karşısında tedirgin. İsrail ile Suriye Kürtleri arasındaki artan yakınlaşmadan endişe duyan iktidar, SDG/YPG’nin yeni Suriye’de pay sahibi olmaması için tüm imkanlarıyla devrede. Bunun için NATO müttefiki ABD ile temasını yoğunlaştıran Ankara, SMO’yu fiili olarak kullanırken HTŞ’yi de yanına çekmeye çalışıyor.
Cumhur İttifakı diğer taraftan da Öcalan üzerinden sürece müdahale etme gayretkeşliğinde. Öcalan’ın YPG ve Suriye Kürtleri üzerindeki etkisini kullanmak isteyen iktidar, İmralı ile görüşmeyi pazarlık unsuru olarak kullanıyor. Şu ana kadar istediği sonucu alamadığından Öcalan ile görüşmeye onay verilmiş değil. Öcalan ve Kürtleri yanına alarak içerideki siyasi süreci dizayn etme girişimi Saray rejimi açısından bir beka sorununa dönüşmüş halde.
/././
Kıbrıslı hakkını kime sorsun?-Gözde Bedeloğlu-
TBMM Genel Kurulu’nda devam eden bütçe görüşmelerinde, tıpkı Diyanet İşleri Başkanlığı gibi, kendine ayrılan payla dikkat çeken kuruluşlardan biri de İletişim Başkanlığı. Cumhurbaşkanlığına bağlı olan İletişim Başkanlığı 2018 yılında kuruldu. Altı yıl önce bütçesi 344 milyon lira, çalışan sayısı da 584’tü. Bugün, 1600’den fazla çalışana sahip olan kuruma 2025 yılı bütçesinden ayrılan miktar 6 milyar lira. 2024 yılında toplam bütçesi 4 milyara çıkarılmıştı. Bunun içinden temsil ve tanıtma ödeneği olarak yıllık 656 milyon lira ayrılmış ancak başkanlık altı ayda bu miktarı aşarak 849 milyon lira harcamıştı. CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut’un yaptığı hesaba göre İletişim Başkanlığı günde 14 milyon lira harcıyor. Kurumun, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından belirlenen hedef ve görevleri arasında ‘kamuoyunun ve ilgili makamların zamanında ve doğru bilgilerle aydınlatılması için gerekli bilgi akışını sağlamak, basınla ilişkilerin düzenlenmesi için gerekli çalışmalarda bulunmak, yerli ve yabancı basın yayın organlarının ve mensuplarının çalışmalarını kolaylaştırmaya yönelik düzenlemeleri yapmak ve gerekli tedbirleri almak’ var. Buna karşın, Başkanlığa yöneltilen eleştirilerin başında, kurumun kamuoyu algısını iktidar lehine yönetmesi geliyor. Görevi basın mensuplarının çalışmalarını kolaylaştırmak olan İletişim Başkanlığı’nın bütçesi her yıl artarken Türkiye’nin dünya basın özgürlüğü sıralamasındaki yeri her yıl düşüyor.
KİM BU EŞİT EGEMEN?
Devletin her türlü iletişim, basın, yayın ve bilgi alışverişi faaliyetini denetleyen ve idare eden kurum olduğu belirtilen Fahrettin Altun yönetimindeki İletişim Başkanlığı’nın madde madde listelenen yetkisini nasıl ve hangi amaçla kullandığı ayrı bir tartışma konusu. Ben bugün Altun’un, hem görev sınırlarını aşarak hem de partisinin yıllardır savunduğu görüşe karşı çıkarak yaptığı bir açıklamaya dikkat çekmek istiyorum. Altun, geçen hafta Yunanistan’da yayınlanan Ta Nea gazetesine konuşmuş. Kendisine, Türkiye’nin Kıbrıs’ta iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyon için Birleşmiş Milletler tarafından belirlenen parametreleri kabul etmek için ne talep ettiğinin sorulması üzerine Altun, Kıbrıs’ta 60 yıl süren sonuçsuz müzakerelerin ardından Türklerin, modası geçmiş ve yaşaması olanaksız federasyon modelinden rızalarını çektiğini söylemiş. Kıbrıs Adası’nda iki ayrı halk ve iki ayrı devlet olduğunu kabul etmenin zamanı geldiğini, çözümün ancak bu temelde başarılı olabileceğini eklemiş. Cümlelerinden kolaylıkla anlaşılabileceği gibi Altun düşüncesini paylaşmıyor, Kıbrıslı Türkler adına konuşuyor, net bir şekilde federasyon modelinden vazgeçtiklerini söylüyor. Bundan üç ay önce Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, uluslararası toplumu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni eşit egemen bir devlet olarak tanımaya, diplomatik, siyasi ve ekonomik ilişkiler kurmaya davet etmişti. Madem KKTC, eşit egemen bir ülkedir ve dünya artık bunu böyle kabul etmelidir, o halde nasıl olur da başka bir ülkenin Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı çıkıp koca bir halk adına federasyon modelini terk ettiğini söyleyebilir? Bu diplomatik bir tavır olmadığı gibi, Kıbrıslı Türklerin iradesine de açıkça karşı gelmektir. Ayıptır, gurur kırıcıdır. Altun’un elinde, bu kesinlikte konuşmasına neden olan bir araştırma mı var? AKP destekli KKTC hükümeti ülkenin nüfusunu bile açıklamıyor. Kaç kişi federasyona karşı, kaç kişi iki ayrı devletli çözüme sıcak bakıyor? Peki ya cumhuriyetçiler? Altında Türkiye’nin de imzasının olduğu Garanti Antlaşması’nda belirtildiği gibi kaç kişi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğüne saygılı bir çözümden yana? Bunların hiçbirini bilmiyoruz? Ama Fahrettin Bey belli ki biliyor ve kendinde Kıbrıslı Türkler adına konuşma hakkını da pekala görüyor.
İRADE GASPI VE RANT DÜZENİ
Bir yandan KKTC’nin eşit egemen ve bağımsız bir devlet olduğunu iddia edecek diğer yandan bürokratından siyasetçisine, Kıbrıslı Türklerin iradesini yok sayan açıklamalar yapacak ve hatta ‘nankörler, beslemeler’ diyerek hakaret edeceksiniz! Türkiye, yürüttüğü bu çelişkili siyasetle çözüme katkı sunan bir pozisyon elde edemeyeceği gibi Kıbrıslı Türklerin de saygısını yitirmeye devam edecektir. Çelişki elbette tek taraflı değil, KKTC’nin eşit egemen ve bağımsız bir ülke olduğunu söyleyen KKTC hükümetinden de Altun’un Kıbrıslı Türkler adına yaptığı açıklamaya karşı çıkan olmadı. Aksine, Erdoğan’ın emriyle Lefkoşa’da yapılan külliyesine yerleşmeyi bekleyen KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar da federasyon modelinde ısrarcılığın statükoculuk olduğunu savundu. Evet, belki iktidardan değil ama sivil toplumdan Kıbrıslı Türklerin iradelerinin yok sayılmasına karşı tepki geldi. Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası Başkanı Selma Eylem, Altun’un Kıbrıslı Türkler adına konuşmuş olmasını eleştirdi ve Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine uyguladığı politikalarla Kıbrıslı Türklerin iradesinin sistematik olarak hedef alındığını vurguladı. “Türkiye’de ne varsa aynısı Kuzey Kıbrıs’a taşınmak isteniyor” diyen Selma Eylem, kurumların işlevsizleştirildiğini ve doğal kaynakların sermayeye peşkeş çekildiğini belirterek adanın kuzeyinde rüşvet, torpil, mafya düzeni, kara para aklama, bet ofisler, casinolar, insan kaçakçılığı gibi faaliyetlerle uluslararası hukukun dışında bir rant düzeni yaratıldığını, iki devletli çözüm ya da KKTC’nin tanınması söylemlerinin de bu düzenin devamı için dillendirildiğini söyledi. Bakalım Eylem’e ilk tepki kimden gelecek. Zira Kıbrıs’tan gelen benzer itiraz ya da hoşa gitmeyen yargı kararları karşısında bir ‘ana’ olarak Türkiye ‘yavrusunu’ yüksek tonda uyarmaktan hiç geri durmamıştır. Örneğin, 2021 yılında KKTC Anayasa Mahkemesi’nin, Din İşleri Dairesi’nin Milli Eğitim Bakanlığı izni ve devlet denetimi olmadan Kuran Kursu düzenlemesini engelleyen kararı sonrası Erdoğan, Kıbrıs’ın laikliği Türkiye’den öğrenmesi gerektiğini söylemiş ve “bu tavır değişmezse atacağımız adımlar farklı olacak” demişti. Kıbrıs’ta külliye inşaatına karşı çıkan CTP Milletvekili Doğuş Derya “Bir yerde saraylar artıyorsa orada Cumhuriyet rejimi risk altında demektir” diye konuştuktan sonra AKP’li Ömer Çelik Derya’yı hadsizlikle suçlamış ve sözleri için “radikal Yunan ve Rum tezleri ile PKK’nın Türkiye’yi hedef alan açıklamalarının sentezinden başka bir şey değildir” demişti. Afrin harekatını eleştirdiği için Erdoğan’ın ‘pespaye bir gazete’ ifadesini kullandığı Afrika gazetesi Kıbrıs’ta bir grup ülkücü tarafından saldırıya uğramış ve gazetecilere linç girişiminde bulunulmuştu. Sorarım, siz hiç KKTC gibi, halkı düzenli olarak hakarete uğrayan, iradesi göz ardı edilen başka bir eşit, egemen, bağımsız ülke gördünüz mü dünya üzerinde? Tanınmayışı gibi bu alanda da biricik kendisi.
/././
Hükümetin sosyal adalet borcu icralık -Özgür Gürbüz-
Hükümet, belediyelerin Sosyal Güvenlik Kurumu’na borçlarını konuşmamızı istiyor ama asıl konuşmamız gereken hükümetin sosyal adalet borcu. SGK borcu ödenir ama AKP-MHP hükümetinin sosyal adalet borcu öyle büyüdü, öyle birikti ki iktidar değişikliği dışında hiçbir icra işlemi bu borcu kapatamaz.
Sosyal adalet toplumun her bireyinin aynı haklara, yükümlülüklere ve fırsatlara sahip olmasıdır. Devlet, ayrım yapmadan her bireyini korumalı, her bireye kamusal sağlık ve eğitim hizmeti sunmalı, işçi haklarından adil vergilendirmeye, fırsat eşitliğinden servet dağılımına kadar birçok alanda toplumun farklı kesimleri arasındaki uçurumu daraltmalıdır. Türkiye’de ise son 22 yılda bunun tam tersini gördük.
Türkiye’de ilköğretim ve ortaöğretimde okuyan öğrenci sayısı 18 milyon 710 bin. Bu öğrencilerin 15 milyon 849 bini devlet, 1 milyon 631 bini özel ve 1 milyon 229 bini de açık öğretimde okuyor. Özel okullarda okuyan azınlık kadar, okula uzaktan devam etmek zorunda olanlar var. Eşitsizlik hemen göze çarpıyor. Ayrıca, devlet okullarının içinde sadece bir tip dini inanca göre eğitim vermek üzere tasarlanmış imam hatip okulları da var. Birkaç istisna dışında devlet okullarının eğitim kalitesini biliyoruz. Özellikle yabancı dil ve özgürlüklerle ilgili sıkıntılar var. Özel okullara gitmek ise ateş pahası. Eğitimde eşitlikten söz edebilir miyiz?
Sayısal bir karşılaştırma da yapalım. Özel okullardaki derslik sayısı 134 bin. Özel okullardan 10 kat daha fazla öğrenciye sahip devlet okullarında ise derslik sayısı 608 bin. Öğrenci sayısı 10 kat, derslik sayısı ise sadece 4,5 kat fazla. Devlet okuluna giden bir öğrenci, özele göre iki kat kalabalık bir sınıfta oturmak zorunda. Nerede eğitimde sosyal adalet? Milli Eğitim Bakanlığı’na haciz koymanın zamanı gelmedi mi?
Sosyal adaleti ölçebileceğiniz önemli bir alan da sağlık. Sağlık Bakanlığı’nın son verilerine göre, Türkiye’de 1555 hastane var; üçte birinden fazlası özel hastane. Özel hastanelerde ücretler ateş pahası. Bin liranın altında muayene ücreti kaldı mı, emin değilim. Gelir durumumuz ortada. DİSK’in son araştırmasına göre Türkiye’de 15 bin 300 TL ila 18 bin 700 TL arasında ücret alanların sayısı 8,5 milyon. Özel sektör çalışanlarının neredeyse yarısı bu grupta yer alıyor. Özel hastanelerde muayene olmaya kalkan asgari ücretlinin o ayın sonunu getirme şansı yok. Kamu hastanelerinde ise beş dakikalık muayeneler, hastaların yığıldığı koridorlar ve müdahale gerektiren bir işleminiz varsa uzun bekleme süreleri ‘kaderiniz’. Sağlık hizmetlerini özele, yani parası olana tahsis eden Sağlık Bakanlığı’na haciz koymanın zamanı gelmedi mi?
Sosyal adalet denince eğitim ve sağlık hemen akla gelen konular ancak sosyal adaletin sınırları aslında çok daha geniş. Bireysel hakların korunmasından fırsat eşitliğine kadar, kamusal alanların dokunduğu birçok alanı kapsıyor. Tüm yurttaşların ücretsiz yararlanabildiği müştereklerimiz olan orman alanlarının veya kıyıların özel şirketlere tahsisinden bu bağlamda bahsedebiliriz. Vergilerimizle yayın yapan TRT’nin sadece hükümetin görüşleri için kullanılması, sosyal medya gibi kamuya mal olmuş iletişim kanallarındaki engellemeler…
Bir de detaylarda kaybolan saldırılar var. Vergi aflarıyla yurttaşların belli bir kesimi için haksız kazanç sağlanması gibi. Ya da cemevlerinin ibadethaneden sayılmaması. Okullarda Noel Baba’yı yasaklayarak ülkesinde yaşayan binlerce Hıristiyan’ın ötekileştirilmesi, suçlu hissettirilmesi. Mülakatlarda politik ve dini görüşlere göre ayrımcılık yapılması.
İşçilerin, sivil toplum örgütlerinin grev ve protesto haklarını kısıtlayarak sosyal adaletin temel taşlarından ifade özgürlüğü ve sosyal hareketliliğin engellenmesi. Herkesin vergisiyle yapılan köprü ve otoyolların sadece parası olanların hizmetine sunulması. Belediye hizmetlerini belli bir yaşam tarzı ve çevrenin isteğine göre düzenlenip diğerlerinin dışlanması.
Yaşlılar, yoksullar, kadınlar ve çocuklar gibi dezavantajlı grupların adalet ve güvenlik gibi haklarına erişiminin politik ve yaşam tarzı gibi gerekçelerle kısıtlanması. Liste uzayıp gidiyor. Eğitim paralı, sağlık paralı, hayat da pahalı. Sosyal adaleti 22 yılda lime lime eden hükümete ne zaman haciz koyacağımızı konuşsak mı?
/././
İşte yeni Türkiye yüzyılı; tüm meslek liseleri “MESEM” leştiriliyor(I) -Feray Aytekin Aydoğan-
İngiltere’de 19. yy.’ın başlarında haftanın diğer günlerinde çalıştıkları için çocuklar için yalnızca Pazar günleri okulların açık olması uygulaması yaşama geçiriliyor. Bu okullar da çocuklara yazmayı değil yalnızca okumayı hedefleyen okullar. Yalnızca okumayı öğrenmelerinin gerekçesini işle ilgili talimatları okuyabilmeleri ve işteki becerilerini arttırmaları için diyerek açıklıyorlar. Çocukların yazmayı öğrenmeleri ise tehlikeli bulunuyor. Çünkü eğer yazmayı öğrenirlerse fikirlerini ifade edip yaygınlaştırabilirler.
Meslek lisesi memleket meselesi sözünün aslının meslek liselerinin patronların, şirketlerin beka meselesi olduğunu atılan her adımda görüyoruz.
Ülkemizde yaşanan okullaşma politikası ile mesleki eğitim merkezleri (MESEM) ile ülkemizde çocuklara 19. yy sömürü koşulları yaşatılıyor. Çocuklar yalnızca haftanın bir günü okula gidiyor. Hatta o bir günde de okullara gitmediklerini öğretmenlerin, çocukların açıklamalarından biliyoruz. Dört gün çalıştırılacakları söyleniyor ancak haftanın tüm günleri uzun saatler, esnek çalışma koşullarında çalıştırıldıklarını da biliyoruz.
Sektör içi, sektöre entegre, bölge, ihtisas okulları adıyla dört yeni okul modeli ile okullar şirketlere çocukların bedava iş gücü haline getirildiği yerlere dönüştürülüyor. Mesleki ve teknik eğitim politika belgesinde tüm adımlar ayrıntılı bir şekilde açıklanıyor. Okullar bu model ile organize sanayi bölgelerinin, fabrikaların, büyük işletmelerin yoğun olduğu yerlere açılacak ya da buraları ile ilişkili hale getirilecek. Çocukların öğrenci kimliği ellerinden alınarak, okulla, öğretmenle bağı koparılarak çocuk işçilere dönüştürülecek. Daha da fazla çocuk sömürüsü için çocuklar bu işletmelerin olduğu yerlerde yatılı da kalacak. Okul değil bir nevi çocuk işçi kampları tarif ediliyor.
SERMAYEYE DEVREDİLİYOR
Geçtiğimiz hafta Türkiye’nin ilk sektöre entegre meslek lisesinin otomotiv alanında Kütahya Simav’da açılacağı açıklandı. İsmet Kazcıoğlu Otomotiv ile mesleki eğitim iş birliği protokolü imzalandı. İmza törenine katılan isimler de tabloyu özetliyor. İmza atanlar AKP milletvekili, mesleki ve teknik eğitim genel müdürü, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Mesleki eğitim Kurulu ve Simav Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı. Siyasi iktidarın temsilcisi, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) temsilcisi, patronların temsilcisi.
TOB temsilcisi Şeref Kazcıoğlu aynı zamanda firmanın onursal başkanı, firma da oğlu İsmet Kazcıoğlu’na ait.
Protokolde öğrenciler artık eğitim-öğretim faaliyetlerini üretim ortamında yapacaklar ifadesi yer alıyor. Artık öğrencinin yeri okul değil fabrikalar, organize sanayi bölgeleri olacak diyorlar. Meslek lisesi öğretmenlerine hizmet içi eğitimi de MEB değil şirket verecek. Öğrenciler çocuk işçilere, öğretmenler de şirket personeline dönüştürülüyor. Öğretim programlarının, basılı ve digital ders materyallerinin içeriğine de şirket karar verecek. MEB okulları adım adım sermayeye devrediyor.
TÜİK verilerine göre;
• 1990’lı yıllarda çocuk işçilerin çoğunluğu tarımda iken, günümüzde çocuk işçilerin yaklaşık yarısı (%45’i) hizmetler sektöründe istihdam edilmektedir. 15-17 yaş grubunda bu oran %50’nin üzerindedir.
• 1999’da çalıştırılan çocukların yalnızca %29’u ücretli çalışanlardan oluşurken, 2019 yılında bu oran %63’e çıkmıştır.
• Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine göre, MESEM’ler ile Türkiye’deki çırak sayısı son birkaç yılda yaklaşık iki kat artmıştır.
MESEM, çocuk işçiliğinin eğitim adı altında perdelenmesi, gizlenmesi işlevi görüyor.
Mesleki ve teknik eğitim politika belgesinde MESEM’lerin sayısının hızla artması da hedefler arasında. Ancak artık MESEM sömürüsü de patronlara yetmiyor. Dört yeni okul modeli ve mesleki ve teknik eğitim politika belgesi ile tüm meslek liseleri MESEM’leştiriliyor. Hatta ortaokulların meslek bölümleri açılarak çocuk işçilik ortaokul yaşına indiriliyor.
DEVREDİLEN KADER
4+4+4’ü değiştireceğiz açıklamalarının altında yatan da zorunlu, kesintisiz eğitimi ortadan kaldırmak. İktidarın mesleki eğitim politikaları eğitim hakkını kaldırmanın ön adımları. Öğrencilerin eğitim hakkı, öğretmenlik mesleği, öğretmenlerin mesleki hakları hedefte.
Yeni Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatında da din; ahilik, fütüvvet, fıtrat, kader gibi kavramlarla, genç girişimci ahiler projesi ile çocuk işçiliğine, sömürüye boyun eğmek, rıza göstermek için araçsallaştırılıyor.
Müfredatta özetle diyorlar ki; çocuk yaşta işçiliği dinimiz emrediyor. Sana iş, ekmek verene koşulsuz itaat şart. Karın tokluğuna çalışmak insanın fıtratında var. Açlık, yoksulluk koşullarında çalışmak anne-babadan çocuklara devredilen bir kaderdir.
İşte Yeni Türkiye Yüzyılı!
/././
İngiltere'de kaybolan Prof. Dr. Orhan Ekren'in cansız bedenine ulaşıldı
İngiltere'de kasım sonunda kaybolduğu açıklanan Prof. Dr. Orhan Ekren'in eşi Banu Ekren, akademisyenin cansız bedeninin Londra'daki Regent kanalında bulunduğunu açıkladı.(https://www.birgun.net/haber/ingiltere-de-kaybolan-prof-dr-orhan-ekren-in-cansiz-bedenine-ulasildi-585230)
Şam'da laiklik ve demokrasi talebiyle eylem
HTŞ öncülüğündeki cihatçıların iktidarı ele geçirmesinin ardından başkent Şam'da yüzlerce kişi demokrasi, laiklik ve kadın hakları için eylemde bir araya geldi.(https://www.birgun.net/haber/sam-da-laiklik-ve-demokrasi-talebiyle-eylem-585375)
DİSK, KESK, TMMOB ve TTB'nin yapmak istediği basın açıklamasına polis müdahale etti. 2025 yılı bütçe görüşmelerinin sürdüğü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) Çankaya Kapısı'nın önünde açıklama yapmak isteyen emek örgütü üyelerine polis müdahale etti. Devrimci İşçi Sendikları Konfederasyonu (DİSK), Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) 2025 bütçe görüşmelerini protesto etmek için TBMM Çankaya Kapısı önünde toplanmak istedi."Halk İçin Bütçe, Demokratik Türkiye" çağrısıyla yapılmak istenen basın açıklaması polis tarafından engellendi. Tüm Emekliler Sendikası üyelerinin de katıldığı eylemde Meclis'e yürümek isteyen emek örgütü üyelerine polis izin vermedi. Müdahalenin ardından Tüm Emekliler Sendikası, basın açıklamasını Sakarya Caddesi'nde yaptı.
Emperyalistlerin Türkiye’de mezhepçi politikalarla gerici faşistlere yaptırdıkları ilk organize saldırı olan Maraş Katliamı’nın 46. Yıl dönümüne girildi. Alevi yurttaşlara yönelik 19 -26 Aralık 1978 tarihinde gerçekleşen katliam, ülke siyasetinin de kırılma anlarından birini oluşturdu.
1978’in Nisan ayında Malatya’da, Eylül ayında ise Sivas’ta Alevilerin oturduğu bazı mahalleler yakılıp yıkılmıştı. Aralık ayına geldiğinde Maraş’ta ülke tarihinin en karanlık saldırılarından biri organize edildi. Aynı zamanda 12 Eylül askeri faşist darbesine giden süreci hazırlayan katliamda 7 gün boyunca resmi rakamlara göre 111 yurttaş katledildi, 559 ev ve 290’a yakın işyeri yakıldı.
ABD GÜDÜMLÜ KONTR-GERİLLALAR
Bu katliamın ardından ülkede alevi ve solcu avı başlatıldı. Maraş sonrası 1980’de alevi yurttaşlara yönelik Çorum, 1993’te ise Sivas’ta Madımak Katliamı gerçekleşti. Bu katliamların her birinde solculara, aydınlara ve alevi yurttaşlara saldıran gerici, şeriatçı, faşist kitleler devlet güçleri tarafından korundu. Yargılamalarda adalet işlemedi, sanıkların kimisi aklandı kimisi milletvekili bile yapıldı. Maraş sonrası gelen Çorum Katliamı mezhepçi politikalarla emperyalistlerin kurduğu oyunları bir kez daha gözler önüne serdi.
Ülkenin her yanını Maraş ve Çorum’a çevirmek isteyen ABD uzantılı kontr-gerilla örgütlenmeleri, dönemin alevi, sünni, ilerici, devrimci, demokrat yurttaşların ortak mücadelesiyle ördükleri direniş duvarına çarptı. 1979 yılının sonuna gelindiğinde Türkiye’de Amerika’nın, CIA ve Kontr-gerilla örgütlerinin arzuladığı ortam yaratılmış, iç savaş politikaları toplumu istenen psikolojik koşullara sürüklemiş ve adım adım 80 darbesi gerçekleşmişti. Bu darbeyle birlikte sol, sosyalist, aydınlanmacı, devrimci, ilerici örgütlenmelerin başı ezilmiş, Türk-İslam sentezli bugünkü gerici iktidarın temelleri 44 yıl öncesinde atılmıştı.
Maraş’ı, Çorum’u Sivas’ı kana bulayan gerici kuşatma bugün de AKP eliyle devam ediyor. Tarikat ve cemaatlerin önü açılırken eğitim sistemi Maarif Modeli, ÇEDES projeleriyle gericilik kıskacına alınıyor. Diyanet’in skandal fetvaları gündem olurken, sosyal yaşam gericilerin taleplerine göre kuşatılıyor. Hilafet bayrakları açan kitle sokaklarda yürüyüşler düzenlerken mahkeme salonlarında şeriat sloganları atılıyor. Kadını eve hapsetmek isteyen tarikat karanlığında çocuklar istismar ediliyor.
ORTADOĞU’YU KANA BULADILAR
Öte yandan emperyalistler, Maraş ve Çorum Katliamı’nın örgütlenmesinde devreye soktukları mezhepçi politikaları sadece Türkiye üzerinde değil, bütün bir Ortadoğu ülkelerinde de hayata geçirdi. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ekseninde Suriye başta olmak üzere tüm Ortadoğu benzer mezhepçi politikalarla kan gölüne çevrildi. Suriye’de Esad yönetimi, cihatçı HTŞ güçleri devreye sokularak düşürüldü. İlerici, aydınlanmacı, seküler güçlere savaş açan cihatçılar kimi zaman IŞİD kimi zaman El Kaide kimi zaman HTŞ gibi isimlerle ABD, İsrail, Batı’nın taşeronluğuna soyundu. Emperyalist- mezhepçi savaşların sonucunda pek çok ülke parçalandı, yüzbinler insan hayatını kaybetti. Milyonlarcası yerinden yurdundan edildi. Çağdaş yaşama düşman, bilim ve aydınlanma karşıtı, kadınları eve hapseden, kız çocuklarının okumasına engel olan gerici yapılar yüzünden toplumsal hayat adeta cehenneme çevrildi. Ortadoğu’nun stratejik noktaları, enerji kaynakları emperyalistlerin kontrolüne geçti.
Ülkemizi ve Ortadoğu’yu yıllardır kan gölüne çeviren, toplumsal hayatı kuşatan, emperyalistlere hizmet eden mezhepçi, gerici, siyasal İslamcı politikalara karşı devrimci, ilerici, laik, birleşik ve örgütlü bir mücadele ise bugünün en acil ihtiyaçlarından biri olarak karşımızda duruyor.
∗∗∗
MEZHEPÇİ KARANLIĞA TESLİM OLMAYIZ
Maraş Katliamı’nın yıldönümünde sol ve sosyalist partiler açıklamalarda bulundu.
• SOL Parti: Suriye’de cihatçı çeteler üzerinden ülkemizde de mezhepçi-faşist karanlık kışkırtılıyor. Amerikan güdümlü siyasal İslamcı tek adam rejiminin cihatçı politikaları bu kışkırtmalara zemin oluşturuyor. Yandaş yazarların dilinden Alevi yurttaşlarımıza karşı ayrımcı ifadeler düşmüyor. Sosyal medyada isimsiz bazı hesaplar üzerinden Alevi-Bektaşi inancına yönelik aşağılayıcı, küçümseyici ifadeler pompalanıyor. Bu katliama zemin hazırlamak için ülkedeki mezhep çatışmasını yükseltmek istemişler, halkımızı Alevi-Sünni diye bölmeye parçalamaya çalışmışlardı. Tüm bu katliamların sonucunda da sıkıyönetimlere ve 12 Eylül’de gerçekleşecek Amerikancı darbeye zemin hazırlamışlardı. Ülkenin her yanını Maraş’a döndürmeye yönelik faşist katliamlara devrimciler Alevi’si Sünni’siyle bütün halkı birleştirerek mücadele etti. Ülkenin her yanı Maraş olmadıysa, bunun onuru devrimcilerindir.
• TİP: Maraş’ta ülkücü çeteler 46 yıl önce canlarımızı katletti. Katliamcı faşist zihniyetin vahşice canına kıydığı yurttaşlarımızı saygı ve özlemle anıyoruz. Ülkemize ve Alevi yurttaşlarımıza bu zulmü yapanları unutmadık, affetmedik; hepsiyle hesaplaşacağız!
• TKP: 46 yıl önce bugün, ülke tarihinin en kanlı katliamlarından birini yaşadık. 19 Aralık’ta başlayıp 26 Aralık’a kadar süren ve devletin seyirci kaldığı katliam, doğrudan NATO beslemesi MHP’liler tarafından hayata geçirildi. Tam da bu sayede ülke, patronların istediği yörüngeye, 12 Eylül’e, bu kanlı katliamlarla teslim edildi. Bu kanlı sömürü düzenine son verdiğimizde sözümüzü de yerine getireceğiz, Maraş’ın hesabını soracağız.
• CHP: Maraş Katliamı’nın yıl dönümünde, hayatını kaybeden canları saygıyla anıyoruz. Geçmişte yaşanan acılardan ders alarak barış, kardeşlik ve adalet dolu bir gelecek için mücadele etmek hepimizin sorumluluğu. Unutmadık, unutturmayacağız.
***
Birgün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder