Kalyoncular Balıkesir'de patlama olan fabrikanın ortağı çıktı: Yüz milyonlarca lira teşvik almışlar
En az 11 işçinin yaşamını yitirdiği ZSR Patlayıcı fabrikasının ortağı, Sabah ve ATV'nin sahibi, inşaat zengini Kalyoncu ailesi. Fabrika için 2022'de 768 milyon 168 bin 447 lira teşvik verildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/kalyoncular-balikesirde-patlama-olan-fabrikanin-ortagi-cikti-yuz-milyonlarca-lira-tesvik)***
Önce Soma, sonra Balıkesir: Fabrikalarında işçiler ölen patronun Erdoğan'a uzanan hikâyesi -Aslı İnanmışık-
Sırtını devlete yaslayıp zenginleşen Zafer Topaloğlu tam bir AKP Türkiyesi patronu. Patlayıcı fabrikasının yanında ülkenin madenlerini de sömüren Topaloğlu, işçilerin üzerine basarak yükseliyor.Bugün Balıkesir'de 12 işçinin (İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya 16:19’da yaptığı açıklamada can kaybının 12 değil 11 olduğunu açıkladı.) yaşamını yitirdiği ZSR Patlayıcı Sanayi Anonim Şirketi, Zirve Holding ve Senta Madencilik şirketlerine ait.
Yüz milyonlarca liralık teşvik alan şirketin ortağı Zirve Holding'in AKP dönemi zenginleşen Kalyoncu Ailesi'ne ait olduğu ortaya çıkmıştı.
Patlama yaşanan ZRS'nin Yönetim Kurulu üyelerinden biri ise Zafer Topaloğlu.
Zafer Topaloğlu yabancı olmadığımız bir isim aslında.
Kendisiyle ilgili en eski haberler 2011 yılına kadar gidiyor.
Amatör kulüpten büyük patronluğa
O zamanlar amatör bir spor kulübü olan Esenler Erokspor aynı zamanda AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da bir dönem futbol oynadığı spor kulübü.
Erdoğan'la Topaloğlu'nun yolları kesiştikten yıllar sonra kulüp, tarihinde ilk kez 1. Lig'e kadar yükseliyor. Topaloğlu, Esenler Erokspor'un şu anda da yönetim kurulu başkanlığını yapmaya devam ediyor.
İddialara göre Zafer Topaloğlu 2011 seçimlerinde AKP’nin İstanbul’da kurulan ana seçim karargahı olan binayı AKP’ye tesis ediyor. O seçimden sonra da ballı projeleri önünde buluyor. Önce Esenler Erokspor’a başkan oluyor.
Kulüp bir anda ihya oluyor.
Kendisine İBB tarafından makam aracı dahi tahsis ediliyor.
Erdoğan daha sonra Başakşehir'in Süper Lig şampiyonu olduğu sezon katıldığı bir televizyon programında, Esenler Erokspor için şöyle diyor:
"Proje takımı var, benim mahalli takım olarak çocukluğumda 14-15 yaşında oynadığım takım. O da Başakşehir'in altyapısını oluşturuyor."
Kulüpte, Erdoğan'ın yanı sıra eski Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin, Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak da forma giymiş. Fotoğraf: Sözcü.Celal Eren Çelik 2020 yılında siyasetcafe.com’da yayımlanan bir köşe yazısında Topaloğlu’nun Sabancı’yla olan ilişkisini ifşa ediyor: “Seçimden hemen 1 ay sonra yani 2011’in Temmuz ayında AKP’ye yakınlığı ve 12 katı kaçak olarak çıktığı 34 katlı Skayport Residance inşaatları ile ünlü Gül Proje ile Zafer Topaloğlu bir ortaklık anlaşması yaptı ve Avcılar Park projesine başladı. Bu projenin en önemli özelliği projenin arsasının 9 milyon dolara Sabancı’dan alınmış olmasıydı. Ancak Zafer Topaloğlu ile Sabancı Ailesi’nin yolları bundan sonra çok daha büyük işlerde kesişmeye devam eder…”
Asıl büyük lokma sonra geliyor.
Yine Celal Eren Çelik’in 2022 yılında haberalternatif’te yaptığı habere göre Eti Maden her yıl 20 milyon dolar kâr yapan şirketini kapatıp Rusya ve tüm bölgedeki “yetkili distribütörlüğünü” de Global Trade isimli bir şirkete veriyor.
Şirketin kurucusu yine Zafer Topaloğlu. Distribütör firma ETİ Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı, ETİ Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü ise Varlık Fonu’na.
Erdoğan'la Topaloğlu'nun arası ailenin nikah törenine katılacak kadar iyi.Mates Madencilik'i tanıyoruz
Zafer Topaloğlu'nun zenginliği bu kadarla bitmiyor.
Sırtını devlete yaslayıp ülkenin Soma'daki önemli kömür yataklarını kontrol eden Topaloğlu tam bir AKP Türkiyesi patronu.
Kendisi aynı zamanda Mates Madencilik’in de bağlı olduğu Toya Grup’un sahibi.
Maden sektöründe kamu işletmelerine ait sahalar 1980'li yıllardan itibaren özelleştirme, taşeronlaşma ve rodövans (Maden ruhsat sahalarının işletme hakkının özü kendisinde kalması koşuluyla hak sahibi tarafından sözleşme ile gerçek veya tüzel bir kişiye, bir süre tahsis edilmesi) gibi uygulamalarla özel sektöre devrediliyor. Mates Madencilik de bunlardan biri.
Türkiye Kömür İşletmeleri’ne (TKİ) bağlı Ege Linyitleri İşletmesi bünyesinde verilen saha karşılığında dört yıldır Elmalı Kömür Havzası'nı işletme hakkını rödovans usulüyle elinde bulunduran Mates Madencilik, daha önce sık sık işçi düşmanı uygulamalarıyla gündeme gelmişti.
Şirket 2022'de işçilerine her yıl ödemesi gereken kömür hakkını vermemiş, işçiler duruma tepki göstermişti.
Madendeki iş güvenliği açıkları da geçtiğimiz yıllarda gündeme gelmiş, maden işçileri sağlıksız ve güvencesiz koşullarda çalışmaya zorlandığını, mobbinge maruz kaldığını anlatmıştı. İşçiler 220 kişi çalıştıkları madende iş sağlığı ve güvenliği uzmanı bulunmadığını, doktor, ambulans, sağlık çalışanı olmadığı için olası bir kaza ihtimali nedeniyle endişeli olduklarını dile getirmişti.
İşçilerin çalıştıkları yerler. (Fotoğraf 2023'te çekildi)İş cinayetleri ve kazalarıyla meşhur maden
Mates'in ismini en son bir heyelanla duyduk.
Geçtiğimiz yıl Mayıs ayında yer üstü linyit ocağında hafriyat çalışması sırasında 6 işçi toprak altında kaldı, biri kurtarılamadı.
İşçiler heyelan tehlikesini daha önce de gündeme getirmiş, şirket söz konusu risklerle ilgili herhangi bir önlem almamıştı.
Sahanın yüksek rakımlı olması nedeniyle bölgede görüş mesafesi kimi yerlerde 10 metreye kadar düşüyor. Ancak yine de sisli havalarda çalışma devam ettiriliyordu. Bu nedenle yer üstü linyit ocağında kamyon ve pikap şoförlerinin kaza riski altında çalıştığı biliniyordu.
Ayrıca şirkette hakkını arayan işçiler de işiyle tehdit edildi, susturulmak istendi. Geçen yıl iki işçi çeşitli bahanelerle işten çıkartıldı. Çıkarılanlardan biri kendi iş tanımında yer almayan işleri yapmayı reddetmişti.
Diğer işçi ise TKP'den milletvekili adayı olan Mehmet Horoz'du. TKP Manisa Milletvekili Adayı Horoz'a "aday olduğu için işten çıkartıldığı" söylendi.
/././
Balıkesir’de patlama basın özgürlüğüne dair anlatılanların sorgulanmasına vesile olmalı -Ege Galip-
Fabrikanın ortaklarından biri, Kalyon ailesi, medya devi. Açın bakın gazetelerine ne yazmışlar. Özel sektörün elinde basın özgürlüğü olmaz.Balıkesir’deki fabrikada yaşanan patlamada 8’i kadın 11 işçi yaşamını yitirdi.
ZSR Patlayıcı Sanayi A.Ş.’nin fabrikasında silah ve mühimmat üretiliyordu.
Fabrika, Zirve Holding ve Senta Madencilik şirketlerine ait. Bu yıl Nisan ayında bir de Çek ortak almışlar kendilerine.
Zirve Holding, Ömer Faruk Kalyoncu’ya ait.
Turkuvaz Medya da öyle.
Yani Sabah, Takvim, ATV, A Haber de Kalyoncu’nun. 11 işçinin öldüğü fabrikanın ortağının.
On yıllardır kapitalizm, basın özgürlüğünü “kamunun hiç karışmamasıyla”, “özel şirketlere ait kurumların sayısının bolluğuyla” tartıyor.
“Bağımsızlık”, hep devletten bağımsızlık olarak sunuluyor. Sermayeden bağımsızlık hiç gündeme getirilmiyor.
Alın size bağımsız medya: Açın, Sabah ve Takvim gazetelerinin bugünkü kapaklarına bakın.
Sabah ve Takvim gazetelerinin Balıkesir'deki patlama sonrası 25 Aralık 2024 tarihli manşetleri.
İki gazete de ana sayfalarında ufacık görmüşler, kendi patronlarının fabrikasındaki katliamı. Sabah, “Balıkesir’de bir fabrikada” demiş, kim bilir hangi fabrika… Takvim daha beter, “Çek firmasına ait fabrika” demiş!Eğer medya patronun elindeyse, patronun çıkarları mı önce gelir, kamu çıkarları mı?
Peki iki gazetenin de manşetinde ne var?
Turkuvaz Medya’nın düzenlediği toplantıda hükümet yetkililerinin ekonomiye dair “umut dolu” açıklamaları.
Sabah, “Enflasyonda hedef tek hane” manşeti atmış. Takvim, “Liraya güven arttı” demiş.
Asgari ücretin 22 bin olarak açıklandığı, işçilerin daha fazla açlığa, sefalete mahkûm edildiği günde.
Niye?
Çünkü mühimmat fabrikasında çalışmaya, ölmeye zorunlu gönüllü Balıkesirli kadınlara, erkeklere az para verilecek.
Silahlar ucuza gelecek, Çeklere satılacak, onlar Ukrayna’ya satacak.
Kazanılan parayla Suriye’de yeni fabrikalar açılacak, bu kez onlara daha da az para verilecek, mallar ucuza gelecek.
Kalyoncu ve ortaklarına kârlarına kâr katacak.
Şimdi siz bu gazetelerin işçi ölümleriyle ilgili yazdıklarına inanır mısınız?
Veya asgari ücret ve ekonomiyle?
Veya dış politika ve Suriye’yle?
Kapitalizmin övdüğü basın özgürlüğü, bu.
/././
Palandöken'de akılalmaz güvenlik zafiyeti: Rapor dikkate alınmamış, uyarı levhası bile konulmamış
Palandöken’de yaşanan çığ felaketi ve hayatını kaybeden genç sporcunun ardından güvenlik önlemlerinin yetersizliği tartışılıyor. Çığ riskine işaret eden İRAP raporu dikkate alınmamış.Judo Milli Takımı sporcuları haftasonu Palandöken’de çığ altında kaldı. 4 sporcunun yaralandığı felakette, 16 yaşındaki Emre Yazgan hayatını kaybetti. Gencin ikiz kardeşi Yunus Yazgan yaralı kurtulanlar arasındaydı.
Kazanın yaşandığı yer Palandöken, 2011 Yılında Universiade (Dünya Üniversitelerarası Kış Oyunları) ev sahibi, 2025 yılında ise Avrupa Spor Başkentleri ve Şehirleri Federasyonu tarafından "Avrupa Kış Sporları Başkenti" seçilen Erzurum'da yaşandı. Palandöken Türkiye'nin en kapsamlı kış turizm merkezi sıfatı taşıyor. Ancak bu kaza şimdilerde güvenlik eksikliği tartışmalarını başlattı.
Kış sezonu güvenliği toplantısı neden Aralık’a kaldı?
“Kış Sezonu Güvenlik Toplantısı” bu ay başında yapılmıştı. Toplantıda vatandaşların güvenliği için alınacak önlemler ayrıntılı görüşülüyor. Toplantının Aralık ayına kadar bekletilmesi dikkat çekerken, Vali Mustafa Çiftçi’nin başkanlığında alınan kararlar resmi olarak hâlâ paylaşılmış değil.
Ancak ortaya çıkan bir önemli bilgi, yaşananlara ışık da tutuyor. ANKA'nın haberine göre AFAD’ın 2021 yılında hazırladığı İl Afet Risk Azaltma Planı (İRAP) Raporu dikkate alınmamış. Dönemin Erzurum Valisi, AFAD Başkanı Okay Memiş'in sunum yazısıyla yayınlanmış olan 209 sayfalık raporda Palandöken Kayak Merkezi'ndeki Jandarma Karakolu ve Vilayetler Evi'nin de çığ tehlikesi altında olduğu belirtiliyor.
41 bölge riskli: Çığ düşen yer de raporda işaretlenmiş
Raporda, geçmiş yıllardaki çığ düşmelerinin çoğunlukla kayak pisti dışında meydana geldiğine yer veriliyor. Çığ riski olarak işaratlenen 41 bölgeden biri de hafta sonu yaşanan çığ felaketinin meydana geldiği Sultan Sekisi'nin yakınında bulunan Jandarma Karakol Binası.
Geçmişte meydana gelen ve bir askerin yaralandığı çığın hatırlatıldığı İRAP Raporunda, "Riskli bölgeler içerisinde yer alan yine kayak merkezinde 29 nolu çığ patikası altında bulunan Jandarma Karakol Binası ve müştemilatları çığ tehlikesi altında bulunmaktadır. 29 nolu bu patika zaman zaman küçük çaplı çığlar üretse de genelde kar kütlesi binaya ulaşmadan vadi içinde kalmaktadır. Ancak 18 Ocak 2016 tarihinde bu patika üzerinde meydana gelen bir çığ eğim yönünde hızla hareket ederek karakol binası müştemilatlarından kafeteryaya kadar ulaşmış, kafeteryanın çatısına zarar vererek bir askerin de yaralanmasına neden olmuştur" denildi.
Erzurum'un Palandöken Dağı'nda sporcuların üzerine çığ düşmesi sonucu vefat eden milli sporcu Emre Yazgan ile yaralanan Yunus Yazgan'ın ikiz oldukları öğrenildi.Riskli yerle ilgili gereken uyarılar yapılmamış, daha önce de oraya çıkmışlar!
Ancak İRAP raporu yetkili kurumlarca dikkate alınmadı. Kazanın olduğu yerdeyse hiçbir uyarı levhası bulunmuyordu.
Haftasonu yaşanan çığ felaketinden yaralı olarak kurtulan Judo Milli Takım sporcularından Ali Bozkurt, daha önceki yıllarda da aynı bölgeye çıktıklarını ve kimsenin kendilerini uyarmadığını söyleyerek, "Biz buraya sürekli çıkıyoruz. Geçen sene de çıkmıştım. Arkadaşlarım da çıktı. Bu sene böyle oldu" dedi.
Müdahale edecek ekibin konuşlandığı yer riskli yer!
Olası bir felakette ilk müdahale etmesi gerekenlerden olan Jandarma Arama Kurtarma (JAK) ekiplerinin de konuşlandığı karakol binasının, hâlâ ikinci derece çığ riski bulunan bölgede yer alması da dikkat çekti.
Memiş’in girişimiyle yaptırılan yer de risk bölgesinde
2019 yılında dönemin Erzurum Valisi ve şimdiki AFAD Başkanı Okay Memiş’in girişimleriyle yaptırılan Vilayetler Evi’nin de çığ riski altında bulunduğu İRAP raporuna yansıdı. Ev daha önce Çığ Gözlem Evi olarak da kullanılmış.
Raporda yer alan bilgilerde, “Vilayetler Evi Oteli çığ tehlikesi altında bulunmaktadır. Bu bina 28 Haziran 2006 tarihli ‘Çığ Etüt Raporu’nda, 37 nolu patikanın Güneybatısında bulunmaktadır. Ancak raporun hazırlandığı tarihte bu bölgede herhangi bir yapı bulunmadığından, ilgili raporda binadaki riskten bahsedilmemiştir. Bu çığ patikasında 21 Şubat 2015’te meydana gelen bir çığdan dolayı şu an otel olarak hizmet veren ve o tarihte Çığ Gözlem Evi olarak kullanılan binada maddi hasar oluşmuş, binanın sadece camları kırılmış ve can kaybı yaşanmamıştır” denildi.
Raporlara rağmen hiçbir adım atılmayan Palandöken’de bir yurttaşımız hayatını kaybederken, AFAD Başkanı ve arama kurtarma çalışmalarını yürüten ekiplerin bir kısmı Suriye’de kimsenin kalmadığı tespit edilen Sednaya Hapishanesi’nde “arama-kurtarma” çalışması yapıyordu.
***
Kadın ofisi başkanı duyurdu: HTŞ Suriye’de AKP’nin kadın politikasını uygulayacak
Suriye’de HTŞ yönetiminin Kadın İşleri Ofisi Başkanı olarak atadığı Ayşe el-Dibs, AKP’nin kadın politikalarını “harika” diye niteledi, Suriye’de de aynı modeli uygulayacaklarını ifade etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/kadin-ofisi-baskani-duyurdu-hts-suriyede-akpnin-kadin-politikasini-uygulayacak-396995)***
Bakanlık İBB'yi Belgrad Ormanı'ndan tahliye etti: İşletme hakkı mı, statü değişikliği mi?-Yalçın Çuğ-
Tarım ve Orman Bakanlığı, Belgrad Ormanı'nın işletmeciliğinin, İBB'den çıkarak Doğa Koruma Milli Parklar Genel Müdürlüğü'ne geçtiğini açıkladı. Statü değişikliği tartışması gündeme geldi.Tarım ve Orman Bakanlığı sözleşme süresinin bitmesini gerekçe göstererek İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin (İBB) idaresindeki Belgrad Ormanı’nda tahliye işlemlerine başladı. Dün sabah saatlerinde çevik kuvvet ekiplerinin katılımıyla gerçekleştirilen tahliye işlemi sırasında İBB tabelaları indirildi.
Tahliyenin ardından Belgrad Ormanı'nın işletmeciliğinin Doğa Koruma Milli Parklar Genel Müdürlüğü'ne geçtiği açıkladı ve "durumun, Belgrad Ormanı'nın milli park olarak ilan edilmesi süreciyle herhangi bir ilişkisi bulunmadığı" ifade edildi.
Gelişmelere dair soL'a konuşan Türkiye Ormancılar Derneği Genel Başkanı Ahmet Hüsrev Özkara ise işletme hakkı tartışmaları yerine statü değişikliği gündemine vurgu yaptı.
Çevik kuvvet ekipleriyle tahliye
Tarım ve Orman Bakanlığı 1. Bölge Müdürlüğü sorumluluk alanı içerisinde bulunan Belgrad Ormanı'ndaki Bentler, Neşetsuyu, Kömürcübent tabiat parkları ile Bahçeköy ve Kurtkemeri giriş kapılarının işletmek üzere 2013 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Bölge Müdürlüğü arasında sözleşme yapıldı.
Tarım ve Orman Bakanlığı, 13 Ekim 2023'te süresi dolan sözleşmenin uzatılamayacağını belirterek İBB'nin tahliyesini talep etti. İBB karara ilişkin durdurma talebiyle konuyu mahkemeye taşıdı ancak mahkeme talebi reddetti.
Mahkemenin ret ve tahliye kararı, geçen hafta Cuma günü mesai bitimine bir saat kala İBB’ye bildirildi. Dün sabah saatlerinde ise tahliye için bölgeye çevik kuvvet polisi gönderildi, İBB'ye ait tabelalar söküldü.
Doğa Koruma Milli Parklar Genel Müdürlüğü'ne devredildi
Tahliyenin ardından Tarım ve Orman Bakanlığı, Belgrad Ormanı'ndaki Bentler, Neşetsuyu, Kömürcübent tabiat parkları ile Bahçeköy ve Kurtkemeri giriş kapılarının işletmeciliğinin Doğa Koruma Milli Parklar Genel Müdürlüğü'ne geçtiğini açıkladı.
Açıklamada, "İdaremizin tahliye talebine karşılık, İBB tarafından açılan dava 12 Aralık 2024'te lehimize sonuçlandı. İBB'nin ilgili alanlardan tahliyesine ve işletmeyi tarafımıza teslim etmesine dair talep idaremizin 16 Aralık 2024 tarihli yazısı ile Sarıyer Kaymakamlığına bildirilmiş, kaymakamlık tarafından da İBB'ye 19 Aralık 2024 tarihli yazıyla, 23 Aralık 2024 tarihine kadar tahliye işlemlerini gerçekleştirmesi için süre verilmiştir. Dolayısıyla bazı haberlerde geçen '20 Aralık 2024 günü mesai saatinin bitimine bir saat kala İBB'ye bildirildiği' şeklindeki ifadeler gerçeği yansıtmamaktadır" ifadeleri kullanıldı.
Söz konusu bölgedeki tabiat parkları ve giriş kapılarının işletmesine ilişkin de bilgi verilerek, şunlar kaydedildi:
"Belgrad Ormanı içerisindeki Bentler, Neşetsuyu, Kömürcü Bendi tabiat parkları ile Bahçeköy ve Kurtkemeri giriş kapıları bugünden itibaren DKMP tarafından işletilecektir. İhtiyaç duyulan temizlik ve güvenlik hizmetleri için tüm hazırlıklar tamamlanmıştır. Belgrad Ormanı'na ziyaretçi girişi açık olup ziyaretçi girişinin engellendiği yönündeki haberler gerçeği yansıtmamaktadır."
'Esas olan buranın korunması'
"Muhafaza ormanı" statüsüyle en üst düzeyde korunan 5 bin 237 hektarlık Belgrad Ormanı'nın 1150 hektarının "milli park" statüsüne düşürülerek, yapılaşmaya açılacağı gündeme gelmişti.
Bakanlık tarafından yapılan açıklamada, "Söz konusu durumun, Belgrad Ormanı'nın milli park olarak ilan edilmesi süreciyle herhangi bir ilişkisi bulunmamaktadır" denildi.
Gelişmelere dair soL'a konuşan Türkiye Ormancılar Derneği Genel Başkanı Ahmet Hüsrev Özkara da işletme hakkı tartışmaları yerine statü değişikliğinin altını çizdi. “Esas olan bu alanın korunması” diyen Özkara, Belgrad Ormanı’nın kullanıma açılması için sürekli yeni düzenlemeler yapıldığına dikkat çekti.
Muhafaza ormanı statüsüne dikkat çeken Özkara, “Muhafaza ormanı herhangi bir mutlak koruma dışında hiçbir şeye müsaade etmez, sınırlıdır. Yani insanların günübirlik vakit geçirdiği bir ortamı ifade eder. Bu amacın dışına taştığınız zaman alanda ciddi bir tür değişimi meydana gelir” dedi.
'Koruma kullanma dengesi bozuluyor'
Özkara, Belgrad Ormanı hakkında yapılan çalışmalarda ormanın "sekonder yapı"ya dönüşmeye başladığını aktararak şöyle konuştu:
“Bu neyi gösteriyor? Koruma kullanma dengesinin bozulduğunu. Milli park olursa, milli parkların mutlak koruma alanları vardır ama kullanma alanları da mevcuttur. Milli park çok daha büyük alanları ifade eder. Kullanım alanının koruma alanını etkilememesi gerekir. Halbuki muhafaza ormanları, temel olarak koruma alanıdır. Buralar hassas ekosistemler ve İstanbul açısından temiz su kaynağı da oldukça önemli.”
Bahse konu alanın rant kapısı olarak görüldüğünü belirten Özkara, “Milli park ilan ediyoruz, statüye kavuşturuyoruz” gibi söylemlerin aldatmaca olduğunu ifade etti. Belgrad Ormanı’nın halk sağlığı ve çevre sağlığı için oldukça önemli olduğunu vurguladı ve sözlerini şöyle noktaladı:
”İstanbul, Belgrad Ormanı giderek her yerden kuşatıyor. Bir taraftan 3 köprü ve bağlantıları, diğer taraftan kullanım alanları hatta ormanların içine kadar girmiş yerleşim yerleri... Biz bu alanı devre dışı bırakırsak İstanbul'un hayat damarlarına büyük bir darbe vurmuş oluruz. Zaten İstanbul’un başka sorunları bulunuyor. Elimizde en azından sağlıklı kalmış böyle bir orman parçası varsa, ona gözümüz gibi bakmamız gerekiyor.”
Belgrad Ormanı imara açılıyor: Ağaçlar kesilecek, otel inşaatlarına açılacak
https://haber.sol.org.tr/haber/belgrad-ormani-imara-aciliyor-agaclar-kesilecek-otel-insaatlarina-acilacak-396481/././
İzmir'deki büyük tehlike: Radyoaktif atıklar temizlenemez -Enver Yaser Küçükgül*-
Radyoaktif atıkların temizliğini yapmak diye bir kavram dünyada yoktur. Ancak İzmir'de bir şirkete akıl ve bilim dışı yöntemlerle "temizlik" yaptırıldı.İzmir'de 2007 yılından 2024 Aralık ayına kadar Gaziemir Aslan Kurşun Fabrikası sahasında bugüne kadar çeşitli varsayımlara dayanan, bilimle alakası olmayan tahminlere dayalı olarak atık miktarları gündeme geldi.
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) 2008 yılında sahada 100 bin metreküp radyoaktif kaynak olduğunu rapor etti. 90X90X12 m boyutlarındaki bu radyoaktif kaynağın aradan geçen sürede çevresel taşınım ve etkileşim faktörü nedeniyle en az 90X90X30 m boyutuna ulaşabileceği tahmin edilirse kabaca 300 bin metreküp radyoaktif atık varlığının kütle değeri minimum 750 bin tona (t) ulaşmıştır.
2008 yılından beri sahadan çeşitli adlar altında 200 t, 180 t, 1100 t, 21,3 t, 73,5 t vb. değerlerde atık bilinen ve bilinmeyen yerlere transfer edilmiştir. Başka bir kaynak tarafından "2012 yılına kadar 248 t, ve TAEK 260 t radyoaktif atık almıştır" söylemleri telaffuz ediliyor.
- Bu bilgilerin hangisi doğru, alınan atıklar usulüne uygun yöntemle mi alındı?
- Usulüne uygun yöntemle mi taşındı?
- Bertaraf mı edildi yoksa bir ölü gibi toprağa mı gömüldü?
Radyoaktif atıklar temizlenemez
Bu yıl sahneye çıkan, "arazinin çoğunu ben aldım" diyen, nükleer atık konusunda hiçbir deneyimi olmayan ve iflas edip kayyumlara teslim edilen "EKOVAR" şirketi dünyada eşi benzeri olmayan usul ve yöntemlerle radyoaktif atıklarla doldurulmuş sahanın çok küçük bir kısmında akıl ve bilim dışı yöntemlerle temizlik yaptığını söylüyor. Radyoaktif atıkların temizliğini yapmak diye bir kavram dünyada yoktur.
Kendi kafalarına göre atık kodlarına uydurdukları az radyasyonlu diye niteledikleri 205 ton atığı 5 gün içinde (12-17 Eylül 2024 tarihleri arasında) Vezirhan Çimento Fabrikası'na göndermişler. Yaktılar mı, çimentoya mı karıştırdılar yoksa oralarda bir yerle mi döktüler, bilemiyoruz.
Halka karşı suç işlendi
Bugüne kadar bu ülkede bu kadar uluslararası yasalara göre suç olabilecek usul ve yöntemler icra edilmemişti. Bu fabrikadaki cüruflar tehlikeli zararlı atık kapsamında kabul edilmiş (kod; 17 05 03). 580 km öteye taşınarak temizlik mi yapmıştır?
Bu işlere onay veren Çevre Bakanlığı, Enerji Bakanlığı, Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu (TENMAK), Nükleer Düzenleme Kurumu (NDK), bölgedeki belediyeler ve İzmir Büyükşehir Belediyesi de dahil olmak üzere İzmir'de geçmişte ve halen görevde olan yöneticilerin istinasız tümü suça karışmıştır. Bu suç halka karşı işlenmiştir.
*9 Eylül Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü Emekli Öğretim Üyesi.
/././
Cumhuriyet’in maslahatgüzarı mı Osmanlı valisi mi? Şam ile ilişkiler Osmanlı’daki gibi olacakmış!
Suriye’de Beşar Esad yönetiminin cihatçı gruplarca devrilmesinin ardından Ankara Şam ile diplomatik ilişkilerini yeniden başlattı, Burhan Köroğlu’nu Şam Büyükelçiliği’ne geçici maslahatgüzar olarak atadı.
Diplomatlık kariyerine AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından Aralık 2023’te atandığı Moritanya başkenti Nuakşot Büyükelçisi olarak adım atan Köroğlu’nun bir yıl sonra atandığı yeni görevinde verdiği mülakat kendisini bir Osmanlı valisi yerine koyduğunu gösterdi.
İslam felsefesi alanında profesör olan Burhan Köroğlu bir dönem de El Cezire Türk Televizyonu Yönetim Kurulu Başkanlığı yapmıştı.
Şam’da kaldığı otelde önceki gün TVNET televizyonuna konuşan Köroğlu MİT Başkanı İbrahim Kalın, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ardından AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da Şam’ı ziyaret edeceğini söyledi. Köroğlu Erdoğan’ın ziyaretinin ilişkilerde “önemli bir aşama” olacağını da belirtti.
Şam Büyükelçiliği’nin yanı sıra Halep’teki konsolosluğun da yeniden açılacağını söyleyen Köroğlu, Suriye ile Türkiye arasındaki ilişkilerinse “Osmanlı dönemindeki ilişkiye benzer” olacağını öne sürdü.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde şimdiki Suriye toprakları imparatorluğun Suriye Vilayeti, Halep Vilayeti ve Beyrut Vilayeti içinde yer alıyordu.
Burhan Köroğlu Suriye ile ilişkilerin geçmişe göre “çok daha yoğun bir şekilde” yeniden başlayacağını söylerken Osmanlı dönemine benzerlik iddiasını da şu ifadelerle dile getirdi:
“İlişkilerimiz geçmiştekinden çok daha yoğun bir şekilde yeniden başlayacak. Çünkü bu süreç iki halkı birbirine çok daha fazla yaklaştırdı. Ortak evlilikler oldu. Türkiye’de doğan, büyüyen çocuklar var. Dolayısıyla bizim çok daha özel bir ilişkimiz olduğunu, geçmişte Osmanlı dönemindeki ilişkiye benzer bir yakınlaşmanın da söz konusu olduğunu da ben sadece bir diplomat olarak değil bir akademisyen olarak da takdir edebilirim.”
Köroğlu geçen hafta da AFAD Başkanı Okay Memiş ile birlikte Sednaya Hapishanesi’ne gitmiş ve burada Türkiye’den basın mensuplarına konuşmuştu. HTŞ’nin kurduğu geçici hükümetle görüşmelere başladıklarını söyleyen Köroğlu “Bu bölgede iç çatışma yok. Herhangi bir dış gücün buraya müdahale etmesine gerek de yok. Bu çerçevede mevcut meşru geçici hükümetle çalışmaya başladık” demişti.
***
2024: Bir durum değerlendirmesi -Fatih Yaşlı-
''Halkı siyasete dahil edebilecek bir stratejiye ihtiyacı var. Laiklik, bağımsızlık, aydınlanma, antiemperyalizm gibi başlıklarla güçlendirilecek bu strateji tek seçenek.''
Türkiye 2024 yılına derinleşen ve yaygınlaşan bir yoksullaşma tablosuyla girdi. 7 ay önce yapılan 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinin ardından ekonominin yönetimi Mehmet Şimşek’e teslim edilmiş, o da “enflasyonla mücadele” programını başlatmıştı. Ancak Şimşek’in iş başına geldiği gün yüzde 39 seviyelerinde olan resmi enflasyon 2024 yılının Ocak ayında 64,8’e, yerel seçimlerin yapılacağı Mart’ta ise 68,5’e yükselmiş ve neredeyse ikiye katlanmıştı.
Verilerle oynandığı halde yüzde 70’lere doğru çıkan ve gerçekte çok daha yüksek olan enflasyon, emek hariç her şeyin fiyatının uçması anlamına geliyordu. Yani her şey zamlanırken ücretler, maaşlar aynı oranda zamlanmıyor ve halkın alım gücü reel olarak düşüyordu. Bu ise daha çok yoksullaşma, daha çok sefalet demekti.
Bu durum kaçınılmaz bir şekilde 31 Mart yerel seçimlerine yansıdı ve AKP 22 yıllık tarihi boyunca ilk kez bir seçimden ikinci parti olarak çıktı, CHP ise SHP ile kazanılan 1989 yerel seçimlerini saymazsak 1977’den beri ilk kez bir seçimde birinci parti oldu. Halk sandığa gitmiş ve kendisini planlı, programlı bir şekilde yoksullaştıran Şimşek programına ve onun arkasındaki iktidara faturayı kesmiş, 22 yılın en büyük uyarısında bulunmuştu.
31 Mart seçim sonuçları, eğer doğru bir şekilde kullanılabilse ve iktidar bunun üzerinden sıkıştırılabilse ülke kolaylıkla bir erken seçim konjonktürüne sokulabilir ve belki de 2025 bir seçim yılı olabilirdi. Ancak CHP bunun yerine gayet bilinçli bir şekilde “normalleşme” ya da “yumuşama” dönemi denilen süreci başlattı ve iktidarı içerisine düşmekte olduğu hegemonya bunalımından çıkaracak bir adım atmış oldu. İlk aylardaki birkaç butik mitingi saymazsak, Şimşek programına yönelik büyük öfke bütünlüklü bir stratejiyle toplumsal muhalefet dinamiklerini harekete geçirmek ve siyaseti kürsülerin dışına taşıyıp halkla buluşturmak için kullanılmadı; bilakis bile isteye sönümlendirildi ve pasifize edildi.
Bu şekilde geçen ve araya bir de yaz mevsiminin rehavetinin girdiği altı ayın ardından, TBMM’nin açıldığı gün olan 1 Ekim’de iktidarın kurduğu yeni oyunun ilk ipucu geldi. CHP Cumhurbaşkanı’nı ayakta karşılayıp karşılamama tartışması yapadururken, Devlet Bahçeli gidip DEM Parti’li milletvekilleriyle tokalaştı ve bunun basit bir nezaket jesti olmadığını, Erdoğan’ın çağrısı üzerine gerçekleştiğini söyledi. Zaten Erdoğan da bir süredir “iç cephe” söylemini devreye sokmuş ve “iç cepheyi sağlam tutmak”tan söz etmeye başlamıştı.
Oyunun mahiyetinin ne olduğu ise önümüzdeki günlerde anlaşılacak ve Bahçeli el yükseltip Öcalan’ı Meclis’te DEM Parti grubuna hitap ederek PKK’ye silah bırakma çağrısı yapmaya davet edecekti. O çağrıdan sonra Öcalan’ın üzerindeki yıllar devam eden tecrit kısmen gevşeyecek ve yeğeni, DEM Parti milletvekili Ömer Öcalan İmralı’ya bir ziyaret gerçekleştirecekti. Bu yazının yazıldığı günlerde ise DEM Parti’den bir heyetin Öcalan’a ziyarette bulunacağı büyük ölçüde kesinleşmiş durumdaydı.
İktidar cenahından böyle bir adımın atılmasının gerisindeki temel motivasyon unsuru şüphesiz ki 31 Mart’ta alınan ağır yenilgiyle işaretlerini veren hegemonya bunalımına bir çözüm bulmak ve Erdoğan’ın ömrü vefa ettiği sürece iktidarda kalmasını sağlamaktı. Bunun için ise Erdoğan’ın Kürt sorununu çözen/PKK’ye silah bıraktıran, Kürtlerle beraber yeni bir anayasa yapan vb. birtakım yeni unvanlara sahip olması gerekiyordu.
Ancak Kürt sorunu bölgesel ve uluslararası bir mesele olduğu için, Bahçeli’nin çıkışının bölgesel ve uluslararası boyutları da vardı. 2023 yılı 7 Ekim’inde gerçekleşen Aksa Tufanı saldırısı sonrası İsrail Gazze’de büyük bir soykırım başlatmış, 2024 yılı boyunca devam eden bu yıkıcı savaşa tam bir yıl sonra, 8 Ekim’de Lübnan cephesinin açılışı eklenmişti. Tüm bunlar ise Kürt sorunu da dahil olmak üzere bölgedeki bütün denklemin yeniden belirlenmesini beraberinde getirecekti.
Yaklaşık bir buçuk ay süren bu savaşın hemen öncesinde İsrail Hizbullah lideri Nasrallah’ı ve örgütün komuta kademesinin önemli isimlerini öldürmeyi başarmıştı; ancak tıpkı 2006’da olduğu gibi kara savaşında istediği sonucu alamayacak ve ABD ile Fransa’nın zorlamasıyla bir ateşkese razı olacaktı.
Lübnan’da ateşkesin imzalandığı gün Netanyahu’nun Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı tehdit etmesini ilk başta kimse anlamamıştı ama daha 24 saat geçmeden bu tehdidin gerisinde neyin olduğu görüldü. Halep’e saldıran cihatçılar en ufak bir direnişle karşılaşmaksızın saatler içerisinde Halep’i ele geçirdiler, Şam’ın düşüşü ve BAAS iktidarının sona erişi ise yine son derece hızlı olacak, tüm bu gelişmeler sadece bir haftaya sığacaktı.
Esad’ın devrilmesi elbette ki Türkiye’nin tek başına gerçekleştirdiği bir operasyon değildi ama yeni-Osmanlıcı iktidar 10 yılı aşkın bir süredir bu hedefin peşinde koşuyordu ve bunun için elinden gelen her şeyi yapmıştı, dolayısıyla pastaya ortak olabilirdi. Kalın bunun için Emevi Cami’nde namaz kıldı, Fidan bunun için Kasyun Dağı’nda Şam manzarasına karşı çay içti; her ikisinin yanında dünün terör örgütü lideri, bugünün fiili devlet başkanı Culani’nin olması ise bir tesadüf değildi.
İktidar Esad’ın devrilmesini iç kamuoyuna kendisinin kazandığı bir zafer olarak sunmakta saniye gecikmedi ve 31 Mart seçimleri sonrası ortaya çıkan tablonun tersyüz edilmesi operasyonu büyük ölçüde tamamlandı. Bu sürece önce “normalleşme” ile katkı koyan CHP, Suriye’nin düşüşü sırasında da benzer bir pozisyonu üstlendi ve birtakım eleştirel söylemlere rağmen bir kez daha iktidarla aynı yere hizalandı.
Şimdi sırada Öcalan’la görüşme, onun kamuoyuna yapacağı açıklamalar, PKK’ye ilan ettirilmesi planlanan süresiz ateşkes ve Fırat’ın doğusuna sıkıştırılan PYD/YPG’ye ABD’nin çerçevesini çizeceği sınırlar içerisinde düzenlenecek bir operasyonla oluşturulacak tampon bölge var. Yani iktidar, uluslararası konjonktürün de yardımıyla Kürt sorununu Kürt hareketine boyun eğdirerek çözme peşinde. Bütün yatırımını emperyalizmin bölgesel çıkarlarına göre yapmış olan Kürt hareketi ise oyun alanının giderek daraldığının farkında. Bu nedenle de 2025 Kürt sorununda önümüzdeki beş on seneyi etkileyecek gelişmelerin yaşanacağı bir yıl olarak karşımıza çıkacak.
Kuşkusuz iktidarın dışarıda ve Kürt sorunu başlığında atacağı her adımda ABD’de Trump’ın iş başına gelişi öncelikli faktör olarak dikkate alınacak. Her ne kadar iktidar çevreleri Biden yerine Trump’ı tercih etse de ve Erdoğan da Trump’la daha kolay iletişim kuracağını düşünse de geçmişte Rahip Brunson ve Suriye’ye operasyon başlıklarında taraflar karşı karşıya geldiğinde Trump’ın nasıl yıkıcı bir tutum sergilediğini biliyoruz. Dolayısıyla Türkiye-ABD ilişkileri Biden dönemine göre daha iyi bir seyir izleyecek ama ani gerilim ve kırılmalara da açık olacak.
Trump’ın Ukrayna savaşını bitirip bitirmeyeceği, buna Demokratlar’ın ve Pentagon’un itiraz edip etmeyeceği ve Rusya’nın vereceği yanıt da yine Türkiye’nin dış politikası ve özellikle Rusya’yla/Putin’le ilişkilerin seyrini belirleyecek. Erdoğan Suriye başlığında ABD ve İngiltere ile birlikte Rusya’ya/Putin’e büyük bir kazık attı ve Rusya’nın küresel güç iddiaları bir anda sönümleniverdi. Türkiye-Rusya ve Erdoğan-Putin ilişkilerinde bunun nasıl bir etkisi olduğunu da yine ilerleyen süreçte göreceğiz.
Velhasıl, yıl kapanırken iktidar 31 Mart’ın yarattığı tabloyu tersine çevirmeyi başardı ve “iç cephe”de de dışarıda da elini tekrar güçlendirdi. Ancak yine de 31 Mart’ın arkasındaki esas neden, yani yoksulluğun derinleşip yaygınlaşması süreci devam ediyor ve iktidarı en çok bu sıkıştırıyor. Meclis’ten geçen hafta geçen bütçe ve asgari ücretle emekli ve memur maaş zamları için konuşulan oranlar ise sürecin devam edeceğini çok net bir şekilde gösteriyor.
Bu karanlık tablo içerisinde CHP ve DEM Parti’nin gölgesi dışında kalan sosyalist solun Şimşek programında somutlaşan Türkiye’nin sermaye düzeninin halkı yoksullaştırma programını karşısına alacak ve yoksulluğa duyulan öfkeyi politikleştirecek, halkın acil talepleri üzerine kurulu bir programı halkla buluşturarak halkı siyasete dahil edebilecek bir stratejiye ihtiyacı var. Laiklik, bağımsızlık, aydınlanma, antiemperyalizm gibi başlıklarla tahkim edilip güçlendirilecek bu strateji, düzenin çoklu kriz konjonktüründe sosyalist siyasetin kendisine alan açıp, kitlesel, toplumsal bir karaktere kavuşabilmesi için elindeki tek seçenek. Bunun var edilmesi sosyalizmin Türkiye’de yeniden var edilmesi ve sosyalist hareketin yeniden toplumsallaşması, kitleselleşmesi anlamına gelecek. Aksi durumda Türkiye içine düştüğü bataklık ve karanlıktan hiçbir şekilde çıkamayacak.
/././
Asgari ücret, azami sefalet -Serdal Bahçe-
"Açıklanan asgari ücret bir açlık ücreti. Burjuvazinin realist kalemşörleri 'evet acı, ama gerekli' diyorlar. Sıkacak diş kalmadı ama."
Asgari ücret açıklandı, 22 bin ve de 104 TL. Bakan “işçimizin yanındayız” dedi ve müjdeli haberi verdi. Bir de hadis okudu galiba, böylece verdiklerinin, bahşettiklerinin hem hakkaniyetli hem de ruhani olduğunu vurgulamış oldu. Türk-İş temsilcileri açıklamayı beklemeden terk etmişler, bir de bazı detayları açıklamışlar. Örneğin mutat yaşam şartları araştırması yapılmamış bile. Kısacası devletlü ve sermayelü temsilciler işçi sınıfının hangi zorlukları yaşadığını dikkate bile almamışlar. 2-3 haftadır, anlaşılan, işçi temsilcileriyle bir konuşma bile olmamış. Karar kapitalist devlet ve sermaye tarafından alınmış böylece. Aslında IMF önceden “tavsiyede” bulunmuştu, zinhar yüksek belirlemeyin demişti. Böylece kapitalist devlet-ulusal sermaye-uluslararası sermaye üçlüsü ne dediyse o olmuş oldu. Türk-İş mi? Her zamanki gibi “bakın yürürüz haa” modunda.
Asgari ücreti yıllık belirliyorlar artık. Eskiden altı aylık süreler için yılda iki kez belirlenirdi çünkü istikrarsız Türkiye kapitalizmi sathında işçilerin kayıplarının altı ayda bir, eh işte biraz, giderilmesi hedeflenirdi. Şimdi yıllık belirleniyor, amma velakin Türkiye kapitalizmi hala istikrarsız. Bir yıl içinde kendi yapısal sorunlarından dolayı akla gelen her badireyi atlatabilir durumda. Neticede kur riski yüksek, enflasyonist baskı yüksek (çünkü sermayesi kâr açlığını dizginlenemiyor), borç stoku yüksek, cari dengesizlik yüksek, dışa ticaret açığı yüksek, yüksek de yüksek; her şey yüksek bir reel ücretler düşük. Kısacası bir yıllık belirlenen asgari ücret aslında her türden istikrasızlığa yem olmaya hazır.
Dahası şimdi devlet aslında işlevsiz politika dokümanları açıklıyor sürekli (Orta Vadeli Program gibi) ve bu resmi dokümanlar için bir enflasyon hedeflemesi yapıyorlar. Asgari ücrete ve memur maaşlarına zammı da artık bu hedeflenen enflasyon ölçüsünde yapacaklarını ilan ettiler. Böylece enflasyonu düşüreceklermiş. Gerçekleşen enflasyonu ciddiye almıyorlar (yaşam şartları araştırmasını bundan yapmamışlardır); diğer bir ifadeyle işçilerin ve memurların fiyat artışları dolaysıyla yaşadıkları refah kaybını umursamıyorlar artık.
Peki hedeflenen enflasyonu neye göre hesaplıyorlar? Öncelikle enflasyon hedeflemesi yeni bir şey değil, bizi daha önce de çok sayıda enflasyon hedeflemesine kurban ettiler. İşin acısı Türkiye kapitalizmi genellikle hedefi tutturamıyor. Çünkü enflasyonun nedeninin sadece ve sadece ücret artışı olduğunu varsayan abuk subuk doktriner bir bakış açısına sahipler (ki şu an yaşanan enflasyona ücret artışlarının katkısının ihmal edilebilecek düzeyde olduğunu kendi raporları bile söylediler). Şirketler kâr açlığıyla sürekli zam yapıyorlar, ev sahipleri aynı histeriyle sürekli kiraya zam yapıyorlar, özel hastaneler, özel okullar, serbest meslek sahipleri... kısacası ücretliler ve maaşlılar hariç herkes, satacak bir şeyi olan herkes tutturabildiği yüksek oranda zam yapıyor, devlet seyrediyor. Ceremeyi de işçi sınıfı çekiyor. Öyle ya serbest piyasa ekonomisi bu; onlara ses çıkarmıyorlar.
Peki ama hedef enflasyon oranı nasıl belirleniyor? Sorsanız çok alengirli bilimsel tekniklerle hesapladık diyecekler. Tutturamadıklarına göre (çünkü hem devletimiz hem de IMF ikide bir revize ediyor) işin içinde pek bir bilimsel teknik yok gibi. Kısacası devletlü büyüklerimizden biri temenni ediyor, o da hedef oluyor.
Ama asıl sorumlu olan işçi sınıfının örgütsüzlüğüdür. Tek tek grevler var, işçiler istediklerini aldılar. Ancak bu asgari ücret ve belirleniş tarzı Türkiye işçi sınıfı için kendi tarihinde gördüğü en büyük aşağılanmadır. İşçi sınıfı hiç bu kadar pasif, hiç bu kadar edilgen olmamıştı. 22 bin nedir yahu? Bu rakamı belirleyenler ortalama kira ne kadar, ortalama gıda tutarı ne kadar biliyor mu? Biliyorlar aslında. Ama işte işçi sınıfının bu pasifliği, bu edilgenliği karşısında pervasızca karar veriyorlar.
Asgari ücret bu ülkede ortalama ücrettir. Ücretle çalışanların yarıdan fazlası zaten asgari ücrete yakın ücret alırlar. Kısacası bu rakamı belirleyenler bunu da biliyor. Diğer bir ifadeyle aslında Türkiye için ortalama ücreti belirlemiş oldular, asgari ücreti değil. KOBİcisi, lobicisi, ihracatçısı, ithalatçısı, iri sermayelisi, ufak sermayelisi pek mutludur şimdi. Öyle ya, onlar evler alsınlar, katlar alsınlar, çocuklarını Amerikalarda, Avrupalarda, bol paralı okullarda okutsunlar, Malidvlerde, Seyşellerde tatil yapsınlar, hafta sonu kahvaltı için Fransız Rivierasına uçsunlar, her yıl tanesi bir işçinin yıllık asgari ücreti toplamının çok katı bedele sahip arabalar alsınlar, işçiye de açlığı reva görsünler. Yetmez; devlet tüm olanaklarıyla arkalarında olsun, seneyi matrahsız geçirip vergi vermesinler, mis gibi vergi iadeleri alsınlar, teşvik alsınlar, garantili ödeme alsınlar, kredi garantisi alsınlar, ucuza kredi aslınlar, kamu malını ederinin altında asınlar, ömrümüzü alsınlar, hayatımızı aslınlar; işçi sınıfı da sefalet ücreti alsın. Artık utanmıyorlar.
Gerçi verileni bile çok bulanlar oldu. Şimdi duyuyoruz, aslında 21 bin olmalıydı diyenler var. Burjuva iktisatçıları var, yoz ve karikatürize. Hatta bunların içinde ödüllü olanlar var. Geçenlerde biri, hem de Nobelli, yüzde 50 bile verseniz sorun çözülmeyecek, çünkü emek verimliliği düşük deyivermiş. İnsaf! Sayı rakam verip kafanızı ağrıtmayacağım ama yapılan tüm çalışmalar ücretlerin yerinde saydığını ya da düştüğünü gösterirken emek verimliliği artmış ve bu ikisi arasındaki büyüyen farkı sermaye kâr olarak cebe indirmiş. Şimdi daha da fazlasın indirecek cebe. Hatırlatmaktan geri durmayacağım bu Nobelliyi ülkenin ana muhalefet partisi bir aralar danışman tutmuştu galiba, yazık.
Bu arada sürekli zam süreci de işliyor. Devlet vergiye, sermaye sattıklarına zam yapıyor. Buna da gecikmiş fiyat tepkisi diyorlar. “Gecikmiş” fiyat tepkilerinin sonu gelmiyor ama. İlginç bir dönem, kur görece sabit bir bant içinde, reel ücretler artmıyor, kapitalist dünyada temel emtia ve girdi fiyatları düşüyor, amma velakin bizde zam yağmuru sürüyor. Neden? Çünkü sermaye bu trendi yakaladı ve bırakmak istemiyor, kâr için yağmalıyor. Devlet de sesini çıkarmıyor ve tüm yükün emekçilerin, çalışanların sırtına yıkılmasına aracılık ediyor. Asgari ücret bunu yasal hale getiriyor.
Bazı aklı evveller de asgari ücreti dolar bazında hesaplıyorlar ve şimdi ulaştığı 600 küsür dolarlık seviyenin AKP’li yıllarda yakalanmış büyük bir başarı olduğunu belirtiyorlar. Şaka mı yapıyorlar? Peki aynı dönemde simit fiyatı kaç dolar yükseldi? Ya da okul ücretleri veya kiralar? Bakmayın böyle ciddiyetsiz yorumlara...Yine aynı cenahtan açıklama geliyor, buna göre bu açıklanan taban ücretmiş. Daha nitelikli, daha tecrübeli, daha donanımlı olsunlar daha yüksek ücret alırlarmış. Kirayı bile ödeyemeyen, eve ekmeği ucuz diye uzun Halk Ekmek kuyrukları bekleyerek götürebilen emekçilere ders alın, kursa gidin daha nitelikli olun diye akıl veriyorlar. Dalga geçiyorlar. Bahsedildi, veriler ücretlilerin çok büyük bir bölümünün asgari ücret ya da ona yakın ücretler aldığını gösteriyor, adına konuştukları sermaye nitelikliye de niteliksize de sefalet ücreti veriyor. Ya haberleri yok, ya da yalan söylüyorlar.
Neticede açıklanan asgari ücret (ki aslında ortalama ücret) bir açlık ücreti. Burjuvazinin realist kalemşörleri “evet acı, ama gerekli” diyorlar (işveren örgütlerinin şık iktisatçılarına bakın, o kanal senin bu da benim diyerek gezip aynı lakırdıyı terennüm edip duruyorlar). Onların realizmi ürkütücü bir realizm. Gerçekçilikleri bendesi oldukları sınıfın gerçekçiliği. Devletlü ağızlar “gelecekteki rahatlama için bugün katlanacaksınız” diyorlar. Geleceğimizi yok ettiklerinin farkında değiller. Yıllardır aynı terane; yükü işçi sınıfına yıkmak istediklerinde “azıcık dişinizi sıkın” temalı açıklamalar sökün eder hemen. Sıkacak diş kalmadı ama.
Bu utançtan kurtulmanın tek yolu örgütlü bir işçi sınıfıdır. Unutmayın, işçi sınıfı kaybettiğinde hepimiz kaybediyoruz.
/././
Yasin Aktay'ın Culani ziyaretinde konuşulmayan detay: Mısırlı İhvancının yanında ne işi vardı?
Erdoğan'ın danışmanı Yasin Aktay'ın geçtiğimiz hafta Culani'yle yaptığı söyleşide yanında olan kişi hiç konuşulmadı: Mısır'da başsavcıya suikasttan idam cezası almış bir Müslüman Kardeşler üyesi.
Suriye’de Beşar Esad yönetiminin cihatçı silahlı örgütler eliyle devrilmesinin ardından söz konusu örgütlerin başını çeken Heyet Tahrir’uş Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el Culani, geçtiğimiz hafta Yeni Şafak gazetesiyle söyleşi yapmıştı.
Gazete adına görüşmeyi Erdoğan'ın eski danışmanlarından AKP'li Yasin Aktay yapmış ve Culani'den "emsalsiz netlikte bir devrimin lideri, özgürlük savaşçısı, devlet adamlarının temas kurmak için yarıştığı devlet adamı" diyerek övgüyle bahsetmişti.
Aktay'ın Culani'yle Şam'da yaptığı söyleşi, Türk basınında çok konuşuldu. Ancak bir detaya hiç değinilmedi. O da, "terör" suçundan idam cezasına çarptırılmış Mısırlı bir Müslüman Kardeşler üyesinin Aktay'a eşlik etmesiydi.
Birçok davadan hüküm giydi, başsavcıya suikasttan idam cezası verildi
Mısır'da idam cezasına çarptırılan Mısırlı Mahmud Fethi Bedir'in, Beşar Esad'ın düşmesinin ardından Heyet Tahrir'uş Şam (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el Culani ve AKP'li Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanı Yasin Aktay ile birlikte Suriye'de görüldü.
Mısır'ın yakın zamanda yayınladığı "terörist örgütler" listesine göre Fethi, ülkede "terörist faaliyetlerle" ilgili birçok davadan hüküm giymiş ve Mısır Başsavcısı Hişam Barakat'ın suikastı davasında idama mahkum edilmiş. Listeye göre, Mısır'ı hedef alan faaliyetleri, 2024 yılına kadar yurtdışından devam ediyor.
X platformunda kendi hesabından paylaştığına göre, Türkiye'de Müslüman Kardeşler liderlerinin katıldığı birçok etkinlikte, kutlamada ve aktivitede Yasin Aktay'la birlikte yer almış.
Fethi, Esad yönetiminin düşmesinden sonra Halep, Humus ve Şam'daki Emevi Camii de dahil olmak üzere çeşitli Suriye şehirlerinde Aktay ve diğer HTŞ liderleriyle birlikte fotoğraflarını da yayınladı.
Esad iktidarının devrilmesinin ardından Mahmud Fethi, Şam'da İbn Teymiyye'nin mezarı önünde Yasin Aktay ile birlikte çekilmiş bir fotoğrafını paylaştı.Selefi parti kurucusu
İslami örgütlerdeki faaliyetlerine gelince, rolü Arap Baharı'ndan sonra belirginleşti. Ekim 2011'de selefi El Fadhila (Fazilet) Partisi'nin kurucularından biriydi. O dönemde İslami hareketler içinde önde gelen isimlerden biriydi. Bununla birlikte, İslami lider Hazim Selah Ebu İsmail'i desteklemek için Hazemun Hareketi'ni kurdu ve onunla birlikte birkaç toplantıda yer aldı.
Mahmud Fethi, yakın zamanda X platformundaki hesabında Ebu İsmail ile birlikte çekilmiş bir fotoğrafını yeniden paylaştı.
Ayrıca hesabında “Hazemun üyeleri arasında olduğunu ve eski Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'yi Haziran 2013'te Müslüman Kardeşler tarafından düzenlenen Suriye devrimini desteklemek için 'Suriye Hizmetinizdeyiz' başlıklı konferansın yapılmasına ikna ettiğini” yazdı. Ayrıca “o sırada Hazim Selah Ebu İsmail ile birlikte Suriye büyükelçiliğinin kuşatılmasına katıldığını” söyledi.
Fethi, halk protestoları sonrasında ordunun eski Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'yi devirdiği "Haziran 2013 Devrimi"nin ardından Türkiye'ye kaçıp orada yerleşti ve siyasi faaliyetlerini sürdürerek X platformundaki hesabı üzerinden Mısır'da gösteri çağrısında bulundu.
2015 yılında, Başsavcı suikastı davasında Türkiye'den kışkırtıcılar ve planlayıcılardan biri olarak adı geçti. Mısır hükümeti onu "terörist" listelerine dahil etti ve Interpol'den onu takip etmesini istedi. Ancak Türkiye onu Mısır'a teslim etmeyi reddetti.
Mahmud Fethi eski Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'yi destekleyen gösteride Müslüman Kardeşler liderleriyle birlikte.Yargılandığı davalar
Adı, askeri yargı tarafından değerlendirilen "Helvan Tugayları" olarak bilinen ve "güvenlik pusularını hedef alma" davası da dahil olmak üzere diğer davalarda da geçti. Ayrıca Mısır'da sürekli "devrim çağrısı" yapıyor ve mevcut hükümeti eleştiriyor. Bununla birlikte, Mısır bayrağının değiştirilmesi ve Türk bayrağına benzer şekilde hilal ve yıldızlı yeşil kraliyet bayrağına geri dönülmesi çağrısında bulunuyor.
Mısır yetkilileri tarafından yayınlanan terörist örgütler listelerine bakıldığında Mahmud Fethi Bedir'in adı listede yaklaşık altı kez geçiyor ve kendisi bir dizi davada aranıyor: 2015 Helvan Tugayları Davası, 2015 Yüksek Devlet Güvenliği Davası, 2017 Yüksek Devlet Güvenliği Davası, 2018 Yüksek Devlet Güvenliği Davası, 2019 Yüksek Devlet Güvenliği Davası ve 2020 Yüksek Devlet Güvenliği Davası
Mahmud Fethi aleyhindeki ilk gıyabi karar Şubat 2017'de verildi. Fethi aleyhindeki ilk gıyabi karar, medyada "güvenlik kontrol noktalarının hedef alınması" olarak bilinen dava olan 2015 Yüksek Devlet Güvenliği Davası'nda aldığı 15 yıl hapis cezasıydı.
Temmuz 2017'de eski Başsavcı Hişam Barakat'ın suikastı davasında, diğer 28 sanıkla birlikte gıyaben idama mahkum edildi.
Soruşturmalara göre, Mısır yetkilileri Mahmud Fethi'yi, Mısır hükümetinin "terörist grup" olarak sınıflandırdığı Müslüman Kardeşler'in diğer liderleriyle birlikte Türkiye'den operasyonu planlamakla suçladı.
***
Okulda 'Arapça Günü'nde öğrencilere IŞİD kostümü giydirildi, ellerine oyuncak silah verildi
2 kişinin ölümünden ders alınmadı: Bornova’da Gediz Elektrik’e ait kablolar tehlike saçıyor
İzmir’de iki genç insanın yaşamını yitirdiği elektrik akımı faciasının ardından şimdi de Bornova’da İZSU’nun çalışma yaptığı sokakta Gediz Elektrik’e ait kablolar sokak ortasında açıkta bırakıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/2-kisinin-olumunden-ders-alinmadi-bornovada-gediz-elektrike-ait-kablolar-tehlike-saciyor) ***Yenidoğan çetesi hastanesine karşı beş soruşturmada aynı bilirkişi: İddianame 5 yıldır bekleniyor -Utku Beycan-
"Yenidoğan çetesi"ne yönelik iddianamede adı geçen Özel Esencan Hastanesi'nde yapılan ihmaller nedeniyle bir bebek hayatını kaybetti. 5 farklı şikayetle başlayan soruşturmalara aynı bilirkişi atandı.Yenidoğan iddianamesinde ismi geçen ve çete üyesi Fehmi Alperen'in idari amirliğini yaptığı Özel Esencan Hastanesi'nde yapılan ihmaller nedeniyle, 2016'da hemşire Arzu Başkıran'ın bebeği hayatını kaybetmişti.
Ailenin bulunduğu beş farklı şikayetle başlayan soruşturmaların tamamına aynı bilirkişinin atandığı ortaya çıktı.
Hastaneyi araştırmakla görevlendirilen Esenyurt İlçe Sağlık Müdürü Hülya Sönmez'in, araştırma sırasında hastanenin yönetim kurulu tarafından düzenlenen iftar yemeğine katıldığı, hastanenin de çekilen fotoğrafları sosyal medyadan paylaştığı görüldü.
İhmaller zinciri
Hemşire Arzu Başkıran, 2016 yılında Esencan Hastanesi'nde doğum yaptı. Entübesi gerekenden 6 saat sonra yapıldığı için kan gazındaki karbondioksit değeri normalin 2,5 katına çıkan bebeğin, yaşam destek ünitesinden çekilmesiyle çoklu organ yetmezliği meydana geldi.
Esencan Hastanesi'nde Başaran'a bebeğinin durumunun iyi olduğuna dair sahte bir epikriz raporu verildi. Doğumdan 16 gün sonra bebek, uzman personelin bile bulunmadığı bir ambulansla başka bir hastaneye sevk edildi. Sevk edildiği hastanede bebeğin Esencan Hastanesi'nde aç bırakıldığı ortaya çıktı.
5 soruşturmaya da aynı bilirkişi atandı
Ceza davasında hazırlanan iddianamede yalnızca Esencan Hastanesi ve hastane personeli Y.D.K.’nin sorumlu görülmesiyle aile, beş farklı şikayette daha bulundu.
Bebeğin doğduğu gece yanında bulunan fakat kimliği henüz tespit edilemeyen doktor, 112 Acil Servis, Esencan Hastanesi kadın doğum bölümü personelleri, radyoloji bölümü personelleri ve yenidoğan yoğun bakım ünitesindeki doktorlar için yapılan şikayetler üzerine başlayan beş farklı soruşturmada bilirkişi olarak, emekli genel müdür Elif Şahin seçildi.
Arzu Başkıran'ın, Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmek üzere Siirt Cumhuriyet Başsavcılığı'na verdiği dilekçede, İstanbul Bilirkişi Listesi'nin 11 bin 913 kişiden oluştuğu, listede 6 çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı, 9 radyoloji uzmanı, 26 kadın hastalıkları ve doğum uzmanı, 25 acil ve ilk yardım uzmanı bulunduğu belirtildi.
Aile 5 yıldır iddianameyi bekliyor
Soruşturmalar, meçhul doktor soruşturması bir savcıda, kalan dört soruşturma bir diğer savcıda olmak üzere iki savcıya paylaştırılırken, 112 komuta acil servis hakkında başlatılan soruşturma dışındaki bütün soruşturmalar hakkında “kovuşturmaya yer yok” kararı verildi.
112 acil servis hakkında yapılan soruşturma sonucu verilen “kovuşturmaya yer yok” kararına bilirkişi raporundaki çelişkiler sebep gösterilerek itiraz edilmiş, 21 Haziran 2019'da Bakırköy 6'ncı Sulh Ceza Hakimliği tarafından bozulmuştu. Kararın bozulmasının üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen yeni iddianame hâlâ hazırlanamadı.
Araştırmakla görevli memur hastanenin yönetim kurulu ile fotoğraf çekildi
Dikkat çeken bir diğer olay da Başkıran'ın resmi makamlara bulunduğu şikayetler üzerine 9 Mart 2017'de durumu araştırmakla görevlendirilen Esenyurt İlçe Sağlık Müdürü Hülya Sönmez'in, aynı yılın Haziran ayında hastanenin Yönetim Kurulu Başkanı Taşkın Yenidünya'nın verdiği iftar yemeğine katılması oldu.
İftar yemeği sırasında çekilen fotoğraflar hastanenin sosyal medya hesaplarından paylaşıldı. Hastane tarafından yapılan paylaşımda “Yönetim Kurulu Başkanı Taşkın Yenidünya'nın verdiği iftar yemeğine İlçe Sağlık Müdürü Dr. Hülya Hanım da katıldı. İftar etkinliği; tüm hastane ekibini, mutlu bir gecede buluşturdu. Hastanenin yemekhane bölümünde ve lobi alanında kurulan masalarda oruçlarını açan çalışanlar, hem leziz yemeklerin hem de tasavvuf müziklerinin tadını çıkardılar” ifadeleri kullanıldı.
Sönmez, Reyap Hastanesi’ni de ziyaret etmişti
Sönmez'in ayrıca malen sorumlu hastaneler arasında geçen, çetenin içerisindeki pek çok kişinin çalıştığı ve örgütün karargahı konumundaki hastanelerden biri olan Reyap Hastanesi'ni de ziyaret ettiği ortaya çıktı.
9 Kasım 2018 yılında hastanenin sosyal medya hesabından yapılan paylaşımda şu ifadeler kullanılmıştı:
“Esenyurt Kaymakamı Vural Karagül ve Esenyurt İlçe Sağlık Müdürü Sn. Dr. Hülya Sönmez’i hastanemizde misafir ettik. Sn. Dr. Vural Karagül'ün sağlık kontrollerini gerçekleştirdik. Vural Karagül ve Sn. Dr. Hülya Sönmez’e ziyaretlerinden dolayı teşekkürlerimizi sunarız.”
/././
Selçuk Bayraktar ve ailesi yargıyı nasıl ifade özgürlüğüne karşı baskı aracı olarak kullanıyor?
Bayraktarlar, soL yazarı Çağdaş Gökbel’e “yağma” kelimesi gerekçe göstererek 250 bin TL’lik manevi tazminat davası açtı. Bu, basına karşı holdingin açtığı yüzlerce davanın sonuncusu.Haklarında çıkan her habere dava açan Baykar Yönetim Kurulu Başkanı Selçuk Bayraktar'ın "tazminat" ısrarı sürüyor.
Bayraktarlar, uzun süredir gazetecilere ve medya kuruluşlarına açtıkları davalarla gündemdeler.
Tazminat davaları, son dönemde kimi avukatların temel gelir kapısı. Göz önündeki kişilerle anlaşıp haklarındaki her şeye dava açıyor, kazanılan parayı paylaşıyorlar.
Ancak dünyanın en zenginleri listesinde yer alan Bayraktar ailesinin amacının bu olduğunu düşünmek yanlış olur. Bayraktarlar tazminat cezalarını bir gelir kapısı olarak değil, ifade özgürlüğüne karşı baskı mekanizması olarak kullanıyor.
Haklarında edilen her bir kelimeye yönelik dava kozunu oynamalarının sebebi de burada gizli, büyük tazminatlarla onlarla ilgili konuşulmasını engellemek.
Türkiye'deki bağımsız medyanın mali olarak kırılgan olması, bunu çok gerçek bir sebep haline getiriyor. Bayraktar ailesinin serveti için hiçbir etkisi olmayacak birkaç yüz bin lira, bir gazeteci veya basın organı için ölüm kalım meselesi haline gelebiliyor.
Davalar, hakaretlerle ilgili değil. Bayraktarları her türlü eleştiriden azade kılma çabasıyla ilgili.
Örneğin soL’a açılan iki davanın sebebi Selçuk Bayraktar’a damat denilmiş olması. Bir haberde yalnızca Resmi Gazete verileri, diğerindeyse Kamuyu Aydınlatma Platformu verileri yer alıyor. Haber içeriklerinde hiçbir şekilde yanıltıcı, hakaret içeren bilgi veya ifadeler yok ancak manevi tazminat cezası alınmasının sebebi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı olan Selçuk Bayraktar’a “damat” denilmesi.
Son örnek soL yazarına dava
Daha önce defalarca soL’a manevi tazminat davası açan Bayraktarlar son olarak hedefe soL yazarı Çağdaş Gökbel’i koydular. Gökbel’in hiçbir hakaret ve saldırı içermeyen kişisel sosyal medya X paylaşımına 250 bin TL’lik manevi tazminat talebinde bulundular.
Peki Bayraktarların tazminat talep etmesine sebep olan kelimeler neydi? Forbes’un 2024’ün en zenginleri listesine giren Bayraktarlara ilişkin haberi paylaşan Gökbel şu ifadeleri kullandı:
“SİHA mucizesi! Kamunun tüm zenginliğini, hatta bilgi birikimini darı ambarı gibi yağmala sonra milletin karşısına geç, kahraman pozu ver. Kazan kazan dedikleri şey bu olsa gerek.”
Gökbel’in “yağma” ifadeleri gerekçe olarak gösterilen davada, “kişilik haklarının zedelendiği” iddia ediliyor.
Kamu kaynaklarının yağmalanması, on yıllardır Türkiye'de devletçi ekonomiden yana olanların kullandığı bir tabir. Özelleştirmeler, kamuya ait varlıkların yağmalanması olarak görülüyor.
Söz konusu paylaşım.'İfade hürriyetinin tazminatla 'hizalanmasına' izin vermeyeceğiz'
soL avukatı Mert Doğan, konuya ilişkin yaptığı değerlendirmede, “Artık süreklileşmiş bir durum bu tazminat davaları. Gerek Selçuk Bayraktar gerekse diğer aile fertleri sosyal paylaşım sitelerinde haklarında yayımlanan her açıklama, haber yahut yoruma tazminat davası açıyor” dedi. Doğan durumu şöyle anlattı:
“Selçuk Bayraktar Türkiye’nin vergi rekortmenlerinden biri, kamu kurumlarıyla sık iş yapan bir şahsiyet, ayrıca sürekli siyaset alanında da görüş bildiriyor. Bu koşullarda kendisinin eleştiriye daha tahammüllü olması gerekir. Manevi tazminat zenginleşme aracı olarak kullanılmaz, ayrıca kamuya mâl olmuş, yaptıklarıyla kamuoyunda gündem olan kişilerin eleştirilere karşı manevi tazminat silahını kullanmamaları beklenir. Bu konuda çokça AYM ve AİHM kararları da mevcut. Bayraktar’ın avukatları bunları zaten biliyorlardır, belli ki dava açmalarına engel değil bu gerçek.
"250 bin liralık tazminat 2024’ün en zenginleri listesine giren biri için az bir miktar olabilir ama emeğiyle geçinen gazeteci müvekkillerimiz ve halkın desteğiyle yayın yapan medya için yüksek bir para.
"Şu anda Selçuk Bayraktar’a karşı AYM’de ve İstinafta dosyalarımız mevcut. Çağdaş Gökbel’e açılan dava da önümüzdeki günlerde görülmeye başlayacak. Manevi tazminatın gazetecileri baskılama aracına dönüşmesine izin vermeyeceğiz. Anayasal ifade hürriyetini kullanan müvekkilimizin tazminat cezasıyla ‘hizaya’ getirilmeye çalışılmasına karşı kanundan doğan haklarımızı sonuna kadar kullanacağız.”
'Bu terazide eşitlik mümkün mü?'
Gökbel yine sosyal medyadan yaptığı açıklamada ifade özgürlüğünün giderek daha kısıtlandığını söylerken, “Anayasal haklarımı kullandım. Ancak Türkiye’de ifade özgürlüğü, zenginler ve güç sahipleri karşısında neredeyse imkânsız hale geldi” dedi.
“Adalet terazisine beni ve Bayraktar ailesini koyarsanız, bir yanda hiçbir mal varlığı olmayan bir gazeteci, diğer yanda milyar dolarlık bir servet sahibi var. Bu terazide eşitlik mümkün mü?” sorusunu soran Gökbel, “Anayasa ve ifade özgürlüğü, sermaye sahiplerinin taleplerine göre şekillendirilemez. Bu dava, anayasal düzenin gerisine düşmemek için bir mücadele alanıdır” ifadelerini kullandı.
/././
Bu başka yolsuzluk: Maden şirketi yolunu buldu köylü yolsuz kaldı -Barış Tüysüz-
AKP milletvekili Cantürk Alagöz'ün sahibi olduğu Alagöz Maden, İl Genel Meclisi’nin aldığı kararla köy yolunu talan etti. Köylü yolsuz kaldı.Giresun'un Doğankent ilçesine bağlı Çatalağaç Köyü’nde yarattığı çevre tahribatlarıyla kamuoyu gündemini meşgul eden Alagöz Maden'in köy yollarını süresiz kullanmasının önü açıldı.
ÇED dosyasında böyle bir karar yer almamasına ve mahkemenin iptaline rağmen İl Genel Meclisi bu kararı aldı.
AKP Iğdır Milletvekili Cantürk Alagöz’e ait maden şirketi Harşit Vadisi’nde uzun süredir çevre ve doğa tahribatına sebep oluyor. Bölge halkı bu tahribata karşı hukuki mücadele veriyor.
Madene ait ‘ÇED Gerekli Değildir’ onayı 2023 yılında Giresun İdare Mahkemesi tarafından iptal edildi ve Alagöz Maden şirketi yeniden ‘ÇED Gerekli Değildir’ süreci başlattı. Şirketin İl Genel Meclisi’nde verilen skandal bir kararla köy yollarını süresiz kullanım hakkı ettiği iddia edildi.
Oysa ÇED raporunda maden şirketinin faaliyet gösterebilmesi için köy yolunun dışında bir nakliye yolu inşa etmesi gerektiği ifade edilmişti. Ancak maden firması, ağır tonajlı araçlar için yeni bir yol yapmaktansa mevcut köy yolunu kullanınca köylüler yolsuz kaldı.
Alagöz Maden'e ait ağır tonajlı araçlar hem köylülerin yolu kullanmasını engelliyor hem de yola zarar veriyor. Oluşan büyük çukurlar nedeniyle binek araçların köy yolunu kullanamadığı ifade ediliyor.Şirket yol yapmak yerine köylülerin yolunu zapt etti
Konuyu gündeme getiren İYİP'li Giresun İl Genel Meclis Üyesi Ömer Cebeci, ÇED gerekli değildir onayının mahkeme tarafından iptal edilmesi sonrasında olayın ortaya çıktığını ifade etti.
Şirketin yeniden başvuru yapmasıyla başlayan süreçte İl Genel Meclisi tarafından hukuksuz biçimde alınan skandal karar fiilen yürürlüğe girdi. Şirket yol yapmak yerine köylülerin kullandığı yolu kullandı.
Ömer Cebeci şirketin 'ÇED Gerekli Değildir' kararı çıkarmak ve köy yolunu kullanmak için İl Özel İdaresi'ne başvuruda bulunduğunu belirtiyor ve şunları söylüyor:
“2023 yılında Çatalağaç köylüleri, madene ait ÇED gerekli değildir kararının iptali için Giresun İdare Mahkemesinde dava açtı. Dava sonucunda mahkeme, valiliğin vermiş olduğu ÇED gerekli değildir kararını iptal etti. Karar sonrası maden şirketinin çalışma ruhsatı bir anlamda düştü ve faaliyetinin durdurulması aşamasına gelindi.
Mahkeme kararında; köy yolunun ağır tonajlı araçlardan kaynaklı güvenli olmadığı, yine patlayıcıların köyün içinden geçmesi nedeniyle yüksek güvenlik riski olduğu, maden şirketinin sunduğu ÇED dosyasında nakliye yolunun köy yolu olmadığı, ayrı bir nakliye yolu olduğu ve bu nakliye yolunun kullanılmadığı ifade edildi."
İl Özel İdare ile Alagöz Maden arasında bir protokol yapılabilmesinin önünün açılması için İl Genel Meclisi gündemine gelen konu, meclis başkanlığı tarafından komisyon raporu hazırlanması için ilgili komisyona havale edildi. Komisyonun incelemeleri sonucunda firmanın ÇED dosyasında ayrı bir nakliye yolu olduğu tespit edildi.
Şirket ne yol yapıyor ne köylüye yolu teslim ediyor!
Köy yolunun ÇED dosyasında görünmediği ortaya çıkarken, komisyonun hazırladığı raporda, maden şirketinin nakliye yolunu yapana kadar bir yıl kadar mevcut köy yolunu kullanacağı ve yolu yaptıktan sonra da köy yolunu terk edeceği ifade ediliyor.
Ancak şirket ne yolu yaptı ne de köylüye kendi yolunu teslim etti.
Komisyonun kararına sadece Ömer Cebeci'nin itiraz ettiği belirtilirken, Giresun İdare Mahkemesi’nin şirketin köy yolunu kullanamayacağına dair aldığı karar hatırlatıldı. İl Genel Meclisi kendisini üst mahkeme yerine koyup maden şirketine yol kullanım hakkı verdiğini ifade eden Cebeci, bu durumum hukuka aykırı olduğunun altını çizdi.
Köy yollarında meydana gelen kazalar trafiğin uzunca bir süre kapanmasına neden oluyor. Yaşanan sorunlar firmanın ayrı bir nakliye yolu yapmasının zorunluluğunu ortaya koyuyor.Şirket 'Süre sınırı yok dilediğim kadar kullanırım' diyor
Giresun İl Genel Meclisi hukuka aykırı bir karar alarak maden şirketine köy yolunun bir yıllığına kullanımı için izin vermiş olduğu ortaya çıktı. Ancak buna rağmen İl Özel İdaresi de buna dayanarak maden şirketi ile bir protokol yaptığı, bu protokolün süresi esasen 4 Ekim 2024 tarihinde sona erdiği ifade edililiyor.
Süre çoktan doldu. İl Özel İdaresi, maden şirketine bir yazı göndererek köy yolunu terk et dedi. Fakat maden şirketi; "benim yaptığım protokolde süre sınırı yok, süre belirtilmediği için ben bu yolu kullanmaya devam edeceğim" diyor.
İdare Mahkemesi tarafından verilen karar, İl Genel Meclisi’nde verilen hatalı ve hukuksuz kararla köylüler aleyhinde çiğnenmiş oldu ve komisyon raporunda bir yıl süre belirtilmesine rağmen, meclis almış olduğu kararda ve ardından imzalanan protokolde bu süre belirtmediği için bu izin süresiz hale dönüşmüş oldu.
Alagöz Maden, mahkeme kararına göre terk etmesi gereken yolu halen terk etmedi.
Birkaç hafta önce madene ait bir ağır tonajlı bir kamyon yine kaza yaptı ve şarampole yuvarlandı. Maden şirketinin kamyonları bu yolda güvenlik riski oluşturduğu bilirkişi raporu ve mahkeme kararında yer aldığı ifade ediliyor.
Köylüler yollarının geri verilmesini istiyor
Devletin İl Özel İdaresi aracılığıyla yapmış olduğu bu yolu köylüler geri istiyor. Geri isterken de devletin yaptığı betonun ve asfaltın ÇED dosyasında ve protokolde belirtildiği gibi devletin yapmış olduğu aynı şekilde geri verilmesini istiyorlar. Konuya dair açıklamarda bulunan Ömer Cebeci "Halk bu yolun maden şirketine ait ağır tonajlı araçlar tarafından kullanılmasını istemiyor. Köyde yaşayanlar şu an bu yolda binek otomobillerini kullanamıyorlar. Yolda çökmeler olmuş, betonlanan ve asfaltlanan yerlerde kırılmalar olmuş. Bu yol kullanılamaz hale gelmiş. Köylüler güvenliklerinin tehlikede olduğunu ifade ediyorlar" diyor.
Maden şirketi yüzünden köy yollarını kullanamayan köylüler ise sorunlarının acilen çözülmesini ve şirketin hukuk tanımazlığa bir an önce son vermesini istiyor.
/././
Saklı düşman -Nevzat Evrim Önal-
Başımıza ne gelirse gelsin, yaşadığımız sorunlar ne kadar kişisel görünürse görünsün, hepsinin kök sebebinin patronlar sınıfı olduğunu unutmamalı, öfkemizi, nefretimizi hep buraya yöneltmeliyiz.
Sürekli yanlış insanlara kızıyor, yanlış insanlardan nefret ediyoruz.
Kimseye kızmayalım, kinlenmeyelim, bir yolunu bulup bu olumsuz duygulardan tamamen arınalım falan demiyorum. Nilüfer gibi hem bataklıkta yaşayıp hem çamura bulanmayabileceğini zannetmek için fazlaca idealist olmak gerekiyor. İçinde yaşadığımız toplumsal düzen çok küçük bir azınlığın çoğunluğu sömürmesine dayanıyor ve sömürülen insanların olumsuz duygular hissetmemesi mümkün değil. Ne var ki, hayatın olağan akışında bu duygular, onların ortaya çıkmasına sebep olanlara değil, tipik olarak o sırada civarda bulunan ve çoğu zaman da konuya dair hemen hiçbir sorumluluğu olmayanlara yöneliyor.
Karanlıkta uyanıp işe gitmek için belediye otobüslerine sıkış tepiş doluşan insanlar, yaşadıkları zorluğun patron düzeninin kendilerine dayattığı çalışma rejiminden kaynaklandığını düşünmüyor; onun yerine etrafındaki en uygun kişiye, belki ter kokuyor, belki sırt çantasını yere indirmiyor diye uyuz oluyor. Aynı yolculuğu arabasıyla yapanlar trafikte tıkanıyor olmalarının kentin ve ulaştırma politikalarının toplumun değil sermayenin çıkarlarına uygun biçimde tasarlanmış olmasından kaynaklandığını düşünmüyor; onun yerine arkasından korna çalana ya da önüne geçmeye çalışana küfrediyor.
Bu, her şeyden önce yalnızlaşmanın sonucu. İnsan yalnızlaştıkça, yaşadığı tüm zorluklar da giderek kişisel olarak ona yapılan kötülükler gibi görünür. Yalnızlaşma ve bencilleşme arasında bu yüzden güçlü bir bağ vardır. Birey toplumsallık algısını yitirdikçe, sorunların sadece kendisini değil benzer durumdaki herkesi etkiliyor olduğunu umursamamaya, hatta giderek aynı sorundan muzdarip diğer insanları sorunun kaynağı olarak görmeye başlar. Dolayısıyla sorunları ortadan kaldırmaya ya da hafifletmeye, bunun için gerekiyorsa başkalarıyla ortak hareket etmeye değil, bir şekilde bireysel olarak etraflarından dolanmaya, kendini kurtarmaya odaklanır. Ve bunu yaparken, çoğunlukla, sorunu başkaları için daha da zorlaştırır.
En galiz biçimde bu şekilde davranan, sıraya önden kaynayan, metro kapısı açıldığı gibi inenleri beklemeden vagona dalıp boş bir yere oturmaya çalışan ya da hırsızlık yapan tipler geri kalan sıradan insanların bireysel öfkesinin nesnesi haline geldiğinde ise çember kapanır. Temeldeki toplumsal sorunun kaynağı olan asıl sorumlular saklanmış, onların yerini birtakım sefil günah keçileri almış ve tüm kötü duygular sorunu yaşayanlar arasında hissedilmeye başlamıştır. Kötülüğün sınıfsal değil tüm insanlığa özgü bir şey olduğu, “insanın bencil” olduğu, “çiğ süt emdiği”, “diğer insanların kurdu” olduğu inançları da düzenin egemen ideolojisi tarafından bu zemin üzerine inşa edilir.
Gelin biz, kötülüklerin kaynağına bakalım.
***
İçinde yaşadığımız toplumsal düzende insanlar maddi olarak üçe ayrılır: Zenginler, iyi kötü insanca bir hayat yaşayabilecek olanaklara sahip olanlar (kısaca “ortadakiler” diyelim) ve yoksullar.
Düzenin ideolojik işleyişi, zenginlerin aynı zamanda toplumun egemen sınıfı olduğu gerçeğini saklama üzerine kuruludur. Yönetilen kitleler mümkünse yaşadıkları sefaletin de diğer maddi zorlukların da kaynağını ya kendilerinde ya da kader mader gibi uydurma kavramlarda aramalıdır. Ama bu olmuyorsa ve gerçek bir sorumlu aranıyorsa da, zenginler adına yönetme işini gerçekleştiren siyasiler aynı zamanda onlara ideolojik siper olmalıdır.
Basit örnek: Bugün Türkiye’de milyonlarca insan tüm sorunların kaynağında AKP, hatta bizzat Erdoğan var zannetmektedir. Koçlar, Sabancılar, Zorlular, Ülkerler tertemizdir. İkisi de büyük sermaye ailelerinden gelen “damatlardan” bile sadece bakan olan, bakan olduğu sürece biraz toplumsal öfkeye hedef olmuştur. Düzenin asıl egemenleri toplum tarafından “işinde gücünde” insanlar olarak görülmektedir.
Ama gerçek, maddi egemenliği saklayan ideolojik mekanizma bundan ibaret değildir. Düzen, zenginleri aynı zamanda toplumun geri kalanını sürekli birbirine karşı kışkırtarak ve birbiriyle meşgul ederek görünmez kılar.
Bunun için kullandığı din, mezhep, etnik köken, cinsel yönelim gibi kimliğe dair unsurları odağımızı dağıtmamak için bu yazının dışında bırakacağım. Bunları zaten sürekli, hatta açıkçası gereğinden çok daha fazla ve yanlış bağlamlarda tartışıyoruz. Oysa egemen ideolojinin kimlikçilikten çok daha kritik ve sinsi bir yöntemi var: Düzen, bir yanda basit insani konforlar sağlayan ve yalnızca mevcut zenginlik eşit paylaşılsa herkesin sahip olabileceği olanakları salt orta sınıfın ayrıcalığı haline getirirken, diğer yanda asıl zenginlik olan sermayeyi saklamak için bu ayrıcalığı “zenginlik” olarak kodluyor. Bunu yaptıktan sonra da orta sınıfa “sen zenginsin ve hemen iki sokak ötedeki yoksul mahalle senin zenginliğini çalıp yağmalamak isteyen kötü, kaba, cahil insanlarla dolu. Ne yapıp edip elindekini korumalısın”; yoksul sınıfa ise “sen yoksulsun çünkü hemen iki sokak ötedeki elitler mahallesinde oturanlar bütün zenginliği kaptı ve şimdi sana tepeden bakıyor, hor görüyorlar. Ne yapıp edip onlar gibi olmalısın” hikâyesini anlatıyor.
Oysa gerçek zenginlik bir telefon, bir araba ya da bir ev, yılda bir hafta tatile gitmek falan değil. Yoksullar bu konforlardan tüm zenginliği orta sınıf kaptığı için yoksun kalmadı, orta sınıf mensubu insanlar da konforlarını hiçbir zaman yoksulun biri gelip çaldığı için kaybetmez. Yoksullar sermaye sınıfı zengin ve sürekli daha fazla zenginleşiyor olduğu için yoksul kalır; orta sınıf mensupları da ayrıcalıklarını sermaye düzeninin işleyişi tarafından mülksüzleştirildiklerinde (mesela bir finansal krizde tüm birikimleri uçup gittiğinde) kaybeder.
***
Gerçek zenginlik, yani sermaye zenginliği evle, arabayla ölçülebilecek, somut bir şey değil. “Falancanın serveti şu kadar milyar dolar, filancanınki bu kadar milyar dolar” diye çenemizi yorduğumuz rakamları gerçek hayatta somut olarak göz önüne getirmek istesek getiremeyiz. Sömürüye ve yoksullaştırmaya dayalı bu düzenin egemenleri, biyolojik olarak insan olabilirler ama toplumsal anlamda “insan” değiller. Olympos dağında oturan tanrılar gibi toplumun dışında, yoksulların da orta sınıf mensuplarının da bireysel olarak dokunamayacağı hayatlar yaşıyorlar.
Ve sahip oldukları zenginlik asla azalmıyor. Belki bazı zenginler bazı başka zenginler tarafından rekabette yenilip ekarte ediliyor, birileri birilerini Olympos’tan aşağı atıyor ama bu olduğunda da zenginlik azalmıyor, sadece el değiştiriyor, hatta daha da tekelleşiyor. Öldüklerinde bile durum aynı, zenginlik çocuklarına geçiyor ve bir ülkede siyasi iktidar babadan oğula geçtiğinde “demokratik değil” diyenlerden hiçbiri bu mülk sürekliliğini sorgulamıyor.
İnsanlık ne felaket yaşarsa yaşasın, deprem, salgın hastalık, savaş, hepsi yoksulları daha yoksul, zenginleri daha zengin yapıyor. Sermaye birikimi, asla durmuyor.
Kapitalizm bu işte, kelimenin kök manasıyla, sermayenin egemenliği.
***
İçinde yaşadığımız toplumdaki tüm kötülüklerin kaynağı olan saklı düşman bu. Hiç durmayan ve kapitalizm var olduğu müddetçe durmayacak, duramayacak olan sermaye birikimi ve onun sahibi olan sermaye sınıfı. Savaşlar bunun için çıkıyor. Cehalet bu sorgulanmasın diye büyüyor. Yoksulluk emek sömürüsünden doğuyor.
Ve düzenin insanlık dışılığı, düzen yıkılsın diye mücadele etmeden yaşayan herkese bir biçimde bulaşıyor. Kimse bataklıktaki nilüfer gibi temiz kalamıyor. Orta sınıf mensupları ayrıcalıklarını korumak için, yoksullar ise yoksulluktan kurtulmak için bireysel olarak debeleniyor; bunu yaparken sürekli küçük bencillikler yapıyor, birbirlerine küçük kötülükler ediyorlar ve hep birlikte insanlıkları aşınıyor. Bu yüzden hemen herkes mutsuz, kaygılı ve öfkeli.
Kötücül duygular hayatımızı belirliyor, çünkü kötücül bir maddi ilişkiler düzeninde yaşıyoruz.
***
Ve dönüp dolaşıp, aynı soruya geliyoruz. Hepimizi içine alan böyle bir dünya sistemi karşısında ne yapabiliriz?
Bunun basit bir yanıtı yok, ama elimizdeki kesin bilgileri sıralarsak, en azından ne yapmamızın faydası olmadığını görebiliriz.
Bir: Bu düzen sayesinde sürekli daha fazla zenginleşenler asla kendiliğinden frene basmayacak, onlardan kendi çıkarımıza hiçbir şey yapmalarını bekleyemeyiz.
İki: Demokratik ya da otoriter bir devletin ya da birtakım siyasi figürlerin değil, bu zengin sınıfın egemenliği altında yaşıyoruz. Devlet zenginlerin devleti, kralından reisine ne kadar afili kabile şefi varsa dünyayı zenginlerin adına ve çıkarına yönetiyor. Dolayısıyla düzen siyasetinden, şu ya da bu sermaye partisinden de bize hayır yok.
Üç: Yalnız başımıza hiçbir şey yapamayız.
Canhıraş biçimde üzerimizdeki sermaye egemenliğini yıkmaya ve kendi kendimizi yönetmeye ihtiyacımız var. Bunun için örgütlenmeye ihtiyacımız var. Örgütlenebilmek için ise birbirimizi düşman gibi görmemeye, iki kelime konuşunca yorulmamaya, sürekli insanlardan kaçıp kendi yalnızlığımıza saklanmamaya ihtiyacımız var.
Bunun için çok basit bir önerme sunacağım. Başımıza ne gelirse gelsin, yaşadığımız sorunlar ne kadar kişisel görünürse görünsün, hepsinin kök sebebinin patronlar sınıfı olduğunu unutmamalı, öfkemizi, nefretimizi hep buraya yöneltmeliyiz. Yakın çevremizde olan insanlar yaptıklarıyla hayatımızı zorlaştırıyor, hatta bize zarar veriyor olabilir; ne var ki sıradan insanları bu kadar birbirine çarptıran da sermaye düzeni. Onun bireyci, çıkarcı ideolojik bataklığı hepimizi kuşatıyor ve tabii ki bazı insanlar çamura diğerlerinden daha fazla, daha hevesle batıyor. Ama maruz kaldığımız küçük kötülüklerden yola çıkıp “insan böyle” dediğimizde kendimizi korumaya falan almıyor, batışımızı hızlandırıyoruz.
Bataklığa düşmüş insan umarsızca çırpındıkça daha hızlı batar. Yalnız başımıza debelenmeyi de, birilerinin gelip bizi kurtarmasını ummayı da bırakıp birbirimize tutunmaktan; kurtuluşu kendimiz gibi sıradan insanlarla birlikte aramaktan başka çıkar yolumuz yok.
/././
'Musk'eli Balo -Engin Solakoğlu-
Musk belki de istemeden dünya halklarına bir tür iyilik ediyor. Piyasacılık ve faşizm arasındaki sarsılmaz bağı hiçbir kompleks duymadan ortaya koyuyor.
Emperyalizm son yıllardaki en parlak zaferini kazandı ve yolundaki engelleri birer birer temizliyor gibi görünse de geleceği karanlık.
ABD Başkanlık seçimlerini Trump’ın kazanması ortaya ikinci ve daha da tehlikeli bir başkan çıkardı: Elon Musk. Üstelik bu ismin Trump da dahil, herhangi bir ABD Başkanı’na kıyasla eli kolu daha uzun. Önlerine not koyulmadan dünyaya dair iki kelam edemeyen klasik ABD Başkanı profilinin aksine Musk’ın gezegenle ilgili her şeye dair yanlış veya sapkın da olsa bir fikri var. Sadece fikri de yok, olup bitene müdahale niyeti ve olanağı da var.
Elon Musk, Güney Afrika’daki ırkçı yönetim sayesinde zenginleşmiş bir madencinin, kapitalizmin doğasına uygun olarak daha da kudurduğu bir dönemde, daha da zengin olmuş bir canlı türü. Sermayedarların, genel olarak sağcıların, zenginlerin yakın zamana kadar benimsemiş oldukları “suret-i haktan” görünme kaygısını da taşımayan, ırkçı, faşist ve emek düşmanı olduğunu her fırsatta yinelemekten kaçınmayan bir figürle karşı karşıyayız.
Medya Günlüğü haber sitesinin 20 Aralık tarihli başyazısında uzun yıllar Moskova’da İngilizce yayınlanan “The Moscow Times” gazetesine atıfla bugün benim de değineceğim konu ele alınmış. Bu arada şu bilgiyi de ekleyeyim: Hollanda sermayeli “The Moscow Times” Ukrayna savaşı sonrasında Moskova’yı terk etmek zorunda kaldı. Anti-komünist olduğuna kuşku yok ve Putin yönetimine sıcak bakan bir gazete de değil. Ancak SSCB sonrasında Rusya’da en uzun süre varlığını sürdüren İngilizce yayın olma kimliğiyle ciddi bir arşiv ve bilgi birikimine sahip.
Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra ortaya çıkan Rusya Federasyonu’nun ilk başkanı Yeltsin’di. Yeltsin döneminin anahtar sözcükleri arasında yağma, talan ve sefaletin yanı sıra “oligark” da geliyordu. 1997-1999 yılları arasında Moskova’da görev yaparken, nadiren ayık dolaşan Yeltsin ve gelip geçen kabine üyelerinden ziyade hangi oligarkın hangi konuda ne söylediğini, ne yaptığını takip etmek ülkenin gidişatı hakkında daha fazla fikir verirdi. Sözcüğün tam karşılığı yöneten azınlık. Pratik anlamı ise bunun çok ötesinde.
Bu oligarklar SSCB’nin cesedini parçalayan ve sosyalizm mirasıyla zenginleşen çetenin elebaşlarıydı. Klasik bir kapitalist modelde görüldüğü gibi yönetimi etkilemekle kalmıyor, doğrudan yönetiyorlardı. Ülke sefalet içindeydi, oligarklar ise ülke zenginliğinin nereyse üçte ikisini şahsi servetlerine dönüştürmüşlerdi.
Moscow Times’ın yazdığı gibi, Yeltsin’den iktidarı devralan Putin, oligarkların yönetimini çökertti. Deyim yerindeyse Rusya ringinde tek “ayı”ya yer olduğunu bu çetenin kimi üyelerini “silkeleyerek” kimilerini doğrudan ortadan kaldırarak gösterdi. Putin Rusya’sı, Yeltsin’inkinden farklı olarak oligarkların devleti yönettiği bir yapıdan devletin oligarkları kullandığı bir yapıya dönüştü.
Biri ötekinden iyi olduğu için değil ama şu gerçeği vurgulamakta yarar var. Putin, Yeltsin döneminde açlık, sefalet ve veremin pençesine düşen Rusya halkının yaşam koşullarını olumlu yönde değiştirdi. Elbette refahın seviyesi ve kitleselliği SSCB döneminin yanına bile yaklaşmadı ama Yeltsin iktidarında yaşanan korkunç manzaraları ortadan kaldırdı. Putin, ona güven duyan Rus devlet aygıtını yanıltmadı ve becerikli bir Roma imparatoru misali “pleb”i belirli bir seviyede tatmin ederek rıza üretim mekanizmasını işletmeyi bildi.
Rusya’nın yakın tarihini burada bırakalım. Moscow Times, SSCB’nin ortadan kalkmasının ardından Rusya’da yaşanan o süreç ile ABD arasında ilginç bir paralellik kurmuş. Trump’la birlikte tam anlamıyla iktidara geldiği söylenebilecek Elon Musk’ın ABD’nin bir numaralı oligarkı olduğunu ileri sürüyor ve buna Peter Thiel1 ve David Oliver Sacks2 isimlerini de ekledikten sonra, ABD halkının sırtından zenginleşen bu oligarkların devlet yönetimine de doğrudan müdahil oldukları bir dönemin başladığına işaret ediyor.
Bu üçlünün başını çektiği ABD’li oligarkların temel hedefi siyasal kurumların zayıflatılması ve piyasa önündeki engellerin kaldırılması. Kapitalist jargonda neredeyse kutsal öküz mertebesinde sayılan bir kavramın müritleri bunlar: Deregülasyon.
ABD’li bu oligark grubuna verilen isim ise “broligark”. İngilizce birader ve oligark sözcüklerinin birleştirilmesiyle türetilmiş. Collins sözlüğünde siyasi etki sahibi genç, erkek teknoloji patronu olarak tarif ediliyor. Bunların hâkim olduğu düzene ise Broligarşi adı veriliyor.
Musk’ta simgeleşen bu grubun temel özelliği, ABD’de alışılagelmiş, siyaseti finanse eden ama doğrudan müdahil görünmeyen zengin tipinin dışında bir davranış sergilemeleri. Siyasete doğrudan, açıktan ve kendi çıkarları doğrultusunda müdahale ediyor, önceki tipolojinin aksine bunu gizleme ya da makyajlama ihtiyacı da duymuyorlar.
Rus oligarklardan veya eski tip ABD’li sermaye sahiplerinden bir farkları da faaliyet alanları ve bu sayede sahip oldukları “popülerlik” sebebiyle belirli bir kamuoyu desteği yaratma yeteneklerinin bulunması. Elbette çoğu zaman sahibi veya büyük ortağı oldukları yeni medya, daha anlaşılır bir deyişle Sosyal Medya kuruluşları bunda en önemli rolü oynuyor.
ABD’li broligarkların aslında hiç de yadırganmaması gereken bir diğer özellikleri de “harbi çocuk” görüntüsünün arkasına sakladıkları sınıflarına özgü sahtekârlıkları. “Ne işi var kardeşim devletin ekonomide? Piyasa çözer meseleleri” diye özetlenebilecek sloganlarının altında yatan çıplak gerçek devletten aldıkları ihalelerden kazandıkları milyarlar. Tanıdık geldi mi?
Sadece Elon Musk’ın Pentagon’dan aldığı ihalelerin toplam tutarı 15 milyar ABD Dolarını aşıyor. Devletin Musk’a kıyakları bununla sınırlı da değil. Tesla ve SpaceX gibi Musk projeleri milyarlarca dolarlık vergi indirimi ve teşviklerden de yararlanıyor. Peter Thiel’in servetinin temelinde de CIA’den aldığı “işler” var.
Bu hırsız biraderlerin kontrol ettikleri sosyal medya platformları, kapitalist düzenin adaletsizliğini gizlemenin yanında devletin, aslında halkın sırtından zengin oldukları gerçeğini örtme işlevini görüyor.
Avrupa ve ABD ölçeğinde dahi hiç de “solcu veya sosyalist” sayılamayacak The Moscow Times bile Musk ve benzerlerinin sosyal medya sayesinde, 2008 krizi sonrasında ABD’li milyarderlerin kirli para kazanma yöntemlerine ve siyasete müdahale etmelerine karşı haklı bir tepki geliştiren ABD kamuoyunun, aradan geçen kısa sürede “çağ değiştiren teknolojik hamlelere imza atan genç ve başarılı girişimci” masalını yutmasını, teknoloji şirketlerinin toplumu olumlu yönde etkilediğini düşünmesini, buna koşut olarak devletin ekonomiye daha az karışmasını, daha az kamu hizmeti sağlamasını ve yoksullara sosyal yardımı azaltmasını savunur hale gelmesini Musk çetesinin kontrol ettiği iletişim kanallarının etkisine bağlıyor.
Musk ve suç ortaklarının olumsuz etkisi elbette ABD ile sınırlı değil. Küresel ekonomik sistemin hâkim gücüne diş geçirebilen bu grup, o hâkim gücün yörüngesine uzanmakta da güçlük çekmiyor.
Haftalardır son derece anlaşılır nedenlerle Suriye sahasındaki gelişmelerle oturup kalkarken Musk konusunda klavye titretme ihtiyacı duymamın sebebine gelelim şimdi.
Elon Musk üç gün kadar önce sahibi olduğu X’ten bir ileti paylaştı ve mealen “Almanya’yı anca AfD kurtarır” dedi. AfD, göçmen karşıtlığı üzerinden siyaset yapan aşırı sağcı, neo-nazilerle işbirliği içinde olduğu bilinen bir parti. Örnek olsun, Alman Yeşilleri gibi “neo-nazileri sadece Ukrayna’da severim” bile demiyor. Musk’ın Avrupa aşırı sağıyla flörtü bununla kalmıyor. Güney Afrika’nın ırkçı sisteminin riyakâr ve küstah çocuğu, Trump ve İtalya’nın faşist Başbakanı Meloni ile kurduğu sağlam ilişkilerin mimarları arasında sayılıyor. Keza önümüzdeki seçimlerde Fransa’da iktidarı elde etmesi sürpriz sayılmayacak Marine le Pen’e destek verdiği de biliniyor. Avrupa kıtasının dışında Arjantinli libertaryen faşist Millei’nin de yakın destekçisi.
Bütün bu aşırı sağcı liderlerin ortak özelliği alabildiğine piyasacı olmaları. Musk belki de istemeden dünya halklarına bir tür iyilik ediyor. Piyasacılık ve faşizm arasındaki sarsılmaz bağı hiçbir kompleks duymadan ortaya koyuyor. Piyasa ve piyasacılığın insanlığın düşmanı olduğunu söz ve eylemleriyle kanıtlıyor. Böylelikle de emperyalizmin kudurma aşamasına geçtiğini ve ortadan kalkmasının yakın olduğunu müjdeliyor.
Almanya’nın Magdeburg kentinde yaşanan kanlı ve çirkin saldırıyı, saldırının failinin siyasi kimliğini, bu bağlamda AfD destekçisi olduğunu öğrendikten sonra aklıma bunlar geldi.
Bir de, konuyla doğrudan bağlantılı değil ama teneke kılıçlı adamın yılbaşı hakkında her sene tekrar ettikleri var aklımda.
Bu vesileyle başta Suriyeli ve Filistinli Hristiyanlar olmak üzere herkese hayırlı Noeller!
- 1.Alman kökenli ABD’li işadamı. PayPal’ın kurucusu. Aşırı sağcı kuruluşlara yaptığı büyük bağışlarla tanınıyor. Kendisini Muhafazakar Libertaryen olarak takdim ediyor.
- 2.Musk gibi o da Güney Afrika kökenli. PayPal’ın eski ortağı. Trump’ın önde gelen destekçilerinden. Trump kabinesinde Yapay Zeka ve Kripto Para konularında görev yapacağı duyuruldu.
Altı aydan uzun süredir duvar ve panolarda yazılı duran yazılamanın kimler tarafından yazıldığı bilinmiyor.
LGBTİ+lara yönelik nefret söylemi içeren yazılamalara karşı Hasan Çayır tarafından 05 Ağustos 2024 tarihinde Eskişehir Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunuldu.
OEDAŞ, suç duyurusundan sonra bazı elektrik panolarındaki yazılamaları sildi ancak çoğu hâlâ duruyor.
'Bu nefret söyleminin nedeni siyasal iktidarın uyguladığı cezasızlık politikası'
Suç duyurusunda bulunan avukat Hasan Çayır, konuyla ilgili soL'a bilgi verdi.
Çayır, tespit edebildiği kadarıyla 30 Haziran 2024 tarihinden bu yana Eskişehir'in tamamında belli aralıklarla tekrarlanan "LGBT SUÇTUR" şeklinde yazılmalarla LGBTİ+ların hedef gösterildiğini ve ayrımcılığa uğradığını söyledi.
Geçtiğimiz yıllarda da benzer şekilde nefret söylemleri içeren kitapçıklar dağıtıldığını söyleyen Çayır, bu yazılamaların tesadüf olmadığını ifade etti.
"Bu sistematikleşen nefret söyleminin nedeni siyasal iktidarın uygulamış olduğu cezasızlık politikası" diyerek sözlerine devam eden Çayır, ülkenin her eşit yurttaşına olduğu gibi LGBTİ+lara yönelik nefret söylemlerinin de TCK kapsamında bir suç olduğunu söyledi.
'Yazılamaların silinmesi de önemli'
Suç faillerinin tespiti amacıyla 05 Ağustos 2024 tarihinde Eskişehir Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunduklarını söyleyen Çayır, "Bu noktada suç faillerinin tespiti kadar ilgili yazılamaların silinmesinin de önemli olduğunu düşünüyorum" diyerek yazıların elektrik panolarından silinmesine ilişkin OEDAŞ'a başvurduklarını da belirtti.
Çayır, şirketin kendilerine verdiği cevapta ise bildirdikleri panolardaki ilgili yazılamaların silindiğini, şehrin genelinde nefret suçu içeren yazılamaları barındıran elektrik panolarının tespitine yönelik çalışmaların devam ettiğini ve kurum olarak nefret suçu içeren yazılamaları yapanlar hakkında da suç duyurusunda bulunduklarını belirtti ve "Şirketin de yazılamaları nefret suçu olarak tanımlamasının ayrıca önemli olduğunu düşünüyorum" dedi.
'Nefret söylemleri içeren yazılamaları halen görmek mümkün'
Sözlerine "Maalesef gelinen bu noktada birçok elektrik panosu da dahil olmak üzere nefret söylemleri içeren yazılamaları halen görmek mümkün" diyerek devam eden Çayır sürecin bu kadar yavaş ilerlemesinin suç failleri açısından cezasızlık algısı yaratmanın yanı sıra LGBTİ+lar açısından da yaşanan hak ihlallerini perçinleyerek daha da görünür kıldığını söyledi.
/././
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder