Sayın Serdar Adalı ve Sayın Hüseyin Yücel… Çarşı’nın dediği gibi: Tarih her şeyin şahididir, yapmayın!-Eray Özer-
Zamanın ruhu bizi ne kadar değiştirmiş olursa olsun Beşiktaş taraftarı hâlâ Karadeniz’e kanser araştırma hastanesi talep eden taraftardır. İşte o yüzden memleketin herhangi bir karışında biten çiçeği kopararak gelecek şampiyonluklar yerine, kesile kesile avuç içi kadar kalan Çamlık’ta bir öğle sonrası kümede kalma hayalleri kurmayı yeğler bu taraftar
“Uluslararası Astronomi Birliği, Pluton için ‘o artık gezegen değil’ dediğinde, kandırılmışlık duygusuna kapılmanın ne olduğunu iyi bildiğimiz için ‘bi dakkaaa!’ dedik… ‘hepimiz Pluton’uz!’
Hasankeyf, yunuslar, sokak hayvanları…
Bilemedik, bilemedik, bilemedik.
Daha çok sevmemekmiş asıl suçumuz, bilemedik.
Karadeniz için haykırdık; kimsenin diline, genzine o çaylar dökülmesin diye. Karadeniz’e kanser araştırma hastaneleri yapılsın diye inim inim inledik.
Van’a 8 değil, 18 konteynır alamamaktır vicdani suçumuz.
17 Ağustos’taki acıyı biz neden daha çok hafifletemedik ki?
Henüz biber gazı da icat olmadıydı üstelik.
Biz buna yangınız.
İçimizde yangın çıkardık, suçluyuz…
Kaz Dağları ile akrabalığımız, Ferhat’a olan hayranlığımızdan olmadı.
Peki ya Şirin bilseydi Munzur Çayı’nın gizemini, Ferhat’ın hali nice olurdu?
Biz de geç kalmışız be Schindler, evet. İnsanlık için, halkımız için daha çok güzellikler yapabilirdik.
Düğün nedir bilemedik; ama cenazelerimizi hep kendimiz kaldırdık.
Evvellerimiz ve geleneğimiz olduğu için, dayatılana karşı çıkıp başka bir dünyayı mümkün görebiliyoruz. O yüzdendir ki, ‘her şeyin, herkesin bir fiyatı vardır’ diyen meymenetsiz patronun suratına parayı çarpan güzel abimizi sinema salonunda alkışladığımız anın heyecanını hep içimizde yaşıyoruz.
Tarih, bugüne kadar söylediğimiz her sözün ve yaptığımız her şeyin şahididir. Bizim hakikatimiz, isnat edilenlerle değişmez.
‘Ağaçları sulamanın bir adalet, dikene su vermenin ise bir zulüm olduğunu’ çok ama çok, çok iyi biliyoruz.
Bizim aradığımız şey bambaşka…
Şairin dediği gibi, ‘ne ağaca benzer ne de buluta’
Hukuk ve ahlak kurallarının kesiştiği yerde vicdan arıyoruz biz, vicdan!”
İmza: Beşiktaş Çarşı
Gezi’den yargılanırken böyle demişti Çarşı.
Az Önce Konuştum programında Candaş Tolga Işık’ın moderatörlüğünde Beşiktaş’ın iki başkan adayı Serdar Adalı ve Hüseyin Yücel tartışırken geçti bu açıklama aklımdan…
Serdar Adalı ve Hüseyin Yücel Az Önce Konuştum programında (soldan sağa)
Ülkemiz futbolunu içine düştüğü bu halde daha fazla takip etmeye yüreği elvermeyen doğma büyüme bir Beşiktaşlı olarak yazıyorum bu satırları.
Derdim futbol değil. Derdim şampiyonluklar, kupalar değil.
Derdim bir ruhu zamana karşı korumak… Koruyabilmek. Bunun için bir çift kelam etmemiş olmamak.
Derdim “Ağacı sulamak adalet, dikene su vermek zulümdür” diyen bir vicdanın varlığından Beşiktaş başkan adaylarını -eğer farkında değillerse- haberdar etmek.
Nasıl bir taraftar grubunun gönül verdiği kulübe başkan olacaklarını onlara naçizane bir kez daha hatırlatmak…
O yüzden çok uzatmak istemiyorum yazıyı. Kısaca meramımı dillendirip çekileyim istiyorum:
Dün akşam programda Serdar Adalı, Hüseyin Yücel’in Akatlar Projesi’ni eleştirirken Akatlar’daki arazinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait olduğunu belirterek “Hiçbir şekilde o bölgede spora ayrılan bir alanın konut alanına çevrilmesinin imkânı yok” diyor.
Hüseyin Yücel şöyle karşılık veriyor: “Niye? Ayet mi bu?”
Serdar Adalı’nın yanıtı: “Ayet değil ama kanun” şeklinde oluyor.
Yücel “Öyle bir kanun mu var? Olur mu öyle kanun” şeklinde çıkışıyor: “Ben kendi okullarımdan biliyorum…”
Adalı cevap veriyor, bu kez sporun yanına konuta çevrilecek alanın “yeşil” olduğu bilgisi de ekleniyor: “Spor alanını, yeşil alanı konuta çevirebilir misiniz ya?”
“Tabii ki” diyor Hüseyin Yücel. Ve en çarpıcı cümleyi “yanlışlıkla” ağzından kaçırıyor: “Cumhurbaşkanlığı kararıyla bile rezerv alan ilan ediyorlar. Rezerv alan ilan edildikten sonra…”
Serdar Adalı anında “uyanıyor” duruma. Elini ağzına götürüyor, “Sus” işareti yapıyor Hüseyin Yücel’e.
Yücel anlıyor ki, ağzından “yanlış” bir şeyler çıktı, hemen kesiyor cümlesini, konudan uzaklaşma arzusuyla “Bir sürü, bir sürü işler…” diyerek bitiriveriyor lafını.
Sayın Adalı… Sayın Yücel…
Size bir Beşiktaşlı olarak naçizane mesajım şudur:
Biliyorum, 2013’ten bu yana dünya çok değişti.
Türkiye çok değişti.
Biz çok değiştik.
Ahlak kavramı değişti.
Namus kavramı değişti.
Vicdan değişti.
Türkiye’de futbol değişti.
Transfer politikaları değişti.
Taraftarlar değişti.
Çarşı değişti.
Herkes, her şey değişti.
Rakipler bir yerlere stat yaptı, bir yerlerde konut projesi başlattı.
Beşiktaş’tan bir adım öne geçtiler, şampiyon oldular, dünya yıldızlarını getirdiler.
Taraftar üzülüyor, kahroluyor, öfkeleniyor.
Bunların hepsini görüyoruz, okuyoruz, izliyoruz.
Umarız kongre sonucunda biriniz seçilecek, bu sorunlara çareler geliştirecek, taraftarı mutlu edeceksiniz.
Lakin şunu bilin isterim:
Zamanın ruhu bizi ne kadar değiştirmiş olursa olsun Beşiktaş taraftarı hâlâ Karadeniz’e kanser araştırma hastanesi talep eden taraftardır.
Kaz Dağları’yla akraba…
Munzur Çayı’na vurgun…
Plüton’a, sokak hayvanlarına, Hasankeyf’e, yunuslara ve kâinatın herhangi bir yerinde herhangi bir canlıya, maddeye, anıya ve tarihe karşı yapılan haksızlıklara tepkili…
17 Ağustos’ta, Van’da, Hatay’da daha fazlası elinden gelemediği için mahcup bir taraftar grubudur Beşiktaş.
Biz böyle biliyoruz Beşiktaşlılığı.
İşte o yüzden memleketin herhangi bir karışında biten çiçeği kopararak gelecek şampiyonluklar yerine, kesile kesile avuç içi kadar kalan Çamlık’ta bir öğle sonrası kümede kalma hayalleri kurmayı yeğler bu taraftar.
Dolayısıyla Akatlar’da, bilmem nerede, birbirinize kaş göz işareti, sus pus yaparak “gerekli yerlerden” el altından geçireceğiniz projelerden sağlanacak kaynaklarla gelecek şampiyonluk varsın eksik kalsın.
Siz söylememiş olun, biz duymamış olalım.
“Hukuk ve ahlak kurallarının kesiştiği yerde vicdan arayan” bir taraftar grubuna gelin, bunu yapmayın.
Yapmayın, çünkü yine Çarşı’nın diliyle söylersek, “tarih her şeyin şahididir” ve -kimse istemez böyle bir şeyi ama- tarihle yargılanırsınız.
Uzatmayayım, maksat hasıl oldu, siz anladınız.
Kongrede her ikinize de başarılar.
/././
Patronlara SGK primi indirimi, yerel yönetimlere haciz!-Mustafa Durmuş-
Ülkenin feraha çıkışı ve refaha kavuşması; merkezin aşırı biçimde güçlendirilerek oligarşik yapıların eline geçmesinin karşısında yereli güçlendirmekten geçiyor. Bu güçlendirme hem mali hem de idari olarak yerel yönetimlerin özerliğini de gerekli kılıyor
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan
İktidar 5’i büyükşehir olmak üzere, Muhalefetin yönetiminde olduğu toplam 6 belediyeye ve bunların bünyesindeki şirketlere 20 milyar TL civarındaki gecikmiş Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) prim borçlarından ötürü haciz gönderdi. Üstelik bu borçların, azımsanamayacak bir kısmı (en az üçte biri) eski AKP’li belediye yönetimlerinden kalma borç.
Bu belediyeler Ankara (bağlı şirketler), İstanbul, İzmir, Adana ve Mersin Büyükşehir Belediyeleri ile İstanbul’daki Şişli Belediyesi.
Haciz yetmedi maaşlara bloke kondu!
Sadece haciz gönderilmekle kalınmadı, aynı zamanda Ankara BŞB’nin şirketlerindeki çalışanların maaşlarına da bloke koyduruldu. İşçiler bu ay sonunda maaşlarını alamamak gibi bir riskle karşı karşıya.
Ülkedeki tüm belediyelerin SGK prim borçlarının tutarının 96 milyar TL olduğu daha önce Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan tarafından açıklanmıştı.
Özel hastanelere yapılan ödemelere ne demeli?
Işıkhan keşke, Bakanlığına bağlı bir kurum olan SGK’nın, “yenidoğan çetesi” örneğinde olduğu gibi, “adları bebek cinayetlerine karışanlar da dahil olmak üzere, özel hastanelere sadece geçen yıl 35 milyar TL ve bu yıl şu ana kadar 50 milyar TL ödediğini de söyleseydi.
Bir başka deyişle, kamu hastanelerinin verebileceği hizmetler, yapılan özelleştirmelerle, sağlıkta çete kurmuş bir kesimin kurduğu merdiven altı tabir edilen sözde hastanelerden alınıyor, böylece oralara SGK’dan milyarlarca lira aktarılıyor. Bu durum onların iştahını daha da kabartıyor ve yeni usulsüzlükleri, yolsuzlukları, kötüye kullanımları teşvik ediyor.
Diğer taraftan, halka hizmet götüren ve üstelik de gelirleri mevcut düzenlemelerle budanmış olan, bu yüzden kendi yağlarıyla kavrulmaya çalışan iktidarın kayyumlarla ele geçirmeye çalıştığı belediyelerle ilgili olarak terörle iltisaklı, israfçı, müflis algısı yaratılıyor.
Sermayeye prim desteğine devam!
Dahası, iktidarın bu yıl, sermaye kesiminden “5 puanlık SGK prim indirimi” adı altında verilen teşvik kapsamında 242 milyar 811 milyon TL’lik prim alacağından vaz geçtiği de ortaya çıktı. Halka kemerlerin sıktırıldığı bu dönemde bu destek sadece bazı bazı sektörlerde 1 puan indirilerek yüzde 4 olarak verilmeye devam edilecek.
“Sosyal Güvenlik Kurumu’nun almaktan vazgeçtiği bu primleri kim karşılıyor” dersiniz? Hazine ve Maliye Bakanlığı elbette. Bakanlık bu yıl şu ana kadar bu tutardaki parayı SGK’ya aktardı.
306 milyar liralık “görev zararı”
Ancak en büyük bütçe ödeneğine sahip bulunana Hazine ve Maliye Bakanlığının transferleri SGK ile sınırlı değil.
Kasım ayı bütçe gerçekleşmelerine göre, Hazine ilk 11 ayda Elektrik Üretim AŞ’ye (EÜAŞ) 198 milyar TL, Ziraat Bankası’na 75 milyar TL ve Halk Bankası’na 33 milyar TL olmak üzere toplam 306 milyar TL “görev zararı” adı altında para aktardı.
Neden transfer yapıyorsunuz?
Şimdi, Sosyal Güvenlik Kurulu’na yapılan transferle ilgili olarak ilgili Bakanlara “bu transferin nedeni nedir” diye sorsanız, muhtemelen, “kayıt dışılıkla mücadele etmek” ya da “mükelleflerin vergiye uyumunu sağlamak için” diye yanıt vereceklerdir. Bankaların görev zararlarını sorsanız “döviz kurunun ve ekonominin istikrarını sağlamak için” diyeceklerdir.
Oysa sırasıyla; kayıt dışılık üzerindeki etkisi konusunda vergi oranları ve SGK primleri, patronların aşırı kâr hırsı gibi hedeflerinden ve ödememe alışkanlıklardan ve denetimsizlikten çok daha küçük bir öneme sahip.
Yani bazı sermaye çevreleri vergi ve prim ödememeyi kârını artırmak için ve devlete ödeme yapmamayı alışkanlık haline getirdiklerinden sürdürüyorlar. Nitekim kurumsallığını tam olarak sağlamış diğer şirketlerin vergilerini ve primlerini düzenli ödemeleri bunun bir kanıtı.
Vergilemede çifte standart!
Mükellef uyumu ise vergi mükellefine bir tür rüşvet vermenin kibarca adlandırılmasından başka bir şey değil. Ücretlinin gelir vergisini kaynağından keserek daha eline geçmeden tahsil eden Maliye, sermaye gelirleri ve sermaye kesimi söz konusu olduğunda bu kesimlerin yıllık beyanname vermelerini yeterli buluyor.
Beyannamelerde eksik matrah beyan etmesinler ya da kayıt dışı işçi çalıştırmasınlar diye de “vergiye mükellef uyumu” adı altında bu kesimlerden alacağı hem verginin hem de sigorta primlerinin bir kısmından vazgeçiyor.
Yani işçisine, memuruna güvenmeyen Maliye, sermayedara, rantçıya, faizciye fazlasıyla güvenebiliyor!
Yandaşa destek “görev zararı” olarak mı sunuluyor?
Bu üç kurumun özellikle de banka niteliğindeki ikisinin neden zarar ettiği ise ortada: Yandaş şirketlere sunulan düşük faizli krediler, düşük kurdan döviz satışları ve tahsil edilemeyen kredi borçları.
Kısaca sorunun kaynağı iktidarın yapmış olduğu sermaye yanlısı, emek karşıtı siyasal tercihler.
Belediyeler kamu hizmeti sunuyor!
Diğer taraftan, başta belediyeler olmak üzere yerel yönetimlerin sunduğu hizmetler kamu hizmetleri niteliğindedir ve bu hizmetler kamu personeli aracılığıyla verilir.
Azami kâr peşinde koşan ve kamusal olmayan mal üreten özel sektörden aldığı primlerin bir kısmından vazgeçerken, sermaye ve iktidarın rahatça at oynattığı bankaların zararlarını görev zararı adı altında kapatırken, kamu hizmeti sunan belediyelerin prim borçlarını tahsil etmek için haciz göndermek nasıl açıklanabilir?
Yıllardır belediyeleri siyasal İslamcı cemaatlere ve yandaş şirketlere kaynak aktarmak için kullananlar, bu belediyeler ellerinden gidince, geri alabilmek için kayyumlar, hukuksuz tutuklamalar ve borçları zorla tahsil etmek gibi etik dışı yollara başvurmaktan, seçmenlerin iradesini yok saymaktan ve halkı cezalandırmaktan çekinmiyorlar.
Sonuç olarak
Ülkenin feraha çıkışı ve refaha kavuşması; merkezin aşırı biçimde güçlendirilerek oligarşik yapıların eline geçmesinin karşısında yereli güçlendirmekten geçiyor. Bu güçlendirme hem mali hem de idari olarak yerel yönetimlerin özerliğini de gerekli kılıyor.
Gelişkin toplumlara bakın oralarda güçlendirilmiş yerel yönetimlerin hem güçlü demokrasinin hem de güçlü ekonominin temel direkleri olduğu görebilirsiniz. Tabi güçlü bir demokrasi ve sürdürülebilir bir ekonomi yaratmak niyetiniz varsa…
/././
Görevlerin “kusursuz” yapıldığı, “uzman ellerin” yaralılara gaz sıktığı katliam -Gökçer Tahincioğlu-
10. İdari Dava Dairesi’nin verdiği karara göre, 10 Ekim katliamında ölenlerden Seyhan Yaylagül’ün yakınlarına toplam 900 bin manevi tazminata hükmedilmesi yanlıştı. İstinaf, toplam 32 bin lira maddi tazminat ödenmesine hükmetti. Manevi tazminatın da “zenginleşmeye yol açamayacağı” gerekçesiyle toplam 130 bin TL olabileceğini belirtti. Danıştay 10. Daire, İstinaf Mahkemesi'nin kararını virgülüne dokunmadan onadı
Hadi gelin hakikati konuşalım.
Cumhuriyet tarihinin en büyük terör saldırısı olan 10 Ekim Katliamı, bu ülkede yaşayanların büyük bir bölümünün umurunda bile olmamış, aksine ölenlerin kendilerini bilerek öldürdüğüne kadar varan komplo teorileriyle karşılanmıştır.
Ölenlerin, hemen ertesi gün, stadyumda, üstelik milli maçta ıslıklarla protesto edildiklerini zaten biliyoruz.
Ancak dünyanın hiçbir yerinde herhalde, 104 kişinin hayatını kaybettiği bir katliamı anmak için gelenlere her yıl polisin “müdahale etmesi” normal değildir.
Alana sadece belli kişilerin girmesine izin verilmesi normal değildir.
Alana anıt yapılması için yıllarca kampanyalar düzenlenmesi normal değildir.
Tıpkı katliamdan sonra “kokteyl terör” gibi saçmalıklarla top çevrilmesi gibi…
Basın toplantısında bakanların sorulara gülerek karşılık vermesi gibi…
* * *
Ölenlerin barış talebi için bir araya gelmesi elbette bütün bunların sebebi.
Ankara Garı önünde, 10 Ekim 2015’te barış talebi için bir araya gelen binlerce insanın ortasında iki canlı bomba kendini patlattı.
Canlı bombaların belli bir merkezde yetiştirilmeleri, ailelerin ihbarlarına rağmen yakalanmamış olmaları, üzerlerindeki bombalı yeleklerle bin kilometre yol gelip engellenmemeleri, taksiyle toplanma alanına kadar gelebilmeleri…
Öncesinde saldırıyla ilgili hiçbir istihbaratın alınmadığının açıklanması, ardından kısa süre önce IŞİD’in terör saldırısı düzenleyebileceğine yönelik gelen istihbaratın ilgili birimlere dağıtılmadığının anlaşılması…
Yaralıların üzerine gaz sıkılması, ambulansların önünün polis araçlarıyla kapatılması…
Hiçbir kamu görevlisinin yargılanmaması…
Gerçek sorumluların yakalanmaması…
Baştan sona rezaletler manzumesi…
* * *
Uğur Mumcu, bombalı suikast sonucu öldürüldükten sonra, Danıştay 10. Daire, terör saldırıları ile ilgili çok kritik bir karar verdi.
Mumcu, kendisi için koruma tahsis edilmesini istememişti.
Terör saldırısına uğrayacağına yönelik bir ihbar yoktu.
Buna rağmen Danıştay, devletin bu durumda bile sorumluluğu bulunduğunu, “kusursuz sorumluluk”, “sosyal risk ilkesi” gereği, olayda ağır hizmet kusurunun doğduğunu karar altına aldı.
* * *
Yıllar geçiyor, her şey gibi Danıştay da değişiyor!
10 Ekim’de yakınlarını kaybedenler, ardı ardına tazminat davaları açtı.
İdare mahkemelerinin büyük bölümü, bu davalarda başvuruları haklı buldu ve yakınlarını kaybedenlere maddi ve manevi tazminat ödenmesine karar verdi. Bu kararların dayanağı da Mumcu kararındaki gibi içtihatlardı.
Ancak bu davalardan birinde, istinaf mahkemesi, şaşırtan ama aslında şaşırtmayan bir karara imza attı.
10. İdari Dava Dairesi’nin verdiği karara göre, 10 Ekim katliamında ölenlerden Seyhan Yaylagül’ün eşine 15 bin, iki oğluna 10’ar bin, küçük oğluna 270 bin maddi tazminat ödenmesi, toplam 900 bin manevi tazminata hükmedilmesi yanlıştı.
İstinaf, kendisine göre yanlış olan bu kararı da “devletin sorumluluğu” ile açıkladı.
* * *
İstinaf Mahkemesi, özetle şu gerekçeleri bildirdi:
- Terör saldırısı yapılacağına dair istihbarat bulunmaması...
- Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığının saldırıdan kısa süre önce il emniyet müdürlükleri, terörle mücadele şubelerine gönderdiği yazılarda IŞİD’in uluslararası ses getirecek çapta eylem yapma kararı aldığı, seçtiği grubu eğitime tabi tuttuğu, canlı bomba eylemi dahil bir dizi eylem planladığı yönündeki istihbarat yazısının somut bilgiler içermemesi…
- Bu istihbarat yazısının ilgili birimlerce paylaşılmamasının ihmal anlamına gelmediği… Zira somut, açık bilgi içermediği, zaman ve kişi yönünden belge bulunmadığı, belgenin olaya ilişkin istihbarat anlamı taşımadığı…
* * *
İstinaf Mahkemesi, bununla yetinmedi…
Arama noktalarından canlı bombaların nasıl geçebildiği, güvenlik ihmali olup olmadığı yönündeki soruları yanıtlarken, “olay öncesinde ve esnasında davalı idare/idareler tarafından gerekli emniyet tedbirlerinin alındığı, önleyici ve güvenliğe yönelik bomba, alan aramalarının yapıldığı idarenin/idarelerin bu hususlara ilişkin hizmet kusurunun bulunmadığı sonucuna varılmıştır” ifadelerini kullandı.
İki ayrı kontrol noktasından geçilerek girilen alana canlı bombalar ellerini kollarını sallayarak giriyor ancak gerekli emniyet tedbirleri alınmış.
104 kişi saldırıda hayatını kaybediyor ancak gerekli emniyet tedbirleri alınmış.
Bir değil iki canlı bomba eylem yapıyor ama gerekli emniyet tedbirleri alınmış.
* * *
10 Ekim’de alanda bulunan herkes, ambulanslara yol açmak isteyen kalabalığa polisin müdahale ettiğini, bu sırada yerlerdeki yaralıların üzerine gaz sıkıldığını biliyor.
İstinaf’a göre bu da normal.
Şöyle diyor kararında:
“Olay sonrasında emniyet mensuplarınca biber gazı kullanıldığı iddiaları hakkında ise gaz kullanımının bu konuda sertifikalı güvenlik görevlileri tarafından gerekli görüldüğü için yapıldığı…”
Bundan sonra bir bombalı saldırıda yaralanırsanız ve üzerinize gaz sıkılıyorsa korkmayın!
Zira nefes alamıyor olsanız da mühim değil. Nefes alamamanız, sertifikalı güvenlik görevlileri tarafından gerekli görüldüğü içindir!
* * *
Ambulansların önüne polis araçlarının konulduğu ve sıkılan gaza rağmen tepki gösteren kalabalığın gayretiyle yolun açıldığını da herkes gördü alanda.
Ancak İstinaf’a göre bu da normal.
“Davalı idarenin/ idarelerin olay sonrası emniyet tedbirleri ve sağlık hizmetleri yönünden hizmet kusurunun bulunmadığı anlaşılmıştır.”
* * *
Hiç olmazsa devlet olmaktan, önlem almaktan kaynaklı bir ihmal yok mu, kusursuz sorumluluk, diğer ilkeler…
İstinaf’a göre bu da yok…
Şöyle diyor:
“Devletin, yetki alanındaki bireylerin güvenliğini sağlamak hususunda pozitif yükümlülüğü bulunmakla birlikte, bu yükümlülüğün, dava konusu olayda olduğu gibi, idari faaliyetle doğrudan nedensellik bağı bulunmayan ve temelde insan davranışlarının önceden bilinemez veya öngörülemez oluşuyla bağlantılı olarak meydana gelen toplumsal olaylarda, idarelerin oluşan gerçek zararı tazmin etmekle yükümlü kılınmalarını gerektirecek biçimde yorumlanmasına hukuken olanak bulunmamaktadır. Bu itibarla; Ankara Tren Garı’nda meydana gelen terör olayı neticesinde oluşan zararda idarenin/idarelerin hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluğunu gerektirecek herhangi bir işlem ya da eyleminin olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.”
İstinaf, bu gerekçelerle annelerini kaybeden çocuklara, eşini kaybeden babaya toplam 32 bin lira maddi tazminat ödenmesine hükmetti. Manevi tazminatın da “zenginleşmeye yol açamayacağı” gerekçesiyle toplam 130 bin TL olabileceğini belirtti.
* * *
Danıştay 10. Daire, kısa süre önce İstinaf Mahkemesi'nin bu kararını virgülüne dokunmadan onadı ve kesinleştirdi.
Ankara’nın ortasında bir katliam, ölen 104 insan, yaralanan yüzlerce insan, yakınları, arkadaşları, dostları…
Devletin kusuru yok, kimsenin kusuru yok…
Demek ki terör örgütü üyeleri, canları istediğinde gelip Ankara’nın orta yerinde öldürebiliyorlar insanları.
Mesele sadece canlarının isteyip istememesi…
Mesele sadece kendi kararları…
Böyle not düşelim tarihe…
Canları istedi ve gelip onlarca insanı öldürdüler diye…
/././
Nerede kaldı Avrupa Birliği’nin ortak dış ve güvenlik politikası?-Hasan Göğüş-
Bugün gelinen noktada AB’nin ortak bir dış politikasından bahsetmek mümkün değil. Kıbrıs ve Yunanistan’la ilişkiler babında Türkiye’yi kınamak haricinde hiçbir konuda ortak politikalar üretilemiyor. İsrail’in Gazze’deki katliamları, Suriye, Ukrayna gibi Avrupa güvenliğini doğrudan ilgilendiren sorunlarda sessiz kalıyorlar. Esasen uzun bir süredir can çekişmekte olan ortak dış ve güvenlik politikasına 1 Temmuz’da AB dönem başkanlığını devralan Orban’ın Macaristan’ı son noktayı koydu.
Hafta içerisinde Suriye’deki son gelişmelerle uluslararası toplumun ilgisinin arttığı Türkiye’nin kapısını çalanlar arasına bu kere Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula Von Der Leyen de katıldı. Von Der Leyen beş senedir bu koltukta oturuyor. 1 Aralık’ta AB’nin yönetimini yeni isimler devraldı. Çok başarılı olduğundan mı, yoksa yerine başka birisi üzerinde uzlaşı sağlanamadığından mı, bilmem; Von Der Leyen bir beş yıl daha görevinde kaldı.
Almanlar cimriliği ile meşhurdur ama misafirimiz alicenaplık etmiş, eli boş gelmemiş, beraberinde 1 milyar euroluk bir çekle geldi. Herhalde kapalı kapılar ardındaki görüşmelerinde Trump’tan bir gün sonra o da ev sahibine övgüler yağdırmayı ihmal etmemiştir.
AB üyelerinin ortaklıkları
Avrupa Birliği, bu ismi aldığı Maastrich Anlaşması’ndan önce Türk kamuoyu nezdinde uzun süre “Ortak Pazar” olarak bilinirdi. Hatta AB’ye çekingen yaklaşanlar, gümrük birliği imzalandığında “onlar ortak biz pazar” söylemini geliştirdiler. Zaman içerisinde AB kendi içerisinde bütünleşmeyi derinleştirdikçe ortak para birimine, ortak vize uygulamasına geçildi, ortak merkez bankası kuruldu.
AB’nin ortak dış ve güvenlik politikası
En önemli ortaklık ise, 7 Şubat 1992 tarihinde imzalanan Maastrich Anlaşması’nda AB’nin dayandığı üç sütundan biri olarak kaydedilen ortak dış ve güvenlik politikasının (ODGP) kabulü ile gerçekleşti. AB’nin ortak dış ve güvenlik politikalarından sorumlu yetkilisine “Yüksek Temsilci” deniyor. Halen Estonya’nın eski başbakanı Karya Kallas’ın oturduğu bu koltuğun AB içerisinde ayrı bir statüsü ve ağırlığı var. Yüksek Temsiciler, her ay bir araya gelen üye ülkelerin Dışişleri bakanlarından oluşan Konsey toplantılarına başkanlık ediyor.
AB ortak beyanlarına katılım
ODGP Avrupa’nın siyasi bütünleşmesinin sağlanması için büyük beklentilerle uygulamaya konuldu. Uluslararası kuruluşlarda üye devletlerin tek tek söz almasına son verilerek AB adına dönem başkanı temsilcisince tek bir ortak beyan yapılmaya başlanıldı. Hazırlanmasına katkıda bulunmalarına izin verilmeyen aday ülkeler de AB beyanlarına katılmaya teşvik edildi. Hatta bu beyanlara katılım oranları neredeyse adaylık kriterlerinden biri haline geldi. AB üyeliği iştahımızın kabardığı yıllarda ne kadar çok AB beyanlarına katılırsak o kadar çabuk AB’ye üye olacağımız gibi bir yanılgıya kapıldık. Dışişleri Bakanlığı’nın AB biriminde bir kıdemli bir diplomat sırf bu işle görevlendirildi. AB beyanlarına katılmama kararı yetkisi dairelerden alınarak sadece Bakanlık Müsteşarına verildi. O dönemde AB beyanlarına katılma oranımız biraz da bu zorlamalarla yüzde 90’ların üzerine çıktı. Bu arada ODGP’ye uyum sevdasıyla dış politikamızla uyumlu olmayan bir sürü AB beyanına katıldık. Özbekistan’daki insan hakları ihlalini kınayan bir AB beyanına taraf olmamız, başımıza dert açtı. Bu ülkeyle ilişkilerimiz fena halde bozuldu. Kerimov ölene kadar da Özbekistan’la aramız düzelmedi. Herhalde AB’den ümit kesmiş olmalıyız ki AB beyanlarına katılım oranımız bugünlerde yüzde 5 seviyesine düşmüş.
İflas eden ODGP
Bugün gelinen noktada AB’nin ortak bir dış politikasından bahsetmek mümkün değil. Kıbrıs ve Yunanistan’la ilişkiler babında Türkiye’yi kınamak haricinde hiçbir konuda ortak politikalar üretilemiyor. İsrail’in Gazze’deki katliamları, Suriye, Ukrayna gibi Avrupa güvenliğini doğrudan ilgilendiren sorunlarda sessiz kalıyorlar. Esasen uzun bir süredir can çekişmekte olan ODGP’ye 1 Temmuz’da AB dönem başkalığını devralan Orban’ın Macaristan’ı son noktayı koydu. Roma Statüsüne taraf olmasına ve Yüksek Temsilci Borrel’in aksi yöndeki açıklamalarına rağmen AB Dönem Başkanı Orban, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin 21 Kasım’da aldığı Netanyahu’nun tutuklanması emrine uymayacağını ilan etti. Bir de alay eder gibi Netanyahu’yu Macaristan’a resmi ziyarette bulunmaya davet etti.
AB Orta Doğu’daki sorunlar için de ortak politikalar geliştirmekten çok uzak. Almanya ve Avusturya sırtlarındaki tarihi kambur nedeniyle ne yaparsa yapsın İsrail’e toz kondurmazken, İspanya, İrlanda, Malta ve Slovenya İsrail’in Gazze’deki soykırımına tepki olarak bu yıl başında Filistin’in bağımsızlığını tanıyan ülkeler arasına katıldılar.
AB’nin evlere şenlik bir başka çelişkisi ise 6 Kasım’da Bişkek’te yapılan Türk Devletleri Teşkilatı Zirvesi’ne KKTC’nin gözlemci olarak katılmasını kınanmasında yaşandı. Bu kınama açıklandığında Bişkek’teki toplantıda Dönem Başkanı Orban da gözlemci olarak AB’nin kınadığı KKTC Cumhurbaşkanı Tatar ile aynı masada dirsek dirseğe oturuyordu.
ODGP sütununun çökmesinde diplomaside anlaşmazlık durumlarında her zaman uzlaşı sağlayan yazımlar üretmekte mahir diplomatlara sahip olan İngiltere’nin AB’den ayrılmış olmasının da payı bulunuyor. Öte yandan AB’nin itici güçleri Almanya ve Fransa siyasi istikrarsızlıklarla çalkalanıyor. Her iki ülkede de arka arkaya hükümetler düştü. Merkel ile Sarkozy arasındaki uyum ve iş birliği Macron ile Scholz arasında yok. Gerek Fransa gerek Almanya bırakın ODGP’yi ,ulusal dış politikayı umursayacak durumda değiller.
Çok sıfat, az fiil
AB içerisinde serbest dolaşım da tehlikede. Sınır kontrollerine ufaktan yeniden başlayan ülkeler var. ODGP’nin amaçları arasında sayılan insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasinin geliştirilmesi deseniz, çoktan rafa kalkmış durumda.
1999-2004 yılları arasında AB’nin dış ilişkilerinden sorumlu komiseri olarak görev yapan İngiliz politikacı Chris Patten, ODGP’yi “birçok sıfat, ama çok az fiil “olarak tanımlamış. Chris Patten bugün ODGP’yi tanımlayacak olsa ortalıkta sıfat da bulamazdı.
/././
Huysuz Virjin'i yaşatmak neden önemli?-Tuğçe Tatari-
Armağan Çağlayan’ın ‘Seyfi Bey’ adlı tek kişilik biyografik oyununu izlerken hem politik hem magazinel hem de toplumsal meselelerin kısa tarihini izlemiş gibi oldum… ‘Huysuz Virjin’ Seyfi Dursunoğlu’nun Türkiye sanat dünyasına devrim yaparak girişi ve yasaklanarak çıkışı arasında izlediğiniz, hüzünlü yakın geçmişimiz de oluyor aslında
Geride bıraktığımız yıllarda AK Parti’nin icraatından biri de Huysuz Virjin’e ekran yasağı koymak olmuştu.
Ne tuhaf değil mi, iktidar oluyorsunuz ve bir sanatçıya kafayı takıyorsunuz, “bir daha ekranlarda görmek istemiyorum” diyorsunuz.
Bu bile başlı başına ‘hastalığın tanısını koymaya’ yeterli bana göre… Çoğunluğun aksine Seyfi Dursunoğlu’nun canlandırdığı Huysuz Virjin’le, amiyane tabirle, salt kadın kıyafetleri giyen bir erkek olduğu için değil, bu kıyafetleri giyen ve sarayı kendisine biat merkezi olarak konumlandırmayan biri olduğu için yasaklandığını düşünmüşümdür hep.
Yoksa her fırsatta saraya koşan nicelerini biliyoruz ki yasaklanmayı geçiniz ‘devlet sanatçısı’ mertebesinde ailecek karşılanıyor, saygı ve neşe içinde ağırlanıyorlar.
Şimdi nereden çıktı Seyfi Dursunoğlu meselesi, diyeceksiniz, haklısınız. Hemen anlatayım, geride bıraktığımız hafta Armağan Çağlayan’ın Seyfi Bey adlı tek kişilik biyografik oyununun galası vardı.
Oyunu izlerken hem politik hem magazinel hem de toplumsal meselelerin kısa tarihini izlemiş gibi oldum.
Oyun yıllar önce Huysuz Virjin’e metin yazmak üzere bir araya gelen Armağan Çağlayan ve Seyfi Dursunoğlu’nun dostluk hikâyesini de barındırıyordu içinde.
Armağan Çağlayan’ı yıllardır gözlemleyen biri olarak, o gün o salonu dolduran kalabalığa bakarak bir kere daha fark ettim ki, yaşamında birden fazla renk taşıyan insanımız yok denecek kadar azaldı artık.
Çoğunluk ya bir renk ya diğeri.
Armağan Çağlayan’a baktığımda; muhalif bir kişiliğin yanında sabun köpüğü dediğimiz yaşamlara da değen, hukukçu, aynı zamanda iyi bir metin yazarı, sol gelenekten gelen, entelektüel dünyayı takip etmeye ve muhalif isimlere programlarında yer vermeye özen gösteren biri.
Zamanı yakalamış ve dijitalde varlığını ispatlamış, şov insanı, programcı ve daha birçok şey birden…
İşte biraz önce de söylediğim gibi Seyfi Bey de, Armağan da, oyun da insanı benzer farklılıklara götürüp getiriyor defalarca.
Seyfi Bey oyunundan bir kare
O kadar alışmışız ki ya siyah olacaksın ya beyaz dayatmasına. Oysa insan dediğin rengârenk bir dünya.
Seyfi Bey’i izlerken aslında birbirlerine bu yönden benzerlikleriyle de uyumlu olduğunu fark ediyorsunuz bu iki ismin. Üzerinde kibar bir İstanbul beyefendisi ve sokak ağzı ile konuşan yaman bir kadını taşıyan Seyfi Dursunoğlu gibi aslında Armağan Çağlayan’ın da içinde birden çok insan var, görebiliyorsunuz.
Oyunu izlerken insanı ister istemez büyük bir hüzün ele geçiriyor.
Çünkü eski Türkiye’yi, eskiye dair tüm özlemleri hatırlıyor ve iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Seyfi Dursunoğlu’nun Türkiye sanat dünyasına devrim yaparak girişi ve yasaklanarak çıkışı arasında izlediğiniz, hüzünlü yakın geçmişimiz de oluyor aslında.
Sanat ve sanatçının önemli olduğu o günler ve geldiğimiz son noktada durumumuz malum.
Seyfi Dursunoğlu adına sahip çıkmak ve onu anmaya, hatırlamaya devam etmenin önemi de belki burada gizli; baskılarınıza, yasaklarınıza, karanlığınıza inat biz hâlâ içimizdeki Huysuz’u, tüm renkleri yaşatıyoruz demek biraz da!
/././
Gazeteci Özlem Gürses, Ankara'da kaldığı otelden gözaltına alındı: Gerekçe halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma!
ODTÜ’nün vereceği bir ödül için Ankara'ya gelen Özlem Gürses, kaldığı otelden gözaltına alındı. Gürses, soruşturmanın merkezi olan İstanbul'a götürülmek üzere yola çıkarılırken, CHP lideri Özel de konunun takibi için kurmaylarına talimat verdi
Taşıt satışları ve cep telefonunda taksit süreleri değişti
20 bin lira üzeri olan cihazlarda taksit süresi 3 ay oldu
Resmi Gazete'de yayımlanan yeni yönetmelik ile cep telefonu ve taşıt satışlarında taksit sürelerini yeniden düzenledi. Ticaret Bakanlığı'nın hazırladığı "Perakende Ticarette Uygulanacak İlke ve Kurallar Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik" Resmî Gazete'de yayımlandı. (20 bin lira üzeri olan cihazlarda taksit süresi 3 ay) Yenilenmiş ürün niteliğinde olup fiyatı 25 bin TL’nin üzerinde olan cep telefonlarında ve bu nitelikte olmayıp fiyatı 20 bin TL’nin üzerinde olan cihazlarda taksit süresi 3 ay ile sınırlandırıldı.(Yeni taksit sınırları) Taşıt satışlarında ise fatura değerine göre taksit süreleri şu şekilde düzenlendi: *400 bin TL ve altındaki araçlar: En fazla 48 ay. * 400 bin TL - 800 bin TL arasındaki araçlar: En fazla 36 ay. * 800 bin TL - 1,2 milyon TL arasındaki araçlar: En fazla 24 ay. * 1,2 milyon TL - 2 milyon TL arasındaki araçlar: En fazla 12 ay. * 2 milyon TL’nin üzerindeki araçlar: Taksitlendirme yapılmayacak
***
Almanya'da Noel pazarında kalabalığın üzerine araç sürüldü: İki kişi hayatını kaybetti, en az 60 kişi yaralandı, Zanlı Suudi Arabistanlı bir doktor
Almanya'nın doğusundaki Magdeburg kentinde, bir kişi aracını Noel pazarındaki kalabalığın üzerine sürdü, biri yetişkin diğeri çocuk en az 2 kişinin hayatını kaybettiği saldırıda 15'i ağır olmak üzere 70 civarında yaralı var. Bild gazetesi ise olayda 11 kişinin hayatını kaybettiğini yazdı.
Yerel saat ile 19.04'te düzenlenen saldırının şüphelisi ise gözaltına alındı.
Kamu yayın kuruluşu mdr, güvenlik güçlerine dayandırdığı haberinde gözaltına alınan kişinin 50 yaşında bir Suudi Arabistan vatandaşı olduğunu duyurdu. Haberde zanlı hakkında güvenlik güçlerinde İslamcı olduğuna dair şimdiye kadar kayıt bulunmadığı belirtildi.
Olay anına dair kısa video görüntülerinde aracın, kalabalık olan pazarda insanların bulundugu alana hızla girdiği, insanların panik halinde kaçmaya başladığı görülüyor. Noel pazarı yönetimi, halka kent merkezini terk etmeleri çağrısında bulundu. Noel pazarında patlayıcı araması yapılıyor.
Zanlı Suudi Arabistanlı bir doktor
Saldırının meydana geldiği Magdeburg kentinin bulunduğu Saksonya-Anhalt Eyaleti'nin Başbakanı Reiner Haseloff en az iki kişinin yaşamını yitirdiğini belirtirken, zanlının Suudi Arabistanlı bir doktor olduğunu ve eyalette hekim olarak çalıştığını ifade etti.
Saksonya-Anhalt İçişleri Bakanı Tamara Zieschang da, gözaltına alınan şüphelinin 2006'dan beri de Almanya'da yaşadığını, Bernburg kentinde hekim olarak çalıştığını, Almanya'da süresiz oturma iznine sahip olduğunu belirtti.
Scholz'dan mesaj
Almanya Başbakanı Olaf Scholz, olayla ilgili sosyal medya platformu X'ten bir açıklama yaptı.
Başbakan, "Magdeburg'dan gelen haberler feci olayları anımsatıyor. Düşüncelerimiz mağdurlar ve yakınlarıyladır. Sizlerin yanındayız, Magdeburg halkının yanındayız. Bu endişeli saatlerde özveriyle çalışan kurtarma görevlilerine teşekkürlerimi sunuyorum."
İçişleri Bakanı dikkatli olunması konusunda uyarmıştı
Almanya'da son aylarda, Noel pazarlarına saldırılar düzenlenebileceğine dair uyarıları yapılıyor. İçişleri Bakanı Nancy Faeser, daha önce yaptığı açıklamalarda halkı Noel pazarlarında dikkatli olmaları yönünde uyarmıştı. Noel pazarlarının açılmasından kısa süre önce uyarısını tekrarlayan Bakan Faeser, somut bir saldırı tehdidi bulunmadığını belirterek, "güvenliğimiz için soyut tehlike durumunu karşısında uyanık olma ve kararlı davranmak zorundayız" diye konuşmuştu.
Geçen hafta da Köln'de şüpheli valizler bulunması üzerine bazı Noel pazarları geçici olarak kapatılmıştı. Valizerin içinden kum çıkmıştı.
19 Aralık 2016'da başkent Berlin'deki Breitscheidplatz Noel pazarına Anis Amri adlı bir radikal İslamcı, kamyon ile saldırı düzenlemiş, olayda 13 kişi hayatınnı kaybetmiş, 67 kişi de yaralanmıştı.
***
(T24)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder