1980’lerden 2000’lere: Farklı iktidarlar, benzer programlar/Cumhuriyetçiler birleşmeli -Oğuz Oyan-
Bu sürece karşı Cumhuriyetçilerin örgütlenmesi ve toplumsal mücadelenin kitleselleştirilmesinden başka çare bulunmuyor. Elbette bu örgütlenme ve mücadele, siyasi öncülüğü gerektiriyor.
AKP 2001’de birdenbire kurulmadı. 1994’te Erdoğan’ın İstanbul BB Başkanı olmasından itibaren tezgâhta olan bir projeydi. AKP ve Erdoğan’ın 2002’de hızla merkezî iktidara taşınması da o kadar beklenmedik değildi. Çünkü emperyalizmin Türkiye’de ve bölgede yarım kalmış projelerinin hızla tamamlanması gerekiyordu. Birinci yarım kalan proje, 1980’lerde uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda Türkiye’yi yeni bağımlılık ilişkileri içine sokarak büyük bir ekonomik dönüşüme uğratma hamlesiydi. Bu hamle özellikle de özelleştirme programı bakımından yarım kalmıştı. İkinci yarım kalan şey ise, Ortadoğu’ya emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yeni bir şekil verme hamlesinin I. Körfez Savaşında tam sonuca ulaşamamasıydı. İkinci bir Irak saldırısıyla bunun tamamlanması gerekiyordu ve bunu kolaylaştırmak için Türkiye’de mutemet bir iktidara ve Türkiye’den açılacak bir cepheye ihtiyaç duyuluyordu.
45. VE 25. YILDÖNÜMLERİNDE IMF PROGRAMLARI
Bugün 24 Ocak 1980 Kararlarının 45. yıldönümünüzdeyiz. 9 Aralık 1999’da IMF’ye sunulan Niyet Mektubu üzerinden de tam 25 yıl geçti. Aralarında 20 yıllık bir zaman farkı bulunan bu iki IMF programı arasında esaslı bir amaç farkı yoktu. İkincisi birincisini tamamlamaktaydı. 1 Ocak 2000’den itibaren yürürlüğe giren program kuşkusuz öncekinden çok daha kapsamlı ve sıkı tanımlanmış, hedeflerinin bitiş vadeleri daha kesin belirlenmişti. IMF ve Dünya Bankası (DB) geçmişten ders almıştı; Türkiye’nin işbirlikçi sınıfının herhangi bir ders aldığına dair bir belirti ise ortada yoktu.
Ancak birincisi, Türkiye’nin rotasını sanayileşme ekseninden dışa bağımlı bir ticari bütünleşmeye çevirmek bakımından daha teslimiyetçi yapıdaydı denilebilir. İkincisi uygulamaya girdiğindeyse sanayileşme vizyonu zaten çoktan geride kalmıştı; varolan sorunlara ise IMF ve DB olmadan da çare bulunabilirdi çünkü bir ödemeler dengesi krizi ortada yoktu. Ama Türkiye siyasetçisinin, bürokrasisinin ve sermayesinin, dış sopa olmadan işleri düzeltme iradesi ve becerisi kaybolmuştu. Uluslararası sermaye ve emperyalizm adına müdahil olan IMF/DB’nin ise, sorunları istikrara kavuşturmaktan öteye giden dönüştürme niyetleri bulunmaktaydı. Yabancı sermayenin nüfuzunu engelleyen KİT’lerin tasfiyesiyle, cari açık oranlarının patlatılarak ekonominin dış mali bağımlılığının yükseltilmesiyle… geri dönüşü olmayan teslimiyet/bağımlılık ilişkileri örülmekteydi.
1980’lerin IMF programı, 1980’lerin Washington Uzlaşısı’nın izini sürüyordu. 2000’lerin IMF programı ise 1999’da imzalanan Post-Washington Uzlaşısı doğrultusundaydı (Daha geniş bir karşılaştırma için Bkz.: Oğuz Oyan, “Neoliberal birikim rejiminin düzenleme aracı olarak özelleştirme”, Ö. F. Çolak (edi.), Yüzyılın Ekonomisi, Cilt III: İktisadi Gelişim ve Sektörler, Ankara: Efil Yayınevi, 2023, s. 388-440).
24 OCAK KARARLARINDAN 2000’LERE
1980’lerde Türkiye sanayileşmede henüz belli bir eşiği aşamamıştı. Komprador nitelikli TÜSİAD, işbirlikçi siyasetçiler ve IMF/DB elbirliğiyle yapılan ilk müdahale, bu eşiği aşmak üzere hazırlanan IV. Beş Yıllık Kalkınma Planını (1979-83) henüz 1980 öncesinde çöpe atmak biçiminde olacaktı.
Post-Washington uzlaşısı doğrultusundaki erken neoliberal dönüşümün uğrak noktalarıysa şunlardı:
■ Ücretlilerin ve çiftçilerin gelirlerinin reel olarak geriletilmesi; böylece gelir bölüşümünün çarpıcı bir hızla sermaye lehine bozulması.
■ İç talebin köklü olarak kısılması üzerinden sanayinin dış talebe yönelmeye zorlanması.
■ Hem faiz hem kurlarla oynanarak (yüksek reel faiz-düşük değerli TL eşleşmesiyle) ithalatı caydırıcı ihracatı teşvik edici politikalar uygulanması.
■ Arz Yönlü İktisat hevesleriyle devletin/bütçenin ekonomi içindeki payının köklü olarak daraltılması; bu bağlamda dolaysız vergilerin geriletilmesi; büyüyen bütçe açıklarının ise dolaylı vergilere, fonlara, iç borçlanmaya kaçışla telafisi.
■ Kamu yatırımlarının bileşiminin değiştirilmesi; 1980’lerin sonundan itibaren kamu yatırım harcamalarının köklü olarak kısılması; kamu başta olmak üzere üretken sektörlerden çıkılması; bütçeden KİT'lere kaynak tahsislerinin 1980 ortasından itibaren kesilmesi.
■ 1986’dan itibaren özelleştirme programının başlatılması (Gerçi özelleştirme koşulları hukuken, iktisaden, siyaseten henüz hazır olmadığından süreç 2002’ye kadar ağır aksaktır).
■ İthalatta efektif koruma oranlarının 1989 sonrasında hızla düşürülmesi ve mal ve sermaye dolaşımında dışa açıklık derecesinin tırmandırılması.
Dünya ile ticaret ekseninde bütünleşmeye zorlandıktan dokuz yıl sonra, 1989'da sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi üzerinden spekülatif sermaye akımlarına kucak açılacak ve Türkiye bu koşullarda 1990’lara adım atacaktır. 1990’lar, siyasetin ekseninin dinci-milliyetçi sağa kayması yanında bir sonraki IMF programına hazırlık dönemi olarak da yaşanacaktır. Siyaset ve bürokrasi ideolojik olarak bir neoliberal dönüşüme hazırlanacaktır.
IMF ile Aralık 1999’da imzalanan stand-by düzenlemesi, istikrar programından ziyade yapısal ve kurumsal dönüştürmeleriyle anılacaktır. Yapısal dönüşümler tarımda ve KİT’lerin tasfiyesinde en radikal biçimlerini alırken, finans sektörü ve kamu maliyesine de uzanacaktır. Özelleştirmeler AKP döneminde görülmemiş bir hızda ve tam bir talan mantığıyla götürülecektir. Çeşitli düzenleyici kurumların kurulması, bunlara ve Merkez Bankasına Hükümete göre özerk bir yapı kazandırma çabaları da (çok uzun soluklu olmasa da) döneme damgasını vuracaktır. AKP’nin 2008 yılında IMF programı son bulduktan sonra bile 2015’e kadar bu programa sadık kalması, kalkınmacı ve kamucu bir anlayışa hiç sahip olmamasındandır. Sonrasında, kaynak girişlerinin aksamasıyla birlikte AKP tarzı bir yalpalama dönemine girilecek ama bölüşümde emek aleyhine bozulma derinleşerek sürecektir.
SONUÇ
24 Ocak 1980 Kararlarının uygulanabilmesi için 12 Eylül askerî faşizmine ihtiyaç duyuldu. 2000 programının uygulanabilmesi için ilk tökezlemede DB başkan yardımcısı gönderildi ama yetmedi, siyasal İslamcı bir partinin kuvvetli bir din istismarı eşliğinde iktidara taşınması gerekti. Dünyada düşük faizli kaynak bolluğunun yardımıyla istikrar programının halk üzerindeki yükü kısmen hanehalkının borçlanma imkânlarının büyütülmesiyle aşıldı.
Şimdi Haziran 2023’ten itibaren yeniden örtük bir IMF programı yürürlükte. Dinci-milliyetçi despotizm, geniş emekçi kitlelere kısa sürede çok ağır yükler bindirilmesini sancısız yapabilmek istiyor, ancak ellerindeki ikna araçları tükeniyor. Paçalardan akan yolsuzluklar ve giderek tırmandırılan yoksulluk artık bu iktidarın toplumla arasındaki köprüleri atıyor. Ne din istismarı ne Suriye avuntusu vs artık kesmiyor. Bu koşullarda üç Y’nin üçüncüsüne yani “yasaklara” daha fazla alan açmak gerekiyor; giderek yerleşen İslamo-faşizmin daha sert önlemlerle alana çıkması şart oluyor. Bir süredir muhalefet üzerinde yoğunlaşan yargı-kolluk baskıları ve kumpasları tam da buna karşılık geliyor. Demek ki bu yolda ısrarlı olunacaktır. Özellikle de Kartalkaya faciası gibi siyasi cürümlerinin sorumluluğundan kurtulmak için. Üstelik bu artık geçici bir durum olmayacak. Yani “demokrasi bir başka bahara” halinde bile değiliz. Siyasi münavebeyi kendisi için sadece siyaseten değil birikmiş cürümleri nedeniyle hukuki olarak da bir ölüm fermanı gibi gören bir siyasetin iktidara tırnaklarını geçirmesi durumuyla karşı karşıyayız.
Bu nedenlerle dozu giderek tırmanan, sadece muhalefete değil gerçekleri dile getiren, eleştirel tutum takınan her çevreye, başta medya ve siyasilere misliyle vuran, hatta vicdanını dinleyen kendi yargı mensuplarına/bilirkişi heyetlerine engelleme getiren… neo-faşist rejim pekişiyor. Uğur Mumcu’ların değeri de tekrar tekrar anlaşılıyor.
Bu sürece karşı Cumhuriyetçilerin örgütlenmesi ve toplumsal mücadelenin kitleselleştirilmesinden başka çare bulunmuyor. Elbette bu örgütlenme ve mücadele, siyasi öncülüğü gerektiriyor.
/././
‘Turpun büyüğü’ heybeden çıktı: Muayene ücretlerine %500 zam -Osman Öztürk-
Resmi Gazete’de dün yayımlanan Sosyal Güvenlik Kurumu Sağlık Uygulama Tebliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ ile hekim ve diş hekimi muayene katılım paylarına %200 ile %542.8 oranlarında zam yapıldı.Tebliğle “İkinci basamak resmi sağlık hizmeti sunucularında” daha önce 6 TL olan muayene katılım payı 20 TL’ye; “Sağlık Bakanlığına bağlı eğitim ve araştırma hastaneleri ile bu hastanelere bağlı semt polikliniklerinde” ve “Sağlık Bakanlığınca üçüncü basamak hastane olarak basamaklandırılan Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde” daha önce 7 TL olan muayene katılım payı 45 TL’ye; “Diş hekimliği fakülteleri bulunan Devlet/vakıf üniversite hastaneleri”, “Tıp fakülteleri bulunan Devlet üniversiteleri sağlık uygulama ve araştırma merkezleri” ve “Tıp fakülteleri bulunan vakıf üniversiteleri sağlık uygulama ve araştırma merkezlerinde” daha önce 8 TL olan muayene katılım ücreti 45 TL’ye; “İkinci ve üçüncü basamak özel sağlık hizmeti sunucularında” daha önce 15 TL olan muayene katılım payı 50 TL’ye çıkarıldı.
Böylece muayene katılım paylarına genel hizmet veren devlet hastanelerinde %233.3, eğitim ve araştırma hastanelerinde %542.2, üniversite hastanelerinde %462.5, özel hastanelerde ise %200 zam yapılmış oldu.

‘MUAYENE KATILIM PAYLARI’ NEYDİ, NE OLDU?
“Ayaktan tedavide hekim ve diş hekimi muayenesi” için katılım payı alınması ilk olarak 31 Mayıs 2006’da kabul edilen 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 68. maddesinde düzenlenmiş ve 2 TL olarak belirlenmişti. Kanunda daha sonra yapılan değişikliklerle bu miktarı on katına kadar arttırmaya Sosyal Güvenlik Kurumu yetkili kılınmıştı.
MUAYENE KATILIM PAYLARI
son tebliğden önce devlet hastanelerinde 6 TL, eğitim ve araştırma hastanelerinde 7 TL, üniversite hastanelerinde 8 TL, özel hastanelerde 15 TL olarak uygulanıyordu.
Son olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 9 Ocak 2025 günü kabul edilip 15 Ocak 2025 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 7538 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile muayene katılım payı 2 TL’den 20 TL’ye çıkarılmış ve Sosyal Güvenlik Kurumuna gene bu miktarı on katına, yani 200 TL’ye kadar arttırma yetkisi verilmişti. Sosyal Güvenlik Kurumu dün yayınlanan tebliğle bu yetkisini kullanarak muayene katılım paylarına %200 ile %542.8 oranlarında zam yapmış oldu.
ÖZEL GENE KAYIRILDI
Yeni düzenlemeyle muayene katılım paylarına üniversite hastanelerinde %462.5 oranında, eğitim ve araştırma hastanelerine %542.8 oranında zam yapılırken en düşük zam oranı ise %200 ile özel hastanelerde gerçekleşti.
Böylece daha önce özel hastanelerdeki muayene katılım payı eğitim ve araştırma ile üniversite hastanelerinin yaklaşık iki katı iken aradaki fark onda bire düştü.
Sosyal Güvenlik Kurumunun özel hastanelerdeki muayene katılım paylarına da eğitim ve araştırma ile üniversite hastanelerine yaptığına benzer oranda zam yapması halinde 90 TL’nin üzerine çıkması gerekiyordu. Ancak özel hastanelerdeki muayene katılım payları özel hastanelerin kasasına değil Sosyal Güvenlik Kurumuna gidiyor. Özel hastaneler ise hem Sosyal Güvenlik Kurumundan aldıkları tahsilatlar hem de hastalardan “ilave ücret” adı altında aldıkları fahiş bıçak parası ile kâr ediyorlar. Kamu hastaneleri ile özel hastanelerdeki muayene katılım payları arasındaki fark açıldığında özel hastanelere hasta müracaatlarının ve dolayısıyla kazançlarının azalması ihtimali gözetilerek zam oranının sınırlı tutulduğu anlaşılıyor.
AİLE SAĞLIĞI ‘SEVK’ MERKEZİ
Dün yayımlanan tebliğde “Sağlık Bakanlığı tarafından sözleşme imzalanmış, görevlendirilmiş veya yetkilendirilmiş aile hekimlerinden, sağlık hizmeti sunucularına sevk edilerek yapılan hekim ve diş hekimi muayenesi nedeniyle uygulanacak katılım payı %50 oranında azaltılarak tahsil edilir” hükmü de yer aldı.
Böylece aile hekiminden sevk ile devlet hastanesine giden hastalar 20 TL yerine 10 TL, eğitim ve araştırma ile üniversite hastanelerine gidenler 45 TL yerine 22.5 TL, özel hastanelere gidenler ise 50 TL yerine 25 TL muayene katılım payı ödeyecek. Bu durumda hastaneye gidecek hastaların yoğun olarak önce aile hekimlerine müracaat edip sevk almak istemeleri bekleniyor.
Düzenlemenin “Dünyanın en iyi sağlık hizmetini biz veriyoruz” diyen ve sürekli olarak hasta sayılarının artması ile övünen Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu’nun hastanelerde istiap haddini aşan kışkırtılmış sağlık talebini aile hekimliklerine yönlendirme politikasıyla uyumlu olarak gerçekleştirildiği görülüyor.
Aile hekimleri uygulamayla birlikte Aile Sağlığı Merkezlerinin “Sevk Merkezleri”ne dönüşmesi ve aile hekimlerinden alınan bazı raporların paralı hale getirilmesiyle bu kurumlarda şiddetin artacağından endişe duyuyor.
/././
Seçmeli dersler gerçekten seçmeli mi?-Feray Aytekin Aydoğan-
Öğrencilerin dini içerikli dersleri seçmemesi sonucu MEB eliyle, çocukları din derslerini seçmesi için yönlendirmeye çalıştılar. Ancak bundan da sonuç alamayan MEB, müdahaleyi artırdı. Eylül 2024’te yapılan değişiklikle dersler gruplandırılırken her gruptan en az bir dini içerikli ders seçme zorunluluğu getirildi. Öğrenciler, dini içerikli dersleri “seçmek” zorunda bırakıldı.
Eğitimde temel başlıklardan biri laik ve bilimsel eğitimde yaşanılan tahribat başlığı. Özellikle 2012 4+4+4 eğitim sistemi değişikliği ile laik, bilimsel eğitim tahribatı hız kazandı.
2000’li yılların başından itibaren imam hatip liselerinin sayısı hızla artırıldı, 4+4+4 sistem değişikliği ile imam hatiplerin ortaokul kısımları da açıldı, okul dönüşümleri ile çok sayıda mahallede çocuklara imam hatip ortaokulu dışında seçenek bırakılmadı. Hafızlık eğitimi adı altında zorunlu eğitim süreci fiilen 4 yıla düşürülerek ilkokuldan itibaren mescit okullarda zorunlu tek alan haline getirildi. Genel seçim sonrası yönetmelik değişikliği ile okul öncesinde de mescit zorunlu alan olarak tanımlandı.
Liseye geçişte sınav sistemi değişiklikleri ile akademik liselerin sayısı, kontenjanı azaltıldı, imam hatip liselerinin sayı ve kontenjanı ise hızla artırıldı. Örneğin geçtiğimiz yıl akademik liselerin kontenjanı 5620 azaltılırken imam hatip ve meslek liselerinin kontenjanı 2016 artırıldı. Öğrencilerin yerleşebileceği akademik liseler yetersiz olduğu için merkezi sınavla ve adrese dayalı yerleştirme ile istediği okul türlerine yerleşemeyen öğrencilere imam hatip dışında seçenek bırakılmadı. İmam hatip liselerinin tamamına yakını proje okulu haline getirilerek, Anadolu fen imam hatip, Anadolu sosyal bilimler imam hatip, Anadolu yabancı diller imam hatip gibi okul türleri “icat edilerek” merkezi sınavla öğrenci alan çocuklar için imam hatipler mecburi yerler haline getirildi.
DARBECİLERİN SİYASİ MİRASÇILARI
4+4+4 sistemi ile hız kazandırılan başlıklar arasında seçmeli adı altında din derslerinin zorunlu hale getirilmesi politikası yer aldı. Din dersi zorunluluğu 80 darbesinin ürünüydü. “Darbecilerle hesaplaşacağız” diyen siyasi iktidar seçmeli adıyla din dersi saati sayısını artırarak darbecilerin siyasi mirasçısı olduğunu deklare etti, bu uygulamayı daha da hızlandıracak değişiklikleri son genel seçim sonrası hızlandırdı.
Yönetmelik ile zorunlu dersler azaltıldı. Seçmeli dersler adıyla dini içerikli derslerin haftalık ders dağıtım çizelgelerindeki ağırlıkları artırıldı.
Öğrenciler tüm bu dayatmalara rağmen dini içerikli dersleri seçmeyince Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) eliyle okul idareleri mevzuatla verilen geniş yetkiler doğrultusunda ders seçim süreçlerine müdahale etmeye, öğrencileri dini içerikli dersleri seçmeye yönlendirmeye çalıştılar.
MEB’in, Diyanet’in merkezi ve taşrada bulunan bazı birimleri, vakıf, dernek adıyla tarikat yapılarının da sürece katılmasıyla ders seçme sürecine ilişkin müdahaleler yaygınlaştırıldı.
MÜDAHALE ARAÇLARI ARTIRILDI
Dini içerikli derslerin seçim sürecinde istediği sonucu alamayan MEB Talim ve Terbiye kararlarını kullanarak ders seçimine müdahale araçlarını artırdı. 2024 Eylül’de yapılan değişiklikle dersler gruplandırıldı ve öğrencilere her gruptan en az bir dini içerikli ders seçme zorunluluğu getirildi. Tüm öğrenciler “Din, Ahlak ve Değer” adı verilen dini içerikli dersleri “seçmek” zorunda bırakıldı.
2025-2026 eğitim-öğretim yılı için ders seçimi önümüzdeki günlerde başlayacak. MEB ve MEB’e bağlı birimler, bazı okul idareleri, tarikat yapıları başta olmak üzere öğrenciler ders seçme sürecine ilişkin müdahaleler, baskılarla karşı karşıya kalacak.
‘PARASIZ TEK EĞİTİM, DİN EĞİTİMİ’
İstanbul Kartal’da Yakacık’ta mahalledeki tek ortaokulun imam hatibe dönüştürüldüğü günlerde bu dayatmaya karşı çıkan bir velinin cümleleri yaşatılan durumun özetiydi: “Ülkemizde parasız ulaşılabilen tek eğitim din eğitimi. Kızım doktor olmak istiyor ve sınavlarda başarılı olması için başta Fen, Matematik ve Türkçe dersleri olmak üzere desteğe ihtiyacı olduğunda bu dersleri parayla satın almak zorunda kalıyoruz.”
MEB dini içerikli dersleri zorunlu hale getirerek, çocukların nitelikli, akademik, bilimsel eğitim haklarını engelleyerek velileri özel okullara, özel kurslara mecbur bırakıyor, çocukların eşit, nitelikli, parasız, akademik, bilimsel eğitim hakkını ellerinden alıyor. Yoksulluktan kaynaklı eşit, nitelikli, bilimsel eğitim hakkına erişemeyen, bir hak olmaktan çıkarılan eğitimi parayla satın alamayan öğrencilerin ise okul terkleri artıyor, çocuk işçiliğine, çocuk yaşta evliliklere, tarikat yapılarına, yurtlarına veya istemedikleri okul türlerine mecbur bırakılıyor.Önümüzdeki günlerin temel mücadele başlıklarından biri de seçmeli ders adıyla dini içerikli ders zorunluluğuna karşı çocukların ders seçme özgürlüğüne sahip çıkma mücadelesi olacak.
/././
Hrant’ı anarken: Sınıf, etnisite ve sosyalistler -Şükrü Aslan-
Sınıf ve etnisite ilişkisi, marksist teorinin ortaya çıkışından başlayarak sosyalistlerin düşünce dünyasının en meşakkatli meselelerinden biri olmuştur. Modern teorinin kuruluşunda ‘etnisite’, özel önemi olan bir konu değildi. Başka bir deyişle ‘geçip gidecek olana’, eskiye ya da geleneksele ait bir durumdu. Yıllar boyu devam eden bu düşünsel-siyasal eğilimin etkisiyle sosyalist gelenekler, çevrelerinde meydana gelen etnik temizleme pratiklerini genelde tartışma konusu yapmamışlardı. Türkiye’de sosyalist/komünist partilerin de, coğrafyalarında vuku bulmuş onlarca kitlesel kıyıma dair uzun yıllar ciddi bir tutum almamış olmaları da bundandı.Oysa kapitalist modernleşmenin üzerine oturduğu siyasal zemin tam da etnisiteyi esas alan ‘milliyetçi’ düşünceyle ilgiliydi ve bu tutum politik olarak ‘ulus’un çevresindeki etnisiteleri asimile ya da tasfiye etme politikalarını daima canlı tutmuştu. Modernleşme sürecinin aynı zamanda bir ‘soykırımlar çağı’ olmasının nedeni de esas olarak buydu. Dolayısıyla sosyalist hareketlerin tezi, teorik olarak herkesi kurtaracak ‘sınıfsal kurtuluş’ hassasiyetine dayanıyor olsa da pratikte milliyetçi kitlesel kıyımlara karşı ilgili devletlerin memnun kaldıkları bir ‘sınır’ içinde kalıyordu.
∗∗∗
Ayrıca sosyalist gelenekler fark etmemiş olsalar da, kapitalist iktidarlar ‘sınıf’ı bile milliyetçi bağlamda örgütlemek yani emeği de ‘millileştirmek’ için özel bir mesai harcamışlardı ve Türkiye bunun örneklerinden biriydi. 1922’de Ankara hükümeti tüm alanların milli kimliğe uygun olarak dizayn edilmesi politikasına bağlı olarak emek alanını da ötekilerden temizlemeye başlamıştı. Bunun için başvurulan yol, şirketlerin millileştirilmesi ve istihdam yapısının yeniden kurulmasıydı. Birincisi kadar ikincisi de özel politikanın konusuydu. Bunun bir örneği olarak 1923’de yabancı şirketlerle Türk uyruklu olmayan personel istihdamının önüne geçilmesine dair yeni sözleşmeler yapılmıştı. Bu politikalarla özellikle Rumlar ve Ermeniler hedeflenmiş, Müslüman olmayan çok sayıda işçi, o yıllardan başlayarak hızla işini kaybetmişti. Ulus devlet inşasının daha ilk yıllarında işgücünün etnik-dinî kompozisyonun dönüşümü oldukça hızlıydı. Mesela 1920 yılının ilk aylarında tramvay sektöründe çalışan 1655 kişinin yüzde 68’i Müslüman, yüzde 35’i gayrimüslim ve yüzde 2’si yabancılardan oluşuyordu. 1923 yılı sonlarına gelindiğinde Müslüman personel sayısı yüzde 90,5’e yükselmiş, ötekiler adeta silinmişti.
∗∗∗
Bir ‘Türk/Müslüman işçi sınıfı yaratma’yı hedefleyen Cumhuriyet, 1923’de dönemin Nafia Vekâleti aracılığıyla, elektrik sektöründe Müslüman memurların istihdam edilmesi şartını, belediyelerle ve ilgili devlet kurumlarıyla sözleşme yapan şirketlere dayatmıştı. Eğer bu şirketler Rum, Yahudi ve Ermeni memur istihdam etmeye devam ederlerse, kendileriyle yapılmış sözleşmelerin feshedileceği de tebliğ edilmişti. Hatta 1924’de Nafia Vekaleti, ‘yabancı sermaye’ ile işletilen ve kamu hizmeti üreten şirketlerden çalıştırdıkları işçilerin isimlerini, uyruklarını, etnik ve dini kimliklerini ve pozisyonlarını ihtiva eden listelerin gönderilmesini de istemişti. Bu politika beklenen neticeleri göstermiş olacak ki 1936’da Silahtarağa Elektrik Santralını gezen İzzettin Muhittin Apak, 150 çalışandan ikisi hariç herkesin halis Türk çocukları olduğunu memnuniyetle yazmıştı. O yıllarda bu politikalar tüm sektörlere yayılmış ve emeğin ‘millileştirilmesi’ çabaları, yeni rejimin arzusuna uygun bir karşılık üretmişti.
Bugün geriye dönüp baktığımızda sosyalist geleneklerin, tıpkı politik sistemler gibi kendi geçmişleriyle köklü bir yüzleşme ihtiyacı bulunmaktadır. Bu yüzleşmenin ilk adımı ise tam da bu geleneklerin ‘sınıf’ ve ‘etnisite’ ilişkisine dair geliştirdikleri, daha doğru ifadeyle geliştiremedikleri siyasal yaklaşımıyla ilgili olmalıdır. Böylece hem geçmişte büyük ölçüde etkisinde kaldıkları bir tür siyasal görememe halini tedavi edebilir, hem de geleceğe yeni ve çoğul perspektiften bakma imkânını üretebilirler. Bu, her şeyden önce emek alanından (ve hayattan) tasfiye edilmiş ötekilere saygının bir gereğidir.
/././
Ölüm, ihmal, cezasızlık -Gözde Bedeloğlu-
Kaybolduğu günden yaklaşık üç hafta sonra cansız bedeni bulundu 8 yaşındaki Narin’in. Amca, aynı zamanda köyün muhtarı Salim Güran, anne Yüksel Güran, ağabey Enes Güran ve komşu Nevzat Bahtiyar, iştirak halinde çocuğu kasten öldürmekle suçlandı. Asıl failin kim olduğu ve cinayetin neden işlendiği iddianamede yoktu çünkü Narin bulunana kadar geçen zamanda deliller kaybedilmişti. Cinayetle suçlanan aile üyeleri, jandarmayla birlikte Narin’i arama çalışmalarına katılmıştı. Olayın başından itibaren şüpheli görülmemeleri büyük bir ihmaldi. AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu, Hizbullahçı olduğu söylenen Güran ailesi için “40 yıllık dostluğumuz var” demişti. Siyaseti konudan uzak tutmak gerektiğini eklemişti. Küçücük bir çocuk köyünde, evinde, aile içinde öldürüldü. Türkiye’nin dikkat kesildiği davaya ilişkin bu hafta açıklanan 950 sayfalık gerekçeli kararda yazan şu: Narin’i kimin ve neden öldürdüğü bilinmesine karşın, cinayet organize bir şekilde gizlendi. Ailenin sosyal ve siyasi bağlantılarının buna olanak sağlayabileceğinden şüphe etmemek için var mı geçerli bir sebep?
***
2022’nin Aralık ayında eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş Ankara’da öldürüldü. Tetikçileri İstanbul’dan iki polisin getirdiği ortaya çıktı. Cinayeti azmettirmek ve tetikçiyi kaçırmakla suçlanan kişi, Tolgahan Demirbaş, eski Ülkü Ocakları yöneticisiydi. Ortaya çıkan yazışmalara göre Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım, Demirbaş’tan Sinan Ateş’e ait konum bilgilerini istemişti. Buna göre Demirbaş, eski MİT üyesi olduğu iddia edilen Çağlar Zorlu’dan yardım almıştı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Ateş cinayetinin “gölgesinin MHP’ye düşürülmek istendiğini” söyledi. Davayı takip eden gazetecileri ve haber kanallarını adlarıyla hedef aldı. Ateş cinayetiyle ilgili yürütülen ikinci soruşturma dosyasına bu hafta takipsizlik kararı verildi. Aralarında eski MHP Milletvekili Olcay Kılavuz ve Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım’ında bulunduğu 22 kişi hakkında delil bulunamamış. Böylece cinayetin gölgesi, Bahçeli’nin tarifiyle, MHP’ye ‘düşmedi' ama kimse de Sinan Ateş’in neden ve kimlerin talimatıyla öldürüldüğünü öğrenemedi. Ateş ailesinin suçladığı MHP’li isimlerin yargıdan kaçırıldığına dair şüphe duymamak için var mı geçerli bir sebep?
***
Ve yine bu hafta, ülkece büyük bir felaket yaşadık. Bolu Kartalkaya’daki Grand Kartal Otel’de çıkan yangında çoğu çocuk 78 kişi öldü. Bilirkişi heyetinin ön raporu ihmalleri ortaya koydu. Buna göre uyarı sistemi çalışmadığı için yangın geç farkedildi. Yağmurlama sistemi yoktu. Otelde, yangının yayılma hızını artırdığı tespit edilen, ruhsat projelerine aykırı ilaveler vardı. Kaçış yolları yetersizdi. Acil durum aydınlatma ve yönlendirme sistemleri çalışmadı. Alevler, yapıdaki ahşap kaplamalar ve yanıcı malzeme kullanılması nedeniyle hızla büyüdü. Yani, insanlar önlenebilir sebeplerle öldü. Turizm ve Kültür Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, hızla sorumlu olarak Bolu Belediyesi’ni işaret etti ve denetim tartışması başlattı. Sahibi olduğu ETS Tur tarafından pazarlanan otel ile ilgili ‘soruları’ iktidar medyası çalışanı Ahmet Hakan’ın yayınına çıkarak cevaplamayı tercih etti. 2017’de online rezervasyon platformu Booking’in Türkiye’de engellenmesinde rol aldığı bilinen Bakan Ersoy belli ki rekabetten hoşlanmıyor. Şirketleri adına geliştirdiği yeni projeler için kamu kaynaklarından teşvikler almayı da bir sorun olarak görmüyor. Muğla’da, Bakanlığa ait orman arazisini otel yapmak için kendi şirketine tahsis ettiği iddiasıyla hakkında suç duyurusunda bulunulan Ersoy’un, şirket kazancını kamu yararının önüne koyabileceğinden şüphe etmemek için var mı geçerli bir neden?
***
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, 78 kişinin öldüğü yangınla ilgili yargının ucu nereye dokunursa dokunsun sonuna kadar gidileceğini söyledi. Tunç, “Büyük bir acı. Rabbim bir daha böyle acıları bizlere yaşatmasın” dedi. Sadece bu hafta açıklanan iki hukuki durum, (Narin Güran ve Sinan Ateş) bize işlerin Bakanın söylediği gibi gitmediğini gösterdi. Türkiye’de yargı kararlarının yönü, ucunun dokunduğu yere göre değişiyor Bunun bir sonu olmalı ve yurttaş olarak bizim de artık sorumluluk almamız gerek değil mi? Gerçeği öğrendiğimiz gazeteci, temsilci seçtiğimiz siyasetçi, hakkımızı savunan avukat tehdit edilip hapsedildiğinde, güvenliğimiz açık ihmallerle yok sayıldığında tıpkı komşu ülkelerde olduğu gibi dünyayı ayağa kaldırmalıyız. Sorumluluğu olduğu halde, yıllardır katliama dönen felaketlerin tek birinde bile istifa görmediysek ve dahası bu kişiler terfi ettirildiyse, bu yönetimi kendimize layık bulmamalıyız. Rabbim bir daha yaşatmasın, dedi Bakan Tunç. Amin. Ama yurttaşlık bilinciyle haklarımızı da savunmayacaksak benzer acıların tekrarlanabileceğinden şüphe duymamak için var mı geçerli bir neden? Yok.
/././
Tümcede sözcük yineleme -Attila Aşut-
Bir tümcede aynı sözcüğü yinelemek, yazıya değer katar mı?
Okurumuz Erhan Kuzhan, köşeyazılarında çok sık karşılaştığımız bu durumu masaya yatırmış ve Cumhuriyet gazetesinin iki yazarının yazılarında gereksiz bulduğu sözcük yinelemelerini tek tek saptayıp listeleyerek bize göndermiş. Bunu önemli bir dil sorunu olarak değerlendiren okurumuzun uzun mektubunu kısaltarak aktarıyorum:
“Sevgili Attila Aşut Hocam,
Köşeyazılarında dil yanlışlarına eşlik eden bir sorunun yaygınlaştığını görüyorum: Yazı bütününde ve tümceler düzleminde ‘sözcük yinelemeleri’. İletimin ekine, örnek olgu olarak iki köşeyazısını iliştireceğim. Yazılarda en çok yinelenen sözcükler ‘bu’, ‘ve’, ‘bir’… Aynı sözcüklerin yazı boyunca bıktırıcı biçimde yinelendiğini ekli dosyada siz de göreceksiniz. Orhan Bursalı da Murat Ağırel de ilgiyle izlediğim gazeteciler. Ne ki sözcüklerin köküne kıran mı girdi? Niye durmadan aynı sözcükleri yineliyorlar? Bunca sözcük yinelemesiyle özenli, doğru bir yazı yazmak olanaklı mı? ‘Ve’, ‘bu’, ‘bir’ sözcükleri olmadan da yazı yazılamaz mı? Yazılabildiğine yönelik güzel örnekler var. Sözgelimi Nurullah Ataç, ‘ve’ sözcüğünü kullanmazmış. Oysa sözcük yineleme sorunu, Cumhuriyet’in diğer köşeyazılarında da sürüyor. Sevgiler selamlar…”
Mektup içeriğinden anladığıma göre, okurumuz üç sözcüğün hiç kullanılmamasını istiyor. Buna olanak var mı? Hadi “ve” bağlacının yerine virgül kullandık diyelim, ama “bu” ve “bir” önadlarını yazıdan hepten atarsak derdimizi düzgün anlatamaz, anlatımda ciddi anlam yitimine yol açarız. Hem tüm dillerde olan bu sözcükleri neden atalım ki?
Evet, hiç gerekmediği halde bir sözcüğü aynı tümcede yinelemek, yazının akışını ve uyumunu bozar. Bundan kaçınılmasını ben de doğru bulurum ama işi “tasfiye” ve sözcük yasağı boyutuna taşımamak gerekir.
Elbette yazın dünyamızda yinelemeleri bir üslup özelliği olarak bilinçli kullanan yazarlar da vardır. Yaşar Kemal, bunların başında gelir. Ama köşeyazarlarının durumu böyle değil. Onların yinelemeleri daha çok dikkatsizlikten kaynaklanıyor.
Okurumuz Cumhuriyet’in iki yazarından (Orhan Bursalı ve Murat Ağırel) seçmiş örneklerini. Mademki konu buraya geldi, aynı gazeteden iki örnek de ben vereyim:
Bedri Baykam, “Barış, Koltuk Sevdasıyla Takas Edilemez!” başlıklı yazısında şöyle demiş:
“Dolayısıyla 2 Mayıs 2024 tarihli Özgür Özel ziyareti ve 18 yıl sonra tekrar CHP’yi 11 Haziran 2024’te ziyaret eden Erdoğan’ın iade-i ziyareti ile oluşan diyaloglar, doğal olarak AKP tarafından arzu edilen malum sonuçları doğuramadı.” (Cumhuriyet, 9 Ocak 2025)
Bedri Baykam’ın çalakalem (artık çalaklavye mi demek gerekiyor?) yazan biri olduğunu biliyorsunuz. İnsanın on parmağında on marifet olunca böylesi özensizlikler kaçınılmaz oluyor! Aktardığım tümcede üç kez “ziyaret” sözcüğü kullanılmış. Oysa “Erdoğan’ın iade-i ziyareti ile”den önceki “ziyaret eden” sözcük öbeği gereksiz.
Zeynep Oral’ı yazarlık bağlamında asla Bedri Baykam’la aynı kefeye koymam! Onun yazı ustalığını ve kültür-sanat gazeteciliğine değerli katkılarını herkes biliyor. Ama bazen onun da gözden kaçan dil sürçmelerine tanık oluyorum. Konumuz “gereksiz sözcük yinelemesi” olduğu için bir örnek de onun son yazısından vereyim:
“Katledildiğinden beri de onun sesi “Vurulduk ey halkım, unutma bizi” diyen sesi beni terk etmiyor.” (Cumhuriyet, 23 Ocak 2025)
Zeynep Oral da “sesi” sözcüğünün burada gereksiz yinelendiğini şimdi görmüş olmalıdır.
Bu tümce şöyle yazılsaydı daha doğru olurdu:
“Katledildiğinden beri de onun ‘Vurulduk ey halkım, unutma bizi’ diyen sesi beni terk etmiyor.”
∗∗∗
HAFTANIN NOTU
Ar damarı çatlayınca…
Utanma duygusu, insanı insan yapan özelliklerin başında gelir. Psikolojide “Kişinin kendisinde algıladığı bir eksikliğe verdiği tepki” olarak tanımlanıyor bu duygu.
Gelin görün ki toplum olarak büyük ölçüde utanma duygusunu yitirmiş bulunuyoruz. İnsanların gözünü rant ve aşırı kazanç hırsı bürümüş. Manda gönünden post kuşanmışlar sanki. Hiçbir acı etkilemiyor onları. Yürekleri kabuk bağlamış. Kıyımlar, kırımlar, kıranlar, topluölümler, öldürümler karşısında bile kılları kıpırdamıyor! İş cinayetleri, çocuk ölümleri, kadın kıyımları, çevre yıkımları, orman yakımları, maden faciaları, salgınlar, seller, yangınlar umurlarında değil! Trenler raydan çıkıyor, onlarca insan ölüyor; ortada sorumlu yok! Depremde elli binden fazla canımızı yitiriyoruz; tutuklu tek bürokrat yok! Bolu’daki kayak merkezinde ihmaller zinciri yüzünden alevlere teslim olan bir otel, 78 insana mezar oluyor. Ama vicdanının sesini dinleyerek istifa eden bir bakan yok! Herkes suçu başkasının üstüne atarak kendisini aklamaya çalışıyor...
Yasaları işletilmeyen, kuralları uygulanmayan bir kargaşa toplumuna döndük. Yargı erki siyasal iktidarın doğrudan güdümüne girmiş. Yandaşsanız güvencedesiniz, size kimse dokunamaz! Kartalkaya yangınının siyasal sorumluları da öncekiler gibi hesap vermeyecek, ölenler öldükleriyle kalacaklar. Suçlular bunu bildikleri için böyle umursamaz ve pervasızlar…
İnsan, başkalarının acısını yüreğinde duyunca insan olurmuş. Utanma duygusunu yitiren insanlardan ahlaklı, vicdanlı, adaletli davranmalarını bekleyemeyiz. Onların çatlayan ar damarlarını ne yazık ki hiçbir cerrah dikemez!
/././
Kamu İhale Yasası’na düzenleme: Belediyelere yeni pranga -Nurcan Bilge Gökdemir-
Alfabenin tüm harfleri tükenene kadar genişletilen istisnalarla kamu ihale rejimini fiilen işlemez hale getiren iktidar düzenleme yapma hazırlığında. Alımları kolaylaştıran yöntemin muhalefetin de işine yaraması iktidarı rahatsız etti, "tasarruf" gerekçesiyle belediyelerin eli kolu bağlanacak.
Türkiye, Bolu Kartalkaya'da 76 insanın ölümüyle sonuçlanan cinayetle kamu yönetimine hakim olan liyakatsizlik, beceriksizlik, parayı önceleyen tercihlerin acı sonuçlarıyla bir kez daha yüzleşiyor. Böylesi büyük trajedilerde özellikle de mağdur yakınlarını teselli etmek elbette mümkün değil ama iktidar temsilcilerinden gelecek sağduyulu açıklamalar, samimi itiraflar ve bundan sonra tekrarlanmaması için yapılacakların anlatılması geride kalanlar için bir ölçüde de olsa umutlanmayı sağlayabiliyor. Ancak biz her benzeri olayda olduğu gibi daha dumanın tüttüğü, cenazelerin içinde yattığı otelin önüne dizilen iktidar temsilcilerinin faturayı bir başkasına, yani Bolu'nun CHP'li Belediye Başkanı Tanju Özcan'a kesme çabalarına tanıklık ettik. Kartalkaya'da, bakanların muhalefet belediyelerinin koltuklarını sallamasından duydukları korkunun büyüklüğü bir kez daha gözler önüne serildi.
İktidar attığı her adımda 31 Mart yerel seçimlerinde yaşadığı büyük başarısızlığı içine sindiremediğini, iktidarını tahkim etmek için kullandığı yerel yönetimleri kaptırmanın yarattığı risklerden duydukları korkunun giderek daha fazla büyüdüğünü gösteriyor. Sandıkta göremediği hesabı iktidar aygıtlarını kullanarak görme, muhalefet belediyelerini çalışamaz hale getirme eksenine oturttuğu siyasetinin her gün yeni bir örneğini sergiliyor. Belediye başkanları görevden alınıyor, cezaevine atılıyor, belediyeler kamu hizmetini göremeyecek duruma getirilmek isteniyor. İktidarın bu konudaki yaratıcılığının yeni bir örneği önümüzdeki günlerde Meclis zemininde sergilenecek.
BELEDİYELERİN ELİNİ KOLUNU BAĞLAMA ARAYIŞI
İktidar, bugüne kadar kamu kaynaklarını yandaşlara aktarma aracı olarak kullandığı Kamu İhale Kanunu’ndaki istisnaları düzenlemeye hazırlanıyor. Daha önce bizzat AKP'nin kurumsallaştırdığı ihale düzeni toplumda rant paylaşımına ilişkin itirazlar her yükselmeye başladığında ya da uluslararası çevrelerden eleştiriler her geldiğinde “Düzenleyeceğiz…” diyen iktidarın bu kez gerekçesi farklı. Bizzat adım adım ihale sistemini devre dışı bırakan istisnaları artıran kamu kaynaklarını rant aktarımı vesilesi yapan iktidar bu kez silah ters tepmeye başladığı için yasayı düzenleme peşinde. Muhalefete geçen belediyelerin AKP’nin açtığı yoldan ilerleyerek harcama konusunda hareket serbestisi kazanması iktidarı rahatsız etti. Kendi yarattıkları canavar muhalefet belediyelerine hizmet eden bir araca dönüşünce değişiklik yapmak gündemlerine geldi.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in geçen yıl birkaç kez dillendirdiği değişiklik sözü önceli diğer bakanların sözleri gibi yerine getirilmedi. Şimşek son olarak 2024’ün Nisan ayında değişiklik yapacaklarını şu sözlerle duyurdu:
“Ayrıca Kamu İhale Yasası uluslararası norm ve standartlara uyumlu olacak şekilde güncellenecek. 25 ayrı başlıkta İhale Kanunu haricinde tutulan istisnalar azaltılacak. Kamu ihalelerinde mücbir sebep ve özel nitelikteki bazı mal ve hizmet alımları hariç, doğrudan temin usulüne sınırlamalar getirilecek. Kamu alımlarına yönelik harcamalar tasarruf odaklı olacak. Kamu alımlarında ortaya çıkacak zararların önlenmesi için her türlü adım atılacak.”
Ancak aradan geçen yaklaşık 10 ayın sonunda yine adım atılmadı ta ki muhalefet belediyeleri bizzat “tasarruf” gerekçesiyle halka hizmet götürmelerinin önüne konulan engelleri istisnalar yoluyla aşmaya başlayıncaya kadar…
6'DAN 32'YE ÇIKTI
Şimdi iktidar medyası yine “tasarruf, kamu kaynaklarının verimli kullanımı, alımların disipline edilmesi” gibi parlak cümlelerle Kamu İhale Yasası’nda düzenleme yapılacağını duyurmaya başladı. Maliye Bakanlığı bürokratlarının da doğruladığı bu çalışmalar Kamu İhale Yasası’ndaki istisnaların azaltılmasını temel alıyor. AKP iktidarları döneminde yasa yürürlüğe girdiğinde altı başlık altında düzenlenen, yıllar itibarıyla alfabedeki tüm harfleri tüketene kadar genişleyen, harf kalmayınca da “aa, bb…” diye devam eden istisnaların azaltılması yönünde çalışmalar yürütülüyor. 32 maddeye ulaşan istisnaların sayısının azaltılması ve kalanların genişletilerek kullanılmasının engellenmesinin hedeflendiği duyuruluyor.
4734 Sayılı Yasa’nın yürürlüğe girdiği 2003 yılından neredeyse “canının istediğini, canının istediğinden, istediğin fiyata al” serbestisini kurumsallaştıran iktidar, 50’ye yakın konuda istisna hükümlerini hayata geçirerek kamu ihale düzenini yok saydı. Tarımdan hayvancılığa, savunmadan güvenlik ve istihbarata kadar her alanda ihtiyaç duyuldukça düzenleme yapıldı. Gün geldi devlet güvenliği denildi, gün geldi çeşitli krizler bahane edildi, danışmanlık hizmetleri, doğalgaz ve kömür alımları, medya kurumlarından yapılan alımlar, iktidara yakın müteahhitlerden yapılan çeşitli mal ve hizmet alımları, hatta uluslararası organizasyonlar, sportif faaliyetler için yapılan alımlar istisna kapsamına alındı. “Cumhurbaşkanınca uygun görülenler, karar verilenler, belirlenenler…” denilerek yasaya hükümler eklendi. Merkez Bankası, TRT, Anadolu Ajansı, Helal Akreditasyon Kurumu, Başbakanlık Basımevi, Nükleer Düzenleme Kurumu denilerek neredeyse tüm kamu kurum ve kuruluşlarının yapacağı ya da onlardan yapılacak alımlar ihale rejiminin dışına çıkartıldı, alımlardaki keyfilik tüm kamuya hakim kılındı.
FATURA BÜYÜDÜ
Her yıl fatura büyüdü, özellikle belediyeler bu yolu hoyratça kullandı. Geçen yılın Ocak-Haziran döneminde gerçekleştirilen kamu alımlarının toplam tutarı 1 trilyon 98 milyar 373 milyon 695 bin TL oldu. Toplam 1,98 trilyon TL’lik kamu alımının 262 milyar 105 milyon 529 bin TL’si istisna kapsamında yapıldı.
Ancak yerel yönetimlerin 31 Mart’ta muhalefet partilerine geçmesinden sonra onların da istisnalardan yararlanarak alım yoluna gitmesi iktidarda rahatsızlık yarattı. Özellikle uluslararası çevrelerden gelen ve Türkiye ekonomisine güvensizlik gerekçesi olarak ileri sürülen eleştirilerde de bu keyfilik daha fazla dillendirilmeye başlanınca iktidar bir kez daha “düzenleme yapalım” noktasına geldi.
Ancak AKP’nin uzun yıllardır tek başına son dönemde de MHP ile paylaştığı iktidarını sürdürebilmek için özellikle iktidara yakın çevreleri ekonomik olarak güçlendirmek, sermaye transferini sağlayabilmek için kullandığı bu araçtan kolaylıkla vazgeçmesi mümkün değil…
İktidar, kamu ihale sistemini yeniden düzenlerken getireceği yeni hükümler ve istisnaların bir bölümünden vazgeçerken belediyelerin elini biraz daha bağlayacak, eleştirilere karşı da “Yaptık” deme olanağına kavuşacak. Ancak Nisan ayında yapılması planlanan düzenlemeler büyük ihtimal iktidar için engelleyici olmayacak. Nasıl olsa tüm kurallarını yaşamın her alanında istediği gibi esnetme hatta yok sayma konusunda kendilerini özgür hissediyorlar. Görülmemiş bir pervasızlıkla istedikleri her şeyi “yaptık oldu” anlayışıyla hayata geçiriyorlar. Belediyeler özellikle de "tasarruf" gerekçesiyle kamu hizmetlerini gerçekleştirmekten biraz daha alıkonacak ama Cumhurbaşkanı Sarayı, bakanlıklar, iktidar partilerinden başkanların yönettiği belediyeler kitabı bildikleri yerden okumaya devam edecekler…
/././
Siyasal geometriyi değiştirmek -Berkant Gültekin-
Türkiye yeni yıla yoğunlaşan siyasi baskılarla girdi. Kürt siyasi hareketiyle adı konulmayan, detayları kimselerle paylaşılmayan ve hatta hakkında sorulan sorular bile “mevzu hassas” denilerek geçiştirilen tuhaf bir “süreç” işletilirken, iktidar tam da bu sürecin anti-demokratik kimyasına yaraşır bir saldırı temposu tutturdu.
Adeta ağzını açana soruşturma açılıyor, denk getirilene gözaltı yapılıyor. Zaten uzun dönemdir hükmünü yitirmiş olan kuvvetler ayrılığı prensibi, siyasi meselelerle ilgilenen yargı kadrolarının hükümete tam biat gösterdiği bir hukuk pratiğiyle taçlandı. Malum savcı, hakkında söylenen tek sözü bile affetmiyor. Yapılan eleştiriler ve gösterilen tepkiler, “tehdit”, “şantaj”, “hakaret” etiketleriyle bir bir ceza dosyasına dönüştürülüyor.
Önceki gün İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında, internet haber siteleri tarafından henüz konuşmasının tamamı bile deşifre edilmemişken, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’e yönelik sözleri nedeniyle “terörle mücadele eden kişileri hedef gösterdiği” iddiasıyla soruşturma başlatıldı. Dün de CHP Manisa Yunusemre Belediye Meclis Üyesi Mertcan Üreten, Gürlek’i eleştiren sosyal medya paylaşımı nedeniyle Manisa’da gözaltına alındı.
Belli ki iktidarın frene basmak gibi bir niyeti yok. Erdoğan’ın yerel seçim mağlubiyetinin şokunu atlamak için devreye soktuğu “yumuşama” taktiği, yerini dört koldan taarruza bıraktı. Geçim krizinin tüm yakıcılığıyla etkisini koruduğu Türkiye’nin mevcut koşullarında yargı mekanizması üzerinden kurulan siyasi baskının dozu bu yüzden artıyor. Düzen, milyonları kıt kanaat yaşamaya ve borçlanmaya mahkûm ederken kendi hakimiyetini süreklileştirmek adına daha sert ve acımasız yöntemlere başvuruyor.
İktidar tüm bunları art arda yapabiliyor çünkü önünde durabilecek ve kendisine yanlışlarının siyasi maliyetini ödetebilecek bir güçle karşılaşmıyor. Muhalefetten yükselen sert ve iddialı sözler ya da çeşitli sembollerin kullanıldığı mini kampanyalar iktidarın saldırı zincirini kıramıyor. Tersine, muhalif kitlelerin moralini düşürmek gibi negatif bir sonuç yaratıyor. “İktidar bunu nasıl yapabiliyor?” sorusunun cevabı, aynı zamanda “Gidişatı durdurmak için ne yapılabilir?” sorusunun cevabını da içinde barındırıyor.
Evrendeki her şeyin olduğu gibi siyasetin de bir geometrisi var. Türkiye’de iktidarın yönetim anlayışı bütün bir olarak ülkeyi etkilemesine rağmen siyasette halkın, yani bu düzenin gerçek mağdurlarının sesini ve iradesini görünmez kılan bir tıkanıklık hali varsa, bu durum esas olarak ülkedeki siyasal geometriyle ilgilidir. AKP rejimi, sahnenin, yani siyasetin yüzey alanının olabildiğince küçüldüğü, bu alanın yalnızca belli aktörleri içine alıp toplumsal öznelere kapandığı, belirsizliklerin ve sürpriz dinamiklerin dışlandığı steril bir zeminde hareket etmek istiyor. Yıllardır “Türkiye siyaseti” diye isimlendirdiğimiz şey de işte böyle işliyor.
Bu siyasal geometri nedeniyle iktidarı bunalıma sokacak gündemler ve aksiyonlar, bir türlü ülke siyasetinin odak noktası haline gelemiyor. Düzenin hırpaladığı geniş toplumsal kesimlerin memnuniyetsizliği güçlü bir politik itiraza dönüşemediği için o küçük sahnedeki kurgu asla bozulmuyor. Muhalefet, “temsilci”-“aracı”-“vekil” faaliyetine sıkıştığından, muhalif siyasiler, mevcut acı gerçekliği bizzat onu yaşayan kesimlere tekrar tekrar anlatmaktan öteye geçemiyor. Bir büyük potansiyel böyle böyle heba oluyor, yıllar, seçimler geçiyor ama resim değişmiyor.
Dolayısıyla AKP’ye karşı verilecek mücadelenin başlangıç noktası, düzenin üzerine kendi hegemonyasını bina ettiği mevcut siyasal geometriyi değiştirme çabası olmalı. Muhalefet, iktidarı gerçekten yenmek istiyorsa, toplumsal itirazı dönüştürücü bir politik enerjiye çevirerek siyasal geometriyi değiştirmek ve siyasetin yüzey alanını olabildiğince büyütmek zorunda. İktidara en etkili karşılık anca bu şekilde verilebilir.
Siyasetin yüzey alanını genişletmeyip kurulu sahnede hareket ederek rejimin saldırılarına karşı koyabilmek olanaksız. Hatta muhtemel ki o sahne, yarın daha da küçülecek.
/././
Gezi travmasının ardında ‘sokak’ var
İktidar, yargı sopası haline getirdiği Gezi travmasını aşamıyor. Gezi’nin her koşulda hedef haline getirilmesinin ardında, başka bir siyaset yapma tarzının geniş kitleler tarafından sahiplenilmesinin korkusu yatıyor.
22 yıllık AKP iktidarının en büyük korkusu olan Gezi Direnişi adeta bir yargı sopasına dönüştü. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bulduğu her fırsatta Gezi’yi hedef alırken ülkenin en meşru ve kitlesel itirazlarından biri olan Gezi, iktidar tarafından her geçen gün düşmanlaştırılmaya çalışılıyor. Gezi’ye ilişkin son operasyon ise kültür-sanat camiasına yapıldı. 12 yıl önce Gezi’ye katılmaları suç gibi gösterilen menajer Ayşe Barım gözaltına alınırken oyuncular ifadeye çağrıldı. İktidarın Gezi’ye karşı beslediği öfkenin arka planında ise derin bir endişe yatıyor.
AKP’ye karşı gerçekleşen en güçlü itirazın Gezi Direnişi olmasının yanı sıra ülkenin 80 iline yayılan kitlesel, yaratıcı eylemler Erdoğan’ın gözünü korkuttu.
Gezi’de ortaya çıkan kolektivizm, dayanışma, konser ve besteler, duvar yazılarından sloganlara, piyano eylemlerinden kırmızılı kadına, ‘duran adam’dan atılan manşetlere, kurulan barikatlardan çadırlara dek sembol olmuş onlarca şeye tanık olundu. İşçilerden öğrencilere, kadınlardan gençlere, işsizlerden sanatçılara kadar toplumun her kesiminden yüzbinler sokaklara döküldü. En önemlisi de halkın siyasetin öznesi haline geldiği, tirübünlerden sahalara indiği, başka bir siyaset yapma biçimi örgütlendi.
ASIL MESELE BAŞKA BİR SİYASET ALGISI
Gezi Direnişi, bugünkü temsil siyasetinin bir anti tezi oldu. Halkın günü geldiğinde oy verdiği, siyasetin en üst perdeden kurulduğu, bir nevi sahne önü performans alanına dönüştüğü, halkın da alkışlayıp izleyici konumunda kaldığı bugünün siyasetinin kazananı her seferinde Erdoğan oldu. Rejim 31 Mart yerel seçimlerinde yaşadığı hezimete rağmen siyaseti konsolide etmeyi başardı. Oyun kurma yeteneği sayesinde muhalefetin elde ettiği rüzgarı önce “yumuşama, normalleşme” sonra da “çözüm” ve “Suriye” tartışmalarıyla kesti. Rejimle aynı dilden konuşarak mücadele etmeye çalışan muhalefet ise her seferinde kaybetti. Erdoğan ve Saray iktidarının Gezi’ye yönelik asıl korkusu ise başka bir siyaset yapma biçiminin tabana yayılması, halkın dümeni eline alması.
SALDIRI DALGASI ARTIK HERKESİ KAPSIYOR
İktidarın Gezi’ye karşı tutumunu BirGün’e değerlendiren Siyaset Bilimci Yücel Demirer şu değerlendirmeyi yaptı: “10-12 yıl öncesine ait dosyaların yeniden gündeme getirilmesi, yargı yoluyla kurulan baskının yeni bir aşamaya geçtiğini gösteriyor. Türkiye zaten öyle bir ülke ki bazı defterler hiç eskimiyor. Güncel ihtiyaçlara dayalı yargı alanının kullanılması ile karşı karşıyayız. O dönemin siyasal dinamikleriyle bugünün siyasal dinamikleri aynı değil. Ama bugün bir ihtiyaç doğrultusunda Gezi’nin canlandırılmasıyla bir siyasi adım atılıyor, siyasi çıkar elde etmek isteniyor. Gezi üzerinden yeniden yapılan gözaltılar ve yapılan sorgulamaların siyasal alanı yeniden kutuplaştırma faaliyetinin bir parçası olarak görüyorum. Geziye yönelik yazılan iddianameler ve sorgulamalar, diğer konulardan farklı olarak, yargının siyaseti düzenlemesini sadece siyasetçilerle sınırlı bırakmanın ötesinde artık siyasetçi olmayanlara yönelik de bir atak olarak yapılıyor. Bundan bir önceki aşamada siyasetçilere, liderlere, kanaat önderlerine doğru bir atak yapılırken, şimdi bu Gezi adımı ile artık işinde gücünde sanatçı, entelektüel insanlara da bu atak genişletiliyor. Niteliksel ayrım bu. Siyasetçilerden ve gönüllü olarak, profesyonel olarak siyaset yapanların dışına taşırılan bir saldırı süreci bu.
***
HAMZA DAĞ’DAN TEHDİT YAĞDI
AKP’nin İzmir Kadın Kolları 7. Olağan İl Kongresi’nde konuşan AKP Genel Başkan Yardımcısı Hamza Dağ, "CHP Genel Başkanı, gelmiş İzmir’de Gezi Olayları’ndan dolayı rahatsızlıklarını dile getirip sürecin takipçisiyiz demiş. O gün vandallık yapanlar, yakıp yıkanlar yanına kar olacağını mı zannetti? Hukuk zamanı geldiğinde hesabını soracak" dedi. Menajer Ayşe Barım, Gezi Parkı olayları sırasında çalışan oyuncuları protestolara yönlendirdiği iddiasıyla gözaltına alınmasının ardından dizi-film sektörünün tanınan yüzleri ifade için çağırıldı. Soruşturma kapsamında Halit Ergenç, Bergüzar Korel, Rıza Kocaoğlu, Mehmet Günsür, Dolunay Soysert, Nehir Erdoğan, Ceyda Düvenci ve Nejat İşler ifade vermişti.
***
Geliştirmeye değil, reklama yatırım: Turizm ajansı PR için para saçmış -Mustafa Bildircin-
Grand Kartal’ın sahibinin yönetiminde olduğu TGA’nın denetim raporuna BirGün ulaştı. PR için yurtdışından “Kanaat önderi” adı altında fenomen getiren ajans, “Yurtdışı işbirlikleri” için de 507,8 milyon TL ödedi.(https://www.birgun.net/haber/gelistirmeye-degil-reklama-yatirim-turizm-ajansi-pr-icin-para-sacmis-593942)
***
'Tekstil patronu' Dilek Aksak'ın kardeşi işten kovulan çalışanı darp etti: İşçi öldü, kardeş kaçtı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder