Birgün "Köşebaşı + Gündem" -20 Ocak 2025-

Oxfam'dan küresel eşitsizlik raporu: Milyarder servetleri 1 yılda 2 trilyon dolar arttı

Oxfam’ın küresel eşitsizlik raporunun 2024 verileri, küresel olarak milyarderlerin servetinin 2024'te bir önceki yıla göre üç kat daha hızlı şekilde ve toplam 2 trilyon dolar arttığını ortaya koydu. Buna rağmen, yoksulluk içinde yaşayan kişi sayısı 1990'dan bu yana neredeyse hiç değişmedi.

Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı'nın da üyesi olduğu Oxfam  Konfederasyonu’nun 2015 yılından bu yana hazırladığı küresel eşitsizlik raporunun 2024 verileri, İsviçre’nin Davos şehrinde 20-24 Ocak’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu öncesinde yayınlandı.

2024 raporu, yaygın kanının aksine milyarderlerin servetinin büyük ölçüde kazanılmamış olduğunu ortaya koyuyor. Buna göre, milyarderlerin servetlerinin yüzde 60'ı artık miras, tekelcilik veya yandaş bağlantılarından geliyor.

Öte yandan tarihsel sömürgecilik üzerinde de duran rapora göre Avrupa'daki süper zenginlerin çoğu, servetlerinin bir kısmını daha fakir ülkelerin sömürülmesine borçlu.

Raporda Oxfam'ın dikkat çektiği veriler ve öngörüleri şu şekilde:

  • Önümüzdeki on yıl içinde en az beş yeni trilyoner olacağını öngörülüyor.

  • 2024 yılında tüm dünyada her hafta ortalama 4 yeni milyarderle, yılda toplamda 204 yeni milyarder ortaya çıktı. Türkiye’de ise 2024’te 6 yeni milyarder ortaya çıktı.

  • Oxfam’a göre aşırı servet birikimi büyük ölçüde hak edilmiyor, milyarderlerin servetinin yüzde 60’ı mirastan, tekel gücünden veya yandaş bağlantılarından geliyor.

  • 2023'te Küresel Kuzey'deki en zengin yüzde 1’lik kesim, Küresel Güney üzerinden saatte 30 milyon dolar elde etti.

MİLYARDERLERİN SERVETİ 2 TRİLYON DOLAR ARTTI

Küresel olarak milyarderlerin serveti yalnızca 2024'te 2 trilyon dolar arttı. Bu rakam günlük yaklaşık 5,7 milyar dolara denk geliyor ve bu artış bir önceki yıla göre üç kat daha hızlı gerçekleşti. Türkiye’deki 28 milyarderin serveti günde 19 milyon ABD doları artarak 55,6 milyar ABD dolarına ulaştı.

Dünya Bankası verilerine göre, yoksulluk içinde yaşayan insanların sayısında 1990'dan bu yana neredeyse hiçbir değişiklik olmadı. Milyarder sayısı 2023'te 2.565 iken, 2024'te 2.769'a yükseldi. Bu kişilerin toplam servetleriyse sadece bir yılda 13 trilyon dolardan 15 trilyon dolara çıktı. Böylece, kayıtların tutulmaya başlamasından bu yana küresel milyarder servetindeki ikinci en büyük yıllık artış gerçekleşmiş oldu.

TRİLYONERLER YOLDA

Geçtiğimiz yıl Oxfam, on yıl içinde ilk trilyonerin ortaya çıkacağını öngörmüştü. Ancak küresel milyarder servetinin daha hızlı artmasıyla bu projeksiyon önemli ölçüde öne çekildi; şu anki oranlarla dünya artık bu süre içinde en az beş yeni trilyoner görme yolunda.

Giderek artan servet yoğunlaşması, milyarderlerin endüstri ve kamuoyu üzerinde daha fazla nüfuz sahibi olması ve tekelci güç yoğunlaşması bu dengesizliğin en önemli sebeplerini oluşturuyor.

Oxfam International Genel Direktörü Amitabh Behar: "Küresel ekonomimizin ayrıcalıklı bir azınlık tarafından ele geçirilmesi bir zamanlar hayal bile edilemeyecek seviyelere ulaştı. Milyarderleri durdurmadaki başarısızlık, geleceğin trilyonerlerini doğuruyor. Milyarderlerin servet birikim oranı -üç kat- artarken, aynı zamanda güçleri de arttı" ifadelerini kullandı.

SERVETLERİN ÜÇTE BİRİ MİRAS

Oxfam'ın hesaplamalarına göre bugün küresel milyarder servetinin yüzde 36'sı miras yoluyla edinilmiş durumda. Forbes'un araştırması, 30 yaş altındaki her milyarderin servetini miras yoluyla edindiğini ortaya koyarken, İsviçre Bankası (Union Bank of Switzerland, UBS), günümüz milyarderlerinden 1.000'den fazlasının önümüzdeki yirmi ila otuz yılda mirasçılarına 5,2 trilyon dolardan fazla para bırakacağını tahmin ediyor.

Özellikle Avrupa'daki süper zenginlerin çoğu, servetlerinin bir kısmını tarihsel sömürgeciliğe ve daha yoksul ülkelerin sömürülmesine borçlu.

VARLIK SÖMÜRÜSÜ SÜRÜYOR

Bu varlık sömürüsü dinamiği bugün de devam ediyor: Oxfam'ın raporunda modern sömürgecilik olarak tanımlandığı haliyle, Küresel Güney'den Küresel Kuzey'deki ülkelere ve bu ülkelerin en zengin vatandaşlarına büyük miktarda para akışı devam ediyor.

ABD, İngiltere ve Fransa gibi Kuzey Yarımküre ülkelerindeki en zengin yüzde 1'lik kesim, 2023 yılında düşük ve orta gelirli ülkeler üzerinden saatte 30 milyon dolar elde etti.

Küresel Kuzey ülkeleri, dünya nüfusunun yalnızca yüzde 21'ini oluşturmalarına rağmen küresel servetin yüzde 69'unu, küresel milyarder servetinin yüzde 77'sini kontrol ediyor ve milyarderlerin yüzde 68'ine ev sahipliği yapıyor.

Dünya Bankası'nda ortalama bir Belçikalının oy gücü, ortalama bir Etiyopyalınınkinden yaklaşık 180 kat daha fazla.

Düşük ve orta gelirli ülkeler ulusal bütçelerinin ortalama olarak neredeyse yarısını, sahipleri milyarderler arasında olan finans kuruluşlarının borç ödemelerine harcıyorlar. Bu oran, eğitim ve sağlık hizmetlerine yaptıkları toplam yatırımın çok üzerinde.

AFRİKALILARIN ORTALAMA ÖMRÜ AVRUPALILARDAN EN AZ 15 YIL DAHA KISA

İmparatorluk, ırkçılık ve sömürü tarihi, kalıcı bir eşitsizlik mirası bıraktı. Bugün, Afrikalıların ortalama ömrü hâlâ Avrupalılardan en az 15 yıl daha kısa. Araştırmalar, eşit beceri gerektiren işlerde Küresel Güney'deki ücretlerin, Küresel Kuzey'deki ücretlerden yüzde 87 ila 95 daha düşük olduğunu gösteriyor. Küresel ekonomiye güç veren emeğin yüzde 90'ına katkıda bulunmalarına rağmen, düşük ve orta gelirli ülkelerdeki işçiler, küresel gelirin yalnızca yüzde 21'ini alıyor.

Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı Genel Direktörü Şengül Akçar görüşlerini şu şekilde ifade etti:

“Oxfam’ın Davos 2025 raporu, derinleşen eşitsizlikleri ve en kırılgan kesimler üzerindeki etkilerini gözler önüne seriyor. Yoksullar ve kadınlar, ekonomik krizler ve iklim değişikliği karşısında en ağır bedeli öderken, servet giderek daha az elde toplanıyor. Rapor, dünya ekonomisinin küçük bir zengin azınlığın eline geçtiğini ve bu sistemin giderek daha fazla insanı yoksullaştırdığını ortaya koyuyor.  Küresel eşitsizliğin artmasının temel nedenleri olarak yeni sömürgecilik, tekelcilik ve oligarşik yapıların güçlenmesini gösteriyor.  Yani servetin büyük kısmının gerçek emek ve üretimle değil, miras, tekelcilik ve siyasi bağlantılarla kazanıldığını vurguluyor. Bu tablo, küresel ekonomik ve sosyal adaletin ne kadar büyük bir kriz içinde olduğunu ve acil reformlara ihtiyaç duyulduğunu ortaya koyuyor. Sivil toplum ve bireyler olarak bu adaletsizliğin, bu gidişatın farkına varmalı ve küresel düzeyde adil vergilendirme, tekel karşıtı politikalar ve yoksulluğu azaltmaya yönelik reformları gündemimizde tutmalıyız.”

Oxfam, eşitsizliği azaltmak ve aşırı zenginliği sona erdirmek için hükümetlere şu çağrıları yaptı.

EŞİTSİZLİĞİ ORTADAN KALDIRIN

Hükümetler, hem küresel hem de ulusal düzeyde, en varlıklı yüzde 10'un gelirinin en yoksul yüzde 40'tan daha yüksek olmamasını sağlamayı taahhüt etmelidir. Dünya Bankası verilerine göre, eşitsizliği azaltmak yoksulluğu üç kat daha hızlı sona erdirebilir. Hükümetler ayrıca devam eden ekonomik sömürünün temelinde yatan ırkçılık, cinsiyetçilik ve ayrımcılıkla mücadele etmeli ve bunları sonlandırmalıdır.

EN ZENGİNLERE VERGİ KOYUN

Küresel vergi politikası, en zengin insanların ve şirketlerin payına düşen vergiyi ödemelerini garanti altına alan yeni bir Birleşmiş Milletler vergi sözleşmesinin kapsamına girmelidir. Vergi cennetleri ortadan kaldırılmalıdır. Oxfam'ın analizi, dünyadaki birinci derece mirasçı olan milyarderlerin yarısının, miras vergisi uygulanmayan ülkelerde yaşadığını gösteriyor. Yeni aristokrasiyi ortadan kaldırmak için miras vergilendirilmelidir.

GÜNEY'DEN KUZEY'E SERVET AKIŞINI SONLANDIRIN

Borçları iptal edin ve zengin ülkelerin ve şirketlerin finansal piyasalar ve ticaret kuralları üzerindeki hâkimiyetine son verin. Bunun için tekelleri ortadan kaldırmak, patent kurallarını demokratikleştirmek ve şirketleri, çalışanlara yaşamaya yetecek ücretler ödemeye ve CEO maaşlarına üst sınır koymaya zorlamak gerekiyor. Dünya Bankası, IMF ve BM Güvenlik Konseyi'ndeki oy gücünü yeniden yapılandırarak Küresel Güney ülkelerinin adil bir şekilde temsil edilmesini sağlayın. Ayrıca eski sömürgeci güçler, sömürge yönetimlerinin neden olduğu kalıcı zararla yüzleşmeli, resmi özürler dilemeli ve etkilenen topluluklara tazminat ödemelidir.

Oxfam'ın küresel eşitsizliklere yönelik hazırladığı raporda yer alan diğer tespitler ise şu şekilde:

  • Dünya Bankası'na göre, 1990'dan bu yana günde 6,85 dolardan az parayla geçinen insanların sayısı neredeyse hiç değişmedi.

  • Forbes verileri, küresel milyarder servetindeki en büyük yıllık artışın (5,8 trilyon dolar) 2021'de COVID-19 salgını sırasında gerçekleştiğini gösteriyor. Bunun sebebi büyük ölçüde hükümetlerin ekonomiye trilyonlarca dolar enjekte etmesi.

  • Oxfam verilerine göre, küresel milyarder servetinin yüzde 60'ı yandaş veya tekelci kaynaklardan geliyor ya da miras kalıyor. Daha ayrıntılı bakılacak olursa, yüzde 36'sı mirastan, yüzde 18'i tekelci güçlerden, yüzde 6'sı ise yandaş bağlantılarından ediniliyor.

  • Forbes'un araştırmasına göre, 2009'dan bu yana ilk kez 30 yaşın altındaki bütün milyarderler servetlerini miras yoluyla edindi. Bu durum "Büyük servet transferinin başladığının bir işareti" olarak kabul ediliyor.

  • İsviçre Bankası’na göre, önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde 1.000'den fazla milyarderin mirasçılarına 5,2 trilyon dolar miras bırakması bekleniyor.

  • Amin Mohseni-Cheraghlou'nun araştırması, Dünya Bankası'nın en büyük kolu olan Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası'nda (IBRD) ortalama bir Belçikalının, ortalama bir Etiyopyalıya kıyasla yaklaşık 180 kat daha fazla oy gücüne sahip olduğunu gösteriyor.

  • Düşük ve orta gelirli ülkeler, ortalama olarak ulusal bütçelerinin yüzde 48'ini borç ödemelerine harcıyor .

  • 2023 yılında Afrika'da ortalama yaşam süresi 63,8 yılken, Avrupa'da bu süre 79,1 yıl.
                                                                          ***
‘Mış gibi’ yapıp sansürleyecek -Nurcan Bilge Gökdemir-

AKP’nin hazırladığı yasa teklifi basın özgürlüğüne yönelik saldırıların son örneği. İktidar şimdi de “Mış gibi içerik oluşturmak” gibi hukukta yeri olmayan bir ifade ile yine gazetecilerin üzerine yürüme hazırlığında.

Dezenformasyon Yasası, Etki Ajanlığı şimdi de veri sızıntısını önleme bahanesiyle yeni bir sansür düzenlemesi…

Medyanın büyük bölümünü kontrolü altına almasına karşın halkın haber alma hakkının gereğini yerine getirme görevini tüm baskılara karşın sürdüren sınırlı sayıdaki yayın organı ve gazeteciyi susturamayan iktidar onlara karşı da Türkiye tarihinde görülmemiş bir baskı rejimini kurumsallaştırmaya çalışıyor. Hukuk kuralları ayaklar altına alınarak uygulanan gözaltı ve tutuklamalar, tehditler, azarlar, işsiz bırakmaların yanısıra gazeteciler şiddetle de terbiye edilmeye çalışılıyor.

Var olan yasalar, sınırları akla hayale gelmeyecek ölçüde genişletilerek gazetecilerin susturulması için kullanılırken diğer yandan da TBMM’den birbiri ardına yeni yasal düzenlemeler çıkartılıyor. Parlamento muhabirleri teknik düzenleme olarak görülen yasa metinlerinin bile satır aralarına yazılan hükümleri ya da yazılmayarak bu yönde sonuç yaratabilen düzenlemeleri bulup ortaya çıkartabilmek için insanüstü bir çaba harcıyor.

Bunlardan biri de TBMM’de komisyon görüşmeleri tamamlanan Siber Güvenlik Yasa Teklifi oldu. Görünüşteki amacı yurttaşlarının tüm kimlik bilgilerinin ortalığa dökülmesini, 100-200 TL’ye satışa çıkartılmasını önlemek olan bu yasa teklifinin içinden de yine gazetecileri cezalandırmaya yarayacak düzenlemeler çıktı.

VERİ SIZINTISI YAPILMIŞ GİBİ

Daha önce Dezenformasyon Yasası ardından Etki Ajanlığı gibi düzenlemelerle gazetecileri, basın özgürlüğünü cezalandırmayı amaçlayan iktidar “Veri sızıntısı yapılmış gibi içerik oluşturma” suçunu yarattı. “Veri sızıntısı olmadığı halde veri sızıntısı yapılmış gibi algı oluşturma” suçunun tanımlandığı teklifte bu suçu işleyenlerin 2 ila 5 yıl arasında hapis cezası ile cezalandırılması istendi.

Teklif önceki gün TBMM Milli Savunma Komisyonu’nda görüşülerek kabul edildi. Muhalefet ve basın örgütlerinin yoğun tepki gösterdiği düzenlemede bazı değişiklikler yapıldı ama bu değişiklikler işin aslını değiştirmedi.

“Veri sızıntısı yapılmış gibi algı yaratma” suçu ile ilgili düzenleme “Veri sızıntısı olmadığı halde halk arasında endişe, korku ve panik yaratmak ya da kurumları veya şahısları hedef almak amacıyla veri sızıntısı yapılmış gibi içerik oluşturanlara ve/veya bu içerikleri yayanlara” şeklinde değiştirildi.

“MIŞ GİBİ…” NE DEMEK

Gazeteci kökenli CHP Milletvekili Utku Çakırözer teklifin yakın takipçilerinden… Komisyonda yapılan değişikliğin iddia edildiğinin aksine  ifade ve basın özgürlüğü ile kişisel verilerin gizliliği konusunda oluşabilecek tehditlerin önüne geçmediğini söylüyor.

Bizzat teklifi 6, 8 ve 16’ncı maddelerine ilişkin ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere özel hayatın gizliliği ve kişisel verilerin korunması alanında ciddi sıkıntılar yaratabileceği kaygılarını dillendiren Çakırözer şunları söylüyor:

“Bu teklif TCK’ya ‘halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma’ suçunun eklendiği sansür yasasından farksız. ‘Siber tehdit, siber olay, veri sızıntısı, algı operasyonu’ gibi muğlak ve yasal olarak belirsiz ifadelerle, tamamen keyfi uygulama ve yaptırımlara açık bir düzenleme ile karşı karşıyayız. “Halk arasında endişe, korku ve panik yaratmak ya da kurumları veya şahısları hedef almak amacıyla ‘Mış gibi içerik oluşturmak’” diye bir suç tanımı olabilir mi? Kime göre, neye göre korku ve panik? ‘Mış gibi’ ne demek? Bunlar hep belirsiz ve muğlak. Ve bu belirsiz kriterlerle oluşturulan suçu işlediği ileri sürülecek kişilere 2 ile 5 yıl arası hapis cezası verilecek.  Bu şekliyle kanunlaşırsa haber yapan gazetecilerin ya da sosyal medyada paylaşım yapan kişilerin kolaylıkla hedef alınmasına neden olacaktır. İfade ve basın özgürlüğüne yönelik sistematik bir tehdit var karşımızda.”

Basın özgürlüğüne yönelik tehdit oluşturmasının yanında kişisel verileri korumaya yönelik hazırlandığı iddia edilen bu yasa teklifinin bizzat kendisi kişisel veriler için de tehdit oluşturuyor. Teklif yasalaştıktan sonra yöneticileri ve çalışanları iktidar tarafından belirlenecek olan Siber Güvenlik Başkanlığı, gerçek ve tüzel tüm kişiler, sivil toplum, şirketler, belediyeler, üniversiteler, aklınıza gelebilecek tüm kişi ve kurumların tüm veri, bilgi ve log kayıtlarına sınırsız erişim, aktarım yetkisine sahip olacak. Üstelik bu denetime de tabi olmayacak. Başkanlığın elinde denetimsiz, sınırsız, keyfi kullanılabilecek büyük bir güç…

BİR BÜROKRATIN İFADESİ YETECEK

Teklifin bu haliyle yasalaşması durumunda olabilecekleri özetleyecek olursak daha önce de ortalığa saçılan verilerin önümüzdeki günlerde de ulaşılabilir olduğunu yazan bir gazeteci, sadece bir yetkili “Veri sızıntısı olmadı” derse cezalandırılabilecek.

AKP iktidarları döneminde temel hukuk kurullarından olan “yasal düzenlemelerin açık, anlaşılır, uygulanabilir ve öngörülebilir olması gerektiğinin” çoktan unutulduğunu hemen her gün her olayda bir kez daha görüyoruz. Bu son düzenleme ile de “Mış kuralı” getiriliyor. Verileri koruyor “muş” gibi yaparak basını özgürlüğünü, gazetecileri tehdit etmek ve cezalandırmak… 2022 yılında çıkan Sansür Yasası 4 bin 590 kişiyi soruşturma ile karşı karşıya bıraktı. Kesin olmayan rakamlara göre soruşturmaya uğrayan en az 56 gazeteciden 7’si tutuklandı. Ardından kabul edilen Etki Ajanlığı düzenlemesi basın özgürlüğüne karşı büyük bir tehdit oluşturdu. Bununla yetinmeyen iktidar, şimdi de “Mış” belirsizliği ile yeni bir sansür dalgası yaratacak.

                                                               /././

Esenboğa’da taciz -Mustafa Bildircin-

Esenboğa Havalimanı’nda DHMİ’ye bağlı İşletme Müdürü olarak görev yapan kadın personel, “Taciz ve mobbing” iddialarıyla 41 kişi hakkında suç duyurusunda bulundu.

Türkiye sınırları içindeki havalimanlarının işletilmesi ve hava sahasındaki trafiğin düzenlenmesi görevlerini yürüten ancak AKP iktidarlarında liyakatsiz atamalar nedeniyle tartışılan DHMİ’ye yönelik çarpıcı bir iddia gündeme geldi. CHP Milletvekili Ulaş Karasu, Ankara Esenboğa Havalimanı’nda İşletme Memuru olarak görev yapan D.Ü, isimli kadın personelin, “Taciz ve mobbing” suçlamalarıyla kurumdaki 41 kişi hakkında Cumhuriyet Başsavcılığı’na 40 sayfa suç duyurusunda bulunduğunu söyledi.

CHP’li Karasu, DHMİ koridorlarının Esenboğa’da İşletme Memuru olarak görev yapan kadın personel olan D.Ü’ye yönelik taciz iddialarıyla çalkalandığını belirtti. Edinilen bilgiye göre, kadın personel toplam 41 kişi hakkında tam 40 sayfalık taciz ve mobbing iddiasıyla savcılığa dilekçe verdi.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu’nun Teftiş Kurulu Başkanı ve DHMİ Yönetimi Kurulu Üyesi olarak görevlendirdiği Kamuran Yazıcı ile öz yengesi Hukuk İşleri Genel Müdürü Nurgül Uraloğlu’nun dosyaları sümen altı etmek istediği iddia eden Ulaş Karasu, iddiasını Meclis gündemine taşıdı. Karasu’nun, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu’nun yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesinde şu sorulara yer verildi:

• Söz konusu olayla ilgili olarak bakanlığınız ve DHMİ bünyesinde yürütülen bir inceleme veya soruşturma var mıdır?

• Bakanlığınızın Teftiş Kurulu Başkanı, DHMİ Yönetim Kurulu Üyesi ve aynı zamanda çok yakın arkadaşınız olduğu da bilinen Kamuran Yazıcı’nın bu konuda, kurumda yaptığı bir teftiş vb. bulunmakta mıdır? Bulunmadığına yönelik iddialar doğru mudur, doğru ise bu durumun gerekçesi nedir?

• İnceleme veya soruşturmada adı geçen kişilerin, soruşturmanın salahiyeti açısından görevden el çektirilmiş midir? Çektirilmemiş ise gerekçesi nedir?

• Halen görevde bulunan Başmüdür ve bazı yöneticilerin kendilerine ait atamalar için D.Ü’ye baskı yaptıkları iddiaları doğru mudur? Bu konuda bakanlığınıza ulaşan bilgi veya ihbar var mıdır?

‘ŞİDDETE GÖZ YUMULUYOR’

İddiasına yönelik değerlendirmelerde bulunan Karasu, sözlerini şöyle sürdürdü:

“İktidar, ‘Turpun büyüğü heybede’ diyerek aklınca bize tehditler savuruyor. Yolsuzlukları, haksızlıkları, hukuksuzlukları ve hırsızlıkları artık ayyuka çıkan bu iktidar her yerinden tel tel dökülüyor. İddiaları tek tek meclis gündemine getirdim. Liyakatsiz atamalar yaparak kurumun itibarının kaybolmasına göz yuman bakan, ne yazık ki kurumun güvenini de yok eden, kadına yönelik şiddete de göz yumuyor. Sayın bakana tavsiyem, ona buna akıl vereceğine aç gözünü de bakanlığında neler oluyor bunları gör, kuruma ve devletin itibarına sahip çık.”

                                                               ***

Özel okul sahiplerine “ne istedilerse verdiler”-Feray Aytekin Aydoğan-

Eğitim, çocukların gelecek yaşantılarını değiştirmek için tek umuttu. Bu umut çocukların ellerinden adım adım alınıyor. Kamusal eğitimi kaybettiğimiz her gün geleceğimizi kaybediyoruz.

Özel öğretim kurumları yönetmeliğinde yapılan son değişiklikle eğitimin ticarileştirilmesi süreci hızlandırıldı. Dershaneleri kapatacağız söylemlerinden bugüne özel okulların kamu okullarına oranı ülke tarihinin en yüksek seviyesine yüzde 24’e ulaştı. Yarışa, rekabete, elemeye dayalı sınav sistemleri sonucu her ilde, ilçede sınavlara hazırlık için faaliyet yürüten yüzlerce özel öğretim kurumu var. Kamu okulları da çocuk kulüpleri, yabancı dil ağırlıklı eğitim uygulaması, proje sınıfları gibi uygulamalarla dersaneleştirildi.

Aralık ayının son günlerinde Milli Eğitim Bakanı özel okul ücretlerine kısıtlama getirileceğine ilişkin açıklamalar yapmıştı. 3 Ocak 2025’te yayımlanan özel öğretim kurumları yönetmeliği ile kısıtlamanın karşılığının eğitimin piyasalaştırılmasına hız verilmesi olduğunu gördük.

1- ÖĞRENCİ ETKİNLİK MERKEZLERİ

Yönetmelikle özel öğretim kurumlarına üç yeni kurum türü daha eklendi. İlki ilkokul çağındaki öğrencilere sosyal, kültürel, sanatsal, sportif alanlarda ve bireysel olarak ödev ve projelerinin yapılmasında “destek sunacağı” açıklanan öğrenci etkinlik merkezleri oldu. Dershanecilik, özel dersler ilkokul çağına kadar yaygınlaştırılıyor.

İlkokul öğrencileri öğrenci etkinlik merkezlerine, ortaokul öğrencileri sosyal etkinlik ve gelişim merkezlerine gidebilir ifadeleri ile okul öncesinin de kamu okullarında da ücretli olmasıyla birlikte okul öncesinden itibaren her kademe hızla piyasanın, sermayenin eline terk ediliyor.

Bu merkezler yabancı dil, kişisel gelişim, bilgisayar, müzik, gösteri sanatları, el sanatları, spor alanlarında faaliyet sürdürebilecek. Yönetmelik maarif müfredatına da uygun bir şekilde “ahlak ve değerler” gruplarında da programların uygulanacağını düzenliyor. Eğitimin piyasalaştırılması ve dinselleştirilmesi ayrılmaz iki temel hat olarak yaşama geçiriliyor.

2- ÖZEL MERKEZLER

İkinci kurum türü özel psikolojik ve danışma merkezleri olarak adlandırılmış. Eğitsel danışmanlık, akademik kaygı, çocuk eğitimi ve aile gibi başlıklar altında faaliyet sürdürecekler.

Bu kurumların eğitim vereceği başlıklar arasında “manevi iyi oluş, manevi başa çıkma, yaşamda anlam/anlamlı yaşam, şükran ve minnettarlığı geliştirme…” gibi adlandırmalarla Yeni Türkiye Yüzyılı Maarif müfredatına, yeni rejime uygun eğitimin paralı hale getirilmesi ile dinselleştirilmesi süreci kesintisiz sürdürülüyor.

3- ERGOTERAPİ MERKEZLERİ

Üçüncü kurum türü ise dil, konuşma ve ergoterapi merkezleri.

Eğitimde eşitsizliğin bu denli derinleştiği günlerde yeni tanımlanan özel öğretim kurumları eliyle eşitsizlik daha da ciddi bir boyuta ulaşacak. Eğitim hak olmaktan tamamen çıkarılarak ancak parayla satın alabilenlerin ulaşabileceği bir ayrıcalık haline getiriliyor.

Okulların anaokulu, ilkokul, ortaokul ve lise kademelerinin başlangıçları için belirledikleri öğrenim ücretlerinde fahiş artış yapamayacaklarına ilişkin madde geçmiş yönetmeliklerde de olduğu gibi bir kez daha özel okul sahiplerinin istediği şekilde düzenlenmiş. Kime göre fahiş? Ücretin fahiş olup olmadığına kim karar verecek?  Yönetmelikte ucu açık, soyut ifadelerin seçilmesi de politik bir tercih.

SERMAYEYE VERİLEN SÖZ

12. Kalkınma Planı’nda ve mesleki ve teknik eğitim politika belgesinde de özel meslek liselerinin sayısının arttırılacağı sözü sermayeye verilmişti.

Yönetmelik ve ekinde yayımlanan maddelerle özel mesleki ve teknik Anadolu liselerinin, organize sanayi bölgeleri içinde ve dışında açılacak özel mesleki ve teknik Anadolu liselerinin sayılarının artışına hız kazandırılacağı, şirketlerle imzalanacak protokoller eliyle çocuk işçiliğinin yaygınlaştırılmasının daha da hızlandırılacağı açıkça düzenlenmiş.

Eğitim, çocukların gelecek yaşantılarını değiştirmek için tek umuttu. Bu umut çocukların ellerinden adım adım alınıyor. Kamusal eğitimi kaybettiğimiz her gün geleceğimizi kaybediyoruz. Eğitimde yoksulluğun, eşitsizliğin yarattığı sonuçları en ağır boyutta yaşadığımız günlerde özel okullar, özel öğretim kurumları kamulaştırılmalı talebini, mücadelesini yükseltmek en acil, en güncel ve yaşamsal mücadele başlığıdır.

                                                                /././

Senaryo aynıysa farklı son olmaz -Yaşar Aydın-

Kimin aday olacağından başlayıp devam etmek bundan önce Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın senaryosunu yazdığı muhalefetin oynadığı filmin tekrarından başka bir şey değil. O filmin sonunu gördük, biliyoruz.

Türkiye'de ana muhalefet partisi 10 yılı aşkın süredir benzer bir senaryo ile seçime gidiyor. Erdoğan'ın karşısına her kesimden oy alabilecek bir aday arayışı siyasetin merkezine oturmuş durumda. 2023 seçiminde Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş ve Kemal Kılıçdaroğlu öne çıkan isimlerdi. Kılıçdaroğlu çıktı ve sonuç belli. Şimdi yine İmamoğlu ve Yavaş var. Özgür Özel aday olmayacağını deklare etti ve şimdilik fikrini değiştireceğine dair bir emare yok. Şu ana kadar muhalefet cephesinde başka bir isim konuşulmuyor.

Erdoğan’ın talimatıyla gerçekleştiği her haliyle belli olan Beşiktaş operasyonu sonrası birkaç kez olağanüstü toplanan CHP yetkili kurullarından “artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz” açıklamaları geldi. Parti yetkililerine medyadan gelen ısrarlı sorular çok sayıda eylem dışında belediye başkan adayının da şimdiden açıklanması gibi eğilimlerin belirdiğini anlıyoruz.

Dün yapılan PM toplantısında da yol haritası ve eylem takviminin salı günü Genel Başkan Özgür Özel tarafından açıklanacağı duyuruldu.

TEK BAŞINA OLMAYACAKSA!

Ne açıklanacağı konusunda net bir bilgi yok. Eylem ve mitinglerinde olduğu bir takvim çıkma ihtimali yüksek. Cumhurbaşkanı adayının açıklanması beklenmiyor. Yine de ibrenin İmamoğlu'na doğru döndüğü ve açıklanmasının an meselesi olduğunu söyleyenler de var.

Ekrem İmamoğlu’nun Beşiktaş'la ilgili yaptığı değerlendirmelerde en sık kullandığı kavram yıllardır sosyalist solun ağzından düşmeyen “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” oldu. Bu slogan bizim için çok tanıdık ve ne anlama geldiği çok açık. Ama aynı şeyi bu sloganı geçen hafta itibariyle kullanmaya başlayanlar için söylemek mümkün mü? Kuşkusuz bu slogan İmamoğlu'nun konuşma metnine rastgele yazılmamıştır. Gelinen noktada bir yere işaret eden, çağrı yapan bir özelliği olmalı. Yani siyasetin yapılma tarzına ilişkin köklü bir değişiklik, moda deyimle “paradigma” değişikliği talebi. Biraz daha ileri gidelim, siyasete halkın müdahale etmesi talebi.

'Hep beraber yapalım' çağrısı, partilerle sınırlı olmayan, sendikaların, kitle örgütlerinin, yurttaş inisiyatiflerinin, bugüne kadar rejime karşı mücadele eden herkesin hatta onu da aşan bir birliktelik çağrısı ise başta CHP olmak üzere adı geçen tüm kesimlerin bu çağrıya uygun bir pozisyon alması gerekiyor.

Kimin aday olacağından başlayıp oradan devam etmek bundan önce Erdoğan'ın senaryosunu yazdığı, muhalefetin oynadığı filmin tekrarından başka bir şey değil. O filmin sonunu gördük, biliyoruz. Aynı senaryodan başka bir film sonu beklemenin manası yok. İş senaryoyu değiştirmekte.

KİM YAPABİLİR?

Çok açık ki bu rejimden kurtulmak için muhalefet güçleri birleşmeli, birlikte mücadele etmeli. Bu mücadelede yolun üzerinde “sandık” varsa ona uygun bir çözüm ve diziliş de bulunur. Ama rejimi karşısına almayan bir mücadeleye girişmeden “benim adayımı destekleyin” çağrısı baştan yenilgi anlamına gelecektir.

Yurttaş bu rejimle yaşamak istemiyor. Beşiktaş belediye binasının önünde toplanan kalabalığın en çok attığı, iştirak ettiği, öfkelendiği sloganlara bakın. Hepsinin hedefinde rejim ve AKP var. Bu ses bu çağrı izlenecek yolu da gösteriyor. Sokak, mahalle, okul, fabrika nerede yaşam akıyorsa orada ülkenin geleceği için inisiyatif alan, harekete geçen yapılara ihtiyaç var. Bu sağlanmadan girişilen her mücadele sizi Erdoğan'ın oyunun kurallarını kendi koyduğu mindere götürür. Oradan sonuç almak imkansız. Hayatın çağrısı değişim diyor. Hem de baştan aşağıya değişim.

∗∗

CHP’NİN ALIŞKANLIĞI

Beşiktaş Belediye başkanı Rıza Akpolat'ın tutuklanmasından sonra CHP’nin önceki genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu sosyal medyadan halka seslenerek parti yönetimini eleştirdi: “Eğer, akreplere inanır, onunla mücadele etmezsen, şirin gözükmeye çalışırsan, normalleşirsen asıl hesap vermesi gerekenler sizden hesap sormaya kalkarlar”. Yorumlara bakılınca CHP'lilerin büyük bölümü de bu değerlendirmelere katılmış.

Bu paylaşımdan hemen önce Kılıçdaroğlu’nun kurduğu 6’lı masanın has elemanlarından Ahmet Davutoğlu da konuştu. Davutoğlu konuşmasını tamamının CHP listelerinden seçilen ve kapağı Meclis’e atan vekillerin kurulan Yeni Yol Partisi’nin grup toplantısında yaptı. Eski başbakan, Suriye politikası üzerinden hem Kılıçdaroğlu’na hem de Özel’e verip veriştirdi. Kürsüden Erdoğan konuşsaydı daha fazlasını söyleyemezdi.

Bu konuşmayı dinleyen Kılıçdaroğlu ne hissetmiştir acaba? Pişmanlık mı yoksa tıpkı cumhurbaşkanı adayı yaptığı İhsanoğlu vakasında olduğu gibi yine “hata değildi” mi dedi?

                                                               /././

Dünya ısındıkça felâketimiz büyüyor -Gözde Bedeloğlu-

2016 yılında yürürlüğe giren Paris İklim Anlaşması’nın amacı, iklim değişikliği tehlikesine karşı uluslararası bir mücadele yürütmek ve küresel sıcaklık artışını 1.5 derece seviyesinde tutmaktı. Buna göre, fosil yakıt (petrol-kömür) kullanımı azaltılacak, ülkelerin yenilenebilir enerjiye yönelmesi teşvik edilecekti. ABD başkanlık seçimlerini kazanarak 2017 yılında göreve başlayan Donald Trump, seçmenine vadettiği üzere, ülkesini Paris İklim Anlaşması’ndan çektiğini duyurdu. İşadamı Trump’a göre anlaşma, diğer ülkelerin ABD’ye karşı ekonomik avantaj elde etmesine neden oluyordu. Bir emlak kralının, gezegenin geleceğiyle ilgilenmek yerine kısa vadeli kazançların peşine düşmesi şaşırtıcı olmasa da, kürüsel işbirliğinden çekilmesi sonuçları bakımından önemliydi. Dünyanın en büyük iki ekonomisi olan ABD ve Çin, en fazla karbon emisyonu üreten ülkeler. Dolayısıyla, ABD’nin anlaşmadan çekilmesi küresel ısınmayı belli bir seviyede tutma hedefini ciddi oranda riske sokmuştu.

BİLİMİ REDDEDEN İKLİM İNKÂRCILIĞI

Dünyada, Trump destekçileri gibi, iklim krizini reddeden, çevre koruma örgütlerini ve aktivistleri ülke ekonomisine zarar vermekle suçlayan bir kitle var. Bilim, dünyadaki sıcaklık artışının ana sebebinin fosil yakıt kullanımı olduğunu ve bu oranın yarı yarıya azaltılması gerektiğini söylüyor. İklim inkârcılarına göre ise bu tamamen doğanın ‘doğal’ döngüsünden ibaret! Dünya kâh ısınıyor kâh soğuyor, dolayısıyla çevreciler boşuna yaygara koparıyor. Onlar yüzünden ekonomi zarar görüyor ve insanlar işsiz kalıyor. Tıpkı yoksulluğun ve işsizliğin suçunu göçmenlerin üzerine atmak gibi işte böyle basit, akıl yormayan, büyük resme kör argümanlara sahipler. Trump, gezegene tek başına hatrı sayılır zararlar verebilen bir ülkenin başkanı olarak bilime inanmıyor ve iklim değişikliğinin, ekonomik fayda sağlamak amacıyla Çin tarafından uydurulmuş bir şey olduğunu söylüyor.

TRUMP’LA ‘İKLİM KRİZİ’NDE İKİNCİ DÖNEM

Başkanlık yaptığı 4 yıl boyunca (2017-2021), başta Paris İklim Anlaşması olmak üzere, çevrenin korunmasına yönelik düzenlemerde geri adım attı. Fosil yakıt endüstrisine destek oldu, iklim değişikliğinin ABD ekonomisine zarar vereceğini öngören raporları inanmadığı için görmezden geldi. Trump, 2021 yılında seçimi kaybederek koltuğunu Joe Biden’a devretti. Biden, bilim insanlarını dinlemenin politik öncelikleri olduğunu söyleyerek Paris İklim Anlaşması’na geri dönüldüğünü açıkladı. Yarın Trump’in ikinci başkanlık dönemi başlıyor. Anlaşma yeniden gündeme gelecek mi göreceğiz. Ancak küresel işbirliklerinden haz etmediğin ve sağ popülist siyasetini daha da güçlendirerek döndüğünü biliyoruz.

Yaklaşık iki haftadır süren Los Angeles’taki yangınları yöneticilerin beceriksizliğine bağladı. AA’da yer alan habere göre geçmişte Trump ile hedefindeki California Valisi Gavin Newsom arasında çevre politikaları, iklim krizi ve göçmenlik konularında defalarca sert tartışmalar yaşanmış.

FELÂKETE DÖNÜŞTÜREN SORUMSUZLUK

Doğal afetler insanların kontrolü dışında gerçekleşiyor ancak gerekli önlemlerin alınmadığı, hazırlıksız yakalanılan durumlar da maalesef afetleri büyük felâketlere dönüştürüyor. İklim krizinin felâketlere katkısı, yerel ya da merkezi yöneticilerin sorumsuzluklarının üzerini örtebileceği bir kılıf değil. Trump gibi, fosil enerji şirketlerini destekleyerek iklim krizinin inkârını destekleyen sağ-popülist liderler, olağan bir doğa olayının her geçen yıl etkisini artırarak olağanüstü boyutlara evrilmesine katkı sunuyor. Bilim insanlarının sebeplerini ve alınması gereken önlemleri açıkça anlattığı üzere, dünya her geçen gün daha da yaşanmaz hale geliyor. KONDA’nın “Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı ve Enerji Tercihleri 2022” araştırmasına göre, halkın büyük çoğunluğu (%80) iklim değişikliği konusunda endişeli, inkârcı değil ve bunun nedeni olarak insan faaliyetlerini görüyor. Konuyla ilgili endişeli olmayanların sadece %11’i iklim değişikliği diye bir şey olmadığı görüşünde. Sonuçlar, hükümet sermaye lehine doğayı acımasızca talan ederken, çevre ve iklim farkındalığı adına umut verici.

                                                              /././

Arzusunu hak, hayalini hakikat bellemek -Selçuk Candansayar-

Şimdiki zamanda olmakta olanlar geçmişte herhangi bir zamanda başlamış bir dönemin son bölümü müdür, yoksa gelecekte yaşanacak bir dönemin başlangıcı mıdır? Bitmekte olanı mı yaşıyoruz, başlamakta olanı mı?

Bugün resmi olarak göreve başlayacak olan ABD başkanı Trump’ın “Grönland, ABD çıkarları için önemli, bize satın, satmazsanız askeri seçenek gelebilir” açıklaması, “konuştu yine deli” minvalinde tepkilere neden oldu.

Trump’ın gerçekten mi deli olduğu ya da ABD emperyalizmini “deliliğe vurarak” mı uygulamaya çalıştığı hakkında farklı görüşler var. Trump’ın birinci başkanlık döneminde ve son adaylığı sırasında ABD’nin en önde gelen psikiyatr ve psikologları ortak açıklamalar yapmışlardı. Trump’ı ruh sağlığı ileri derece bozuk, “ağır kişilik bozukluğuna sahip bir kişi” olarak tanımlamış ve yönetiminin ABD ve dünya için tehlikeli olacağını açıklamışlardı. Dünyanın en çok yalan söyleyen liderleri arasında ilk sırada geldiğini gösterenler olmuştu. İlk başkanlık döneminde günde ortalama 21 yalan ya da yanlış bilgi verdiğini gösteren araştırmalar vardı.

Yine de seçildi. Trump’ın nasıl olup da yeniden seçildiği üzerine kasım ayından bu yana herhalde binlerce analiz ve yorum yayınlanmıştır. En ilgi çekici analizlerden birine göre Biden yönetiminin kamucu (sosyal demokratımsı) uygulamalarından en çok fayda sağlayan eyaletlerde bile Trump daha çok oy almış. Bu sonuçların, toplumun yoksul ve orta sınıfının ekonomik sosyal durumunu iyileştiren politikaların bile Trump’ı engelleyemediğini gösterdiği yazılıp çizildi. Biden döneminde ekonomik ve sosyal koşulları düzelen kesimler bile Trump’a oy veriyorsa Trumpgillerle mücadele edilemez diyen karamsar yorumlar da var.

Trump’ın, Kanada eyaletimiz olsun, Panama Kanalı’nı geri verin, Grönland’a ihtiyacımız var o zaman bize verin, ya tatlılıkla verin, satın ya da ben askeri güçle çökerim demesi, delilik olarak görülebilir mi? Bu sorunun yanıtı için “deli”den ne anladığımız hakkında da hemfikir olmamız gerekir. Hitler’in, “hayat alanı”, (lebensraum) kavramına dayanarak, Almanların yaşadığı ve yaşamak için ihtiyacı olan topraklar Almanya’nın olmalı diyerek 2. Dünya Savaşı’nı başlatmasına benziyor olabilir mi?

Hitler ne kadar “deliyse”, Trump ve Trumpgiller de o kadar deli diyebilir miyiz? Her ikisi ve benzerleri için psikiyatrik bir inceleme yapılsa ve gerçekten “ağır ruhsal hastalık” tanısı konulsa ne değişir ki?

Eğer Trumpgillerin deliliğini, “evrensel hukuk ve kurallara uymama hali" olarak tanımlarsak, psikiyatrik hastalık dilinden çıkıp, liderlerin ruh halini belirleyen ekonomi-politik koşulları değerlendirebilmeye başlayabiliriz.

Nasıl oluyor da kendi ekonomik ve sosyal koşullarını iyileştirenlere ya da iyileştirmeyi vaat edenlere değil de Trumpgillere oy veriyor insanlar? İnsanların siyasal alana dahil olamamaları, bireylerin kendilerini siyaset yapan özneler olarak görememeleriyle açıklamak yeterli mi? Neden muhalefetin mitingleri yüzbinleri kendine çekemiyor? Asgari ücret ve ortalama ücretlerle bırakın şehirleri kırsal hayatta bile temel ihtiyaçların karşılanması mümkün değilken, neden yoksullar isyan etmiyorlar? Yoksulların isyan potansiyeli neden örgütlenemiyor?

Trumpgiller, sorunun nedeni (mikrop) değil de sorunun belirtisi (ateş, öksürük) olabilir mi?

Trump’ın söylemi, bir şeyi arzuluyorsam, o şey benim olmalı anlamına geliyor değil mi? Aynı şekilde, hayalini kurabiliyorsam o zaman gerçektir, gibi. Saatte 300 km. hız yapabilen bir araba aldıysam o hızda gidebilirim; gidebiliyorsam da hiçbir kuralı önemsemeden giderim demeye benzemiyor mu? Petrol ve doğal gazım olsa zengin bir ülke olurum; Musul ve Kerkük’te petrol var, o zaman 82 Musul’un, 83 Kerkük’ün plakası olsun; zaten eskiden “benim” değil miydi?

Trumpgiller, bize ve dünyaya “yeni bir düzen” vaat ediyorlar. Bu düzeni basitçe “güçlü olan kazanır” ilkesi olarak tanımlamak yeterli olmayabilir. Bu düzen, kendi gücünü nesnel olarak değerlendirme gereği duymayan bir “arzusunu hak belleme” ilkesine yaslanan, “akıl yerine duyguyu” temel alan bir düzen.

Yazının başındaki soruya dönersek, Trump, bitmekte olanın son hali mi, başlamakta olanın ilk aşaması mı?

                                                                 /././

Her zehrin bir panzehri var -Berkant Gültekin-

Yerel seçimlerin ardından başlayan “normalleşme-yumuşama” süreci için “Erdoğan tekrar saldırıya geçeceği güne kadar zaman kazanmaya çalışıyor” tespitinde bulunanlar haklı çıktı.

Aldığı yenilgi sonrası karşısından esen güçlü rüzgârı muhalefeti dizginleyerek kesen Erdoğan, derin geçim krizi başta olmak üzere bir yığın sosyal ve siyasi soruna rağmen sokağın suskun kaldığı atmosferde, Suriye’de Esad’ın devrilmesinin kendisine kazandırdığı enerjiyle arkasına sakladığı sopayı yine meydana çıkardı.

Yeni kayyum/görevden alma sürecinin öncekinden en bariz farkı, bu kez üstüne gidilenler arasında CHP’li belediye başkanlarının da olması. Ekim ayı sonunda Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’e düzenlenen operasyonun ardından dün de Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat tutuklanarak cezaevine gönderildi. Daralan çemberin merkezinde Ekrem İmamoğlu’nun olduğu yadsınamaz bir hakikat. Zaten CHP’li belediye başkanlara yapılan operasyonların nedeni İmamoğlu’nun etrafını sarmak.

İmamoğlu da gerçek hedefin kendisi olduğunun elbette farkında. Akpolat’ın gözaltına alınmasının ardından yaptığı, “Madem hedefiniz benim; mert olun, bari burada mert olun, onayın benim cezamı, milleti rahat bırakın. Hodri meydan” açıklamasıyla bunu gösterdi. Erdoğan da dün “Halbuki onlar da çok iyi biliyor, turpların büyüğü heybede. Paniklemelerinin sebebi de budur” sözleriyle vaziyetin sağlamasını yaptı.

(Bu arada MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız’ın, Akpolat’ın tutuklanması üzerine yaptığı paylaşım dikkat çekiciydi. Yıldız, “Tutuklamanın ilk şartı, şüpheli veya sanık hakkında ‘Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin’ bulunması ve orantılı olması gerekir” hatırlatmasıyla, karara mesafe koydu. Acaba Yıldız’ın bu çıkışı, “süreci” ağırdan alan Erdoğan’a “Sen böyle ayak dirersen biz de kayyumların meşruiyetini tartışmaya açarız” türünden bir mesaj mıydı, bilinmez. İlerleyen günlerde fotoğraf biraz daha netleşir.)

Muhalefeti biçimlendirme taktiği, Erdoğan’ın siyaset stratejisinin ayrılmaz bir parçası. Erdoğan sadece kendi yoluna bakmaz, önüne çıkabilecek engelleri de bertaraf etmesini sağlayacak bir siyasi tablo şekillendirmeye çalışır. Geçmişte kendi mahallesinde rakipsiz kalmak için sağda yükselme potansiyeli taşıyan isimleri transfer etmesi buna iyi bir örnek.

Bugün de adaylıklar üzerinden CHP’de bir “iç savaş” çıkarma gayreti, iktidarın muhalefeti biçimlendirme stratejisinin başat hedefleri arasında. CHP; “İmamoğlucular”, “Özelciler”, “Yavaşçılar” ve “Kılıçdaroğlucular” şeklinde parçalara ayrılmak isteniyor. Erdoğan siyasi polemiklerini bile bu hedefe uygun şekilde yürütüyor. Kamuoyu algısında bir isim çok yükselirse, diğeriyle uğraşarak durumu dengelemeye çalışıyor. Fakat rejimin süreçteki birincil silahı tartışmasız yargı operasyonları.

Erdoğan’ın bir kez daha seçilebilmesinin yolu, muhalefetin parçalara ayrılarak ortak amaç etrafında yan yana durmayacak hale gelmesinden geçiyor. Dolayısıyla kim muhalefeti bu tartışmaların içine çekiyor ve siyaseti aday rekabetine indirgiyorsa, isteyerek ya da istemeyerek Erdoğan’ın planı için çalışıyor desek abartmış olmayız. Subjektif olarak bu reddedilse dahi, bu türden bir tartışmanın besleyicisi olmak, objektif bakımdan iktidarın değirmenine su taşındığının göstergesidir.

Diğer yandan, “Aday önemsiz, kim olsa seçilir” bakışı da bir o kadar hatalıdır. Adayın kim olacağı konusu elbette önemlidir ve muhalif kitlelerin direncini en yüksek ve en geniş düzeyde taşıyabilecek kişi aday olarak belirlenmelidir. CHP de daha fazla yıpratıcı olmamak ve Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürmemek adına bu süreci uzatmadan demokratik kaidelere uygun şekilde sonuca bağlamalıdır. Ancak isimlere hapsolan siyasetin, günün şartlarında ömrü uzun olmayacaktır. Önemli olan, iktidarı köşeye sıkıştıracak kitlesel halk muhalefetinin önündeki engelleri kaldırmak, onu görünür, belirleyici ve etkin kılmaktır.

Bu noktada ortada duran ancak her nedense pek sözü edilmeyen bir gerçeği hatırlatmakta yarar var: Bu ülkedeki en geniş politik küme, anti-AKP kitlesidir. Nereden bakarsanız bakın, en geniş toplam bu bloktur. Her seçimde Erdoğan’ın karşısında biriken yüzde 50’nin ana kolonu AKP karşıtlığıdır. Muhalif siyasi öznelerin tüm hatalarına rağmen söz konusu muhalif taban dağıtılamamıştır. İktidarın, Kürt hareketine angaje seçmeni muhalefetin doğal bileşeni olmaktan çıkarma planı da (belki “süreç”le belki süreçsiz) tıpkı CHP’yi karıştırmak gibi, bu tabanı ayrıştırmak amacıyla devrededir.

Mevcut düzeni değiştirme yolunda bir muhalif siyaset örgütlenecekse, bu siyasetin taşıyıcı unsuru da AKP karşıtı taban olmalıdır. Fakat bu da öyle kabaca, sadece Erdoğan’a yönelik negatif duygulara hitap ederek ya da ezberleri tekrarlayarak değil, ortaya ayakları yere basan, güncel, yenilikçi ve inandırıcı bir Türkiye anlatısı, gelecek vizyonu konarak yapılabilir. Yani mücadelenin harcı eleştirel hamasi söylemlerin ötesinde siyasetle, fikirle ve hikayeyle karılmalıdır.

Halkın özne olmadığı, adaylara indirgenen ve onların kişisel meziyetleriyle sınırlanan hiçbir mücadelenin başarıya ulaşma şansı yoktur. Her zehrin bir panzehri vardır ve bugün Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu panzehir de birleşik bir halk muhalefetidir.

                                                              /././

Felsefeci gözüyle “paradigma”-Attila Aşut-

Devlet Bahçeli’nin PKK’ye yönelik beklenmedik çağrısıyla Türkiye’nin gündeminde birdenbire başköşeye oturan yeni bir süreçten söz edilmeye başlandı. Adı henüz konmamış bu süreçte, PKK önderi Abdullah Öcalan’ın katkı vermeye hazır olduğunu açıkladığı “Yeni Paradigma” söylemi öne çıktı. Biz de geçen haftaki yazımızda gündemdeki bu konuyu ele almış ve “paradigma” sözcüğünün kimi çevrelerde “hava atmak” ve “entel” görünmek için gelişigüzel kullanıldığını söylemiştik…

Yazımıza bir felsefe hocasından yanıt geldi. Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. İsmail Serin, gönderdiği mektupta, “paradigma” kavramını, uzmanı olduğu bilim disiplini açısından ele alarak kimi saptamalarda bulunmuş. Ona göre, kavramların çarpıtılarak kullanılmasına entelektüel / akademik çevrelerden çok siyaset dünyasında rastlanıyor...

İsmail Serin’in konuyu bütünleyen ve zenginleştiren değerlendirmesinin okurlarımızca da bilinmesinde yarar gördüğümden mektubunu olduğu gibi paylaşıyorum:

“Sayın Attila Aşut,

11 Ocak 2025’te BirGün gazetesinde yayımlanmış ‘Yeni Paradigma’ başlıklı yazınızı okudum. Paradigma kavramına ilişkin birkaç noktayı bir felsefeci olarak dikkatinize sunmak isterim. İlkin biraz iğneleyici bir üslupla betimlediğiniz Türkiye’deki kullanımı konusundaki tespitinizin haksız olduğunu vurgulayayım. Tüm dünyada entelektüel çevrelerdeki yaygın kullanımını T. Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabının 1962’de basılması tetikledi. Anılan kitap, 1982’de Türkçeye çevrildi ve özellikle bilim felsefesi alanında yakın zamanlara kadar kilit bir rol oynadı. Bilimin olgucu yorumlarına karşılık tarihsel arka planının kurucu işlevini öne çıkaran KuhnP. Feyerabend gibi daha radikal felsefecilerin geniş ölçüde önünü açmış oluyordu. Kısacası, F. Başkaya’nın kitabındaki ‘paradigma’nın felsefi arka planı buydu ama Başkaya’nın yapıtının bu durumu dikkate aldığını düşünmüyorum.

Başkaya’nın sizin de yazınızda andığınız ağır kusurları var. Felsefe kavramlarının tüm dünyada kaçınamadıkları böyle bir talihsizlikleri vardır. Biz kavramları düşünce kurmada, eleştirmede ya da yorumlamada kullanırken, gerçek hayatta tam tersi oluyor. Yani başta

siyasetçiler olmak üzere herkesin en başta kendilerince doğru saydıkları bir düşünceleri var ve o düşüncenin etiketi olarak bu kavramlar kullanılıyor. Yakın zamanlarda tüm ülkeyi meşgul etmiş olan ‘postmodern’ kavramı bunun açık bir örneğidir.

‘Yeni Paradigma’nın yüksek olasılıkla içeriğini hiç bilemeyeceğiz, çünkü bilinecek bir içeriği yok! Özel bir kulis bilgim olduğundan değil, yukarıda andığım mekanizma gereği, içeriksiz bir terim kullanımı sözkonusudur.

Halihazırda Türk-İslam Sentezi paradigmasının kurulu düzen sayıldığı Türkiye’de ağır bir bölüşüm savaşı veriliyor. Geniş kitlelerin sömürüldüğü gerçeğinin üstünü örtmek üzere hareket edildiği görülüyor. DEM Parti ve çevresindeki güçlerin, tıpkı Başkaya’nın düştüğü hataya düştüğünü, yani Cumhuriyet’le hesaplaşmaya giriştiklerini anlıyoruz. Oysa en az 50 yıldır egemen güç, şu anki iktidarın da bir parçası olduğu Türk-İslam Sentezidir. Açıkçası sorunu çözmek yerine sorunun bir parçası olarak bir alan talep edilmektedir. Böylelikle uzun süredir inançları üzerinden büyülenmiş milyonlarca yurttaşa etnik kimlikleriyle övünen yurttaşları da eklemek mümkün olacaktır.

Sonuçta siyasetçilerin Platon’un umduğu üzere filozof olmalarını beklemiyoruz ama düşünsel bir birikimlerinin olmasını istemek en doğal talebimiz olmalıdır. Kendi yakın tarihimizde böylesi siyasetçilerin var olduğunu biliyoruz.

Saygılarımla.”

∗∗

“HAFİFMEŞREP ERKEKLER” DE VARMIŞ!

Bir okurumuz, Ahmet Altan’ın Zarlar adlı yeni romanından altını çizdiği satırları göndermiş bize. Her biri özensiz ve sorunlu ifadeler. Ahmet Altan’ı önemli bir romancı saymadığım için okurumuzun paylaştığı alıntıların tümümü irdeleyecek değilim. Örnek olması bakımından yalnızca bir tümcesine değinmekle yetineceğim:

-“Esmer, yakışıklı, hafifmeşrep biriydi, babasının kumaş şirketini yönetiyordu. Kumara ve kadınlara meraklıydı…”

Ahmet Altan, “hafifmeşrep” sıfatını erkek kahramanı için kullanmış. Oysa bu Arapça niteleme, dilimizde kadınlar için kullanılır. TDK ve Dil Derneği sözlüklerinde bu sözcükle ilgili açıklama ortaktır: “Davranışları, içinde bulunduğu toplumun ahlak anlayışına uymayan (kadın)”.

Ahmet Altan’ın “hafifmeşrep” sözcüğünün kullanım biçimini bilmemesi bana çok şaşırtıcı geldi. Yoksa bu nitelemeyi bilinçli olarak erkeklere de uyarlayarak kendince yeni bir söylem mi yaratmaya çalışıyor?

HAFTANIN NOTU

YENİ DÖNEM BAŞLARKEN…

Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik. Bir de dönüp baktık ki bir arpa boyu yol almışız!

Masal anlatmıyoruz! “Aynıyla vaki”: Öyle korkunç hukuksuzluklar yaşanıyor ki ülkede,  yetmiş yıl sonra, “Bugün canım yazı yazmak istemiyor!” diyecek duruma geldik yeniden…

Ama zalimler sevinmesin! Yılgınlığın değil, mücadeleyi bir başka boyuta taşımanın işaret fişeğidir bu protest tümce!

                                                                     /././

(Birgün)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -9 Mart 2025-

  Bir darbe düşü: 9 Mart ’71 -Atilla Özsever- 54 yıl önce bugün, ordu içindeki “Sol Kemalist” bir cuntanın bir darbe girişimi söz konusuydu....