EVRENSEL "Köşebaşı+Gündem" -26 Ocak 2025-

Suriye ve Doğu Akdeniz niyetleri ve gerçekler…-Mustafa Yalçıner-

Türkiye’nin Suriye’deki “oyun kurucu” rolü ve etkisine ilişkin bilgi önce Avrupa kaynaklarından geldi. Türkiye ve Suriye’nin yeni egemeni HTŞ Müslüman’dı. Birinin İhvan (Müslüman Kardeşler) diğerinin Selefi oluşu pek önemsenmedi. Üstelik Türkiye başından beri Esad’ın devrilmesi çağrısı yapmış, şeriatçı çetelere karargah ve destek sağlamıştı. Esad Rusya’nın desteğiyle HTŞ ve diğer çeteleri Halep’ten sürdüğünde Türkiye kol kanat gererek, İran ve Rusya ile oluşturduğu “Astana süreci” çerçevesinde “gözetleme kuleleri” kurarak koruma sağlamış, İdlib’de yıllarca hüküm sürmelerini mümkün kılmıştı. Bir “diyet borcu” oluşmuştu, ama Suriye’nin yeni egemeni HTŞ, yine de Türkiye’nin dolaysızca finanse edip örgütlediği SMO değildi.

Ardından “Erdoğan adamlarını farklı oluşum ve isimlerle bölgeye gönderdi ve orayı aldı” diyen Trump’ın pohpohlaması geldi. Hesaplıydı ve Türkiye’yi Amerikan çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye yönelikti.

Suriye’ye ilk gidip Colani’nin kullandığı arabayla dolaşarak Emevi Camisi’nde namaz kılanların MİT’ten İbrahim Kalın’la Dışişleri Bakanı H. Fidan olması da eklenince hüküm neredeyse kesinleşti. Suriye’yi Türkiye yönetmese bile yönetiyor gibiydi!

Emperyalist merkezler şüphesiz gerçeği herkesten iyi biliyor, ancak böyle bir görünümün ortada dolaşması da işlerine geliyor. Önde gelen nedeni, bölgeye asker yığma yerine işlerini başkalarına, bu arada büyük bir bölge gücü ve NATO üyesi Türkiye’ye gördürmeyi tercih etmeleri. Özellikle Trump, İran ve Rusya’yla arasını bozma pahasına “Astana süreci”nin tarih olmasını sağlayan Türkiye’nin bunu “Hak ettiği” görüşünde.

Türkiye, biraz da söylentiye inanarak, niyetlerini gerçekleştirmek üzere en başından beri atakta. HTŞ’yi Rojava sorununun çözümü için zorladığını söylemek bile gereksiz. Hiç zaman kaybetmeden “deniz yetki alanı anlaşması”nı gündeme getirdi. Şimdiden kulisi parlatılan Suriye’nin Akdeniz kıyılarında bir deniz üssü kurma talebi de iletildi HTŞ’ye. Her biri önemleri birbirinden büyük olan Türkiye’nin bu niyet ve taleplerinin gerçekleşmesiyse kolay görünmüyor.

Söylentiler bir yana, Türkiye-Suriye ya da HTŞ ilişkilerinde bir abartı olduğu kesin. Tabii ki araları kötü değil ve Türkiye’nin gerek Suriye gerekse HTŞ ve Colani üzerinde belirli bir etkisi var. Ancak “Böbürlenme padişahım senden büyük …” deyişi de deneylerden süzülme atalar sözü. Türkiye’nin HTŞ ve Suriye üzerinde bir etkisi var, ama bölgenin yeniden dizaynını başlatan ABD’nin etkisinin daha çok ve tayin edici olduğu ve bunun en çok Colani tarafından bilindiği gibi, Suudiler ve BAE gibi bölgenin başka güç merkezlerinin de HTŞ üzerindeki etkisi küçümsenir gibi değil.

Örneğin Rojava Kürtleri sorununda Türkiye ve ABD’nin yaklaşım ve tutumları farklı ve bu konuda karar verecek olanın Colani ve HTŞ olmayacağı tartışmasız. Silahlar çekilmiş bölge yeniden paylaşılırken kararlaştırıcı olan, Lenin’in dediği gibi, sadece güç. Kimin gücü kime yeterse onun dediği oldu bugüne kadar, bundan sonra da öyle olacak. Güçsüzün payına, güçlüye uyum sağlama ya da Esad örneğindeki gibi “müzelik” olma düşecek.

HTŞ’nin “geçici hükümeti”nin iki bakanı Türkiye’ye de geldi, ama bakanları önce Riyad’a gitmiş ve mali destek sözü almış, bağlılık bildirmişlerdi. Türk tekelleri Suriye’nin yeniden imarı açısından çoktan tatlı hülyalara daldı, ancak Colani ve HTŞ, Türkiye’nin kendisinin paraya muhtaç olduğunu ve kredi aradığını biliyor. Bildikleri bir diğer şey paranın petrodolarlarıyla Körfez’de ve Avrupa’da olduğu. Suudilere bu amaçla gitmişlerdi, HTŞ Dışişleri Bakanı Şeybani bu amaçla Davos’ta batılılardan yatırım talep etti.

AKP hükümetinin elini çabuk tutarak kısa sürede çıkar sağlamaya yöneldiği ve Ulaştırma Bakanı A. Uraloğlu’nun imzalanacağını açıkladığı “Suriye ile bir deniz yetki alanları anlaşması” da zor konu.

Türkiye, Libya hükümetiyle bir anlaşma imzalamış, ama hemen hiçbir ülke bunu tanınmamıştı. Şimdi Türkiye Suriye’de rejim değişikliğini fırsata dönüştürerek Doğu Akdeniz’in “paylaşılması” konusunda avantaj sağlama niyetinde, ama Colani hükümeti Trablus hükümetinden farklı olarak, sadece Türkiye’nin değil, ama aynı zamanda ABD, İsrail ve Suudilerin kıskacında.

Doğu Akdeniz’in paylaşılması gerçekte bölgenin enerji rezervlerinin paylaşılması demek ve bu enerjinin nakliyesini de kapsıyor. Türkiye, yetki anlaşmasının Suriye’nin Akdeniz’deki payını artıracağını söyleyip Suriye’yi iknaya çalışırken, Mısır-Ürdün-Suriye arasında döşeli Arap boru hattını Suriye’den -Türkiye’yi gaz merkezi haline getirip- Avrupa’ya iletme alternatifini öneriyor. Ancak bölgeden -ilk ikisi Akdeniz’de enerji üretim bölgelerine sahip- Mısır, İsrail Filistin, Ürdün ve Avrupa’dan Yunanistan, Güney Kıbrıs, İtalya ve Fransa EastMed (Doğu Akdeniz) Platformu etrafında birlik ve İsrail ve Mısır gazını Kıbrıs ve Yunanistan üzerinden İtalya’ya ulaştırmada anlaşma halinde. Üstelik Türkiye’nin önerisinin bir diğer rakibi Hindistan’dan Suudi Arabistan ve muhtemelen İsrail üzerinden Avrupa’ya uzanacak ABD ve AB’nin desteğindeki “yeni ekonomik koridor.

                                                            /././

Doğal kaynaklar bağlamında Suriye -Mehmet Torun-

Suriye’deki gelişmelerin uluslararası pek çok boyutu var. Ancak paylaşım savaşlarının temelinde doğal kaynakların ve enerjinin rolü çok büyük.

Sınır komşumuz Suriye’de yeni bir dönem başladı. Baas rejimi bitti ve cihatçı-dinci bir yapı yönetime getirildi. Gelişmelerin uluslararası pek çok boyutu var elbette. Ancak son yüzyılda yaşanan paylaşım savaşlarının temelinde doğal kaynakların ve enerjinin rolü çok büyük.

Kabul gören kaynaklara göre Suriye’de çok önemli bir maden rezervi yok. En önemli madeni fosfat yatakları. Bunun dışında alçı taşı, endüstriyel kum (silika), mermer, tuz ve volkanik tüf bulunmakta. Petrol ve doğal gaz açısından da Irak ya da Arap ülkeleri kadar şanslı değil. Ortadoğu standartlarına göre büyük bir petrol ihracatçısı olmasa da kendi ihtiyaçlarını karşılayan bir ülke. Suriye, küresel üretimin sadece binde 5'ini oluşturan nispeten küçük bir petrol üreticisi.

O zaman emperyalist ülkelerin amacı ne. Suriye halklarına barış mı getirecekler diğer ülkelerde yaptıkları gibi. Esad’ın diktatör olduğu doğru ancak iktidara getirilen yönetimin gerici-şeriatçı yapısı ve geçmişteki insanlık dışı uygulamaları bölge halkları için soru işaretleriyle dolu.

Batılı emperyalist ülkelerin hesapları belli aslında. Suriye topraklarında her ne kadar zengin doğal kaynakları olmasa da kıyısının bulunduğu Doğu Akdeniz’de ciddi doğal gaz ve petrol rezervi olduğu bilinmekte. Doğu Akdeniz, hidrokarbon kaynaklarının zenginliği nedeniyle uzun yıllardır bölgesel ve uluslararası güç mücadelelerinin odağında yer almakta.

Levant Havzası adı verilen bölgeyle ilgili en kapsamlı çalışmayı Amerikan Jeolojik Araştırma Merkezi (USGS) 2010 yılında yayımlamış. Levant, etimolojik olarak doğu anlamına gelmekte olup, İngilizlerin ‘orta doğu’ sözcüğünü türetmesine benzer bir yaklaşımla, Akdeniz’in doğusunu betimlemek amacıyla kullanılmış.

Bu rapora göre; Levant Havzası'nda toplamda 1.7 milyar varillik iki petrol rezervi olduğu tahmin edilmekte. Fakat bölgenin doğal gaz zenginliği, enerji devlerinin iştahını daha fazla kabartmakta. Bölgede büyük oranda deniz yatağında olan çıkarılabilir doğal gaz rezervinin 3.45 trilyon metreküp olduğu tahmin edilmekte. Bu önemli kaynaklar için bölge ülkeleri ve uluslararası şirketler ciddi bir mücadele içinde.

Suriye-İsrail sorunu, petrol ve doğal gaz saha geliştirmesi ve boru hatlarıyla taşınması faaliyetlerine yansıması özellikle batılı ülkelerin dikkatle takip ettiği bir konu. İsrail tarafından son olarak keşfedilen Tamar ve Leviathan gibi doğal gaz yataklarının Suriye ve Lübnan’ın kıta sahanlığına yakın olması İsrail’in bu ülkelere ait gazı çaldığına yönelik suçlamalara yol açmış. Golan Tepeleri, Hamas ve Hizbullah’a destek gibi nedenlerle zaten sorunlu olan İsrail-Suriye ilişkilerinin doğal gaz arama, üretim, taşıma konularında çatışmaya dönüşmesi riski birileri açısından önemli bir tehdit olarak görülmekte. Bu anlamda batılı güçler için Suriye, hizaya çekilmesi gereken bir ülke konumundaydı. Daha önce Mısır’da, Libya’da, Irak’ta yaptıklarını bu kez Suriye’de yaptılar. Bölge, emperyalistler için dikensiz gül bahçesi olmalıydı ki işlerini rahat yürütsünler. Kendilerine hiçbir koşulda itiraz etmeyecek bir yapıyı yönetime getirdiler.

Diğer bir konu, petrol ve doğal gaz boru hattı güzergahları. 1948 öncesinde, Kerkük-Hayfa boru hattı ile Irak'tan İsrail'e petrol aktarılıyordu. Ancak Iraklılar, savaş sırasında bu hattı kapattılar. ABD yönetimi, Irak'tan İsrail'e petrol nakletmek için tekrar düğmeye bastı. Geçmişte Bush yönetimi, İsrail'den "Irak'tan Hayfa Limanına petrol pompalama" olasılığını araştırmasını istedi. İsrail hükümeti ise, Irak işgaline verdiği kayıtsız desteğin karşılığı olarak, Kerkük-Hayfa boru hattının açılmasını istiyordu. Bu hattın Musul petrolleriyle birlikte Suriye üzerinden geçirilmesi için uygun bir yönetim gerekliydi. Bu da başarıldı. Artık Irak’ın doğal kaynakları da Hayfa Limanına sorunsuz akacak gibi. Burada da açıkça görülüyor ki, doğal kaynaklar ve enerjinin önemi oldukça fazla. Madenler ve doğal kaynaklar için gerektiğinde her şeyin yapılabileceği bir kez daha gösterildi.

Üçüncü önemli konu, su; Tüm dünyada gittikçe öne çıkan su konusu Ortadoğu için hayati değerde. Sınır aşan suların kullanımı konusunda uluslararası sorunlar büyürken, Fırat Nehri’nin sularının İsrail tarafından kullanılması gündeme gelebilecek. Suriye’de yaşanan gelişmelerin ABD ve İsrail’in tam istediği gibi şekillendiği göz önüne alındığında bu konunun da göz ardı edilmemesi gerek.

Tarih tekerrür etmekte, emperyalist ülkeler uzun vadeli projelerini tıkır tıkır uygulamaktalar. Dün İran’da Musaddık’a, Şili’de Allende’ye yakın tarihte Kaddafi’ye, Saddam’a yapılanlar bugün değişik bir şekilde Esad’a yapıldı. Bu coğrafyaya bir süre daha gerçek demokrasi gelmeyecek gibi. Birilerinin rahat yaşaması için birileri ölecek, kalanlar ise cehennemi yaşayacak ne yazık ki.

Halkların kardeşliği ve eşitlik temelinde, özgür, laik ve bağımsız bir Suriye’nin inşası bu coğrafyada yaşayan herkesin yararına olacak. Bu doğrultuda mücadele etmek önemli bir görev.

                                                              /././

Körfez ve Türkiye burjuvazisinin yeni baharı -Ela AVA / Cihan Çelik-

Türkiye son yıllarda Körfez ülkeleriyle ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerini artırdı. Bu tablo karşılıklı bağımlılın da artması anlamına geliyor.

Ortadoğu'daki gelişmeler, savaşlar ve emperyalizmin bölgeyi yeniden şekillendirmek amacıyla çizdiği rota, bağımlı kapitalist ülkeler arasındaki ilişkilerin yeniden şekillenmesine yol açtı. Ortadoğu'nun farklı ülkeleri arasında mali ve askeri iş birlikleri yeniden gözden geçirildi. 2024’te Türkiye'nin Arap sermayesiyle kurduğu ilişkilerde önemli dönüşüm seyri izlendi. Özellikle son yıllarda Batı emperyalizmine yaklaşan Suudi Arabistan gibi Arap ülkeleri ile NATO üyesi Türkiye arasında yeni askeri iş birliklerinin kapıları açıldı.

SUUDİ-TÜRKİYE DOSTLUĞU!

IMF verilerine göre ticari reformların ve artan petrol fiyatlarının etkisiyle Suudi Arabistan 2022’de dünyanın en fazla büyüyen ekonomisi olmuştu. Suudi Arabistan 267 milyar varil ile Venezuela’dan sonra dünyanın ikinci en büyük petrol rezervine sahip. Ayrıca Suudilerin 8.4 trilyon metreküp doğal gaz rezervi olduğu tahmin ediliyor. Bu dünyadaki toplam gaz rezervinin yüzde 4.2’sini oluşturuyor.

2016’de ülke ekonomisini sadece petrole dayalı olmaktan çıkarmak istediğini belirten Ancak Suudi Arabistan “Vizyon 2030” adı altında reform planını başlattı. Planın en önemli amaçları arasında imalatta daha fazla doğrudan yabancı yatırımcı çekmek, madencilik, toplu taşıma ve demir yolu ağının gelişimini hızlandırmak yer alıyordu.

Bu açıdan yabancı yatırımcılar bulma ve Türkiyeli şirketlerin Körfez ve Arap ülkelerinde yatırımcı olmasının önünü açma arayışına giren Şimşek Programı ile Suudilerin Vizyon 2030’u uyuşuyordu. 2024 bu nedenle Arap sermayesinin daha fazla Türkiye'ye aktığı bir süreci beraberinde getirdi. Ticaret Bakanı Ömer Bolat, 2024 yılının Türkiye-Suudi Arabistan ekonomik ilişkilerinde “altın bir yıl” olacağını belirtmiş ve orta vadede 10 milyar dolar, uzun vadede ise 30 milyar dolarlık ticaret hacmi hedeflendiğini ifade etmişti. Nitekim öyle de oldu. Bu iki ülke arasındaki ilişkilerde bağımlılığın artmasını da beraberinde getirdi.

2 Kasım 2024’te enerji, savunma sanayisi, inşaat, sağlık, turizm, gıda, tarım, lojistik ve teknoloji gibi çeşitli sektörlerden şirketlerin katıldığı Türkiye-Suudi Arabistan iş forumunda, iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin geleceği ele alındı. Vizyon 2030 çerçevesinde Türkiyeli firmaların üstlenebileceği projeler konuşuldu.

Forum kapsamında Suudi Kalkınma Fonu ile Hazine ve Maliye Bakanlığı arasında iş birliği anlaşması ve 6 mutabakat zaptı imzalandı. Mutabakatlardan biri Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ve Suudi Arabistan Merkez Bankası arasında iş birliğinin geliştirilmesine zemin oluşturma amacını güdüyordu.

Türk ve Suudi şirketler arasında da 21 iş anlaşması yapıldı. Tekfen İnşaat’ın aldığı 212 milyon dolar değerindeki “Package-16 MGSE III: Cidde Kümesi” boru hattı projesi bunlardan biriydi.

İki ülkenin askeri alanda ortaklaştığı zeminler de hazırladı. 4 Temmuz 2024’te Suudi Arabistan devletine ait savunma şirketi SAMI, Türkiyeli savunma şirketleri Baykar ve Aselsan ile iş birliği yapmak üzere mutabakat zabıtları imzaladı. Bu anlaşmalar kapsamında, Suudi Arabistan’da insansız hava aracı üretimi ve savunma teknolojileri geliştirilmesi Baykar ve Aselsan’a bırakıldı.

SERBEST TİCARET İÇİN İŞ BİRLİĞİ ARAYIŞI

Öne çıkan gelişmelerden biri de Türkiye-Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) Serbest Ticaret Anlaşması müzakeresinin başlamasıydı. Türkiye ve KİK üye ülkelerinin (Bahreyn, Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan, BAE ve Umman) dünya ile toplam ticaret hacimlerinin 2.4 trilyon dolar seviyelerinde olduğu Ticaret Bakanlığı tarafından açıklanmıştı. Müzakerelerin ikinci turunda netleşmiş bir çerçeve ortaya çıkarsa dünyanın en büyük serbest ticaret alanlarından birinin oluşturulmasına bir adım daha atılmış olacak. Bunun dışında da Türkiye'nin KİK üyeleriyle yaptığı anlaşmalar ve sermaye iş birliği sayısı oldukça fazlaydı.

BAE İLE ANLAŞMALAR YILI

Uzun süre inişler ve çıkışlarla ilerleyen Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ilişkilerinin ardında aynı bölgesel yayılmacı planlar, aynı bölgedeki rantın paylaşımı kavgası var.

Bu çelişki ve çatışmaların yarattığı gerilimin dozu; BAE ve Suudi Arabistan’ın, Türkiye'nin en önemli bölgesel müttefiklerinden Katar’a uyguladığı ambargoyu 2021’de kaldırmasının ardından düşmeye başladı ve ilerleyen süreçte BAE ve Türkiye arasında çeşitli ekonomik iş birliği anlaşmaları imzalanmaya başladı. 2021’de BAE Devlet Başkanı Al Nahyan'ın Türkiye ziyareti sırasında 9 yatırım anlaşması imzalandı. Abu Dabi Kalkınma Holdinginden 10 milyar dolarlık fon tahsis edildi. Erdoğan da 14 Şubat 2022’deki Abu Dabi ziyaretinde 13 anlaşmaya imza atarken “Türkiye-BAE ilişkisinde yeni bir dönemi başlattık” dedi.

Erdoğan, 19 Temmuz 2024’te para arayışı için çıktığı Körfez turunun son durağı olan BAE’de enerji, ulaştırma, altyapı, inşaat başta olmak üzere 50.7 milyar dolarlık 13 anlaşma imzaladı. Öte yandan 22 Nisan 2024’te Erdoğan’ın Irak’a gerçekleştirdiği ziyarette Kalkınma Yolu Projesi kapsamında Türkiye, Irak, Katar ve BAE arasında İş Birliği Mutabakat Zaptı imzalandı.

Ekim 2024 itibarıyla Türk inşaat şirketlerinin BAE'de tamamladığı 145 projenin karşılığı ise 13.2 milyar dolar oldu. Yine aynı yıl Abu Dabi merkezli yatırım şirketi ADQ, Bank Audi liderliğindeki grupla anlaşarak Odeabank’ın yüzde 96’lık hissesini satın aldı. Mapa ve Limak'ın dahil olduğu konsorsiyumun BAE’de aldığı 6 milyar dolarlık metro projesi ise en büyük ihale oldu.

2007’den bu yana özelleştirilme kapsamında bulunan İzmir Alsancak Limanının yüzde 50’sinin BAE’li Abu Dhabi Port’a devri için el sıkışıldığı da dile getirilen iddialar arasında.

SUDAN-BAE ARASINDA ARABULUCULUK

2024’e gelindiğinde siyasi anlaşmaların da yolu açıldı. AKP bölgede NATO'nun arabulucusu rolünü farklı yönleriyle üstlenmeye devam etti. Otuz yıllık diktatör Ömer Beşir’in devrilmesinin ardından başlayan iç savaş nedeniyle binlerce sivilin hayatını kaybettiği Sudan’da ordu ve Hızlı Destek Güçleri (HDK) iç savaşın taraflarını oluşturuyor. Mısır ve Suudi Arabistan bu savaşta Sudan ordusunu; BAE ise HDK’yi destekliyor. Mısır Sudan’dan doğan Nil Nehri’nden gelen suyun paylaşımında Etiyopya ile sorun yaşarken Sudan ordusundan destek görüyor. Sudan’da buğday ekimi yapan Suudi Arabistan ise ülkenin topraklarını ve yer altı sularını sömürüyor. BAE ise Yemen’de Husilere karşı verdiği savaşta en büyük desteği HDK’den alırken karşılığında cephane ve silah sağlıyor.

Bugüne kadarki arabuluculuk çabalarından sonuç çıkmazken en son Erdoğan, Suriye ordusunu temsil eden el-Burhan ile telefon görüşmesi gerçekleştirdi ve Sudan yönetimi ile BAE arasında arabuluculuk yapmayı önerdi. Bu öneri taraflarca kabul edildi ancak henüz somut adım atılmadı.

KATAR İLE İLİŞKİLER SIKILAŞIYOR

Türkiye’nin 2024’te önemli iş birliği yaptığı ülkelerden biri de Katar oldu. Doğrudan Avrupa’ya uzanan boru hatları olmasa da Katar’ın dünyanın en büyük LNG (sıvılaştırılmış gaz) ihracatçılarından biri. Doğal gaz boru hattı projesiyle gündeme gelen Katar-Türkiye ilişkileri; Türkiye’nin finansman ihtiyacı karşılığında verilen tavizlerin izini taşıyor. Katar sermayesine yapılan arazi ve fabrika satışları, başta Türk Telekom olmak üzere kamu elindeki şirketlerin kelepir fiyata Katarlı şirketlere satılması, askeri sanayi ortaklıkları ve banka devirleri… Halka ait kaynaklar yağmalanırken milyarlarca dolar şirketlerin kasasına aktı. Bunlar karşılığında Türk inşaat şirketlerine de Katar pazarı açıldı.

2021'de 140 milyon dolar karşılığında Antalya Limanı’nın işletme hakkı 2047 yılına kadar Katarlı QTerminals şirketine devredildi. Karşılığında Nurol, Gama, Gersan, Samko, Doğuş gibi Türk şirketleri Katar’da inşaat ihaleleri aldı. Türkiyeli şirketlerin aldığı en büyük ihalelerden biri 10 milyar lira ederindeki tuz fabrikası idi. Fabrika için Atlas Yatırım, Katarlı iki şirketle birlikte konsorsiyum oluşturdu.

2024’te ise askeri ve siyasi alanlarda sermaye sahipleri ve sermayedarların elindeki devletler için önemli anlaşmalar imzalandı. 14 Kasım 2024’te yapılan Türkiye-Katar Yüksek Stratejik Komite Onuncu Toplantısı ile 8 anlaşma imzalandı. En çok dikkat çekeni savunma bakanlıkları arasındaki teknik ve askeri iş birliği anlaşmalarıydı.

UMMAN’DAN SIVILAŞTIRILMIŞ GAZ

Umman ve Bahreyn ile ilişkiler açısından da benzer gelişmeler yaşandı. 28 Kasım 2024’te Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Umman Sultanı Heysem bin Tarık huzurunda 10 anlaşma imzalandı.

Ordu Yardımlaşma Kurumu ve Umman Yatırım Otoritesi arasında ortak girişim kurulması ve Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ile Umman Sultanlığı Merkez Bankası arasında mutabakat zaptı dikkat çekenleriydi. Enerji alanında yapılan anlaşmaya göre ise 2025 yılından itibaren BOTAŞ Umman'dan sıvılaştırılmış gaz tedarik edecek.

28-29 Ocak 2024’te Bahreyn’i ziyaret eden TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş da iki ülke arasında çeşitli alanlarda iş birliğini güçlendirmeye yönelik adımlar attıklarını duyurmuştu. Ayrıca 3 Mart 2024’te gerçekleştirilen Antalya Diplomasi Forumu’nda Bahreyn Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı Şeyh Abdulla Ahmed bin Hamad al Khalifa, Türkiye ile güvenlik ve askeri ilişkileri geliştirmek için yakın şekilde çalıştıklarını ifade etmişti.

AKP ve Mehmet Şimşek’in önümüzdeki süreçte Arap sermayesine daha fazla yönelmesi şaşırtıcı olmayacak. Yeni anlaşmaların, yeni siyasi iş birliklerinin eşlik edeceği bu süreç güç dengelerini yenilemek ve bölgeyi şekillendirmek isteyen emperyalistlere de “eşsiz fırsatlar” sunacak.

                                                               /././

‘Karadeniz’deki dereye, Ege’deki ormana da ses çıkarmayın’ mesajı -Gözde Tüzer-

Ayşe Barım’ın gözaltına alınması Gezi’ye bağlanınca iktidarın kültür alanındaki “düzenlemeleri” bir kez daha gündeme geldi. Şenay Aydemir Evrensel'e değerlendirdi.

Menajer Ayşe Barım, “Gezi Parkı olaylarının planlayıcılarından” olduğu iddiasıyla gözaltına alındı, Oyuncular Halit Ergenç, Bergüzar Korel, Mehmet Günsur, Ceyda Düvenci, Nejat İşler, Rıza Kocaoğlu ve Nehir Erdoğan “tanık” sıfatıyla ifade verdi. Barım’a dair oyunculuk sektöründeki tekelleşme iddialarını tartışırken, “Gezi’nin planlayıcısı olduğu” iddialarını konuşmaya başladık. Kültürel iktidar ve “hegemonya” tartışmalarından, iktidarın yapmak istediklerine kadar Evrensel gazetesi yazarı da olan Gazeteci ve Film Eleştirmeni Şenay Aydemir’le konuştuk. Aydemir asıl mesajın; “İktidarın hedef alınmaması gerektiği şeklinde” olmadığını “Artık Karadeniz’de bir derenin, Ege’de bir ormanın yok edilmesine de ses çıkarılmasının istenmediğini söyledi.

Ayşe Barım’la ilgili iddialar Gezi’ye bağlandı, sanatçılar tek tek ifadeye çağrıldı. 12 yıl sonra gelen bir soruşturmadan söz ediyoruz. Biz sektördeki tekelleşmeyi konuşurken bir anda Gezi’yi konuşmaya başladık. Buraya nasıl geldik?

Buraya yaklaşık 23 yıllık bir iktidarın sonunda geldik kuşkusuz. Ama özellikle 2017’deki anayasa değişikliği referandumu ve 2018 cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından rejim inşasının hızlanma mecburiyeti etkili olmuş görünüyor. Kültür sanat alanına dair ‘daha alt kademelerde’ süren baskı artık en popüler ve en çok paranın döndüğü alana gelmiş gibi. Ama bu, örneğin 10 yıl öncesinden farklı olarak sadece kültürel hegemonya tartışmalarına bağlanabilecek bir konu değil. Çok daha derinde, rejimin kendini inşa edememe, toplumun büyük çoğunluğunun açık rızasını alamama krizleriyle de bağlantılı kanımca. Evet, bir yanıyla milyar dolarlık bir sektör söz konusu ama öte yandan hem birey olarak hem de rol aldıkları yapımlarla milyonlar üzerinde etkili olan insanlar hedefe konulmuş görünüyor. Buradan muradın yalnızca ekonomik olduğunu söyleyemeyiz. Hatta meselenin Gezi’ye bağlandığı anda çok daha politik bir hal aldı. Zira Gezi davasının bütün sürecinin hukuki bir karşılığı yok!

POPÜLER KÜLTÜR DÜNYASINA AÇIK BİR MESAJ

“Milyonlar üzerinde etkili insanlar” demişken… Ayşe Barım’ın gözaltına alınması sonrası ifadeye çağırılan oyunculara bakınca söylediğin gibi oldukça popüler isimler… Bunun özel bir tercih olduğunu düşünüyor musun?

Bu ilişkilendirmeyi yapanların gerçek niyetini bilmemiz zor. Ama dışarıdan bakınca, başta oyuncular ve dizi sektörü olmak üzere popüler kültür dünyasına açık bir mesaj olduğu kesin. Gözaltına alınan Ayşe Barım ve diğer oyuncuların Gezi’ye katıldıkları sabit ama politik olarak aktif bireyler olduğunu söylemek de zor. Belli toplumsal konularda çok can sıkmayacak paylaşımlar yapmış olabilirler. Ama bence asıl mesaj; böylesi ‘büyük’ isimleri seçerek diğerlerine verilmek isteniyor sanki. Ve bu mesaj öyle doğrudan iktidarın hedef alınmaması gerektiği şeklinde de değil. Artık Karadeniz’de bir derenin, Ege’de bir ormanın yok edilmesine de ses çıkarmamaları isteniyor. Çünkü özellikle de çevre ve kadın hakları mücadelesinde, kamuoyunda saygınlığı olan popüler figürlerin destekleri, ciddi bir katkıya dönüşebiliyor, mücadelenin toplumun diğer kesimleri tarafından meşru görülmesinin yolunu açabiliyor. Yani Kaz Dağlarındaki madenle, Arhavi’deki dereyle, popüler kültür alanına Gezi gerekçesiyle gözdağı verilmesi arasında dolaysız bir bağ var!

‘BÜTÜN MAĞDURLAR KENDİ BAŞINA HİSSETTİRİLİYOR’

Sen de söyledin, her konu arasında dolaysız da olsa bir bağ var… Bu “dolaysız bağ” dolaylı hale geliyor ve son günlerde iktidarın baskıları her alanda artıyor. Baro hedefe konuyor, yöneticisi gözaltına alınıyor. Gazeteciler cezaevine, ev hapsine konuluyor. Ayşe Barım üzerinden dizi sektörüne mesaj veriliyor. Tüm bunları birleştirince nasıl bir tablo çıkıyor?

Yukarıda biraz ifade ettim. Bunların ve burada anmadığımız -örneğin grev yasakları, hak mücadelelerine yönelik saldırılar- birçok alan birbirleriyle doğrudan bağlantılı bence. İktidar, her alanı kendi başına bırakacak bir plan işletiyor çoğu zaman. Tek bir merkezden yönlendirilen geniş bir saldırı ağına karşı bütün mağdurlar kendi başlarına hissediyorlar. Tıpkı şu an dizi sektöründe olduğu gibi. Ayşe Barım gibi desteği zayıf birini seçip oradan açtıkları gedikten daha da büyütüyorlar saldırıyı eğer izin verilirse.

‘KÜLTÜREL İKTİDAR DİYE BİR ŞEY YOK’

Bir de tabii uzun yıllardır tartışılan “kültürel iktidar” mevzusu var. Pek çok açıklama bulunur ama mesela 28 Mayıs 2017'de Cumhurbaşkanı Erdoğan “Siyasi iktidar olduk ama sosyal ve kültürel alanlarda iktidar değiliz” demişti. Gerçekten de kültür de “iktidar” olunamadı mı? 

Olunamadı, olunamaz da. Kültürel iktidar diye bir şey yok çünkü. Ama Cumhurbaşkanı ve iktidarın ideologları 15 yıl kadar önce bunu bir iktidar meselesi gibi algılayıp öyle masaya koydukları için biraz da öyle tartışıldı ve dar bir alana hapsedildi. Bu ideologlar sanıyordu ki; ‘Biz yeterli ideolojik altyapıya ve birikime sahiptik ama iktidar ve sermaye bizde olmadığı için kültürel alanda yokuz ya da yok sayılıyoruz. Şimdi artık ikisi de olduğuna göre, eli kulağındadır büyük sanat eserleri ortaya çıkarmanın’ diye düşündüler. Ama o sırada ‘büyük sanatçıları’ belediyeden ihale kovalıyordu muhtemelen. Burada iktidar ideologlarının görmediği bir şey daha vardı. Kemalist cumhuriyet fikrine en sadık sanatçıların bile, hayatlarında bir kez cumhuriyetle ters düşüp hapse girmişliği, gözaltına alınmışlığı, işsiz kalmışlığı, soruşturma geçirmişliği vardır.

Konuya dönersek… O büyük sanatçılar ve eserler gelmedi. Gelmedikçe de Erdoğan’ın kişisel hırsının daha da arttığı görüldü. Önce, çuvaldızı kendilerine batıran üslubu terk edip, ‘ötekilerin’ dünya çapında bir eser ortaya koyamadığını söyledi, bir yıl sonra da kendisinden önceki cumhuriyet tarihinin sanatını ve sanatçısını yok saydı. ‘Sanat alanı’nın, özellikle de kamu destekleriyle gerçekleştirilenlerin temaları kırmızı çizgilerle belirlendi. Doğrudan tebliğ edilmese de galeriler, yapımcılar, festivaller buna göre hizalandılar hemen. Madem yapılamıyordu, o zaman yapılmasını engellemek, yapılanı belirlemek gerekti. Ve fakat iktidar propagandistleri meseleyi bir iktidar olarak koydukları için ve bu mümkün olmadığı için olamadılar. Belli ki şimdi şimdi meselenin kültürel iktidar değil, kültürel hegemonya olduğunu anlıyorlar!

KÜLTÜREL HEGEMONYA SAĞLAMAK MÜMKÜN MÜ?

Söylediğin gibi hizalanan galeriler, yapımcılar ve festivallere ‘sanatçıları’ da ekleyip uzun bir liste yapılabilir elbet… Ancak sence “kültür” gibi bir alanda hegemonya sağlamak mümkün mü?

Mümkün ve asıl önemli olan da bu zaten. Hegemonya, tanımından da anlaşılacağı üzere; toplum üzerinde güçlü etkisi, izi olan fikirleri ve eserleri kapsıyor bir yandan. Burada filminizin, müziğinizin sanatsal kalitesi kadar, kişilik ve fikirlerinizin de toplumda nasıl karşılık bulduğu önem kazanıyor. Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya örneğin... Yılmaz Güney hakkında her yıl onlarca iddia ortaya atılır, karalama kampanyaları düzenlenir. Ama Türkiye sinemasını onun adını anmadan tartışamazsınız. Üstelik yalnızca filmleriyle değil, karakteriyle sektöre yön verişiyle de bu böyledir. Her yıl Adana Altın Koza Film Festivali’nde kürsüye çıkan onun adını anmadan aşağı inmez. Çünkü onun sadece sinema fikirleri değil, topluma dair görüşleri ve onunla kurduğu bağ da gücünü koruyor.

Hakeza Ahmet Kaya... Bugün hâlâ popüler kültürün en önemli figürlerinden biri olmayı, en çok dinlenen müzisyenler arasında üst sıralarda yer almayı sürdürüyor. Bunu belirleyen sadece şarkıları değil kuşkusuz. Rahatsız olunan şey biraz da bu. Bu iki örneği en bilinenler olduğu için verdim. Bugün de benzer etkiler yaratan, referansını kendisinden önceki benzerlerinden alan popüler figürler var kuşkusuz. “Bugünün Türkiye’sinde hegemonik olan bir kültür var mı, varsa nasıl tarif edilir” sorusu başka bir tartışmanın ve araştırmanın konusu kuşkusuz. Ama iktidar cenahını mutlu etmediği görülüyor. Peki bizi mutlu ediyor mu? Biz işçi sınıfı olarak bu mücadelenin neresindeyiz? Belki bir kez daha oturup düşünmenin vaktidir!

                                                             /././

Reality Showda başkalarının hayatı: Yanan otel, Gezi ve Ayşe Barım tekeli…-Nuray Sancar-

Dizi ve film sektöründe tekel kurduğu gerekçesiyle hakkında önce sosyal medya kampanyası başlatılarak itibar suikastına maruz bırakılan Menajer Ayşe Barım’ın ‘Gezi olayları’nın düzenleyicilerinden olduğu gerekçesiyle gözaltına alınması alışkanlık haline gelmiş, yolda giderken suç uydurma vakalarından biri. Ayşe Barım’ın portföyünde izleyicilerin yakından tanıdığı birçok ünlü sanatçı yer alıyor. Bu sanatçıların rol aldığı diziler-filmler yerli kanallarda, yabancı dijital platformlarda alıcı buluyor ve milyonlarca dolarlık bir getirisi var. Dolayısıyla kast ajanslarının zirvesinde Ayşe Barım’ınki yer alıyor.

“Çocuklar Duymasın” dizisinde yer almaktan başka bir marifetine tanık olunmayan, yeni makamında sanatçı arkadaşlarına mobbing uygulamakla anılan Tamer Karadağlı’yı Devlet Tiyatrolarına müdür atayan iktidar, Barım’ın elinin altındaki dolar havuzuna göz dikti.

SEN NİYE TEKELLEŞTİN?

Ne var ki her konuda tek tekelin kendisine ve yandaşlara ait olmasını dileyen ve bunun için elinden ne gelirse yapan siyasi iktidarın müdahalesi ‘Sen niye tekelleştin’ hesabı sorularak gelmedi. Normal koşullarda sektör içinde bir mücadelenin konusu olması gereken; kültür sanat alanının bütün alanlarında da kendisini gösteren tekelleşme ve neredeyse tarikatlaşmayı andıran kastlaşmaya yargı meşgul edilerek müdahale edilmesi, normal koşullarda yaşamadığımız için mümkün olabildi. Memleketin normali araziye, kendisinde toplanmayan birikime, toprağa, ormana, madene, belediyelere çökmektir çünkü.

Şimdi Ayşe Barım 12 yıl önce yaşanmış Gezi direnişini organize etmekle, sanatçıları harekete geçirmekle itham ediliyor. Hafıza biraz çalıştırılırsa; Gezi Parkı’na Topçu Kışlası dikmek üzere ağaçların kesilmeye başlanmasını protesto etmek için yürüyen sanatçıları sokağa çıkaran ilk motivasyonunun tarihi Emek Sinemasının yıkılması olduğu hatırlanacaktır. İstanbul kent merkezinin rövanşist yeniden yapılanması için kolları sıvayan dönemin hükümeti; sanatçıları, sanatseverleri kışkırtmış ve protesto gösterilerini tetiklemişti. Aynı dönem İstanbul Şehir Tiyatrolarındaki tasfiye de binlerce oyuncuyu harekete geçirmişti. Gezi direnişi bu gelişmelerin üzerine geldi.

Kimse tarafından organize edilmedi; o halktaki birikimin bir dışa vurumuydu. Bu, kendiliğinden halk hareketinin diyeti, yıllar sonra açılan bir davanın sonuçlanmasıyla, içlerinden biri, Can Atalay milletvekili seçildiği halde, bugün içerde tutulan 6 kişiye ödetiliyor.

NE SEYİRCİ, NE DIŞ PAZARA AÇILMA

Kültür ve sanat alanına müdahale edebilmek için iktidarın epeydir fırsat kolladığı biliniyor. Bir vakitler kültürel bir hegemonya kuramadıklarından yakınan iktidar sözcülerine yardım, Muhafazakar Sanat manifestosu hazırlayan İskender Pala’dan gelmişti. Muhteşem Yüzyıl dizisinin akışına karışarak Muhafazakar Sanat adına Kuruluş, Payitaht vb. dizileri neredeyse sipariş eden, vurdulu kırdılı mafya dizilerinin ekranı kaplamasına yol açan yüksek müdahale, ne seyirci sayısını katlayabildi ne de dış pazarlara açılabildi.

Ayşe Barım merkezinde tekelleşme iddiaları ortalığa saçıldığında TRT’nin yaptığı Gassal dizisinin masraftan kaçınılmamış PR’ı yapılmaktaydı. Ancak estirilen fırtına hiçbir şeyi devirmeye yetmedi. Tek tek sözde alternatif yapımlarla piyasayı ve halkın ilgisini zorlamak mümkün olmuyordu. Hazırda Ayşe Barım kastının/tekelinin açık pazarı varken neden buraya çökülmesin?

‘MEYDANLAR İKTİDAR İÇİN TEHLİKELİ HALE GELDİ’

Bir önemli nokta daha var. Bolu’daki Grand Kartal Otelinde çıkan yangının yarattığı infial içinde CHP’nin belediye başkanını suçlayarak işin içinden sıyrılmayı başaramayan iktidar, Gezi’deki malzemeyi yeniden karıştırmaya başlamış görünüyor.

Dizi sektöründeki tekelleşmenin doğrudan doğruya Gezi’ye iliştirilmesi sadece bu piyasaya çökme merasiminden ibaret değildir. 22 yıllık iktidar pratiğinin altındaki çürük menfezlerinin birer birer çökmesiyle birlikte halktaki infial birikimi de artıyor. Yoksulluk, açlık, aşırı çalışmaktan bıkkınlık, ruhsal gıdanın da tükenmesi çok açık ki meydanları iktidar için tehlikeli hale getirdi. Sessiz kalabalıkların her an harekete geçebileceği korkusu, en üst sınırda cezalandırılmaların yapıldığı Gezi davası çağrışımını güncelleme repertuvarını genişletmek zorunda kılıyor iktidarı.

Ortaya çıkan her krizi imal edilmiş yeni bir krizle atlatmaya çalışmak siyasi bir alışkanlık; halkın dikkati kendi hayatındaki krizden televizyon ekranlarında bir drama gibi izleyeceği daha ağır ve güncel krizlere çevrilmiş durumda.

‘HAYATI TEKELLEŞME OLANLAR, TEKELLEŞMEYLE MÜCADELE EDEMEZ’

Halk bir yandan bir parti genel başkanının, Ümit Özdağ’ın tutuklanmasıyla meşgul edilirken bir yandan da yaşamın kendisinin bir dizi filme dönüştürüldüğü; ya da içinde ünlü sanatçıların rol aldığı bir reality show önünde. Yanan otelden çarşafları bağlayarak atlayanlar, 78 ölü derken reklam arası bile verilmeden Acun’un Survivor’ına bağlanır gibi, siyasi iktidarın tekelleşmesine karşı Ayşe Barım’ın tekelinin kapıştırıldığı bir beyaz ekrana mıhlama aksiyonu halinde yaşatılıyor hayat. Sonraki krizin nereden çıkacağı ve ardından nasıl bir adrenalin deşarjı yapılacağı belli değil. Halkın yararına hiçbir şey uğruna değil, iliklerini kurutmak için boşaltılan hormon sayesinde kamuoyu sürekli yoruluyor.

Fakat pop-faşizm gerçekliğinde hiçbir şey ekrandaki gibi ucuz değil. Maliyeti komşu otelde insanlar yanarken kayak yapmaya devam edebilmek gibi bir dejenerasyon pahası ödenmek zorunda. Her şey aslında hayat pahası.

Ümit Özdağ gibi bir rejim kolonu bile ‘Öldürülebilirim’ diyerek korkusunu ifade etmişken 12 yıl sonra sallanan Gezi sopası niye korkutmasın?

Ama sonra gelsin milyonlar, milyar dolarlar. Hayatı tekelleşme olanlar, tekelleşmeyle mücadele edemez, sadece o tekelin birikimini kendine mal eder. ‘Gezi olayları’ da davanın mazereti olur. 

                                                           /././

ABD’de bir milyarder kliği sahneden indi diğeri geldi -Aras Coşkuntuncel-

ABD’de bir kısım milyarderin sahneyi başka bir kısım milyardere devir teslim töreni geçtiğimiz pazartesi günü gerçekleşti. Bloomberg, Soros, Glazerlerin rejimi yerini Musk, Bezos, Zuckerberglerin rejimine bıraktı. Trump’ın yemini sırasında sahnenin merkezinde poz veren milyarderler kliğinin ihtiyaçları, göç meselesinden dış ticarete geniş bir politika alanında artık daha çok ağırlık kazanacak. Örneğin bu dijital teknoloji ve elektrikli araç kapitalistlerinin lityum ihtiyacı Arjantin’e olabildiğine “serbest piyasa”yı reçete edecek, diğer yandan ABD’de gümrük korumalarını ve Çin ile rekabette daha agresif politikaları getirecek. Ya da göçmen karşıtı ve ırkçı politika ve icraatla aynı anda bu klik için elzem olan geçici, ucuz, kalifiye işçiler sağlayan H-1B çalışma vizesinin kapsamı genişletilecek.

Bu demek değil ki bu ya da diğer grup milyarderlerin devletle ilişkisi değişiyor. Aksine bu milyarderler ilk günden beri hem eyalet hem de federal düzeyde kendi çıkarları için var olan devlet sisteminin yardımlar, ihaleler, sözleşmeler, vergi indirimleri ve kredileri ile var oldular, kârlarını arttırdılar. Yemin töreninde büyük şevkle verdiği Nazi selamıyla gündeme gelen Elon Musk’ın şirketi Tesla 2010’da o güne kadar iki binden az araba satmış, batmanın eşiğindeyken enerji bakanlığından neredeyse sıfır faizli 465 milyon dolar kredi almıştı. Bu sayede daha sonra oldukça popüler olacak olan Model S arabasını üretebildi. Yüksek fiyatlı Amerikan elektrikli araçlarına piyasa oluşturmak için uzun süre bu araçları alanlara vergi indirimleri getirildi. Dün bu şirketler hayatta kalsın ve daha çok kâr etsin diye getirilen, hatta Biden döneminde yeniden diriltilen bu vergi düzenlemeleri bugün aynı milyarderler tarafından yeni şirketler bu piyasaya giremesin diye Trump eliyle kaldırtılıyor. Bu şirketlere yağlı teşvikler dağıtılıyor. Örneğin düzenleyici kredi denilen ve alınıp satılabilen teşvikler sayesinde 2008 ile 2019 yılları arasında 2 milyar dolardan fazla gelir sağladı Musk. Yine Musk’ın SpaceX şirketinin 2008’den bu yana kazandığı federal sözleşme ve ihaleler ise yaklaşık 20 milyar dolar değerinde. Ya da örneğin Jeff Bezos’un “Amazon Web Services” şirketi ABD istihbarat servisleri ve savunma bakanlığının internet altyapılarını sağlıyor. Sadece Ulusal Güvenlik Ajansı ile 2022 yılında yapılan anlaşma 10 milyar dolar değerinde.

Yemininin hemen ardından başkanlığının ilk gününde 26 kararname yayımladı Trump. Bu kararnamelerden bazıları sembolik, bazılarının hemen sonuçları olacak, bazıları ise şimdiden ya davalarla karşı karşıya ya da mahkemelerce donduruldu. Örneğin göç ile ilgili kararname, belgesiz göçmenlerin ABD toprakları içinde doğan çocuklarının vatandaşlık elde etmelerinin kaldırılmasını içeriyor. Ancak bu düzenleme anayasaya aykırı olduğu gerekçesi ile dava edildi ve federal bir mahkeme kararnameyi geçici olarak dondurdu.

Biden döneminde emekçiler market alışverişi ve kiralarını ödemekte zorlanırken ABD’nin en zengin 100 kişisinin toplam net serveti yüzde 63 arttı; Washington’un koşulsuz desteği ve bombalarıyla dünyanın gözü önünde soykırım suçu işlendi; sırf geçen yıl sınır dışı edilen göçmen sayısı 274 bini buldu ve toplamda ilk Trump döneminin sınır dışı sayısını geride bıraktı. Bütün bunlar ve daha fazlası Trump döneminde de devam edecek, ancak daha kaba, daha yozlaşmış ve porselen dükkanındaki fil şeklinde.

                                                        /././

Marmara Denizi'nde müsilaj yeniden görüldü

Marmara Denizi'nde yer alan Adalar ilçesinde müsilaj yeniden görülmeye başlandı. Çevre sakinleri, adalarında hızla çoğalan müsilaj için yetkililerin acil önlem almasını talep ediyor.(https://www.evrensel.net/haber/541014)

                                                                     ***
Trump’tan Grönland için yeni açıklama: “Onu alacağız"

Trump, Grönland’ın ABD’ye katılmasını “özgür dünyanın korunması” için şart olarak gördüğünü belirtti. Danimarka ve Grönland bu fikri reddetti.

“Sanırım onu alacağız” diyen Trump, adanın 57 bin sakininin “ABD ile birlikte olmak istediğini” belirtti. Trump, ayrıca şunları söyledi:“Danimarka'nın ada üzerinde ne gibi bir hakkı olduğunu gerçekten bilmiyorum ama özgür dünyanın korunması için bunun gerçekleşmesine izin vermemeleri çok düşmanca bir davranış olur. Bence Grönland'ı alacağız çünkü bunun dünyanın özgürlüğüyle bir ilgisi var. Özgürlüğü sağlayabilecek olanın biz olmamız dışında Amerika Birleşik Devletleri ile hiçbir ilgisi yok. Onlar sağlayamaz.”(https://www.evrensel.net/haber/541009)

                                                             ***

73 yaşındaki ağır hasta mahpus tahliye edilmiyor

73 yaşındaki ağır hasta mahpus Mehmet Emin Çam’ın kızı Şimel Çam, “Beynindeki tümör büyümüş. Her an beyin kanaması geçirebilir" dedi.

İnsan Hakları Derneği'nin (İHD) ağır hasta mahpus listesinde yer alan 73 yaşındaki Mehmet Emin Çam’ın tahliyesi için yapılan başvurular sonuçsuz kalırken, ailesi yaşamından endişe duyuyor. Batman Beşiri T Tipi Kapalı Cezaevinde tutuklu bulunan babasını en son 22 Ocak’ta ziyaret eden Şimel Çam, babasının yaşamını tek başına idame ettiremediğini belirtti.

İKİ KEZ ÖLÜMDEN DÖNDÜ

Birçok hastalığı bulunan babasının infazının ertelenmemesine tepki gösteren Şimel Çam, “Cezaevine gittiğimde iki arkadaşı koluna girmiş onu getiriyordu. Bitkin haldeydi. Dalıp gidiyordu. Odaklanma sorunu yaşıyordu. Duyma yetisini neredeyse kaybetmiş durumda. Normalde 40 dakika olan konuşma süremizin 10 dakikasını konuştuk. Beynindeki damar tıkanıklığı ve tümörün büyüdüğünü öğrendim. Beyin kanaması geçirebilir, inme inebilir. Daha önce iki kez ölümden döndü. Babamın tabut içinden cezaevinden çıkmasını istemiyoruz. Herkesin bu konuda duyarlı olması gerekiyor” dedi.

KELEPÇELİ TEDAVİ DAYATMASI

Cezaevi koşullarında tedavinin mümkün olmadığına dikkati çeken Şimel Çam, “Ona niye tedavi olmadığını sorduğumda, kelepçeli ve iki uzman çavuş eşliğinde kötü koşullarda tedavi edilmeye çalışıldığını aktardı. Daha öncede kalp krizi geçirdiğinde tutulduğu yere gittik. Kapı önünde 4 gün kaldık. Tek bir hemşirenin içeriye girdiğini görmedik. Refakatçi hakkı kabul edilmedi. Onu göremedik. O dönem kalp krizi geçirmesine rağmen kelepçeli tedavi edildi. Şartlı tahliyesi 2028 yılı olan babamın dışarıda tedavi edilmesi gerekiyor. Yaşı ve hastalıkları nedeniyle o günü göremeyebilir” diyerek, endişesini dile getirdi. Babası gibi yüzlerce tutsağın ölüm döşeğinde olduğunu anımsatan Şimel Çam,  "Bu vicdansızlığa son verilmeli" çağrısı yaptı.

NE OLMUŞTU?

Mehmet Emin Çam, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Siirt İl Başkanı iken "KCK Kent Meclisi yapılanması" iddiasıyla 12 Aralık 2012 tarihinde tutuklandı. 10 ayın ardından tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilen Çam’a Siirt Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “Örgüt üyeliği” iddiasıyla 9 yıl ceza verildi. Cezanın Yargıtay tarafından onanması üzerine 14 Mart 2022’de tutuklanan Çam, Batman M Tipi Kapalı Cezaevinde 17 gün boyunca tek kişilik hücrede tutuldu.

1 Nisan’da Beşiri T Tipi Kapalı Cezaevine sevk edilen Çam’ın beyninde tümör olduğu tespit edildi. 27 Mayıs’ta kalp krizi geçirip anjiyo olan Çam, ömür boyu ilaç kullanmak zorunda. Aynı zamanda böbrek hastası olan Çam, iki kez böbrek ameliyatı geçirdi. Buna rağmen böbreğindeki kistler yeniden oluşuyor. Ayrıca katarakt ameliyatı geçiren Çam’ın gözlerinde miyop ve astigmat hastalıkları da bulunuyor. Sağ kulağında duyma yetisini de kaybeden Çam, sol tarafından felç geçirdiği için yürümekte zorlanıyor.

TAHLİYE TALEPLERİ REDDEDİLİYOR

Çam’ın tahliye edilmesi için Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) milletvekilleri Ömer Faruk Gergerlioğlu ile Semra Çağlar Gökalp tarafından Meclis Başkanlığı İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’na yapılan başvuruya olumsuz cevap verildi. Komisyon verdiği kararda, cezaevinin Çam için “Azami çaba” gösterdiği iddiasında bulunarak, olumsuz yanıt verdi. Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifleri Genel Müdürlüğüne yapılan başvuruda, aynı gerekçeler sıralanarak, Çam’ın cezaevi koşullarında tedavisinin devam edilebileceği öne sürülerek, reddedildi.

Adli Tıp Kurumu (ATK) 15 Kasım 2024’te Çam için, “Hayatını idame ettirebilir” yönünde rapor düzenledi. Batman Cumhuriyet Başsavcılığına 28 Kasım günü yapılan başvuruda da, ATK’nin kararı gerekçe gösterilerek infaz eteleme talebi reddedildi.


                                                            ***

(Evrensel)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Vatikan’da dönen dinsel entrikalar ve Papa’ların sırları -Atilla Dorsay / T24

Filmin zirvesi bu: tüm dinlerin ayni biçimde ve benzer ölçüde merhamete, adalete, hoşgörüye, insancıl değerlere önem vermesini tavsiye etme ...