Yüzyıllık Yalnızlık ve Küba Devrimi -Başak Çeliktemel-
Gerald Martin, Márquez’in kâinatın ve insanlığın soyut maddiyatı üzerine şecere ve kimlik meselelerini de eklediğini, bu iki kavramın Latin Amerika’nın esas sorunsalını meydana getirdiğini söyler.
Yüzyıllık Yalnızlık’ın 1 Ocak 1959’da gerçekleşen Küba Devrimi’nden ilhamla ortaya çıktığını hiç düşündünüz mü? 11 Aralık 2024’te Netflix’te dizi olarak gösterime giren başyapıt Yüzyıllık Yalnızlık’ı birkaç ay önce okudum ve Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez’in 1982 yılında yaptığı “Latin Amerika’nın Yalnızlığı” başlıklı Nobel konuşmasının da etkisi altında kaldım. Bu konuşma, eserle paralellik taşımakla kalmaz; kıtadan taşarak dünyanın sömürülen, yoksullaştırılan, üçüncü dünya ülkelerinin sesi olur.
Uruguaylı yazar Mario Benedetti, Edebiyat ve Devrim: Latin Amerika Üzerine Denemeler adlı kitabında, 1959’dan sonra Küba’da gerçekleşen devrimi şaşkınlıkla karşılayan Avrupalıların devrimin yansımalarını sanat ve edebiyat alanında da izlediklerini; Küba edebiyatıyla ilgili her dilden antoloji ve kültür dergilerinin çıktığını anlatır. Kübalı yazarlar devrimle birlikte pek çok dile hatta lehçeye çevrilmeye başlanır. Bununla da yetinilmeyip Avrupa, geri kalan Latin Amerika ile de ilgilenmeye başlar. Böylesi bir ilgi Latin Amerikalı yazarlar için âdeta bir fırsata dönüşür. Kolonyal ve emperyalist egemenlik altındaki ülkelerin umutlarının ölmediğini, yalnızca uykuya daldıklarını fark etmelerine neden olur.(1) Devrim, yazarlara sorunun ne düzeyde olduğunu ortaya koymakla kalmaz; yeni konular, geleneksel konuların bir aradalığı ile yeni bir düzenle ortaya çıkar.
1960’ların ilk yıllarında Küba’dan sonra Latin Amerika romanının uluslararası sahnede edebiyatta devrim yaratarak patlama yapmasına boom akımı denir. Benedetti, bu dönemde yazarlar tarafından geçmişin şimdiki zamanın ışıklarıyla aydınlatıldığını, dönemin umulmadık öğrenme süreçlerini harekete geçirdiğini; tüm kıtaya yayılan kıtasal coşkunluğun gerçeğin gittikçe zenginleşmesini sağladığını ifade eder.(2)
Carlos Fuentes, Julio Cortázar, Mario Vargas Llosa gibi yazarlar üst üste romanlar çıkarır. Márquez biraz geç kalmış gibi görünse de Latin Amerika tarihinin en önemli ve ünlü romanı, Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yılda tamamlar ve 1967’de yayımlar. Ancak romanı yazmak için on beş, on altı yıl düşündüğünü belirtir. Márquez çocukluğunun geçtiği Aracataca’yı Macondo adıyla ele alarak Buendia ailesinin, yapılan bir büyü sonucu akraba evliliği nedeniyle yüz yıl süren bir lanetle yaşamalarını konu edinir. Liberallerle muhafazakârlar arasında yaşanan savaş anlatılır, arka planda gerçekleşen tarihî muz katliamı vardır.
Gelenek devrimle birlikte yapılanır; her ne kadar bu dünyayı Márquez kendi icat etmemişse de Miguel Ángel Asturias Rosales ve Alain Frédéric Carpentier’ın 1920 ve 1940 yılları arasında yaptıklarını bir paradigma haline getiren kişi olur. Márquez’in ilk eserleri ‘modernist’ olsa da, devrimci bir eser olan Yüzyıllık Yalnızlık başka bir edebî anlayışa yani ‘postmodernist’ romana örnek oluşturur; bu durumda ‘postkolonyal’ veya ‘üçüncü dünya’ romanı şeklinde de tanımlanabilir.(3)
Edebiyatta da devrim gerçekleşir; politika ekonomiyle, kültür dinle iç içe girer; edebi türler kendi arasında karışmaya başlar.(4) Benedetti’ye göre; devrim yolunu seçmiş ve bu nedenle sistemi temelden sorgulamayan solcu bir yazarın kendisini ve o zamana kadar ürettiği her şeyi de sorgulaması gerekmektedir. Çünkü kendi yapıtları da o fark etmeden, emperyalizmin etkisi altına girmiş olabilir. Yazar kendi bireyciliğini de sorgulamalı, ünlü ‘acı’sını bir kez de gün ışığında gözden geçirmelidir.(5)
Küba Devrimi’nden on sekiz gün sonra Márquez gazeteci kimliğiyle -Latin Amerikalıların çoğunda olduğu gibi Márquez’in de çok yönlülüğü söz konusudur; ressam, şair ve gazetecidir de- Havana’ya gider ve devrime yakından tanık olur.(6) Márquez, Benedetti’nin betimlediği gibi ‘acısını gözden geçirmek için’ zamana ihtiyaç duymuştur. Devrimi anlamaya çalışmış, acısını tarihsel, kültürel, dilsel, mitik ve dinî, derinden sorgulamış ve Yüzyıllık Yalnızlık’ı ortaya çıkarmıştır.
İngiliz eleştirmen Gerald Martin Gabriel García Márquez’e Giriş adlı kitabında Márquez’in kâinatın ve insanlığın soyut maddiyatı üzerine şecere ve kimlik meselelerini de eklediğini, bu iki kavramın Latin Amerika’nın on dokuzuncu ve yirminci yüzyıldaki esas sorunsalını meydana getirdiğini söyler.(7)
Márquez’in kıtanın biyolojk kaderini olmasa da kendi kimliğini aradığı aşikârdır. Nobel konuşmasından bir alıntıyla yalnızlık konusuna girmek istiyorum. “İsveç Akademisi’nin dikkatini çekenin, bu büyük ölçekli gerçekliğin sadece edebi ifadesi değil kendisinin olduğunu düşünüyorum. Yalnızca kâğıt üzerindeki bir gerçeklik değil, içimizde yaşayan ve her gün sayısız ölümü belirleyen bir gerçeklik, acı ve güzellikle dolu doyurulamaz bir yaratıcılığı besleyen gerçeklik, şans eseri olarak seçilmiş avare ve nostaljik bir Kolombiyalı’nın sadece bir sayı daha fazla olduğu yaratıcılığı. Şairler ve dilenciler, müzisyenler ve peygamberler, savaşçılar ve alçaklar, bu dizginsiz gerçekliğin tüm yaratıkları, bizler, yalnızca birazcık hayal gücü istedik çünkü hayatî meselemiz hayatlarımızı inanılır kılan geleneksel araçların yokluğuydu. Bu, sevgili dostlarım, bizim yalnızlığımızın özüdür.”(8) Márquez, pek çok Latin Amerikalı yazar gibi yalnızlıkla savaşmış ve belki bir adım daha öne geçerek ‘yalnızlık’ı eserinde ölümsüzleştirmiştir.
Peki nedir bu yalnızlık? Sömüren ülkelerin halkları yoksullaştırmakla kalmayıp yalnızlaştırması mı? Hayatlarını, hayal gücüyle gerçekliğin keskinliğinden kurtarmaya çalışarak yaşanılabilir kıldıkları türden bir yalnızlık mı?
Martin, Avrupa, Asya ve ABD’nin aksine Latin Amerika’nın dünyada kendine bir türlü yer edinemediğini, Afrika kıtasının dahi Latin Amerika’ya nazaran küresel kültür piyasasında daha belirgin bir kimlik edinebildiğini kaydeder. Yine Martin Avrupalı bakış açısıyla şunu söyler: “Tipik Latin Amerikalı aile kendi iç ve dış çelişkileri tarafından yıkılmıştır, yani şehvet, ensest, açgözlülük, aptallığın yanında bencillik, benmerkezcilik ve yalnızlık bağımlılığı, üstüne bir de tarihin alametlerini okuma becerisinden yoksunluk yüzünden ailenin kendi iç ve dış çelişkileri tarafından yıkıldığını dile getirir. Yüzyıllık Yalnızlık ve Latin Amerika tarihi böyle bir okumaya imkân vermektedir.”(9) Bana kalırsa aile, Martin’in söylediği sebepler yüzünden yıkılmamıştır; bireyler doğdukları gibi öleceklerdir de. Sevgi/aşk, keşfetme, çalışkanlık, yaşlılık ve hastalıktan sonra ölüm kaçınılmazdır. Martin’in bu tespitine cevabı belki de Márquez’in Albaya Mektup Yok (ilk yayın 1961) adlı uzun öyküsünde bir karakter başka bir karaktere şöyle derken verir: “Avrupalılar için Güney Amerika bıyıklı, gitarlı ve tüfekli bir adam. Problemi anlamıyorlar.”(10)
Dünyanın genelinin aksine bu kıta imparatorluk değildi, başka imparatorluklar ve devletler tarafından dört yüz yıl sömürüldü ve hâlâ sömürülmeye devam ediyor. Márquez’in başarısını takdir eden İsveç Akademisi, yani ‘Batı’ ve dünyanın geri kalanının Kolombiya başta olmak üzere, Küba ve geri kalan Latin Amerika’yı kendinden ayrı tutmadan anlayıp anlamadıkları çelişkisi hâlâ ortadadır. Acaba Türkiye’deki okurlar için aynı şey söz konusu mudur? Ülke ülke dimağımızda pek yer etmemelerine karşın Latin Amerika kıtasının edebiyatı ile tanışıklığımız gerilere uzanır ve basit bir sempatinin ötesinde önemli bir okur kitlesine haizdir.
Martin, büyük çoğunluğa göre kitabın sonunun şaşırtıcı derecede kötümser olduğunu söyler.(11) Burada da Martin’e katılmadığımı belirtmeliyim. Okur olarak sadece sona mı odaklanmalıyız? Yüz yıla yayılan bir anlatı en başta yaşamı var etme çabası; ölüm ise onun neticesinde şekillenen doğal bir son değil midir zaten? Márquez de kitabının arka kapak yazısında romanı büyük dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan insanlar tanıdığını çünkü onlara hayatlarında yeni olan hiçbir şey anlatmadığını, kitaplarında ‘gerçekliğe’ dayanmayan tek bir satır bulamayacaklarını söyler.
Bunlarla beraber Martin önemli bir detayı aktarır. Márquez’in hedeflediği, daha ‘kültürlü okur’larının Latin Amerika’nın problemini -tarihî yalnızlığını- anlayacağı, romanın sonunu yapıbozumsal bir okumadan geçirebilecekleri, sonra başa dönüp aynı şeyi kitabın kalanına uygulayabilecek olmalarıdır.(12)
Tarihini tanımayanlar aynı tarihi tekrarlamaya mahkûmdur; romanın merkezindeki tarihî olay, Macondo’daki muz işçilerinin Kolombiya devletinin ordusu tarafından Kuzey Amerika şirketinin hissedarları adına katledilmesidir. Bu tarihî katliam 1928’de Ciénaga’da gerçekleşmiş ancak Márquez uzun bir süre kendi kasabasında gerçekleştiğini sanmıştır. Okuyucuyu labirentin sonundaki ışığa ulaştıracak olan şey proleter mücadele temasıdır.(13) Eserin ardındaki tarihi gerçekliği bilince eser açık ve anlamlı hâle gelir. Márquez’in anlatmak istediği ‘gerçeğin’ dizide ne kadar sunulduğunu hep beraber göreceğiz.
NOTLAR:
(1) Mario Benedetti, Edebiyat ve Devrim: Latin Amerika Üzerine Denemeler, çev. Nesrin Oral, (İstanbul: Belge Yayınları, 1995) s. 25, 26.
(2) A.g.e., s. 27.
(3) Gerald Martin, Gabriel García Márquez’e Giriş, çev. Emrah İmre, (İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2017), s. 80.
(4) Edebiyat ve Devrim: Latin Amerika Üzerine Denemeler, s. 28.
(5) A.g.e., s. 35.
(6) Gabriel García Márquez’e Giriş, s. 71.
(7) A.g.e., s. 30.
(8) https://birikimdergisi.com/guncel/764/nobel-konusmasi-latin-amerikanin-yalnizligi
(9) A.g.e., s. 86.
(10) A.g.e., s. 87.
(11) A.g.e., s. 86.
(12) A.g.e., s. 87.
(13) A.g.e., s. 87.
/././
Bilinmeyen Ülke/Suriye’de bir ‘Alevi Devleti’-Kavel Alpaslan-
Ne köktenci dini gruplar ne de yabancı boyunduruğu bugün Ortadoğu halklarına ciddi bir alternatif sunuyor. Böylesi bir karmaşa içerisinde yol bulmak bir hayli zor. Geçmişteki parçalanmışlık, bugün olsa olsa varolan parçalanmışlığın aynadaki ters yansıması olabilir. Ancak geriye dönüp bakmak bizim ulus devletleri farklı bir şekilde incelememiz gerektiğini hatırlatıyor olabilir.
Bugün Suriye dediğimiz zaman, geçmişten kalan bir bilgiyle aklımıza tek bir ülke geliyor. Oysa başkenti Şam olan bu ülke, fiilen uzun yıllardır daha küçük idarelerin altında varlığını sürdürüyordu. Üstelik iç savaş ile ortaya çıkan bu idari/askeri yapıların birbirleriyle benzeşen pek fazla noktası yoktu. Geçtiğimiz günlerde söyleşi yaptığımız Vijay Prashad’ın ifadesiyle ‘Suriye çoktan Balkanlaştırılmıştı’.
Bugün geldiğimiz noktada da farklı bir manzara ile karşılaşmış değiliz. Esad yönetimi hızla çökerken Şam’ın yeni yöneticileri olarak boy gösteren ekip, ülkenin bölünmüş yapısı için son derece cılız bir harç. El Kaide’nin isim değiştirmiş hali olan Heyet Tahrir Şam (HTŞ) ve onun lideri eski IŞİD Suriye Emiri Ebu Muhammed el-Colani, pek çok farklı etnik ve dini unsurun bulunduğu bir devleti nasıl yönetecek? Bu soru herkes için endişe veren bir merak konusu. Özellikle de Suriye’nin gayri Müslimleri, Kürtler ve Arap-Alevileri için.
Bölünmüşlüğün askeri, diplomatik ve de toplumsal olarak kapsayıcı bir ufukla aşılması şüphesiz cihatçı çetelerin öncülüğünde gerçekleşmeyecek. Uluslararası güçler Suriye’deki bu bölünmüşlük üzerine çeşitli hesaplara girişirken insanın aklına ister istemez geçmiş örnekler geliyor. Bir süredir sık sık yüz yıl önce Fransızların uyguladığı ‘bölünmüş Suriye’ gündeme geliyor.
Geçtiğimiz yüzyılın ikinci çeyreğinde Suriye’de, emperyalistlerce çizilen sınırlar bir dizi ilginç ülkenin de ortaya çıkmasına, daha doğrusu belli bir sömürgeci plan çerçevesinde tepeden inme bir şekilde yaratılmasına sebep olur. Fazla bilmesek de bunlardan bir tanesi Alevi Devleti’dir. Fransız mandası altında kurulan bu ‘devletçik’, ismindeki dini/mezhebi tınıya rağmen birleşik bağımsız Suriye yanlısı dikkat çekici Arap-Alevi ayaklanmalarına sahne olur.
Gelin bugünkü Bilinmeyen Ülke seferimizde Suriye’nin bölünmüş Alevi Devleti’ne kısa bir seyahate çıkalım.
**
Osmanlı’nın Birinci Paylaşım Savaşı’nda yenilmesiyle birlikte Lübnan ve Suriye, Fransa’nın egemenliği altına girer. Savaşın ardından Fransızlar burada bir manda yönetimi kurar. Lübnan da dahil olmak üzere bölge toplam beş parçaya bölünür.
Tabii burada ülkenin dini çeşitliliğine dair birkaç şey söylememiz gerekiyor. Önce bir haritalandırma yapalım. Suriye’nin Akdeniz kıyısındaki Lazkiye-Tartus hattında yoğunlaşan Arap-Alevi nüfusu, büyük bir azınlık olarak dikkat çekiyor. Ülkenin güneyindeki Süveyda çevresinde ise Dürzilerin yerleşimlerine rastlıyoruz. Suriye’nin kuzeyinde Kürtler; ve yine çeşitli bölgelerine dağılmış olarak Grek Ortodoks, Ermeni ve Süryani kiliselerinden oluşan bir gayrimüslim nüfusu görüyoruz.
Her ne kadar tüm bu saydığımız grupları kapsamasa da Fransız Mandası sırasında kurulan devletçiklerde açık bir mezhebi ayrımın da gözetildiği görülüyor. Fransız Mandasını takip eden dönemde Halep Devleti, Şam Devleti, Dürzi merkezli Cebel-i Dürzi Emirliği ve Alevi Devleti kurulur.
Sol üst köşede "bleu-blanc-rouge"Kimileri bu tabloyu ‘halklar da kendi bayraklarıyla devletlerini kurar’ şeklinde ifade ediyor. Doğrusu bu bayrakların sol üst köşelerinde yer alan bleu-blanc-rouge, bize sadece bayrağın değil bu yönetimlerin de Fransa’nın uzantısı olduğunu anlatmaya yeter. Öyle ki Fransa’nın dağıttığı bu bayraklar altında şekil verilmeye çalışılan yönetimler, o günlerde yeni ve heyecan verici bir trend olan Arap milliyetçiliğinin önüne geçmede birer araç olarak tasarlanır.
**
Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz. Fransızların uygulamaları, Suriye’deki milliyetçi akımların da etkisiyle direnişle karşılaşır.
Evrensel Gazetesi’nde bu direnişler ile ilgili ayrıntılı bir yazı yer alıyor. Ali Karataş, Nasır Nazal ve Demir Çalışkan imzasıyla yayınlanan yazıda Suriye’de Fransızlara karşı direnişin öncüleri “Halep’te Kürt asıllı İbrahim Hananu, Şam’da Yusuf el Azme, güneyde Dürzi olan Sultan Paşa el Atraş ve Alevi Dağları adı verilen Lazkiye ve Tartus bölgesinde Şeyh Salih el Ali’nin önderlik ettiği silahlı direnişler Fransa’nın bu hayallerini suya düşürdü” şeklinde sıralanıyor ve özellikle Şeyh Salih el Ali’nin hikayesine odaklanılıyor:
“Arap Alevi bir ailenin çocuğu olarak bugün Tartus vilayetine bağlı Şeyh Bedir köyünde dünyaya gelen Şeyh Salih el Ali, Suriye bayrağının sahil bölgesindeki hükümet binalarından indirilmesinin ardından 1918 yılında Şeyh Bedir konferansını topladı. 3 gün süren bu konferansta bugünkü Suriye tarihi açısından oldukça önemli yere sahip bir dizi kararlar alındı. Bu kararların en önemlisi 'Sahil bölgesinin Suriye’nin ayrılmaz bir parçası olduğu' şeklindeki karardır. Çünkü Fransızlar Şam’daki bazı çevrelerden ve sahil bölgesindeki bazı ayrılıkçı kesimlerin desteğini alarak bölgede bir Alevi devleti kurma çalışmalarına başlamışlardı. Bu konferansta Şeyh Salih el Ali, Fransızlara karşı yürütülecek mücadelenin lideri olarak seçildi. Fransızlara karşı başlayan bu ilk mücadele 3 yıl sürecekti (…) Şeyh Salih el Ali’nin isyanını bastırmak için Lazkiye’deki Alevi Dağları’na gönderilen ilk Fransız birliği bozguna uğradı. Hatta bazı kaynaklara göre Fransızlar, burada 35 askerini kaybetti. Sömürge yönetimine karşı çetin bir mücadeleye girişen Şeyh Salih el Ali, diğer bölgelerdeki direniş hareketleriyle de irtibata girmişti. Fransız güçleri, Salih el Ali’nin isyan merkezine bir çok defa ciddi saldırılar gerçekleştirdi. Ancak her defasında geri püskürtüldü. İsyancılara karşı başarı elde edemeyen Fransa, bu sefer civar köylere saldırmaya ve köylülere karşı katliamlara başladı. (…) 3 senelik bir mücadelenin ardından kendisinin ve adamlarının saklandığı köyün yakılması sonucunda teslim oldu.”
Kimi kaynaklar Salih el Ali’ye destek verenler arasında Mustafa Kemal Paşa’nın da olduğunu dile getirir.*
Salih El AliMücadelesine karşın mağlup olan Salih el Ali’ye dair Fransızların başka planları vardır. Öyle ki bölgede zayıflayan etki alanını genişletmek üzere Fransızlar, Ali’ye iş birliği teklifi götürürler. Kendisine sözü geçen Alevi devletinin başına geçmesi teklif edilir. Fakat Salih el Ali bu gibi teklifleri reddeder. Hakkında 1922 tarihinde çıkan idam kararının bir af ile kaldırılması üzerine Salih el Ali de büyük ölçüde siyasetten elini ayağını çeker ve 1950 yılında Tartus’ta hayatını kaybeder.
Fransa’nın 1946’da Suriye’den çekilmesiyle birlikte kurulan Suriye’de Salih el Ali, ülkenin bütünleşik mücadelesini temsil eden ulusal bir figür olarak anılır. Örneğin Fransız kuvvetlerinin Suriye’den çekilmesiyle birlikte Suriye’nin ilk devlet başkanı Şükri el-Kuvvetli, Salih el Ali’yi onur konuğu olarak ağırlar.
Alevi Devleti’ne geri dönecek olursak eğer, 1930’ların ikinci yarısında yarı özerk Suriye’ye entegre edilir. Aynı dönem, o güne kadar Halep Devleti altında İskenderun Sancağı olarak varlığını sürdüren bölgenin de Hatay Cumhuriyeti olarak kendini gösterdiği ve nihayetinde Türkiye’ye katıldığı dönemdir.
Alevi Devleti'ne ait bazı pullar**
Peki tüm bu hikaye bugün bize ne anlatıyor? Öncelikle Alevi Devleti’ni bize hatırlatanlar, HTŞ’nin ilerleyişi sırasında kaleme alınan bazı yazılar oldu. HTŞ henüz Şam’a ulaşmadan birkaç gün önce, Halep’ten güneye ilerlerken ortaya çıkan hakimiyet haritasının bir şekilde Fransız mandasının tasarladığı haritaya benzediği ileri sürüldü.
İlk bakışta gerçekten de bir benzerlik göze çarpıyor. Öyle ki HTŞ ve diğer cihatçı kuvvetler Lazkiye ve Tartus’un bulunduğu dağlık sahil şeridine Şam’ın düşüşünden sonra girdiler. Bu kısa süre içerisinde bölgede bir Alevi Devleti’nin kurulup kurulmayacağı da düşük ciddiyet seviyesinde de olsa gündeme geldi. Ancak böylesi fikirlerin fazla iddialı olduğunu söylemek gerek. Her şey tazeyken, çıkarımlardaki değişkenlerin sayısı da epey bir yüksek oluyor. Zaten böylesi bir ihtimalin -en azından bugün- olmadığı Şam’ın düşüşünü izleyen günlerde ortaya çıktı.
Asıl bugün tartışılması gereken soru, varsayımlar değil mevcut gerçeklik olmalı. Bugünün gerçeği ise çözümü o kadar kolay olmayan tedirgin edici bir belirsizlik hali. Ülkenin birleştirici tutkalı, cihatçı grupların elinde. Bu grupların Arap-Alevilerin yaşadığı bölgelerde nasıl davranacağı ise merak değil, endişe ve korku konusu! Arap-Alevileri, gayrimüslimleri ya da Kürtleri pençesine alan bu grupların iktidarında ‘birlikte yaşamın’ tercümesi ‘teslimiyete’ dayanıyor. Teslimiyetin yeterli olmadığı noktalarda ise bu zoraki ‘birliktelik’ şüphesiz Suriye’ye daha fazla talan ve zulüm getirecek.
Ne köktenci dini gruplar ne de yabancı boyunduruğu bugün Ortadoğu halklarına ciddi bir alternatif sunuyor. Böylesi bir karmaşa içerisinde yol bulmak bir hayli zor. Geçmişteki parçalanmışlık, bugün olsa olsa varolan parçalanmışlığın aynadaki ters yansıması olabilir. Ancak geriye dönüp bakmak bizim ulus devletleri farklı bir şekilde incelememiz gerektiğini hatırlatıyor olabilir.
*Steel & Silk: Men & Women Who Shaped Syria 1900–2000. Cune Press
/././
19 Aralık: Bellek yitimi... Acı…-Ülker Şener-
Bu dünyadaki en acı şey, utancın yok olmasıdır. Acının kaynağı olmaktan, acının yaratıcısı olmaktan, acının izleyicisi olmaktan dolayı herhangi bir utancın, pişmanlığın yaşanmaması.
“Bu dünyadaki en acı şey nedir?” sorusuyla geçmişe yolculuğumuz başlar, bazen de bugüne bakarız- ne olduğuna, acı anları birer ikişer belirir. Bir kısmının artık acı olmadığını fark ederiz, kabuk bağladıklarını, kabuğu kaldırsan, kanatsan bile acı vermediklerini, belli belirsiz izlerin kaldığını. Bu izleri silmek gerekir mi diye düşünürsün ya da deneyim olarak kalmalı mı? Sonra bazı acıların ne yapsan bir türlü geçmediğini hissedersin. Birdenbire ansızın ortaya çıktıklarını, beklenmedik şeylerin altından göründüklerini, yüzeye çıkmak için bir yol bulduklarını, korkunç bir dirence sahip olduklarını, geçmişe ait bir deneyim olmayı reddettiklerini, yaşadıklarını. Buradadırlar, hep burada olacaklarmış gibi.
“Bu dünyadaki en acı şey nedir?” Döneme ve mevsime göre verilen yanıtlar değişiyor. Mevsim kış ve aylardan Aralık ise “Bir insanın-yetişkin bir insanın çocuklaşması, gözlerini sana yöneltmesi, ne olduğunu bilmeden bakışlarının etrafta dolanmasıdır” derim. Olan biteni anlamakta zorluk çekmesi, sürekli aynı cümleleri kurması onların etrafında dönmesi, her gün yeniden hatırlamasıdır. Neyi niçin yaptığını unutması, bilmemesi; ne olduğunu, ne büyük zorluklar atlattığını, dayandığını, üstesinden geldiğini, bunların hepsini unutması, kendisiyle gurur duymaması, unutkanlık-bilinç kaybı… Bu dünyadaki en kötü şey unutmaktır, bellek yitimi. Yaşayan için olduğu kadar belki de ondan daha çok tanık olan için bu böyledir. Tanığa dair her şeyin unutulmasıdır, geçmişin silinmesi- yok olmasıdır.
Bu dünyadaki en acı şey yolda selam vereni hatırlamamak, geçmişe dair anlatıları bir hikayeyi dinler gibi dinlemektir. Hafızanı zorlamak, kim-neresi-ne zaman diye sormak ve cevap bulamamaktır. “Yabancı sandığın” birine gülümsemektir. Tanışların, yakın olanın yabancıya dönüşmesidir. Yakınlığı onların söyledikleri üzerinden kabuldür. “Ben senin arkadaşınım” cümlesine güven duymaktır. Düşüncenin geçmişte olanı, biteni buraya taşımayı reddetmesidir. Unutmaktır, ancak unutarak tahammül edebileceğini düşünmektir. Bedenin az çok konuşanı, selam vereni tanısa bile, yürek sıkışmasından bunu anlarsın-hissedersin, beynin bunu reddetmesidir. Hayatın bir bölümünün boşluklardan ibaret olmasıdır. Uzun süreli bir oruç ya da sonrasında gerekli özenin gösterilmemesi nedeniyle ortaya çıkan bir durum değildir bu, istemsiz unutmanın-beynin işlevlerinin yıpranmasının dışında iradi bir unutuştur.
Bu dünyadaki en büyük acı 2000 yılının Aralık ayında soğuk bir Ankara gününde evsizliği iliklerine kadar hissetmektir. Gidecek yerin olmaması, onlarca insanın, çoğu yaşlı olan kadınların bakışlarının sokakta dolanması, kapıların açılmamasıdır. Korkunun bulaşıcı olduğunu anımsamaktır, unutmamak üzere. Bu dünyadaki en korkunç şey çaresizliğin soğuk gibi iliklere işlemesidir. Soğuğun ne olduğunun ayırdına varmaktır: ısınamamak, kirden arınamamak, temizlenememek,… ve buz kesmiş sokakların sana yabancılaşmasıdır. Bu dünyadaki en acı şey, 19 Aralıkta korkunç bir şokla uykudan uyanmaktır. Ve yabancı bir dünyaya gözlerini açmaktır.
Acının dili olmadığı söylenir. Var, gözlerde dolanan çaresizlik, ellerin tutmaması, bedenin dinlememesi, ayaklarının ne yapacağını, nereye gideceğini bilmemesi, dökülen cümlelerin belirsizliği ve anlamdan uzaklaşması.
Acının dili çaresizliktir, belki de acının kendisi çaresizliktir, nedeni çaresizliktir. Kabullenememek, olanı biteni olduğu gibi görmeyi reddetmektir. Özenle kurduğun, öyle sandığın, dünyanın var olmadığını hissetmek ve herkes gibi olduğunun ayırdına varmaktır. Elinin kolunun bağlanmasıdır. Yapamamaktır, etkisizliğindir, değiştirme gücünün olmamasıdır. Gecenin ortasında yüreğinde bir ağırlıkla kalkıp neden diye sormaktır, nasılın cevabını hayal bile edememektir.
Bu dünyadaki en korkunç şey, bir kurban ayini içinde olduğunu hissetmektir. Dini ritüelleri yeniden hatırlamaktır. Çoğunlukla gece anlatılan, güven duyulanın kucağına sığınılarak dinlenilen masalların yardıma koşmasıdır. “Neden kurban ediliyordu?” Olası felaketleri önlemek, onlara karşı önlem almak, kendisine yönelen tehdidi savuşturmak, büyük güçleri yatıştırmak için; Allaha onun adına hiçbir fedakârlıktan kaçınılmayacağını göstermek, gerektiğinde en fazla sevileni bile feda edebilmek… çoğumuzun bildiği İbrahim’in öyküsü... Bergman’ın Persona filmi kurban ayiniyle başlar. Önce bir kuzunun kurban edilişini görürüz, ardından İsa’nın, kurban eden ellerin kendilerine güvenleri göze çarpar, tereddüt etmeyen eller ve kan. İnanışa göre İsa işlenen günahların bedelini ödemek, insanlığı kurtarmak için kurban edilirken/olurken, fedakarlığın göstergesi iken; kuzu insanın Tanrıya olan bağlılığını gösterir. Kurban, ya gazaptan korunmak ya da bağlılığın-sevginin gücünü göstermek için bir vazgeçiş. Kimi zaman gönüllü olabilen; kendinden, kendi varoluşundan geçmek. Tarkovsky’i de bunun üzerine düşünür, Kurban (Offret) filmi Leonardo Vinci’nin bitmemiş resmi “The Adoration of the Magi” ile başlar, kamera resmin üzerinden geçer. Üç kralın İsa’yı ziyareti aktarılır, hediyeler sunması. Bitmemiş bir resimdir, etkisi de buradan gelir. Biten şeylerin tamlığına sahip değildir. Resme özenirsin, yarım kalmış bir öykün olsun istersin, tamamlanmamış; böylelikle umudun süreceğini bilirsin. “Her hediye, verilen her şey bir kurban etmedir” der Tarkovsky. Karakterimiz de dua ederken kurban etmeye hazır olduğunu söyler. Sevdiklerini koruması karşılığında feda edebileceği şeyleri sıralar, vazgeçebileceklerini. Neden her elde ediş bir vazgeçişi zorunlu kılıyor. Her şeyin yaratıcısı olduğu düşünülen Tanrıyla bile böylesi bir pazarlığa girişilmesini ve bu pazarlığın neden kabul gördüğünü bilmezsin. Ama bildiğim şey pazarlıkta güçlü olmanın önemli olduğu. Gücün kadar pazarlık yapabildiğin.
Bu dünyadaki en acı şey, olan-biteni ne yaparsan yap değiştirememek, gücünün yetmemesi, gücünün yetmediğini bilmek, güçsüzlük. Bazen- burada, Ortadoğu’da her zaman olduğu gibi- kolektif acı durumlarında “eğer ölümüm durdurmaya yetecekse, az biraz acıyı azaltacaksa, bırak öleyim” demek; ama bilirsin ki ölümün bunu sağlamaz. Bilirsin ki ölümünün bir önemi yoktur. Bilirsin ki başkaları daha önce öldü ve bir önemleri olmadı. “Elbette böyle değil” dersin önemleri var, ölümün değiştirme gücünün yok olması diyelim. Her ölümün- bir eşikten sonra- sayıdan ibaret olduğunu bilirsin ve bunun bütün coğrafyaya yayıldığını görürsün. Bazen, hiçbir biçimde yakınlık duymadığın, yaptıklarını ettiklerini onaylamadığın, “biz başka dünyaların insanlarıyız” dediğin, her fırsatta seni hiçe sayan-yok eden bir ideolojinin taşıyıcıları bu çaresizlik duygusuyla yakınına gelir-şuan olduğu gibi. Kapana kısılmışlık, güçsüzlük ve gücü elinde bulunduranların arsızlığının yarattığı duyguyu bilirsin çünkü. Kibirlerini görürsün, burada, her dinden insanın lanetlediği kibri. Yapıyorum, çünkü yapabiliyorum diyenlerin yüreklerde açmış olduğu yarayı bilirsin. Her zaman güçlü tarafta olmuş olanın anlayacağı bir duygu değil bu elbette. Çoğu zaman kaybedenin, gücü elinden alınanların bilebileceği bir duygu.
Bu dünyadaki en acı şey, utancın yok olmasıdır. Acının kaynağı olmaktan, acının yaratıcısı olmaktan, acının izleyicisi olmaktan dolayı herhangi bir utancın, pişmanlığın yaşanmaması. Utanmak, utanabilmek kendini, kendine bakışın ve değerlendirişin en acımasız süzgecinden geçirebilmek bir haliyle. Her şeyin mubah görüldüğü, yapabilmenin-gücün yetmesinin tek mihenk taşı olduğu bir dünyada utanmak ve utanabilmek bir erdem artık. Utanabilmek, insanın kendi oluşu dışında başka oluşların da farkına vardığı ve öznelliğin, bencillikle harmanlanmış biçimiyle mesafeli kılındığının göstergesi bir nevi. Ortadoğu acının içinde kıvranırken, sonu gelmez bir kurban ayini alanına dönüşmüşken, Matthew Passion[1]’daki hüzne bulanmışken, acıyı azaltmak yerine hala hesap kitap ile meşgul olmak utanç kaynağı olmalı ama değil.
Bu dünyadaki en acı şey, cehennemi buraya taşımaktır. Sartre “Gizli Oturum” oyununda “cehennem başkalarıdır” der. Uzun zamandır bu coğrafyada hakim olan görüş de bu. Kendi dışındakini cehennem olarak görmek, öyle konumlandırmak, düşünmek ve ona göre hareket etmek. Başkalarının ölü bedenlerini, acısını içine alarak beslenmek….
[1] https://www.youtube.com/watch?v=rL-0-lxv40M&list=RDrL-0-lxv40M&start_radio=1
/././
duvaR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder