Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -26 Aralık 2024-

Tüm meslek liseleri MESEM’leştiriliyor (II) -Feray Aytekin Aydoğan-

Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) bir AKP icadı olarak 2016 yılında başlatıldı. Çocuklar istatistiklerde okulda, örgün eğitimde gösterilecek ancak okulla bağları tamamen koparılarak tüm hafta ve uzun saatler çalıştırılacaktı. Çocukların ücretleri kamu kaynaklarından, işsizlik fonundan karşılanarak çocuklar sermaye için bedava işgücü haline getirilecekti.

Başardılar. Milli Eğitim Bakanlığı eliyle çocukların eğitim hakkı ellerinden alındı, MESEM’ler çocuk işçiliğini gizlemenin aracı haline getirildi.

Geleneksel deyişle “şeytanın bile aklına gelmeyecek” bir sömürü sistemi yaratıldı.

MESEM’lerdeki öğrenci sayısı yoksulluğun artışı ile eş zamanlı devasa artsa da AKP ve sermaye için bu artış hızı da yeterli değil. Sermaye daha fazla çocuk işçi, daha fazla bedava iş gücü istiyor. AKP ve Milli Eğitim Bakanlığı da yirmi iki yıllık politikalarını kesintisiz sürdürüyor. Sermaye ne isterse veriyor. Artık tüm meslek liseleri MESEM’leştiriliyor, MESEM’lerin sayısı daha da artırılıyor, çocuk işçiliği ortaokul sıralarına indiriliyor.

Çocuk işçiliğini yaygınlaştırma bakanlığı haline gelen MEB’in dört yeni okul modeli ve mesleki ve teknik eğitim politika belgesi ile de milyonlarca çocuğun hem eğitim hem yaşam hakları tehdit altında.

Art arda açıklanan raporlarla, verilerle MESEM gerçeği;

• 2019-2023 yıllarını kapsayan 5 yılda çocukların geçirdiği iş kazalarının sayısı 2,4 Kat (%240) arttı.

• İş kazası geçiren sigortalı çalışanlar arasında çocuk işçilerin oranı da istikrarlı bir şekilde arttı.

• Teşviklerle çırak istihdamı hızla artırılırken bunları istihdam edecek işyerleri için sağlık ve güvenlik yönünden özel bir koşul getirilmedi.

• Bir işyerinin çırak çalıştırabilmesi için işyerinde usta öğretici belgesine sahip bir usta eğiticinin bulunması yeterli sayıldı. Çalışma ortam ve koşulları insan sağlığı yönünden denetlenmeden /değerlendirilmeden çocukların çalıştırılmasına izin verildi.

• Saha araştırmalarında görüşme yapılan her çocuk işyerinde maruz kaldığı ya da tanık olduğu iş kazalarından söz ediyor. Bu kazaların çoğunluğu kayıt altına alınan kazalar değil.

• Mesela benim buramdan tornavida girdi, arkadan çıktı. Yaralandıktan sonra biraz durdum. Usta biraz dur dinlen dedi. Çünkü elim ayağım titremişti. Dinlendikten sonra gel dedi. Aynı gün çalışmaya devam ettim.”

• 2023 yılı itibariyle teftiş edilen işyerlerinin toplam işyerlerine oranı binde 4’tür (%0,4).

• 2023 yılı için teftiş gören çırakların toplam çırak sayısına oranı yalnızca %0,35’tir.

• MEB’in belirlediği temel ve zorunlu eğitimde çocuklara kazandırılması gereken yetkinlikleri kazandıracak bir eğitim kurumu aslında ortada yok. Yani MESEM bir eğitim kurumu değil. Çocuklara bırakın kendini geliştirmeyi, dinlenecek vakit dahi bırakılmıyor. Bazı okullarda bir günlük eğitimlerin hiç yapılmadığı görülüyor. İşyerlerinde yürütülen beceri eğitimleri de programa uygun olarak yürütülmüyor.

• Yalan yok şimdiye kadar hiç ders görmedik.”

• Din kültürü ve motor var sadece. Matematik ve Türkçe de görmeliyiz.”

• Çocuklar genellikle kırın ve kentin en yoksul hanelerinin çocukları. Çoğunlukla işçi hanelerinden geliyorlar ve ağırlıklı olarak ikinci kuşak işçiler.

• Hanelerde ücret gelirinin başat gelir olduğu görülüyor. Yaş ve cinsiyet fark etmeksizin (bedenen çalışamaz durumunda olanlar ve hanenin yeniden üretim ve yaşlı, çocuk, engelli bakımı gibi yüklerini üstlenen kadınlar dışında) emekliler dahil, hanede herkes çalışıyor.

• 15 yaşındayım. Babam aynı zamanda emekli ama çalışıyor, annem de bazen ev işlerine gidiyor.”

• Çocuklar 4687 sayılı İş Yasası’nda getirilen yasal yaş sınırından çok önce çalıştırılmaya başlıyorlar.

• “17 yaşındayım. Diyarbakır’da yaşıyorum. 8 yıldır bu sektörde çalışıyorum. Ortaokula kadar hem okula gidip hem işe gittim. Liseye geçmeden önce de bu işyerinde çalışmaya başladım.”

• Geçmişte aile/akraba yanında çalışma öne çıkarken artık çocuk işçiliğinde baskın formun, yakınlık ilişkisinin olmadığı kişilerin yanında ücretli çalışma biçimi olduğu öne çıkıyor.

• İşyerlerinde sözleşme kurallarına, eğitim kriterlerine uyulmuyor, çocuklar ağır iş yükü altında eziliyor, çoğu işletmede çocuklar alanlarıyla ilgili olmayan işleri yapmaya zorlanıyor.

• Çocuklar çocuk hakları, çıraklık sözleşmesinden kaynaklı hakların bilgisine sahip değil. Bu yüzden de belirleyici patronlar ve ustalar oluyor. Çocuklar her söylenileni yapmak zorunda olduğunu düşünüyor.

• Çocuklar işyerinde şiddet içeren söz ve davranışların hedefi oluyor. İşyerleri argo, küfür, şiddetin, hakaretin sıklıkla yaşandığı alanlar olarak görülüyor.

• Çocukların çalıştırılma saatleri en iyi durumda yetişkin işçilerin mesai saatlerine eşit ama çoğu durumda yetişkin işçilerden daha uzun saatler çalıştırılıyorlar.

• Günlük 11-12 saatlik çalışma çocuklar için, istisna olmaktan ziyade kural haline getirilmiş durumda. Günlük çalışma süresini belirleyen şey, işyerinin açılış ve kapanış saatleri. Bu yönüyle ele alındığında çocuklar açısından “sıradan bir mesai günü” nün sadece başlangıç saati belirli, bitiş saatini işyerinin iş yükü belirliyor. Akşam 8-9 gibi mesainin bitmesi “erken” den çıkma olarak görülüyor.

• Esnek güvencesiz çalışma yasa ile destekleniyor. MEK’in 21. maddesindeki “işyeri şartlarına uyma” hükmü, yaygın kayıt dışılıklara kapı aralamaktadır. Maddeye göre “İşletmelerde mesleki eğitim, staj ve tamamlayıcı eğitim gören öğrenciler, işyerlerinin şartlarına ve çalışma düzenine uymak zorundadırlar.”

• İş Kanunu’na göre 20:00’den sonra çalışma gece çalışması olarak görülüyor ve çocukların gece çalıştırılması yasak ancak çocuklar bir rutin olarak 20:00’den sonra da yasak olmasına rağmen çalıştırılıyor.

• Çıraklık sözleşmesine göre çırak öğrencilerin en az bir yılı doldurmak şartıyla, her yıl 1 ay ücretli izin kullanma hakları bulunmaktadır. Ancak bu hak da genellikle uygulanmıyor.

• Çocukların yaşamının çalıştırıldıkları yer ile ev arasında sıkıştığı/tükendiği, işe gidip gelmek için yolda geçen süreler de gözetildiğinde, çocukların uyku ve iş dışında bir yaşamlarının kalmadığı görülüyor.

• Bu madde, işyerinde çırak/kalfaların yasaya aykırı olarak fazla mesaiye kalmasına, ara dinlenmelerinin verilmemesine, gece çalışması yaptırılması gibi kayıt dışı çalıştırma biçimlerine olanak sunmaktadır.

• En öne çıkan sorunların başında çırak olarak çalıştırılan çocukların çalıştığı işyeri ile MESEM’de kayıtlı olduğu işyerinin farklı olması öne çıkıyor.  Bunun anlamı ise işyeri ya “çırak/kalfa” çalıştırmak için gerekli koşulları taşımamakta ya da işyeri MESEM tarafından desteklenen meslek dallarında faaliyet göstermemektedir.

• Her durum ise MESEM’lerin başlı başına bir yolsuzluk aracı haline getirildiğini göstermektedir.

• *MESEM öğrencisi olsun olmasın çırakların sendikal haklardan yararlandırılmaması bir hak ihlalidir ve Türkiye’nin de onayladığı ILO’nun 87 No’lu Sendika Özgürlüğü ve Sendika Hakkı sözleşmesine aykırıdır.

• Çocuklar 14 yaşından itibaren yasaya aykırı bir şekilde çalıştırılabiliyor ancak MEB’in hazırladığı mesleki eğitim/staj sözleşmesinde öğrencilerin yükümlülükleri arasında “sendikal etkinliklere katılmamak” da yer alıyor. Yani MEB, yasağı sendika üyeliğinden sendikal faaliyete kadar geniş bir çerçevede uyguluyor. Yetmiyor bu yasağı öğrenci disiplin yönetmeliği ile de perçinliyor.

MESEM, mesleki ve teknik eğitim politika belgesi, dört yeni okul modeli ile adım adım okul ortadan kaldırılıyor. Meslek liseleri, MESEM, bu eğitim-öğretim yılıyla birlikte başlatılan ortaokulların meslek bölümleri ile çocuk işçiliği kitlesel bir şekilde MEB eliyle yaygınlaştırılıyor.

*FISA stajyer ve çırakların hak ve özgürlüklere erişimi araştırması raporu

*ÇSGB Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı verileri

*SGK İstatistik Yıllıkları

                                                                             /././

Güneş ve rüzgar 21 yılda nükleeri geçti -Özgür Gürbüz-

Teknolojik ve düşünsel gelişmeler eskiye oranla daha hızlı paylaşılıyor ve yaygınlaşıyor. Bu da dönüşümleri hızlandırıyor. Enerji dönüşümünün tarihi bu durumun en güzel örneklerden birini sunuyor.

1900 yılında dünyanın nihai enerji tüketimini karşılamada biyokütlenin rolü kömürden fazlaydı. Odun ve tezekten bahsediyoruz. 50 yıl sonra kömür ilk sırayı aldı, biyokütlenin katkısı kömürün yarısı kadardı ama hâlâ petrolden fazlaydı. 2000’e geldiğimizde liderlik koltuğuna oturan petrol, küresel nihai enerji tüketiminin üçte birini karşılar hale geldi. Onu kömür ve gaz izliyordu. 2000 yılında güneş ve rüzgârın katkısı yüzde 0,07’ydi. 25 yıl önce bu iki kaynak enerji üretiminde yoktular desek yeridir.

∗∗

2023 sonunda ilk üç değişmedi ancak 23 yıl önce “yok” dediğimiz güneş ve rüzgârın nihai enerji tüketimindeki payı hidroelektriği yakaladı. 2024 sonunda bu ikilinin enerji arzına katkısı muhtemelen nükleer enerjinin payının iki katı olacak. Yok sayılan bu enerji kaynakları çeyrek asırdan kısa bir sürede, 60 yıllık nükleer enerjiyi, 130 yıllık hidroelektriği geride bıraktı. 2025 yılında, büyük bir olasılıkla, rüzgar enerjisinin tek başına küresel enerji tüketimini karşılamada nükleer enerjiden daha fazla katkıda bulunduğunu gösteren resmi rakamlara da ulaşacağız. Güneşin nükleeri geçmesi de 2025’te olmazsa 2026’da olacak.

Hep iyi haber vermek zor. Yenilenebilir enerji kaynaklarındaki yükseliş nedeniyle artış hızları yavaşlasa da dünyanın enerji tüketimini karşılamada fosil yakıtların (petrol, kömür ve gaz) hükümdarlığı sürüyor. Payları yüzde 76 seviyesinde. Fosil yakıtlarla vedalaşmak zorundayken bu oran size korkutucu gelebilir ama teknolojinin de desteğiyle enerji dönüşümünün çok hızlı gerçekleşebildiğini unutmayalım.

Küresel ısınmayı 1,5 derecenin altında tutmak için 2035’e kadar seragazı emisyonlarını 2019’a kıyasla yüzde 57 oranında azaltmak zorundayız. İki derecenin altında kalmak içinse yüzde 37. Bu hedeflere de ancak fosil yakıtlarla güle güle diyerek ulaşabiliriz. Misafir uğurlarken yaptığımız gibi kapıda sohbeti uzatmamaya dikkat etmeliyiz. Iskaladığımız her hedef bizi daha sıcak bir dünyaya götürüyor ve bu da onlarca canlı türünün yok olmasıyla sonuçlanabilir. Isınmayı ne kadar geç durdurursak, olması gereken derecelere geri dönsek bile tür kayıpları nedeniyle aynı gezegende yaşamayacağız. Aynı iklim koşullarına da geri dönemeyebiliriz.

Enerji dönüşümünü hızlandırmanın tek yolu daha fazla yenilenebilir enerji kullanmak değil. Enerjiyi verimli kullanmak ve tüketimi de gerçek ihtiyaçlarla örtüşen bir duruma getirmek önceliklerimiz olmalı. Zengin ülkelerde enerji talebinin azaldığını görüyoruz. Bunun bir bölümünün de enerjiyi verimli kullanmakla ilgili olduğunu verilere dayanarak söyleyebiliriz. 2023 yılında enerji yoğunluğu tüm dünyada yüzde 1 oranında düştü. Daha az enerjiyle aynı işi yapmayı öğrendik. Avrupa Birliği’nde ise bu düşüş yüzde 5 gibi bir rakama ulaştı. Ukrayna-Rusya savaşından sonra yüzleşilen enerji kriziyle mücadele etmek adına alınan önlemlerin etkisi büyük. Neydi bu önlemler? Tüketim toplumunun sevmeyeceği, ısıtma ve soğutmada getirilen sınırlamalar, toplu ulaşımı özendiren tedbirlerden bahsediyoruz. Fransa’da 100 metrekarelik bir evin 20 dereceye kadar ısıtılması, soğutma da ise klimaların oda sıcaklığı 26 dereceye düşünce durdurulması gibi. Bu önlemler işe yaradı.

∗∗

2025 yılına girerken amacımız hem yerel çevre sorunlarını azaltmak hem de küresel iklim değişikliğini durdurmak. Enerjide bunu yapmanın reçetesi yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi az çok belli. En büyük eksiklik ise sadece teknolojiye güvenmek. Enerji kullanımı nasıl bir yaşam istediğimizi de belirleyen bir faktör. Enerji talebini aslında arzuladığımız, kurguladığımız ya da bize dayatılan yaşam tarzımız belirliyor. Çoğu zaman bizi neyin mutlu veya mutsuz ettiğini düşünmeden aldığımız kararlar endüstriyel hayatın sınırlarını belirliyor. Yılda 30 gün tatil yapan bir kişiyle 15 gün tatil yapanın, paylaşım ekonomisiyle tüketim ekonomisini benimseyen bir kişinin enerji tüketimleri aynı olamaz. Yaşam tarzıyla enerji ihtiyacı arasındaki çelişkiler politika oluşturmayı da zorlaştırıyor. Yeni yılda emisyon azaltırken bu açığımızı da kapatmalıyız. Yeni yılınız kutlu olsun!

                                                                   /././

Goril Bebek -Kaan Sezyum-

Yine hayatta kaldığımıza şükrettiğimiz ya da yaşadığımıza lanet ettiğimiz bir yılın sonuna kadar canlı olarak gelebildik. Bizde hayatta kalmak büyük şans tabii. Zart bir deprem, üç gün kimse müdahale etmez, anında gidersiniz. Depreme de gerek yok, daha doğarken üzerinizden para kazanılsın diye öldürülebilirsiniz. Ya da otoyolda giderken aracınızın içinde boğulma fırsatlarımız da var. Fizibilitesi düşünülmeden, mantığa ve bilime aykırı tasarlanmış sahil yollarından birinde ilerlerken de göçük altında kalma ihtimalinizi hafife almayın. Bizde hayatlar biter ama fırsatlar bitmez.

Yıllar ilerledikçe sanki her yıl bir öncekinden daha belalı gibi gelmeye başladı bana. Giderek daha da fakirleşip, bir yandan da kalitesiz, vizyonsuz, fikirsiz ama Allah için yalan yok açgözlü, güç sarhoşu ve kimseyi dinlemeyen insanlar tarafından idare edilmek gerçekten halkımızı için azımsanacak bir başarı değil. Kalitemiz şarabın tersine her sene daha da yerlerde sürünüyor, daha da diplere iniyor. Birkaç yıla neredeyse okuma yazma bilmeyen üniversite mezunları yetiştirirsek şaşırmayın. Kalite tesadüf değildir. Neyse, bu vesileyle yeni yılın hepimiz için hayırlara vesile olmasını, artık bazı şeylerin de olması gerektiği gibi olmasını dilerim. Tabii yeni yıl kutlanır mı, kıtlanır mı? Noel Baba adam olsa neden bacadan girsin? Noel’le yeni yıl aynı şey mi falan filan derken neyse ki bu sene Noel Baba bıçaklama haberleri görmedik. En azından ya benim gözümden kaçtı ya da Noel Baba saldırganlardan hızlı bir şekilde kaçtı da bıçağı yemedi…

∗∗

Bir yandan böyle saçma sapan şeyler düşünürken, bir yandan gazeteciler ev hapsi yerken, bir yandan da bir bebek goril haberine denk geldik. Hesapta Nijerya’dan Bangkok’a gidiyormuş bebek goril. Üzerinde bir tişört. Gözleri çaresiz. Öylece kutusunda Türkiye’de fark edilmiş. Gariban bebek gorile nedense bir üzüldüm, bir üzüldüm. Sonra da her gün bir sürü çoluk çocuk hayatını kaybediyor, onlara neden bu kadar üzülmedim diye kendime kızdım. Artık insan olarak insanlıktan çıktığımız için, her geçen gün başka bir saçmalığa ve barbarlığa maruz kaldığımız için sanırım duygularım giderek uyuşuyor, hissizleşiyor gibi geldi bana. Burnumuzun dibinde yaşanan savaşlar, canlı yayında bombalanan siviller, takır takır taranan insanlar hayata olan bakışımı da tuhaflaştırdı gibi. Sanki katliamlar artık doğal bir olaymış, bir devlet politikasıymış gibi görünmeye başlıyor günden güne. En azından İsrail’in politikasının bu olduğunu çok net biliyoruz. Tabii kendilerine de mangalda kömür bırakmazken, bir yandan da betonundan çeliğine desteklerimizi sunuyoruz. Ne yapsın iş adamları? Aç mı kalsınlar? Fakir mi olsunlar gemilerin sahipcikleri? Bentley’e binemeden bu dünyadan göçen kaç zengin var, haberiniz var mı?

∗∗

Bentley deyince Erbaş aklıma geldi. Hızlı Audi istemesi de bu senenin göz yaşartan olaylarından biriydi. Bütçesiyle bir sürü bakanlığı sollayan diyanet, neden başkanının altına şöyle yılan gibi bir araç çekemiyordu. Erbaş “Hızlı olmamız gerekiyor” diyor. Din bu, şakaya gelmez. Diyanetin de bu sene istediği en hızlı araçlara kavuşmasını diliyorum Allah’tan. Şehirler arası yolda hız önemli sonuçta bu kadar bütçesi olan bir başkanlık, başkanına da başkan gibi davranmamız lazım. Biz Audi’ye binip bir yere gitmiyoruz zaten. Her yer ve yollar ve benzin para demek.

Goril bebek, anasından babasından, ağacından, ormanından koparılmış, İstanbul’a kadar gelmiş. Şimdi ne yaparlar ona, nasıl bakarlar bilemiyorum. Umarım ana vatanına geri gönderilir, burada kalmak zorunda kalmaz. Zaten daha bebek, ona bebek gibi bakmak gerek. Hiçbir şeye üzülmediğim kadar sana üzüldüm goril bebek. Neslin tükeniyor, ormanlar azalıyor ama insanoğlunun hırsı ve aç gözlülüğü hiç bitmiyor. Keşke evrimde alet edevat yapacak kadar gelişmeseydik diyorum bazen. O zaman kimse goril bebeği kaçırmak istemez, kimse bombaları, uçakları, silahları, inşaatı ve betonu keşfetmez, doğanın içinde insan gibi hayvanca yaşardık. Kimsenin de Audi’ye ihtiyacı olmazdı. Ama olmadı, o yüzden maalesef 2025’te de kalitesizliğe saplanacağız. Büyük bir değişim olmazsa tabii. Çıkmayan candan ümit kesilmez. (Yenidoğan çetesi bu lafı çok seviyormuş).

                                                                     /././

Maraş’ı ve Alevi katliamını düşünmek -Şükrü Aslan-

Şu sıralar çeşitli biçimlerde anma etkinliklerine konu olan Maraş Alevi katliamı, 1978 Aralık ayı sonlarında gerçekleşmişti. Dikkat çeken özelliklerinden birisi aniden olup bitmekten çok, bir haftaya yayılmasıydı. Ayrıca yaygın/yoğun olarak Yörükselim Mahallesinde vuk’u bulsa da şehir genelinde; Yeni Mahalle, Serintepe, Dumlupınar, Namık Kemal, Sakarya, İsadivanlı ve Duraklı Mahallelerinde ve çevre köylerde de Alevi aileleri hedef almış olmasıydı.

Bu kıyımın bir Alevi katliamı olduğuna işaret eden pek çok gösterge vardı. Bunların bir kısmı daha katliam öncesinde gözlenmişti. M. Şevket Eygi’nin sahibi olduğu ‘Hakkın ve Haklıların Hizmetinde Büyük Gazete’si 24 Mayıs 1978 tarihinde, “Ecevit Bir Alevi Devleti Kuruyor” gibi hayali ve provakatif bir başlıkla çıkmıştı. Yanı sıra şehirde bazı ‘milliyetçi iş adamlarının ‘Alevileri Maraş’tan çıkarmanın yollarını konuştukları” ulusal basında yer almıştı. Katliam günlerinde ise provokasyonlar zincirinin son halkası olduğu anlaşılan bir cenaze töreni için 23 Aralık Cuma günü, Belediye hoparlöründen, “Komünist ve Aleviler tarafından şehit edilen üç din kardeşimizin cenazesine, bütün din kardeşlerimiz katılsınlar ve son görevlerini yapsınlar” şeklinde bir anons bile yapılmıştı.

Katliamın doğrudan Alevileri hedeflediği yeterince aleniydi. O kadar ki ellerinde silahlar ve kesici aletlerle hanelere girmek için akın akın gelen katillerin ilk sloganı “Alevilere Ölüm” idi. Saldırganların bağırtıları arasında yer alan ve tanıkların belleklerine takılan diğer konuşmalar şöyleydi: “Alevileri temizleyin”, “Bir Aleviyi temizlemek, bir yıllık Hac gibidir”, “Salavat getir”, “Vurun komünist Alevilere”, “Alevi olmadığını ispatla”, “Kelime-i Şehadet getir”, “Aleviler Moskova’ya” vb. Davanın Gerekçeli Kararına giren tanık anlatıları da bunlara işaret eden dehşet verici ifadelerle yüklüydü.

GÖZÜNE BATMADILAR

Maraş’ta Alevilere yönelik gerçekleştirilen katliam, öncesi ve sonrasındaki örneklerle birlikte düşünüldüğünde Alevilerin, o güne kadar hapsedildikleri ‘görünmez alandan’ çıkmalarıyla doğrudan ilgiliydi. 1950’li yıllardan başlayarak köylerinden şehirlere göç eden Alevi aileler, buralarda da uzun yıllar hayatlarını, kendilerini gizleyecek biçimde sürdürmüşlerdi. Ramazan aylarında sahura kalkıyor, iftar saatlerinde Sunni Müslüman aileler gibi sofralar kuruyor ve kimi zaman aynı kaygılarla namaz da kılıyorlardı. Cenazeleri ise başka seçenek olmadığı için zaten camilerden kaldırılıyordu. Böyle olunca sistemin ‘gözüne batmıyorlardı’.

1970’li yıllara gelindiğinde artık bu çember kırılmış, Aleviler kentlerde büyük ölçüde kendi kimlikleriyle görünür olmuşlardı. Üstelik Alevi mahalleler, sol muhalif politik geleneklerin güçlü taban bulduğu yerleşimlerdi. Bu durum Osmanlı’dan beri süregelen Alevileri görünmez alanda tutma politikasının artık ömrünü doldurduğu anlamına geliyordu. Alevi katliamları işte bu görünürlüğe karşı, sistemin inşa ettiği yeni politikanın sonuçlarıydı. Maraş’ta olduğu gibi Sivas, Çorum, Malatya ve Elbistan’daki katliamlar sanki bazı gruplar tarafından organize edilmiş gibi sunulsa da aslında sistemin bu yeni politikaları ve doğrudan organizasyonuyla ilişkiliydi. Sonuç olarak politik amaç hasıl olmuş, katliamlardan sonra Aleviler, bahse konu şehirlere seyahat etmekte bile tereddüt eder hale gelmişlerdi. Bu şehirlerin demografilerini değiştirme politikaları da böylece karşılığını üretmişti.

MÜCADELE YOLU

Türkiye sözcüğün gerçek anlamında zulüm yüklü bu geçmişiyle yüzleşmedi. Zaman zaman yüzleşiyor gibi yapsa da bir adım ötesine geçemedi. Tam da bu nedenle bahse konu şehirlerde toplumsal hafıza zamanla adeta silindi. Bugün o hafızayı üretmek/mekansallaştırmak büyük ölçüde Alevi kurumlara düşüyor. Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun Madımak için yaptığı ‘Hafıza Projesi’ne benzer biçimde Maraş ve diğer Alevi katliamları için de projelerin üretilmesi gerekiyor. Fiziki birer mekan olarak şehir merkezinde, ilçelerde veya köylerde ilgili bellek mekanlarının inşa edilmesi, bu ihtiyacın bir parçası olarak duruyor. Özetle katliamları odağına alan toplumsal hafızanın silinmesine seyirci kalmamak ve buradan hukuk ve siyaset alanına açılan geniş bir yeni mücadele yolu inşa etmek gerekiyor.

                                                                /././

Özal’dan Erdoğan’a bir koyup üç alma sevdası -Yaşar Aydın-

Sağ siyaset 30 yılı aşkın süredir ABD’nin gösterdiği istikametle Ortadoğu üzerinden bir koyup üç alma stratejisi yürütüyor. Bu stratejiyle iktidar kendini her fırsatta yeniden tahkim etse de halka maliyeti ağır oldu. Ülke bu macerayı bir daha kaldıramaz.

“Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin kilometrekare ile sınırlandıramayız”

Erdoğan’ın büyük anlamlar ithaf edilen sözü aslında uzun süredir Türkiye’nin çok yabancı olmadığı bir yaklaşım. Sağ muhafazakar siyasetçiler sıkıştıkları her an Türkiye’nin büyüklüğünü hatırlar onun üzerinden puan toplamaya çalışır. Kabına sığamama hali onlarda genetik bir hal almış durumda.

Son günlerde yaşanan cihatçı-turancı kırması hezeyanı da bundan bağımsız okumamak lazım. Sadece ülkenin son 40 yılına bakılırsa sağcıların bu hayallerle neler yaptığını, ülkenin başına hangi belaları açtığını görebilirsiniz.

BİR KOYUP ÜÇ ALACAKTI

Irak’ın Kuveyt’e müdahalesi sonrası başlayan Körfez Savaşı Turgut Özal’ı çok heyecanlandırmıştı. Her dönem ABD’nin adamı olan Özal, Ortadoğu’da Körfez Savaşı ile başlayan yeni dönemde sahibine mutlak itaat ettiğinde çok kazanacağına inandırıldı. Özal’da pek çok sağcı gibi  “Adriyatik’ten Çin denizine büyük bir Türk hakimiyeti gerçekleşecek” tezlerini savundu. Ambargoda dahi aktif tutum aldı. Halepçe Katliamı ile birlikte bölgede Kürtlerin hamiliğine soyundu. Ne garip tesadüf Özal’da “21. yüzyıl Türk asrı olacak” diyordu.

Sonuçta bir kalemde 40 milyar doların buhar olduğu ciddi bir ekonomik bilançoyla birlikte ülkenin sonraki krizlerinin de zemini hazırlanmış oldu. Üstüne bir de ABD’nin dostluğuna karşı bölgede hatırı sayılır düşman edinildi.

Türkiye’nin yayılmacılık konusunda tek iştahı Ortadoğu olmadı. Asya’dan Yugoslavya’ya kadar halkların kanını emen ne kadar emperyalist siyaset varsa hepsinin içinde yer aldı. İç siyasette propaganda dışında elinde sadece heba edilmiş milyar dolarlar ve insan kaynağı kaldı. Farklı coğrafyalarda yaklaşık 10 yıl süren bu sürecin Türkiye için bakiyesi yoksullaşmayla birlikte gericiliğin ve milliyetçiliğin artması oldu.

1 Mart Tezkeresi toplumsal muhalefetin itirazı sonucu Meclis’ten geçemedi.
(Fotoğraf: Depo Photos)

AKP ORTADOĞU’YU TEZKEREYLE TANIDI

Kasım 2002 tarihinde iktidara gelen AKP kısa sürede ABD’nin Irak’ı dizayn etme sürecinin parçası haline geldi. 1 Mart Tezkeresiyle Türkiye’nin aktif katılımını isteyen ABD’ye (Erdoğan ve Gül’e rağmen) dönemin Meclis birleşemi izin vermedi. Ama Türkiye başını kurtarmayı başaramadı. 2004 yılında başlatılan Büyük Ortadoğu Projesi Erdoğan’ın iştahını o kadar kabarttı ki Eş Başkanlık laflarına kadar gidildi. Not edilmesi gereken bir başka konu ise Türkiye’nin o zaman tüm Arap coğrafyasına bir model olarak sunulmasıydı. Türkiyeli liberallerin de dahil olduğu ılımlı İslam korosunun boyası çok çabuk solsa da bir dönem işe yaradığını söylemek lazım.

Davutoğlu’nun Dış İşleri Bakanlığı ile birlikte AKP’nin tüm başarı öyküsü neredeyse bu hikayeye bağlandı. ABD’li Bakan Clinton’la birlikte bölgenin tozunu attırmak için çok hevesli olan Davutoğlu çok açık ki Suriye politikasının mimarlarından biridir.

SURİYE POLİTİKASI FELAKET GETİRİDİ

13 sene önce Emevi camiinde namaz kılmak için çıkılan yolda Türkiye çok fazla şey kaybetti. Milyonlarca Suriyeli göçmene ev sahipliği yaptı. Dünyanın tüm eli kanlı silahlı İslamcı yapılar ülkeye doluştu. İŞİD Türkiye’de bile yüzlerce insanımızı katletti. Milyonlarca doların askeri harcamalara gitmesi yetmezmiş gibi ticari anlamda çöküntü yaşandı. İktidar, ülkede sıkıştıkça bölge siyasetini değiştirdi, bölgede sıkıştıkça iç siyasetteki ittifaklar farklılaştı. Sonuç her zaman halkın yoksullaşması, eziyet çekmesi oldu. Sendikalar, demokratik örgütler zayıflatılırken tarikat ve mafya güçlendi. Rejimin değişmesinde bile önemli bir rol oynadı.

ABD EMPERYALİZMİ NE DEDİYSE YAPTI

Suriye bataklığına adım atan Türkiye sadece burayla yetinmedi/yetinemedi. Libya’dan Sudan’a kadar birçok ülkede aktif pozisyon almaya kalktı. Bir zamanlar Türkiye halkının en önemli gündemlerinden bir olan bu ülkelerde şimdi ne olup bittiğine dair haber bile çıkmıyor.

Bunlar yaşanırken en çok duyduğumuz sözler “Dünya lideri, uluslararası güç, 21 yüzyılın süper ülkesi” oldu. Suriye’de yaşanan gelişmeler sonrası bu duygu bir kez daha pompalanmaya çalışılıyor. Çok açık ki Türkiye bu hamlelerinin hiçbirini bağımsız bir siyaset içinde yapmadı. Özal’dan Erdoğan’a uzanan çizgi (gel gitleri olsa da) bir ABD çizgisidir. Türkiye’yi uzun süredir yöneten muhafazakar sağ siyaset kendini ABD’nin Ortadoğu siyasetine uydurmaya çalışıyor. Kişisel ikballerini ABD’nin bölge çıkarlarına bağlamış durumdalar. Neredeyse tek bir beklentileri var o da emperyalistlerin desteği ile iktidarda kalmak. Ülkenin bugün içinde boğuştuğu ve son gelişmelerle daha da batacağı anlaşılan bu bataklığın arkasında esas olarak iktidarda kalma motivasyonu var.

YAYILMACI SİYASETE ‘HAYIR’ DEMEDEN OLMAZ

Erdoğan-Bahçeli oyunculuğunda Fidan-Kalın desteğiyle bir senaryo hayata geçirilmeye çalışılıyor. Bu senaryonun ana mesajında “büyüyecek, güçlenecek Türkiye” var. Tüm bu efelenmelerin bir önemi yok. Ankara, artık ABD-İsrail siyasetinin arkasına dizilmiş durumda. Ülkeyi yeni bir maceraya sürükleyecekler. 30 yıldır yaptıklarını daha şiddetli yapmaya hazırlanıyorlar. Muhalefet iktidarın tüm bölgede daha büyük yangınlara yol açacak bu siyasete cepheden karşı durmak zorunda. Kuşku yok ki şimdiki yangının ülke içine doğru yayılma potansiyeli dünden daha güçlü. ABD emperyalizminin cihatçı ortaklarıyla çıkılacak bir maceranın ülkeye ve halka fayda getirmesi mümkün değil.  İktidarın sınırlar ötesi yayılmacı politikasına itiraz etmeden ülke içinde iktidarın gerici, piyasacı, anti demokratik uygulamalarına muhalefet etmenin anlamsız olduğu bir döneme girdik.

Ortadoğu siyaseti sadece bir dış politika gündemi olarak görülemez. Orada alınacak pozisyon ülke içinde siyasetin yeniden dizilmesi ile sonuçlanacak. Bu durum en çok da sol/sosyalist yapılar için geçerli.

                                                                 /././

10 maddede asgari ücret notları: Yazılmayanlar ve söylenmeyenler -Hayri Kozanoğlu-

Asgari ücret tartışmalarında resmi rakamlar ve beklentiler çelişiyor. Güvenilir olmayan enflasyon ve piyasacı ekonomistlerin işaretleri yerine milyonlarca yurttaşın gerçek yaşam maliyetleri ele alınmalı. Gelir adaletsizliği derinleşirken emekçilerin mücadeleyi elden bırakmaması şart.

Türk-İş asgari ücret talebini 29 bin 583 TL olarak açıkladı. Bir bakıma, elini düşük bir düzeyden açarak, bunun oldukça altında bir rakama rıza göstereceğini hissettirmiş oldu. Bu saatten sonra farklı bir rakam telaffuz etmemizin fazla bir anlamı yok. Yalnız, çalışanların komisyondan çıkan sonucu bir kader gibi kabullenmemelerinin, işyeri ve/veya sektörel düzeyde, emeklerinin karşılığını alabilmek için asgari ücretin üzerinde bir ücret artışı elde edebilmek amacıyla mücadeleyi elden bırakmamalarının önemini hatırlatalım.

İsterseniz bu noktada, asgari ücrete ilişkin önemli gördüğümüz 10 noktanın altını çizelim.

1- Kamuoyunda, asgari ücretin hesaplanmasında kullanılacak, tüketici enflasyonu (TÜFE) başta gelmek üzere resmi istatistiklere güven yok. Ekonomi yönetiminin kendi enflasyon öngörüleri de zaten hiç dikiş tutmuyor, her aşamada yenileniyor. Örneğin, 8 Ağustos Enflasyon Raporu’nda yüzde 38 olarak belirlenen 2024 yıl sonu tahmini, Eylül 2024’te yüzde 41,5’e yükseltildi. Çok geçmeden bu oran yüzde 44’e revize edildi. Artık bu hedefin de tutturulma olasılığı kalmadı. 2025 yıl sonu tahmini de yüzde 14’ten bir anda yüzde 21’e çekildi. O nedenle IMF ve piyasacı ekonomistlerin sürekli telkin ettiği, beklenen enflasyona göre asgari ücret belirlenmesinin hiçbir objektif dayanağı bulunmuyor.

2- Asgari ücret dahil, maaş artışları konuşulurken hep yıl sonu tüketici enflasyonu referans alınıyor. Halbuki yurttaş yıl boyu ortalama enflasyonla muhatap oluyor. Fiyat artışlarının ivme kaybetme eğilimi gösterdiği dönemlerde, ortalama enflasyon hep yıl sonunun üzerindedir. Nitekim Kasım 2024 itibarıyla, TÜFE’nin Kasım 2023’e göre değişim oranı yüzde 47,1, buna karşın on iki aylık ortalama enflasyon ise yüzde 60,5. 2025’te de enflasyonun düşüş patikasına girmesi beklendiğine göre, ortalama enflasyon hep yıl sonu hedefinden yüksek seyredecek. OVP’de 2025 yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 17,5 iken, ortalama enflasyon yerine ikame edebileceğimiz deflatör artışı yüzde 33,9’du. Yıl sonu beklentisi TCMB tarafından yukarı yönlü güncellendiğine göre, enflasyonun üst bandı yüzde 26’yı temel alırsak, ortalama resmi enflasyonun yüzde 40-45 aralığında gerçekleşmesinin tahmin edildiğini söyleyebiliriz. Öyleyse rahatlıkla, asgari ücret hesaplamasında ortalama enflasyon temel alınmalı diyebiliriz.

3- IMF, piyasacı ekonomistler ve işveren örgütleri sürekli ücret artışlarının fiyatları beslediği  görüşünü, yani “ücret-fiyat spirali" tezini öne sürüyor. Halbuki nedensellik ilişkisi tersine kurulmalı, yani “Enflasyon sebep, ücret artış talebi sonuçtur” diye düşünülmeli. Bunun en açık kanıtı da emek kesiminin savunmacı bir refleksle, ücretlerin geçmişteki enflasyon temel alınarak belirlenmesi talebinde bulunmasıdır. Elbette ücret artışları mal ve hizmet talebini yükselterek enflasyona ikincil düzeyde bir katkı yapar. Ancak çalışanların reel ücret kayıplarına uğraması, yoksulluğu artırmak, satın alma gücünü düşürmek gibi daha ağır sosyal maliyetler yaratır.

4- DİSK-AR’ın büyük bir emek ürünü, kapsamlı Asgari Ücret Raporu 2025’e göre, 8,5 milyon kişi, yani özel sektör işçilerinin yüzde 48,9’u asgari ücretin yüzde 10 altı veya üstü bir ücret alıyor. Bu aralığı yüzde 20’ye genişletince 11,5 milyon kişi ve yüzde 66,1 oranına, yüzde 50’ye yükseltirsek de 14,5 milyon işçi ve yüzde 80 düzeyine çıkıyoruz. Emek piyasasının genel trendi de ücretlerin giderek artan bir ağırlıkla asgari ücret düzeyine yakınsaması doğrultusunda. Bu nedenle istisnai bir ücret olması, en düşük nitelik ve deneyime sahip işçilere uygulanması gereken asgari ücret, ortalama ücrete dönüşüyor. Sonuçta da, her yıl biterken toplumun en fazla tartıştığı konuların başında geliyor.

5- Tez-Koop-İş sendikasının asgari ücret raporuna göre ise Avrupa Birliği Asgari Ücret Direktifi asgari ücretin ülke medyan (ortanca) gelirinin yüzde 60’ı düzeyinde belirlenmesini öneriyor. Asgari ücret bazı ülkelerde, örneğin Fransa’da yüzde 66, Portekiz’de yüzde 64 ile bu oranı aşıyor. Öte yandan Hollanda ve Polonya’da yüzde 57, Almanya’da yüzde 52, Yunanistan’da yüzde 51 gibi asgari ücret düzeyinin bu kriterin altında kaldığı uygulamalar da bulunuyor. Türkiye’de ise, asgari ücretler medyan gelirin yüzde 70’ine yakın hesaplanıyor. Rapor bu durumun nedenini asgari ücretin yüksekliğiyle değil, medyan gelirin düşüklüğüyle açıklıyor. Bu saptamayı TÜİK’in gelir dağılımı istatistikleri de doğruluyor. En zengin yüzde 20’nin geliri, son 10 yılda 2,8 puan artarak toplam gelirin yüzde 48,7’sine kadar yükselmiş. En düşük gelirli yüzde 20’nin payında 0,1 puan; sonraki üç dilimin gelirinde ise sırasıyla 0,7, 1 ve 1,1 puan gerileme meydana gelmiş. Yani en fazla konum yitirenler, gelir dağılımının ortalarında yer alanlar olmuş. Asgari ücret de reel olarak artmadan ortanca gelirin yüzde 70’ine ulaşmış.

6- Benzer bir eğilimi ücretlerin milli gelirdeki payı istatistiklerinde de gözlemliyoruz. İşgücü ödemelerinin katma değer içerisindeki payı 2024’ün 3'üncü çeyreğinde bir önceki çeyreğe göre yüzde 40,4’ten yüzde 36,4’e geriledi. Bunun başlıca nedeni, asgari ücrete Temmuz ayında ek bir zam yapılmaması, asgari ücretlilerin satın alma gücünün gerilemesi oldu. Buradan hareketle, işgücünün katma değerden aldığı payın 2024’ün son çeyreğinde daha da düşeceğini söyleyebiliriz. Öyleyse, ülkedeki gelir dağılımı bozukluğunu bir nebze de olsa törpüleyecek dokunuş, asgari ücreti tatminkar biçimde artırmak olabilir.

7- Asgari ücret belli işkollarında daha da belirleyici. Bu konuda elimizdeki en ayrıntılı çalışma TCMB’nin 2023 yılı 3'üncü Enflasyon Raporu’nda yer alıyor. Kamu çalışanlarını da içeren, tarım dışı sektörlerde istihdam edilenleri de kapsayan araştırmaya göre, asgari ücret ve altı çalışanların toplam işgücü içerisindeki ağırlığı yüzde 43,1. Ancak kamu yönetimi (yüzde 5,8), eğitim (yüzde 10,1), finans sigorta (yüzde 13,3) olmak üzere bazı sektörlerde bu oran oldukça düşük. Ne var ki giyim (yüzde 70,5), deri (yüzde 69,7), inşaat (yüzde 71,4), yiyecek hizmetleri (yüzde 73), toptan-perakende ticaret (yüzde 64,4) gibi alanlarda ise belirleyici ağırlıkta. Diğer bir ifadeyle, ışıltılı AVM’lerde gördüğümüz tezgâhtarlar, lokanta ve kafelerde bize hizmet ulaştıran gençlerin hepsi asgari ücretle çalışmak zorunda kalıyor.

8- Asgari ücret görüşmelerinde hep manşet enflasyon verileri temel alınıyor. Halbuki farklı gelir gruplarının tüketim kalıpları, buna bağlı olarak da yüz yüze kaldıkları enflasyon farklılık gösterebiliyor. Örneğin yüzde 20’lik en alt gelir dilimi gelirlerinin yüzde 36,6’sını gıdaya, yüzde 29,2’sini konut ve kira harcamalarına ayırıyor. Kasım sonu itibarıyla TÜFE artışı yüzde 47,09 iken gıda enflasyona yüzde 48,57, kira enflasyonu ise yüzde 109'du. Taze sebze-meyve artışları ise yüzde 91,16’yı bulmuştu. TÜİK’in asgari ücretliler için ayrı bir enflasyon açıklaması, o zamana kadar da genelde yüzde 20’lik dilimlerle dar gelirlilerin muhatap olduğu enflasyon oranının dikkate alınması gerekir.

9- Asgari ücretin istisnai bir ücret olması gerekirken, zamanla ortalama ücret haline geldiğini vurgulamıştık. Durum böyle olunca insanların mevcut işlerinde bilgi ve becerilerini artırma, teknolojik gelişmeler doğrultusunda yeni mesleklere yönelme, genelde de eğitim süreçleri sonucu daha iyi ücretler kazanma şevk ve umutları azalır. Bu da yine piyasacı ekonomistlerin "Önce işgücü verimliliği artırmalı" önerisinin, yanlış bir nedenselliğe dayandığını gösterir. Elbet işgücü verimliliğinde makine-teçhizat donanımı, teknoloji kullanımı önemli rol oynar. Ama aynı zamanda işgücünün üretim sürecinde daha nitelikli bir emek arzı sergileyebilmesi için motivasyonunun yükseltilmesi, bu sayede işgücü verimliliğinin artırılması beklenir.

10- Kapitalizmin döngüselliği içerisinde de, emekçinin ertesi gün dinlenmiş, sağlıklı biçimde beslenmiş olarak işbaşı yapması; vardiyada kredi kartı borcunu nasıl kapatacağını, faturalarını nasıl ödeyeceğini düşünmemesi gerekir. Aynı şekilde o çalışanın çocuklarının eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanmasının, gelecek kuşakların sağlık ve donanımlı olarak emek piyasasına katılımının sağlanmasının gözetilmesi de zorunludur. Bunun için asgari ücretin, açlık sınırının üzerine söz gelimi bir yüzde 50 diğer gereksinimlerin karşılanması için gerekli pay eklendikten sonraki düzeyin altına düşmemesi önerilir. Bu ayarlamanın, asgari ücretin bu noktanın altına inmesi halinde otomatik olarak devreye girmesi zor olmaz. Örneğin Kasım 2024’te açlık sınırı 20 bin 562 TL, bunun yüzde 50 fazlası ise 30 bin 843 TL’dir. Asgari ücret asla bu rakamın altına düşmemeli, gerekirse her ay ayarlama yapılmalıdır.

                                                                     /././

Ölene dek doğa için direndi

                                            Hacı Ali Keklik

Artvin Cerattepe’de 2016 yılında maden şirketlerine karşı mücadelenin  sembol isimlerinden biri olan Hacı Ali Keklik son yolculuğuna uğurlandı. 106 yaşında önceki gün hayata veda eden Keklik için Artvin Merkez Camisinde de cenaze töreni yapıldı. Ardından Kolorta Mezarlığı’nda toprağa verildi.  Keklik’in adı, 2016’da Cerattepe’de madencilik faaliyetlerine karşı yapılan protestolar sırasında çekilen bir fotoğrafla hafızalara kazındı. O zaman 98 yaşında olan Keklik, elinde biber gazı kapsülünü güvenlik güçlerine gösterirken objektife yansımıştı.

                                                                    ***

Merkez Bankası duyurdu: KKM uygulaması 2025 yılı içerisinde sonlanacak

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, Para Politikası Kurulunun gelecek yıl 8 toplantı yapacağını, 2025 yılı toplantı ve rapor takviminin 5 iş günü içinde yayımlanacağını bildirdi. Ayrıca KKM’nin 2025 yılında sonlandırılmasının planlandığını duyurdu. (Bankanın 2025 Para Politikası Metninde yer alan başlıklar şu şekilde:)PPK, önceden açıklanan bir takvim çerçevesinde 2025 yılında 8 toplantı yapacak * Sadeleşme adımları 2025 yılında da devam edecek. * Dezenflasyon sürecinin belirginleşmesiyle, TL varlıklara talep devam edecek. * 2025 yılında Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulamasının sonlandırılması planlanıyor. * 2025 yılında dalgalı döviz kuru sürdürülecek. * Döviz kuru serbest piyasa koşullarında oluşmaya devam edecek. * Merkez Bankası kur düzenini belirlemek amacıyla döviz alım ve satımı işlemi yapmayacak.(https://www.birgun.net/haber/merkez-bankasi-duyurdu-kkm-uygulamasi-2025-yili-icerisinde-sonlanacak-586457)

                                                                      ***

(Birgün)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -26 Aralık 2024-

  Türkiye gıda güvenliği riskinde Avrupa'da ilk sırada -Pelin Ünker- Türkiye, geçen yıl AB ülkelerinde gıda güvenliği risklerine ilişkin...