soL "Köşebaşı + Gündem" + Bir komünist tango ustası: Osvaldo Pugliese -26 Ocak 2025-

Cumhuriyetçiler…-Aydemir Güler-

Kemalizm ile komünizm arasında gerçek, tarihsel farklar var. Bunların etrafından dolanmaksızın, tersine yüzleşerek Türkiye’yi laik, bağımsız bir emekçi cumhuriyeti olarak ayağa kaldırmak gerekiyor.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin 12 Ocak toplantısından basında ilk sevgili Zülal Kalkandelen söz açtı. Kalkandelen’i soL portalda Berkay K. Önoğlu izledi

Toplantıda başka önemli başlıkların yanı sıra Cumhuriyetçilerin birliği yönünde bir çalışma başlatılması kararlaştırıldı…

THTM ikinci yaşında dinamik bir toplumsal odak haline gelmeye başladı. Özel olarak bu hareket varlık nedenini, ülkemizde Cumhuriyetin yıkılmış olmasında bulmaktadır. 

2002’den beri yani yirmi üç yıla yakın zamandır siyasi iktidarda İslamcı ağırlığı var. Bu süre içinde karar mercii olarak giderek tekleşen Cumhurbaşkanlığı makamı ise 2007’den bu yana, yani on sekiz yıla yakın zamandır Cumhuriyet karşıtlarının elinde! 

Bu yıkım halinin, bir hareketin varlık nedenini oluşturmasının nedeni, Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğunun Cumhuriyette ısrarıdır. Sorun, sayıların siyasete yansımamasında düğümleniyor. Cumhuriyetçilik bir toplumsal ve siyasal dinamik olmaya hep devam etmiş olabilir. Ancak bu dinamik, kimi konjonktürlerde kendini yaygın biçimde hissettirse de, siyasal potansiyelinin çok altında kalmıştır. 

Bunun iki temel nedeni bulunuyor. Birincisi, gayet basit, örgütsüzlüktür. Cumhuriyetçiler, en fazla toplumun bütünü için referans sayılan belirli günlerde bir araya gelmekte, ama bu buluşmalar siyasal bir konumlanışa ancak fazlasıyla genel geçer bir düzeyde dokunmaktadır. Hiç yoktan iyidir, denebilir... Ancak 21. yüzyılda 1919-1923 konseptinin üstünde tepiniliyorken, cumhuriyetçilerin ara ara buluşup bayram kutlamaları ve kurucu önderi coşkuyla anmaları ortadaki sorunla sağlıklı bir bağ kurulamadığının da kanıtı değil midir? Milyonlar sokakları dolduracak, sonra “yurtta sulh cihanda sulh” sünepelik, laisizm tepeden inme, Latin alfabesi geçmişin inkârı ilan edilecek, iki sarhoş lafının hesabı sorulamayacak, ama Vahdettin’in itibarı iade edilip Abdülhamit’ten bir numaralı milli kahraman icat edilecek! Karşıdevrim durdurulamıyorken “hiç yoktan iyidir” yetmez…

Türkiye’de on yıllar boyunca devlet erkânına daraltılan bir resmi Atatürkçülük’le Cumhuriyet’in içi boşaltılmışken, artık geniş kitleleri heyecanla saran bir “halk Kemalizmi”nin rüzgârı esmektedir. Güzel! Ama örgütsüz kitlelerin esintisi, bu haliyle siyasete taşınamamaktadır. 

Cumhuriyetçi nicelik siyasete yansımıyorsa, örgütsüzlüğü bütünleyen ikinci neden de akıl karışıklığıdır. Akıl karışıklığı, Cumhuriyetçiliğin temel kıstasının CHP’ye oy vermek olduğu varsayımından başlar. Laikliği, bağımsızlığı, kamuculuğu içselleştirmiş insanlar “dindarların gördüğü zulümden” dem vuran, emperyalizmi yarım ağızla bile dert etmeyen, eski NATO temsilcilerinden danışman devşiren, yağmacı özü halkın büyük yoksulluğuyla çoktan açığa çıkmış piyasacılığı olağan sayan, soygunculara “tencere dibin kara” diye yanıt üreten bir partiden ne bekliyor olabilirler? CHP, en son, yerel seçimde birinci parti olduktan sonra, iktidarı istemeyip pas demişse nedeni açık olmalıdır. Büyük sermaye, kitleler heyecanlansın, halkı soyma programı riske girmesin istemiş ve CHP buna uymuştur…

Örgütsüz cumhuriyetçilik politik programdan yoksundur ve içgüdüseldir. Gericiliğin, işbirlikçiliğin, yağmacı zenginlerin kurduğu azınlık diktası, bunların ne denli yetenekli olduğunu değil, bizim tarafın zaafını kanıtlamaktadır.

Evet, komünistler için cumhuriyet “bizim taraftır.” Komünistleri karakterize eden, işçilerin iktidarı için mücadele etmektir. Cumhuriyet aydınlanması bütün insanların eşit doğduğunu temel alır ve işçilerin hakkını araması da iktidarı istemesi de o noktada meşruiyet kazanır... Cumhuriyet öncesi boş kümedir.

1980’lerde tasfiye edilen sol yeniden ayağa kalkmaya çalışırken, önüne bir elek kondu. On yıllar boyunca, sınıfsallığı inkâr eden liberal kimlikçiler, Cumhuriyete reddiye yazmayı radikallik zannedenler, demokrasiye 12 Eylül destekçisi sermayeyle kol kola varabileceğine inananlar, çoktan emperyalist olmuş Batıyı hâlâ uygarlığın beşiği sayanlar geçebilecekti bu elekten. Solun tasfiyesinden sonra yeniden kurulan komünist hareketimiz tarafını tanımlarken az mücadele etmedi bunlarla. 

Tabii ki, bizim avantajlarımız da az buz değildi. Bir emekçi hareketi olarak emperyalist işgale, saltanatın işbirlikçiliğine doğmuştuk. İşçilerin iktidarı düşünebilmelerinin tarihsel önkoşuludur yurttaşlık. Süreç içinde görüldü ki, komünizm Cumhuriyeti kemiren burjuvaziden bin kat daha cumhuriyetçidir… 

Elbette bir de Cumhuriyeti kuran Kemalist hareket vardır. Kurucu akım, ne kemirgenlerle, ne de açıktan karşıdevrimci yıkıcılarla hesaplaşabilmiştir. Sonuç yenilgidir. 

Yenilgiyi geri çevirmek, Cumhuriyeti yeniden kurmak için bilinmelidir ki, aşiretli cumhuriyet olmaz. Devleti arpalığı gören sermaye sınıfıyla Cumhuriyet olmaz. NATO’yla hiç olmaz. Türkiye’de 12 Eylül faşizmi, hatta Türk-İslam sentezi bile Atatürk’ün arkasına saklanmak istenmiş ve bütün bunlarla hesaplaşılamamıştır. 

Böyle olunca Kemalizm tarafından temsil edilen cumhuriyetçiliğin temel özelliğinin örgütsüzlük haline gelmesine de şaşıramayız. Cumhuriyeti yeniden kazanmak için “bayram kutlayıcılığı” yetmez. Ancak ilkeler örgütlenebilir. 

Cumhuriyetçilerin birliği çağrısı bu zemine yapılmaktadır. Kemalizm ile komünizm arasında gerçek, tarihsel farklar var. Bunların etrafından dolanmaksızın, tersine yüzleşerek Türkiye’yi laik, bağımsız bir emekçi cumhuriyeti olarak ayağa kaldırmak gerekiyor. Cumhuriyeti bir daha yıkılmayacak güçle, ancak böyle donatabiliriz. 

Cumhuriyetçi çoğunluğun varlığı bunun mümkün olduğunu söylüyor. THTM kararı gerçekçidir.

Ancak bu, zamana karşı bir mücadeledir. Suriye’de dünyaya özelleştirme sözü veren şeriatçı iktidara, ABD’de yepyeni bir faşizme yelken açarak yemin eden yeni başkana, yılbaşı mesajında ülkemizin tüm ilericilik tarihini “iki yüz yıllık uyku” diye reddeden Bahçeli’ye, yanan otele, sokakları saran uyuşturucuya, bir kız çocuğunun neden öldürüldüğünü toplumdan özenle saklayan gerekçeli karara, işçi ve kadın katliamına, banka ve holdinglerin kârlarına baktıkça, zamanımızın çok sınırlı olduğunu anlamak zor olmayacaktır. 

Cumhuriyetçilerin birliği acil bir görevdir…

                                                         /././

Made in Germany vs. China: Alman sanayii yeniden makas değiştiriyor -Büşra Çakmak-

Otomotiv Almanya'nın bel kemiği. Burada yaşanan kriz basit bir "sektör krizi" niteliği taşımıyor. Bu nedenle kapitalizmin krizlerine ve bugün otomotiv sektöründe cisimleşen gelişmelerin militarizmle olan bağınına yakından bakmalı.

"Made in Germany" tanımlaması zihinlerimizde kaliteli, değerli ve güvenli olana çağrışım yapar. Bu kavram her ne kadar Alman icadı gibi görünse de aslı hiç öyle değil.

İkinci Endüstri Devrimi 1870'lerle açılır. Elektrik enerjisi kullanımının yaygınlaşması ve seri üretim hatlarına geçilmesi bu dönemin tipik özelliklerindendir. Dolayısıyla kimya ve otomotiv endüstrisinin gelişmesi de bu döneme denk düşer. 

Alman emperyalizminin tohumlarının atıldığı bu dönemde, Almanlar imitasyon stratejisini benimsemiş ve Britanya'da üretilen malları, üretim süreçlerini, makinelerini taklit etmeye başlamıştı. Ortaya daha düşük kalitede ürünler çıkarmış ve daha ucuza satmışlardı. İngilizlerin buna yanıtı "Made in" etiketi oldu. 1887´de çıkarılan Merchandise Marks Act yasası ile ithal ürünlerin menşeinin belirtilmesi zorunlu hale geldi. Böylelikle "haksız rekabetin" önüne geçmeyi hedeflemişlerdi. Dolayısıyla bu kavram çıkış itibariyle kalitesizliği vurgulamak için İngilizler tarafından icat edildi ve aşağılamayı ifade ediyordu. 

Alman sanayisi bu temellerde hızla gelişti. Made in Germany etiketinin olumsuz algısını kısa sürede tersine çevirmeyi hatta literatüre Alman mühendisliği/tekniği kavramlarını sokmayı başardılar. 1800´lerin sonlarına doğru önemli teknik üniversitelerin kurulduğunu veya aktifleştirildiğini görüyoruz. Almanya´nın sanayileşme ve militarizasyon süreciyle uyumlu olarak, üniversiteler kimya ve makine alanına ağırlık vermiş olsa da diğer mühendislik disiplinlerinde de önemli gelişmeler kaydedilmişti. Alman ekonomisinin güçlenmesine militarizm eşlik ediyordu.

Avrupa'nın Hasta Adamı: Almanya yazısında, Almanya'nın üretim yapan büyük şirketlerinin işçi kıyımlarını çeşitli gerekçelerle meşrulaştırdığından bahsetmiştik. Bunların başında da otomobil üreticileri ve buna bağlı firmalar geliyordu.

Otomotiv, mühendislik ve makine üretim pratiklerinden gelen birikimle, özellikle 1950´lerden sonra Almanya´nın bel kemiği haline geldi. Doğrudan ve dolaylı milyonlarca kişi bu sektörde çalışıyor. Haliyle burada yaşanan kriz basit bir "sektör krizi" niteliği taşımıyor.  

Almanya´da yaşanan otomotiv krizinin nedenlerine veya bu krizi tetikleyen faktörlere değil de kapitalizmin krizleri nasıl çıkardığına/aştığına ve bugün otomotiv sektöründe cisimleşen gelişmelerin militarizmle olan bağını kavramak için tarihin belli dönemlerine bakalım.

1929´da ABD´de patlayan kriz küçük üreticileri yutmuştu; üç büyükler ise – General Motors, Chrysler ve Ford- en az etkilenenlerdendi. 

Weimar Cumhuriyeti de krizden etkilendi elbette. 1930´da satılan araç sayısı 100 bin iken 1932´de 40 bine düştü.  Durumdan ilk etkilenenler işçiler oldu. 1928´de 95 bin civarında kişi bu sektörde çalışırken birkaç yıl sonra bunun 65 bini işten çıkarıldı. Kalan "çekirdek kadronun" ise ücretleri düşürüldü ve üretim geçici olarak tamamen durduruldu. 1932 yılında 7 milyona yakın kişi işsizdi. Tarihçi Anita Kugler o dönemden şöyle bahsediyor: "1930 ortalarında üretim kapasitesinin sadece yüzde 40'ı kullanılıyordu ve binlerce işçi işten çıkarıldı. Almanya'nın en verimli otomobil fabrikası olan Opel'de Şubat 1929'da 9 bin 497 kişi çalışırken, Ağustos 1930'da sadece 4 bin 565 kişi çalışıyordu. Bunların yüzde 71'i haftada sadece üç gün çalışıyordu. Opel ekonomik krizi nispeten yara almadan atlattı, General Motors Grubu'ndan gelen mali enjeksiyonlar [...] yaşam suyu oldu/ şirketin varoluşsal endişelerini hafifletti. Daimler-Benz işçilerinin durumu Opel işçilerinden daha kötüydü. Şubat 1929 ile Ağustos 1930 arasında 8 binden fazla kişi işten çıkarıldı. Kalan 6 bin 200 işçi ise haftalık çalışmanın karşılığında yalnızca 16 saatlik ücret ve ekmek alıyorlardı."

1930´da Hindenburg´un Brüning´i Şansölye olarak atamasıyla Alman sermayesinin strateji değişikliğini de görürüz. Artık sosyal demokratlar işlevini tamamlamıştı.  Eylül 1930´daki seçimlerden Naziler "beklenmedik" bir başarıyla çıktılar; meclisteki koltuk sayıları 12´den 107´ye çıktı.

Brüning´in kemer sıkma politikaları meclisten geçer oy almayınca bu kararlar OHAL ile yürürlüğe sokuldu. 1931´de 34 yasa ve 44 OHAL Kararnamesi çıkarıldı; sosyal demokratlara ve sendikalara rağmen, daha doğrusu onlardan güç alarak şekillendi bu dönem.

Brüning döneminde, içki, tütün ve tarım sektörüne yönelik vergiler önemli ölçüde arttırıldı; işsiz sayısı giderek yükseldi. Halk işsizlikle, kesintilerle, yoksullukla boğuşuyordu; ancak bu sırada temsilcileri krizi "adil" dağıtmak peşindeydi. Geçmişe yönelik okumalarda görürsünüz, döneme ilişkin sendikaların ve SPD´nin tavrı "hoşgörü" ile karakterize edilir. 1930´da tüm toplu iş sözleşmeleri feshedilerek ücretler yüzde 6 oranında düşürülmüştü. 14 milyon emekçi bu kesintileri kabul etmek zorunda bırakıldı, sosyal demokrasi "parlamentarizmi güvence altına aldı" ve işçilerin ücretleri için bile mücadele etmedi. 

Brüning, gelir vergisine de dokunmak zorunda kaldı; iç çatışmalarla birlikte Şansölye koltuğuna oturanlar sırayla değişti. Hindenburg, Brüning´in yerine önce Franz von Papen´i ardından Kurt von Schleicher´i getirdi. Papen´in ağır sanayi ve büyük toprak sahipleriyle iletişimi güçlüydü. Üç beş aylık başbakanlığında işsizlik ödeneği yüzde 23, sosyal yardımlar yüzde 15 azaltıldı. Bavyera´da SA (Sturmabteilung) ve SS (Schutzstaffel) için uygulanan (Nazilerin paramiliter örgütleri) üniforma yasağı kaldırıldı. Papen bunları yaptığında sosyal demokratlar ve sendikaların büyük bir genel greve çağrı yapma olasılığını endişeyle beklese de onlar üyelerini gelecek seçimlere yönlendirdi. Önemli bir detayı kaçırdılar ama: Ya gelecek seçim yoksa?

Papen´dan sonra gelen Schleicher yalnızca iki ay kalabildi koltukta ve tarih sahnesine Hitler çıktı. Atanmasından 5 hafta sonra seçimlere gidildi. Oyların yüzde 43,9´unu aldı NSDAP. Ondan sonra bir daha da seçim olmadı.

NSDAP´nin Seçim Afişi: "Oy vermekten bıktık usandık! Tam 14 yıldır seçimden seçime gidiyoruz ve hükümete gelen tüm partiler umutlarımızı boşa çıkardı. Giderek daha fazla sayıda insanımız sandık başına gitmemeye karar verdi. Hitler'in şansölyeliği bize yeni ve son bir umut getirdi. Bu adamın öncekilerden farklı olduğunu hissediyoruz. Olağanüstü bir iradeye ve olağanüstü bir yeteneğe sahip olduğunu hissediyoruz." Kaynak: Bundesarchiv

Seçim kampanyası mali kaynak demek. Üstelik Naziler yalnızca sıradan bir seçim kampanyası da yapmadı, "düzeni" sağlaması için birliklerini sokaklara saldı. Komünistlerin kampanyalarını baltaladı, yangınlar çıkardı, komünistleri ve sola dair  herkesi hedef tahtasına koydu; öldürdü, tutuklattı. Soldaki fotoğrafta Hitler ve arkasında Hindenburg´u, sağdaki fotoğrafta ise SA birliklerinin polis merkezinin önünde yardımcı polis olarak görevlendirildiğini görüyoruz.

                                               Kaynak: Bundesarchiv 

Elbette arkasındaki tek destek Hindenburg değildi. Nazilerin seçim kampanyası için ayırdıkları fonlar azaldığı sırada Daimler-Benz AG devreye girdi, partinin kadrolarına ve onların haydutlarına ücretsiz arabalar sağladı. Böylece Naziler en masraflı kalemlerden birinden kurtuldu ve hareket kabiliyetleri garanti altına alınmış oldu. Aynı zamanda, önde gelen parti üyelerine büyük lüks araba satışları 1931'den itibaren yüzde 20 ila 50 arasında indirimlerle arttı. Bu bize, Hitler´in gücünü nereden aldığına dair önemli bir ipucu daha veriyor. 

Hitler seçim kampanyası esnasında Şubat ayında yaptığı konuşmada, "otomotiv endüstrisi kilit bir endüstri olacak" dedi ve "Otomotiv Endüstrisi için Acil Program" açıkladı. Motorlaşmaya teşvik kapsamında vergilerde indirim yapıldı. O zamanlar otomotiv sektöründe yaklaşık 40 bin kişinin çalıştığını ve bu sayının tüm sanayi kolları içindeki oranının yüzde 0,3 civarında olduğunu düşünebiliriz. Bununla birlikte Weimar Cumhuriyeti‘nin başında 126 firma varken, 1927´de bu sayı 70´e iniyor. Hitler döneminin başında ise yalnızca 20 civarı otomotiv şirketinin olduğunu ve bunların başını Opel, Ford, Daimler-Benz, BMW ve Auto Union AG´nin çektiğini görüyoruz. 

Üreten işçi sayısı arttı, üretilen araç sayısı arttı, altyapı ve otoyollar inşa edildi. Bu tabloda az da olsa işçi sınıfının da kazanması gerekmez miydi? Aksine, 1933 ile 1939 yılları arasında işçi ücretlerinin toplam ulusal gelir içindeki payı yüzde 57´den 52´ye düştü.

1934´de Hitler "Otomotiv endüstrisini teşvik ederek yalnızca ekonomiyi canlandırmıyoruz aynı zamanda halkımızın geniş kitlelerine en modern ulaşım aracını edinme fırsatı sunuyoruz. Ancak her şeyden önce gelişmiş bir motorlu ulaşım sistemi ülkenin dış savunması için hayati önem taşımaktadır" dedi. 1936´da ise Dört Yıllık Plan duyuruldu: Alman ekonomisinin ve ordunun 4 yıl içinde savaşa hazır hale gelmesi gerekiyordu. O yüzden de tüm ekonominin silahlanmaya hizmet etmesi gerekliydi. 1933 – 1938 arasında araç üretimi 3 katına çıktı. Binek araç üretimi yıllık yüzde 40, kamyon sayısı yüzde 50 arttı. 

Halkın binemediği 'Halk Arabası' Volkswagen doğuyor

Naziler 1933´te sendikaları tasfiye edip Alman İşçi Cephesi´ni (Deutsche Arbeitsfront) kurmuştu. Bugün Wolfsburg´taki Volkswagen´in temelleri, 1937 yılında bu cephe tarafından  "halkın satın alabileceği binek arabalar" üretmek üzere atıldı. Hitler´in "Herkes için bir Volkswagen" kampanyası çerçevesinde üretilecek bu halk arabası, ekonomik, üç yetişkin ve bir çocuktan oluşan ailenin sığabileceği, en önemlisi üzerine farklı araç gövdelerinin monte edilebileceği modüler bir şasiye sahip olmalıydı. Ferdinand Porsche´nin liderliğinde ilk prototipler - Volkswagen Beetle, yani Tosbağalar- üretildi ve hiçbir zaman halkın arabası olmadı. 336 bin Alman işçi tasarruf ederek para biriktirdi bu arabaya sahip olmak için, ancak 1945´e kadar yalnızca 630 adet üretildi; bunlar da Nazi partisinin önde gelenlerine. 

Ne üretildi peki bu fabrikalarda? 

Üç yetişkin bir çocuğun sığacağı arabanın aslında üç askerin silahlarla bineceği bir tasarım olduğunu anlamak uzun sürmedi. VW, askeri araçların yanı sıra savaş uçakları, mayınlar, bombalar ve daha pek çok silah üretti. Hatta VW´ye savaş için üretim yapan işletme anlamına gelen "Kriegsmusterbetrieb" ismi verilmişti.

Savaş döneminde binek araç üretimi olmadı, yalnız VW değil tüm bahsettiğimiz üreticiler askeri araç üretti. Hem de insanları zorla, insanlık dışı koşullarda acı içinde çalıştırarak. Savaş sonrası pek çok fabrika zarar görmüştü ama kasalar dolup taşmıştı savaş ekonomisiyle. Yalnızca 1 yıl içinde toparlandılar. Batı Almanya otomobil üretiminde epey hızlı bir gelişim gösterdi ve petrol krizine kadar en iyi yıllarını yaşadı. 

Petrol krizleri, Batı´da enerji kriziyle sonuçlandı. Bu da günümüzden de çok iyi bildiğimiz şekilde enflasyonun artması, otomobil üreticilerinin satışlarının düşmesinden şikayetlenmesi ve işsizliğin artmasına neden oldu. O dönem savaş sonrası ilk kez resmi işsiz sayısı milyonu buldu. Yüksek büyüme oranlarıyla karakterize edilen bu dönemin sonuna böylece gelmiş olduk. Sermaye nüfus yoğun ülkelerde yeni pazar arayışına girdi: Latin Amerika, Doğu Avrupa ve Asya. 

Önceki yazıda bahsetmiştik, ileri dönemde sermaye yaşadığı tıkanıklığı yine sosyal demokratlar ve sendikalarla el ele vererek "Agenda 2010" programı ile aşacaktı. Bu krizden de etkilenen işçi sınıfı oldu.  İşçilerin elinde boş vaatler, giderek kötüleşen ücretler, güvencesiz çalışma koşulları, geçici istihdam yani her an işsiz kalma korkusu ve yoksulluk kaldı. 

Almanya´nın otomotivde bir "üs" niteliği taşıması 1990´larda devreye başka rakiplerin girmesiyle dönüşüme uğramaya başladı. Enerji krizinin ardından örneğin Volkswagen 80´lerin sonunda Çin´e yatırımlarını yaptı, ortaklıklarını kurdu ve 1985´te ilk üretim faaliyetlerine başladı. Üretim kapasitesini giderek artırdı burada. Çin özellikle 2010´dan itibaren VW´nin en büyük pazarı haline geldi. 2015´te hâlâ öyleydi ama dinamikler değişmeye başlamıştı. 

Çin küresel piyasada giderek daha fazla ağırlığa sahip oldu. Xi Jinping yıl sonu konuşmasında Çin´in ilk kez bir yıl içinde on milyondan fazla hibrit ve elektrikli araba ürettiğini söyledi. Halihazırda Almanya´ya elektrikli arabaların yüzde 40´ı Çin´den geliyor. 2020 yılında ihraç edilen araç sayısı 12 bin 756 iken, 2023 yılında bu sayı 129 bin 800´e ulaştı, yani çok kısa bir süre içinde bu sayının on katına çıktığını görüyoruz. "Made in China" etiketinin geleceği de "Made in Germany" olur mu göreceğiz. Çin 2015 yılında "Made in China 2025" stratejik planını duyurmuştu. Gelişmeler bu planla uyumlu  gibi görünüyor.  Çünkü Çin yalnızca sanayi alanında değil tarıma kadar çok geniş bir yelpazede dünyanın en büyük üreticisi konumuna geldi. Hem ABD hem Avrupa tarafından "aşırı üretim" yapıp, haksız rekabete yol açtığı gerekçesiyle topa tutuluyor. Almanya Çin´den gelen 150 avronun üzerindeki mallara gümrük vergisi uyguluyor. Avrupa Birliği Kasım 2024 itibariyle Çin´den ithal edilen elektrikli araçlara, üreticisine göre, yüzde 7,8 ile 35,3 arasında ek gümrük vergileri getirdi. Çin sermayesi şu ara uygulanan yüksek vergilerden kaçınmanın yollarını arıyor. Bu nedenle Avrupa´da araçlarını üretme olanaklarını değerlendiriyor. Volkswagen, 2025 yılında Dresden´da bulunan ve 2027 yılında Osnabrück´te bulunan fabrikalarını kapatacağını duyurmuştu. Reuters´in yaptığı bir habere göre Çin, Almanya´daki VW fabrikalarına odaklanmış durumda ve Almanya´daki Şubat seçimlerinin sonuçlarını bekliyor.  

Otomotivin militarizmle olan ilişkisi sanıldığından daha açık 

Belki 1900´ün ilk yarısındaki kadar berrak değil 2025 yılında şirketlerin davranış ve ilişkilenme biçimleri. Coğrafyaların yakılıp yıkıldığı günümüzde açıktan silah üreten olarak görünmek istemiyor bir kısmı; en azından şimdilik. Ancak bunu üstü kapalı yapmanın çok yolu var. Bu şirketlere suç örgütü desek ileri gitmiş olmayız sanırım. Öyle karmaşık ilişkilerden, ortaklıklardan bahsediyoruz ki dikkatli bir gözle bakmayan herkes kolaylıkla aldanabilir.  Birkaç örnekle pekiştirelim: 2019-2023 yıllarında Almanya, ABD, Rusya, Çin ve Fransa´dan sonra dünyanın en büyük beşinci silah ihracatçısı oldu. Aşağıda Almanya´nın en büyük "savunma" şirketleri, savaş sanayindeki cirolarına göre (milyon dolar cinsinden) listelenmiş. 

Birinci sırada Airbus´u görüyoruz. Airbus´un öncüsü ise Daimler-Benz. Daimler-Benz,  1989´da DASA´yı (Alman Havacılık ve Uzay Şirketi) kurdu, DASA önce EADS (Avrupa Havacılık Savunma ve Uzay Şirketi) sonra bugünkü Airbus oldu. Şirketin genel merkezi her ne kadar Fransa ve Hollanda´da olsa da Almanya´da da önemli bir üretim var. Hâlbuki ilk bakışta Daimler Truck da Mercedes Benz de yalnızca otomobil üretiyor gibi geliyor. Ancak diğer silah üreticileri gibi onlar da Alman Güvenlik ve Savunma Sanayi Federal Birliği (BSDV) üyesi. Rheinmetall zaten savaş için kuruldu, işlevini devam ettiriyor. Hissedarları arasında bulunan BlackRock´un, 2020 yılına kadar Almanya Denetim Kurulu Başkanlığını, Şubat seçimlerinde şansölyelik için en güçlü aday olan Friedrich Merz yapmıştı. İlişkileri devam ediyor, bu hafta Davos‘ta BlackRock‘un ev sahipliği yaptığı akşam yemeğindeydi Merz. MTU satılmadan önce, Daimler-Benz´in yüzde 100 bağlı kuruluşuydu. RENK Group 2021 yılına kadar Volkswagen´e aitti. Listedeki dördüncü şirket Airbus´un yakın geçmişe kadar hissedarı olduğu Hensoldt. KNDS ise 2015 yılında Alman ve Fransız ortaklığıyla kuruldu; ancak Alman ortak Krauss-Maffei Wegmann epey köklü ve kuruluşu tıpkı diğer pek çok şirket gibi 1931-1934 yılları arasına denk geliyor.

Dünyanın en büyük savaş fuarından biri olan IDEX, her 2 yılda bir Abu Dhabi´de düzenleniyor. Bu yıl da 17-21 Şubat tarihleri arasında gerçekleşecek olan fuara Almanya´dan çok sayıda şirket katılıyor, Türkiye´den daha da çok. 

Bu hafta Almanya´da 2024 yılında askeri teçhizat satışlarında yeni bir rekor kırıldığını öğrendi kamuoyu. Geçen yıla kıyasla yüzde 10 daha fazla. Ayrıca Türkiye´ye yapılan teslimatlar 2006´dan bu yana en yüksek seviyede.

Günün sonunda hangi firmanın veya ülkenin ne yaptığını kovalamak önemini yitiriyor. Çok açık bir biçimde militarizmin tırmandığını görüyoruz. Önemli olan sermaye kendine yeni olanaklar ararken emekçilerin ne yapacağı. "Fabrika kapamayın ben az ücretli de çalışırım" veya "Evet ordu silahlansın, bütçesi artsın, biz yoksullaşmaya razıyız" mı diyecek? Yoksa içten içe bekleyecek mi daha kötü günleri ve sermayenin insanlığın üzerine yeniden kurşun olup yağmasını yoksa bu kez alıp başındaki sopayı var gücüyle hücum mu edecek. Alman işçi sınıfının işi zor, ama mutlaka hatırlayacaklar kendi tarihlerini.


Kaynaklar:

https://www.reuters.com/business/autos-transportation/chinese-buyers-interested-unwanted-german-volkswagen-factories-source-says-2025-01-16/ 
https://de.statista.com/statistik/daten/studie/235998/umfrage/ruestungsunternehmen-in-deutschland-nach-umsatz/ 
https://www.spd-geschichtswerkstatt.de/wiki/Reichstagswahl_1930 
Johann-Günther König – Die Autokrise  
Jobst Kraus, Horst Sackstetter, Willi Wentsch – Auto, Auto über alles?
https://www.bundesarchiv.de/themen-entdecken/online-entdecken/geschichtsgalerien/05-maerz-1933-wahl-zum-deutschen-reichstag/ 
https://www.ndr.de/geschichte/chronologie/Gruendung-des-Volkswagenwerks-Autofabrik-diente-erst-der-Ruestung,vwwerk2.html 

                                                                         /././

Karabasana karşı Marks’ın mizahı -Asaf Güven Aksel-

Marks’ın şimdiye kadar adı var kendi yok mizahî romanı ‘Scorpion İle Felix’ birkaç yayınevince eşzamanlı çevrilip basıldı. Bu pazar yazısında bundan söz etmek, patronlara cennet, halka cehennem bir ülkede biraz soluklanmak istedim. Marks’ın 19 yaşındaki hesap kesme sürecine denk geleceğimi bilemedim!

Kabul etmek zorundayım artık, biz bu harami saltanatını yerin dibine gömmeden, “pazar yazısı” deyince akla gelen, biraz kahve keyfi, biraz oyalanma, biraz oyunbazlık içeren yazıları ağız tadıyla yazmak, nadiren punduna gelmiş kaçamaklar haricinde pek kısmet olmayacak gibi.

Orhan Gökdemir söylemişti değil mi, “ülkenin neşesi”nin çalındığını. Doğru. “Sönük” ülke... Ne acı. Ne acı, Bolu’daki otel yangını üzerine, sokaklara, meydanlara çıkan tek partinin itirazındaki gerçek: Yeter bu ülkeyi öldürdüğünüz! Ne acı. Öldürülen ülke.

Bu satırlar yazılırken, yeni bir Ergenekon sürecinin başladığını düşündüren operasyon vardı haber bültenlerinde. El konulan, soruşturmaya tabi tutulan belediyeler silsilesini ve Ümit Özdağ tutuklamasını, menajer Ayşe Barım’ın Gezi’ye katılma gerekçeli gözaltısı, sonra da şimdilik “Barım bünyesindeki” bazı oyuncuların polis refakatinde ifadeye götürülüşleri izledi. Bolu’da onlarca yurttaşımızın hayatını kaybettiği, sorumlusu için kura çekilen otelde küller soğumadan, siyasal ve kültürel hegemonya hamlelerine böyle tanık olduk.

Bu tür “organizasyon”ların olmazsa olmazı, önce bazı isimler üzerinden “deşifre yemi” takılması gibi, bilindik zokalarla olası itirazların önü alınacak, hınçlılar kadar bazı “kullanışlı”lardan da destek görülecek belli ki. Ergenekon’un, Veli Küçük gibi, askerî erkândan ve “derin devlet”ten birkaç “mosturalık”la vitrine epeyce alık üşüştürmesi, şimdi “ırkçı faşist” Ümit Özdağ ve dizi sektöründeki “oyuncu kartelinin patroniçesi” Ayşe Barım’la yaşanacak muhtemelen. Ve sindirme, iktidarın etki alanı haricine korku salarak susturma operasyonu genişleyen halkalarla sürerken, “ama”lı gevelemelerle hukuk sorgusu gölgelenecek.

Ülkenin neşesini çaldılar evet. Üç kuruşluk kâr için insan hayatını hiçe sayan patronların düzeninde ölüyoruz. Yanıyor, boğuluyor, enkaza, göçüğe gömülüyor, düşüyor, ölüyoruz. Kadın, erkek, çocuk, bebek, patili, bir şiddet, açlık, yoksulluk sarmalında sararmış benzimizle sönüyoruz. Doğamızı bile vandalca yağmalayan eşi görülmedik bir sermaye fütursuzluğunun, patron hukuk tanımazlığının, gerici karanlığının diktasıyla besleniyor bütün kötülükler.

Bunları tekrar tekrar söylemenin, zaten her yaşayanın gördüğü, bildiği panoramayı çizmenin, iç karartma dışı işlevi pek yok.

Bir nokta var ama:

Zaman zaman, bu kuralsız, keyfî, tek adam “hukuku”nun 12 Eylül’de bile görülmediği, idamlar, zındanlar, işkenceler, cinayetler cuntasının bile bunları “kitabına uydurmaya zorlandığı” dile getiriliyor. Generaller bu anlamda alicenap, yasal haklara saygılıymış hiç değilse, ama AKP iktidarında bu da yokmuş gibilerden.

Dün cunta elindeki ülkede, “devlet olma ağırlığı”nın refleks teamüllerine, toplumsal sözleşmeli tarihsel “uzlaşma”nın varlığına, ama bugün bunların yerinde yeller estiğine işaret eden bir tez bu. Ya da gelenin gideni aratması makus döngüsüne davet.

Oysa dün darbecileri “göstermelik de olsa hukuka zorlayan” şey, sonuçla sürecin aynı şeyi tanımladığını varsayan “tarih okumaları”nın aksine, ilk palet dönüşünde yerle bir olmayan dirençti. Bütün yasak ve baskılara rağmen, emekçilerin, sosyalistlerin, fizik zora, ölüme karşı öyle kolay teslim olmamasıydı. Bugün eksikliğini hissettiren en önemli etmen budur.

1983’te “sivil Özal” eliyle temeli atılmıştı günümüzün. Darbenin gerekçesi olan, işçi sınıfının cendereye alındığı koşullarda, ideolojide ve ekonomide estirilen dinci-liberal rüzgârla demokrasiciliğin büyüsüne kapılarak sosyalizm hedefini budayan “sol”, bu budamanın gediğini 1984 sonrası bir de kendisini Kürt ekseni üzerinden kuşatıcı bir kimlikçiliğe oturtmakla kapatmak istediğinde başladı sahneden çekilme süreci.  Bunun etraflı analizi çok yapıldı, daha da yapılır, gerekliyse…

Evet, gerekliyse, ama, bugünün gidişatını, ancak emekçi sınıfın yeniden örgütlü ayağa kalkışının ve iktidar odaklı sınıf siyasetinin değiştirebileceği gerçeği sabittir. Öldürülen ve söndürülen ülkenin biricik umudu buradadır. Sosyalizmde ısrardadır. Israrı güçlendirmededir.

Bu, resmettiğimiz koyu karanlıkta, mücadelenin gıdası umudu diri tutmanın yaşamsal önemini de gösterir. Umudun her dem yeşil filizini beslemediğimiz, yaşamın renklerine kepenk indirilmesine izin verdiğimiz, “felekten” bir minnacık dem çalmaktan bile çekindiğimiz zaman mücadelede eksiliriz. Sürekli yakılan genzimizde, sanatın tazeleyen soluğuna yer kalmadığını hissettiğimiz de olur. Şiirmiş, resimmiş, gündelik sorunlar yığınında boğuşurken, büyülü gücünü yitirmiş, derman olmaz gelebilir. Silkelenin: kurulu düzenin bizi ittiği yerdir bu. Bilir çünkü onların saltanatını, çıkınımızda imgeler, masallar, renkler eksik olmadığı için yıkacağımızı.

* * *

Pazar yazısına gelince… Ben size, bu biricik umudun kaynağındaki bir isimden bahsedecektim biraz gülümseriz belki diye. Keyfim kaçık, ama deneyeyim gene de.

Efendim, İstanbul’a kısa bir ziyaretteyken, Karl Marks’ın, şimdiye kadar hep adı var kendi yok “romanı”nın yayınlandığını gördüm. Mizahî roman! Hem de, 90 sayfacık civarı. Dedim tamam, haftanın yazısı çıktı. Alırım, İzmir’e dönerken otobüste okurum. Marks, roman, mizah, daha ne olsun, pazar yazısı için her şey var.

Akıl işte… Kitabı bulup alışım ayrı bir anlatı konusu. İlk sayfasını çevirmemden sonrası, ayrı. O yüzden, aradan iki yazı geçti. Şimdiye kısmetmiş de diyemiyorum.

Marks’ın “Scorpion İle Felix” adlı çalışmasından (çalışma evet, ne mizahı, ne romanı alla’sen) söz ediyorum.

Halen okunuyor mu bilmiyorum, ama bizim kuşaktan edebiyatla ilgilenenlerin referansları arasında, bu romanı ilk anan Mihail Lifşits’in de önemli yeri vardı. Bu vesileyle, yıllar sonra dönüp yeniden baktım ilgili yere. Lifşits, Marks’ın, kibarca söylersek “sınırlı yeteneği” olan şiir yazma konusundaki ısrarı ile toplumsal sorunlara yanıt arama gerekliliği arasındaki çatışmasını  “neyse ki” kafayı Hegel’e takıp aşmaya başladığı dönemde,  “Stern ile Hoffman’ın üslûbuna göre yazılmış mizahî bir skeç” olarak anıyor “Scorpion İle Felix”i. Benzer bir değerlendirme de S. Prawer’ın “Karl Marx ve Dünya Edebiyatı” kitabında yapılıyor. (Söz açılmışken, bu çalışmanın, Marks’ın kenar notları ve konuşmalarından, okuduğu roman, şiir, oyunları nasıl felsefesine ve siyasetine kattığını, o disiplinlerden nasıl yararlandığını görmek için önemli bir kaynak olduğunu belirtelim. Edebiyat, siyasette neye yarar sorusu halen varsa, Marks yanıtlayabilir….)

Marks’ın özellikle gençlik şiirlerinin, şükür ki aile neşesine katkı olup çıktığını biliyoruz. Mizah duygusu, şükür ki olanca keskinliğiyle hep çıkınında kalıyor.

“Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nin daha açılış cümlesinden başlayan dikiş iğnelerini hatırlayın örneğin (bu metne de sızmış). Siyaset felsefesini edebiyatla harmanladığı pasajlarıyla ünlü, Engels’le ilk ortak kitapları “Kutsal Aile”, Hegel’e hesap açmaya başlamanın da ataklığıyla yazılmış, her aklıma estikçe açıp keyifle okuduğum bir başyapıttır benim için.

Altbaşlığı ziyadesiyle uzun “Kutsal Aile”de Bauer’le girişilen keskin polemikte mizah ve belagat yetkinlikle kullanılırken, Eugène Sue’nun “Paris Sırları” adlı melodram tefrikasından bile yazarın karakterler kurgusuyla çizilen sosyal katmanlardan 1848’in öngününü çıkarabilecek kadar, edebiyatın işlevi ortaya konur.

Marks okumuşlukla daha fazla dolandıramam lafı, bu kitaptan bahis mukadderat: 1837’de yazmaya başlamış “Scorpion İle Felix: Bir Mizahî Roman”ı. 19 yaşında oluyor kendisi. “Kendisi” tabii, haset hakkımdır.

Şehirlerarası otobüste birkaç saatte okur, yazarım öyle mi?

İçeriği, konusu, hakkında yapılmış incelemelere ve çevirmen notlarına uygun rivayete göre, Hıristiyan bir Alman ailenin başına gelenler üzerinden, dinsel dogmaları, geleneksel yapıları eleştirirken, gününün felsefe, siyaset ve sanat ortamıyla da tartışıyor, alaya alıyormuş. Terzi Merten, oğlu Scorpion, oğulun arkadaşı Felix, aşçı Grete, muhasebeci Engelbert ve köpek Bonifatius kurgulu parodi, yazık ki elimize tam haliyle geçmemiş. Kısa kısa pasajlar, 10’uncu bölümden başlıyor ve arada atlamalarla 48’inci bölümde bitiyor. Bir olay örgüsü vardıysa da, kayıp zahir!

Püf, tamamı olaydı, böyle canıma okuyamazdı, hemen anlardım ve yazardım!

Marks’ın alıştığımıza benzemeyen mizahına, metne nüfuz edip pek gülemeseniz de, aforizmalar silsilesi üslubuna karşın, kolay kavranır bir roman aslında. Alt tarafı, masaya Heinrich Heine’nin dört ciltlik “Seyahat Notları”nı, Laurence Sterne’in tuğla gibi Tristram Shandy – Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri”ni yığdım şahsen. İlaveten, Eski ve Yeni Ahit’i, Ovidius’u, Homeros’u, Fichte, Kant, Hegel’i, felsefenin ve mitolojinin künhünü, siyaset, sosyoloji ve sanat tarihini biraz bilmek, düz cümle bulamayacağınız 90 sayfacıklık “roman”da yapılan biteviye gönderme ve hicivleri anlamanıza yeterli olabilir. Dostoyevski ve Hoffman’daki doppelgänger kavram/kişisini de atlamayın.

Marks, Berlin’den dünyaya, kendisini değiştireceği mesajını, var olan her şeyle hesaplaşarak verirken, okurdan zahmet bekliyor. Ben romanı okudum “ek kaynak”lara başladım, bitsinler de, yazarım…  Ya da beklerim elbet bir değerlendiren bulunur.

Hem, 1913’te, “Sermaye Birikimi”ni kaleme alacak, Marx’ın yeniden üretim modellerinde yanıldığından hareketle kavramlar geliştirecek, “sermaye ihracı ve artı-değer realizasyonu”nda emperyalizmin nüvelerine dikkat çekecek olan Rosa Luksemburg, bundan dokuz yıl önce “Marks beni kızdırıyor” diye yazmıyor muydu Jogiches’e. “Hâlâ onun üstesinden gelemedim. Hep saplanıp kalıyorum, soluğum yetmiyor” demiyor muydu? Umudum var.

E, “Marks’ın romanını özet geçecek kadar bile anlamadım” diye şakalaşınca, uzun ve boş ama “pazar yazısı” mı oluyor yani? Romanın kendisinden başka her şeyi yazıp bırakmak olur mu? Olmaz.

Ülkemizin içinde boğulduğu koyu karanlıktan bahisle açtık yazıyı. Bunda, vazgeçişlerin, düş kırıklıklarının, mücadele ikamesini sınıftan kimliğe, devrimden demokrasiye çevirerek yapmanın payından bahsettik.

İşimiz olmayacak bir menajer üzerinden başlatılabilecek yıldırmalarla, bu karanlık tabloya, şu görmemişin dizisi olmuş misali, teneşire gelesice Gassal’la filan bir de kültürel hegemonya ayağını eklemeye debelenmeleri, devşirmeyle şişinmeleri komik.

19 yaşında şu muazzam damıtımın “mizahı”nı yapanların temel olduğu tarihsel birikimle üretimde aşık atmaya çaplarının yeteceği kuruntusu eğlenceli olabilir… Ama… Ama, ülkemizdeki muazzam temel birikimin gücüyle yetinmemek, güncele üretmek önemli.

“Scorpion ile Felix”ten alıntı mı? Genç Marks’tan, Hegel tersinlemesi ve kendi “günümüzde epik yazılamaz” tezinin esiniyle, bir gerileyiş hicvi olur mu?

“Her dev, bir cüceyi; her deha, dargörüşlü bir amatörü; denizdeki her fırtına çamuru varsayar ve ilki kaybolunca masaya öbürü oturur.”

“İlkler bu dünya için çok büyüktür, o yüzden de dışarı atılırlar. Ama sonrakiler dünyaya kök salıp kalıcı olur. Şampanyadan geriye kalan, nahoş bir tattır; kahraman Sezar’ı şovmen Octavius, İmparator Napoleon’u burjuva kral Louis-Philippe, filozof Kant’ı aylak Krug, şair Schiller’i saray müşaviri Raupach, göklerin Leibniz’ini sınıf odasının Wolff’u ve köpek Bonifatius’u bu bölüm izler…”

Bilmem, Marks, anlatabilmiş mi, böyle yarım ve çetin bir “roman” metninden bile, mücadelenin payına zenginlik düşeceğini?

Türkiye’deki karabasanın tasviriyle, Marks’ın romanı niye aynı yazıda? “Komünist Parti Manifestosu” ciddiyeti, niye Avrupa’da gezen heyülayla başlıyor?

                                                             /././

Dil işçisi Nâzım!-Tunç Tatoğlu-

"Halkın anlayacağı sadelikte, halkın diliyle yazmak için büyük çaba sarfeder Nâzım."

Kendisi de bir dil emekçisi olan Sevgi Özel’in, ilk kez Nâzım Hikmet’in dil kullanımını irdeleyen “Putları Yıkan Şairimiz Nâzım Hikmet’in Dili” adlı kitabı, Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlandı. Bu inceleme yaklaşık yirmi yıl süren bir çalışmanın ürünü.

Önemli bir çalışma. Nâzım Hikmet’in nasıl tutkuyla dil devriminin yanında yer aldığını, yakınındaki tüm genç yazarlara sabırla Arapça ve Farsça kelimelerin yerine hangi kelimeleri kullanabileceklerini anlattığını, gericilere, dincilere ve faşistlere karşı bir adım gerilemeden nasıl mücadele ettiğini belgeleriyle gösterdiği için önemli.

Mısra ile satırı birbirinden ayıran özellikleri, şiir ve düzyazı arasındaki ince farkları, devrik cümle yapısıyla gereksiz süslerden nasıl kaçınılabileceğini yazan, deneyen, düşünen kendi deyimiyle bir dil işçisi Nâzım. Bazı denemelerinin sonunda yanıldığını söyleyebilecek kadar da cesur bir aydın.
Kendisini ve ailesini geçindirebilmek için hapishanede bile var gücüyle makale yazan, çeviri yapan, film senaryoları kaleme alan bir işçi. Para kazanmak için yaptığı işlerde yeteri kadar özenli olamadığını, yaptığı çevirileri beğenmediğini, hakkını vererek çevirdiğinde çok yavaşladığını dostlarıyla yazışmalarından öğreniyoruz.

                     Putları Yıkan Şairimiz Nâzım Hikmet’in Dili, 208 syf., Kırmızı Kedi Yayınları, 2024.

Halkın anlayacağı sadelikte, halkın diliyle yazmak için büyük çaba sarfeder Nâzım. Özellikle tiyatro oyunlarını yazarken buna çok dikkat eder ve argo kullanmaktan halkımız gibi kaçınmaz. 1940’larda yazdığı oyunlarda Osmanlıca kelimeler yok denecek azdır.

Akşam Gazetesi’nde kendi deyimiyle “kalemiyle geçinen mekanik işçi Orhan Selim” imzasıyla köşe yazıları yazar;

“Orhan Selim adındaki adam, iki aydan beri Akşam Gazetesi’nde temiz Türkçe denemeleri yapan teknik bir yazı işçisinden başka bir nesne değildir. Bu bakımdan o, ikinci ayına yeni basan bir teknik yazıcıdır. Ancak görünen o ki, iki gözü ve duyan iki kulağı vardır. Bunun için hacıyağı kokulu, kara çember sakallarını tıraş  (özellikle böyle yazmaktadır fıransız gibi) ettirip yeşil sarıklarını kelebek biçimi kıravat diye kullanarak göz boyayanların, tecvitli1 seslerinde bir “Baba Tahir”2 kurnazlığıyla, Orhan Selim’in omuzu üstünden ne yana çatmak istediklerini anlar. Orhan Selim kendilerini de dediği gibi: Gündeliğini ‘teknik yazı işçiliği’ yaparak çıkarmaya çalışan bir adamdan başka bir nesne değildir. Ancak yeryüzünde yürüyen kervanların ardından ürüyen itlerin var olduğunu, ‘günün birinde gündeliğinden edileceğinden’ korkmadan bir kez daha yazıyor işte!”3

Kimse Peyami Safa ya da Necip Fazıl gibi gericilerin yerinde olmak istemez. Nâzım’ın keskin zekası, kıvrak dili, dil devrimi karşıtlarını çaresiz bırakmıştı. Dil devrimine direnen bu gerici yazarlara karşı, hapishaneden toy Orhan Selim’i uyarır;

“(…) Benim sıska, benim cılız, benim toy oğlum Orhan Selim, ‘İt Ürür Kervan Yürür’ diye bir yazı yazdın. Bir devrim yapan her ülkede bu yazı gönül açan bir türkü gibi okunabilir. (…) geçmiş günlerin adamları bu türküyü bir ölüm marşı gibi dinledikleri için gocunurlar. (…) Seni adının üstünden bana taş atarak seni ürkütmek istediler. Sen tuttun bunlara karşılık verdin oğlum. Niye karşılık verirsin? (…)”4

Ne güzel bir alaycılık değil mi? Bu yaratıcılık ile kim başa çıkabilir. 

Nâzım edebiyatın bütün alanlarında yazdığı gibi çocukları da unutmamıştır. Nâzım’ın çok bilinen çocuk kitabı “Sevdalı Bulut”ta dil kullanımına çok özen gösterdiği biliniyor.

Edebiyat masalla başlar masalla biter diyen usta şair, masalın en çok ritmiyle şiire benzediğini söyler. Ve çok önemli bir iddiası vardır “nasyonalizmin sökemeyeceği kültür alanlarından biri de masallar dünyasıdır” der. 

Türkçeyi çok iyi kullandığını bir çoğumuz biliyoruz, yazıyı Nâzım’ın Türk diline olan sevgisini onun kaleminden paylaşarak bitireyim; 

“Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum.”5

  • 1

    a) Sözcüklerin söylenişinde, seslerin çıkışlarına, uzunluk ve kısalıklarına göre okunması. b) Kuran’ın doğru okunmasını sağlayan bilim.

  • 2

    Baba Tahir, 11. Yüzyılda yaşadığı sanılan, dindarların bir takım “kerametleri” olduğuna inandığı, İranlı mutasavvıf, şair.

  • 3

    Nâzım Hikmet, Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil, s.68

  • 4

    Age. S. 71-72

  • 5

    Vâ-Nû’lara mektup, s.84                 /././

soL’un yazı dizisinin ardından DOB Genel Müdür Yardımcısı Arzu Kalkan görevden alındı

Arzu Kalkan, Devlet Opera ve Balesi tarihindeki en belirgin liyakatsız atama örneklerinden biriydi. Asaleten sürdürdüğü görevi altı ay üç haftada nihayete erdi.

3 Temmuz 2024 tarihinde 188 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Devlet Opera ve Balesi (DOB) genel müdür yardımcılığına asaleten atanan Arzu Kalkan, 24 Ocak 2025 tarih ve 17 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle görevden alındı.

Gazeteci Melis Gönenç’in Devlet Opera ve Balesi’ne dair soL’da yayımlanan yedi bölümlük yazı dizisinin beşinci yazısı Arzu Kız ile Koruk Naci'nin öyküsü (5)  başlığını taşıyor ve Arzu Kalkan’la ilgili kapsamlı bir değerlendirme sunuyordu. Söz konusu yazıda, Kalkan’ın o konumun gerektirdiği hiçbir liyakat ölçütüne sahip olmadan bazı özel ilişkiler yoluyla söz konusu pozisyona getirildiği öne sürülerek, şu ifadelere yer veriliyordu:

“Arzu Kalkan olayı basit bir atama işi değildir. İslamcıların yüksek sanat ve kurumlarına yönelik liberal operasyonlarının en kristalize görüntüsüdür.

İslamcıların DOB ile ilgili yönetsel planlarını belirtmiştik: Sanat dışı, kurum dışı, şirket zihniyetli yönetici. Genel müdür yaptıkları Tan Sağtürk, şu ana kadar bu profile en yakın isimdir. Ama yine de katıksız değil; sanat kökenli. Genel Müdür Yardımcısı Volkan Ersoy hem sanat, hem kurum kökenli. Oysa Arzu Kalkan tam da onların ajandalarındaki tanıma uygun biri: Ne sanat, ne kurum kökenli. Koruk Naci (Bostancı) üzerinden bütünüyle siyasete bağlı. İslamcıların rüya genel müdür modeli. Böyle bir kurumda tasdik merci olmanın dışında hiçbir inisiyatif kullanamaz; zerre liyakata sahip değil. Zaten amaç, sınırlı özerkliğini kaldırıp, DOB’u bakanlığın sıradan uzvu kıldıktan sonra, doğrudan bakan yardımcısı eliyle yönetmek. Bu durumda “genel müdür” adı kalsa bile, tamamen göstermelik olacaktır. İslamcılar TÜSAK’tan hiç vazgeçmediler. Siyasal ajandalarındaki o sayfa yerli yerinde duruyor.”

Dün gerçekleşen görevden alma, Saray’da, DOB üst yönetimiyle ilgili soru işaretlerinin arttığına yönelik izlenimi güçlendiriyor.

                                                         ***

Altüst oluş çağı neden sosyalizmle sonlanacak?-Erhan Nalçacı-

Sosyalizm sınır ötesi büyük coğrafyalarda, en nihayet bütün dünyada planlamaya dayalı, akılcı ve paylaşılan yeni bir yaşam tarzına dayanacak. Altüst oluş gerçek anlamını emekçi yığınları ayağa kalkınca bulacak.

Son yıllarda emperyalist düzen içinde gerilim ve çelişkilerin aşırı derecede arttığına tanıklık ediyoruz. Altüst oluş çağı olarak tanımladığımız bu dönemin aynı zamanda sosyalizme geçiş çağı olduğunu ele alalım bugün.

Bu karmaşık yanlar barındıran konuya çok naif bir yerden başlayalım.

Geçen gün göreve başlayan Trump’ın Birleşmiş Milletler daimi temsilcisi olarak atadığı Elise Stefanik ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nde İsrail’in Gazze’deki ateşkesten sonra Batı Şeria’ya saldırısını İncil’e dayalı bir hak olarak gördüğünü söyledi.

Takiye ve yalan düzen siyasilerinin mesleğinin doğal bileşenidir, ancak Stefanik İsrail’in ırkçılığını, katliam ve işgalini İncil’e dayandırmakta samimi gözüküyor. Bu sermaye sınıfının ve temsilcilerinin vardıkları gericilik düzeyinde bir doruk noktasıdır. 

Burjuvazi ki geçtiğimiz birkaç yüzyıl boyunca aydınlanmaya hizmet etmişti, Stefanik şimdi burjuvazinin en küçük ilericilik barutunun kalmadığının ve tarihsel olarak mutlak bir gericiliğe gömüldüğünün sembolü haline geliyor.

1917 ve hatta İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalizmin belirdiği ve genişlediği dönemlerden ne kadar farklı bir dünyada yaşıyoruz. Geçen yüzyılda çoğunluğu büyük köylü kitlelerinden oluşan uluslar emperyalist ülkelerin sömürgesiydi. Şimdiyse haritada bağımsız siyasi birimler haline dönüşmüş 200’den fazla ulus devlet ve Küba gibi az sayıda ülke hariç hepsinde tekelci sermayenin egemenliği bulunuyor. 

Sosyalizm rüzgârının devrimci bir dalga yarattığı geçen yüzyılın ikinci yarısında kapitalist ülkelerde emekçi sınıflarla sermaye sınıfı arasında zımni bir uzlaşma oldu: “Siz devrimden vazgeçeceksiniz, biz de sosyal devletti, kurallı emekti, sömürünün cılkını çıkarmayacağız.”

Şimdi ise yukarıda saydığımız bütün ülkelerde tekelci sermayenin koşulsuz diktatörlüğü yaşanıyor, devrim talebini işçi sınıfı geçici olarak geri çekince burjuvazi de uzlaşmayı bozdu.

Çok uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’de açıklanan asgari ücret ve emekli maaşları ile açlığa terk edilen yığınlar, yangına karşı önlem alınmayan oteller, kendi kendine yanan yolcu otobüsleri, on binlerce on binlerce ölünen depremler, tarikatların devleti ele geçirmesi, emekçi sınıfların hiçbir isteğinin gerçekleşmemesi, bunların hepsi mutlak olarak gericileşmiş sermaye sınıfının diktatörlüğünün belirti ve sonuçları olarak karşımıza çıkıyor.

Yasama, yargı ve yürütme daracık, tek ve asalak bir sınıfın elinde tekleşti. Sadece ve sadece kâr oranlarını yüksek tutmaya bakıyorlar.

Tam da emekçi sınıfların adı konmamış uzlaşmayı bozmasının ve devriminin peşine düşmesinin zamanı değil mi?

Ama kestirmeden gitmeyip biraz daha derinleşelim.

Trump yemin eder etmez Paris İklim Anlaşması’ndan ABD’yi çekti. 

Bugün artık iklim krizinin insan eliyle gerçekleştiği kanıtlanmış durumda, insan eli dediğimiz kapitalizmin ta kendisi.

Belki de emekçi sınıflar için Trump’ın tavrı daha iyi, çünkü sermaye sınıfı sanki iklim sorununu çözecekmiş gibi yapıyordu. Şu “sürdürülebilir” lafı yok mu? Sürdürülebilir sömürü düzeni, sürdürülebilir kapitalizm! Oysa iklim sorununun temelinde sermaye sınıfının geniş emekçi sınıflara dayattığı üretim, yönetme ve tüketime dayalı yaşam tarzı yatıyor.

Los Angeles yangınından, Türkiye’de yüzlerce gölün kurumuş olmasına, bazı coğrafyaların su altında kalışına ve kuraklık nedeniyle çekilen açlığa karşın tekelci sermaye rekabeti artırmaya bakıyor ve iklim krizini tam anlamıyla emekçi sınıflara karşı bir saldırıya dönüşürmüş durumda. Küresel ısınma nedeniyle Kuzey Kutbu’nda buzlar erimesini yeni bir paylaşım savaşının konusu yapacak kadar gözlerinin dönmüş olduğu anlaşılıyor.

İklim kriziyle ancak ve ancak sosyalizmle başa çıkılabileceğini bu köşede çok işledik. Yine de gümrük savaşlarına yakından bakarsak bu konu da daha iyi anlaşılacak.

Çin’in üretim kapasitesi ile başa çıkamayan ülkeler çareyi Çin mallarına yüksek gümrük vergisi koymakta buluyorlar. ABD ise sadece Çin’e değil, ticaret açığı verdiği bütün ülkelerden gümrük vergisiyle korunmaya çalışacak.

Aşağıdaki grafik Çin elektrikli otomobil ihracatının son beş sene içinde nasıl roket hızıyla fırladığı ve tüm diğer kapitalist ülkeleri geçtiğini gösteriyor.

Grafik başlıca otomotiv tekellerine sahip ülkelerin toplam elektrikli araç ihracatlarını 2015 ve 2023 yılları arasında gösteriyor. 2020’den sonra Çin’in elektrikli otomobil ihracatında bütün rakiplerini geçtiği görülüyor. 2024 yılında Çin bu atağını sürdürerek 5 milyon civarında elektrikli araç ihraç etti.

Diğer otomotiv tekellerinin Çin ile başa çıkması imkânsız duruyor. Çin otomotiv tekelleri devlet tarafından büyük oranda sübvanse ediliyor ve bu fiyat açısından onları rekabet edilemez kılıyor. Ayrıca Çin batarya teknolojisinde ki elektrikli araba büyük ölçüde batarya demek, büyük bir atılım yaptı. Bu teknolojik üstünlüğe batarya ve elektrikli arabalarda kullanılan nadir elementlerin çıkarılması ve üretimindeki dünya hegemonyasını ilave etmemiz gerekiyor.

Ee, ne olacak şimdi, gelsin Çin mallarına yüksek gümrük duvarları. Kapitalizmde hiçbir ülke tepeden tırnağa her şeyi üretemez veya sadece kendi pazarı için üretim yapamaz, illaki dış pazarlara açılması gerekir. Bir emperyalist ülke hadi kendini ulusal sınırları içinde Çin’den korudu, ya yayılması ve hegemonya oluşturması gereken diğer pazarlar.

Ayrıca ABD’nin tekrar yüksek üretim gücüne sahip bir ülke olması çok zor, çünkü emek gücü profili buna uygun değil, sanayide çalıştıracak emek gücü bulmakta zorlanıyorlar. Kaldı ki sanayi alanında büyüyen bir emek gücü devrimci bir karakter taşıyacaktır. Şu anki haliyle bile ABD sanayi işçilerinin örgütlülüğü ile başa çıkamıyorlar.

Kapitalist düzen kendisini çelik bir yelek gibi sımsıkı sıkan yapısal krizinin dışında emperyalist rekabet nedeniyle de büyük bir bunalım yaşıyor.

Batı emperyalizmi eğer Çin’deki sermaye birikimini yok edecek bir askeri başarıdan emin olsaydı, eminiz ki yüz milyonlarca insanın canı pahasına savaşı göze alırlardı. Muhakkak yüz milyonların Anglosaksonlar tarafından katledilmesi için İncil destek veriyordur!

Türkiyeli devrimciler olarak bizler, diğer ulusların devrimleri yetişene kadar tek ülkede sosyalizmi ve mümkün olduğu kadar kendine yeter bir ülke kurma konusunda kararlı ve cesaretliyiz.

Ancak yüzyılımızın sosyalizmi ulusal sınırlara sıkıştırılamaz. Sosyalizm sınır ötesi büyük coğrafyalarda, en nihayet bütün dünyada planlamaya dayalı, akılcı ve paylaşılan yeni bir yaşam tarzına dayanacak.

Altüst oluş gerçek anlamını emekçi yığınları ayağa kalkınca bulacak.

                                                         /././

Cafe Crown-Beyda Gıda işçilerine tankerden su içiriyor!-İrem Yıldırım-

Beylikdüzü'nde faaliyet yürüten Cafe Crown-Beyda Gıda'da işçilere tankerlerle taşınan suların içiriliyor.

Geçtiğimiz yıl sendikal örgütlenme nedeniyle işçi çıkartması ile gündeme gelen firmada işçilere sendikal örgütlenme nedeniyle baskılar devam ediyor. Sendikadan istifa etmesi için amirler tarafından yönlendirildiklerini dile getiren işçiler, soL’a konuştu. 

Geçen sene sendikadan istifa ederlerse iyileştirmeler yapılacağı yönünde telkinlerde bulunulduğu, ancak verilen sözlerin tutulmadığını ifade ettiler.

Tankerlerle fabrikaya taşınan suları içmeye mecbur bırakıldıklarını anlatan işçiler, “2025 yılında bu rezaleti bize yaşatanlara yazıklar olsun” dedi.

İşçiler, fabrika yatırımlarını büyüterek kârını arttırırken tanker suyu içirilmesine karşı tepkili.

Cafe Crown markası ile üretim yapan Beyda Gıda'nın Ülker ile yakın ticari ilişkilere sahip.

Üst düzey yönetici ve amirlerin Yıldız Holding geçmişi bulunduğu biliniyor. İşçiler bu yakınlığı hatırlatırken bir çelişkiye işaret ediyor: “Orada hak olan aynı sendika, burada haram ilan edildi.”

4 kıtaya 50'den fazla ülkeye yaptığı ihracat rakamları ile övünen şirket, yurt içi piyasasında da geniş bir pazar ağına sahip. BİM, A101, ŞOK gibi büyük perakende zincirleriyle ilişki içerisinde.

BEYDA Gıda Yönetim Kurulu Başkanı, Cafe Crown markasının sahibi İbrahim Ölçücüer şirket bünyesindeki markaları, yaptıkları işi ekonomim’den Vahap Munyar’a anlatmıştı.

Şirketi almasını Murat Ülker’in önerisini dinlediğini söylüyor. Ülker’in “Beyda Gıda’yı al. Orası Şok’a, Bizim adlı markamıza üretim yapıyor” dediğini anlatıyor.

2012’de İstanbul Beylikdüzü’nde kurulan Beyda Gıda; pişirmeye hazır tatlılar, pudingler, pastacılık yardımcı ürünleri, şeker hamurları, tahıl karışımları, tahin, susam, helva, toz ve küp bulyon, çorbalar, kahve, toz içecekler, pirinç unu üretimi ve pirinç paketlemesi yapıyor. Valenci, Cafe Morning, Juppy, Beyda, Ülker Bizim, Piyale, Bizim Mutfak markalarının üretimini yapıyor.

Munyar’a konuşan Ölçücüer diğer kardeşlerinin işlerini anlatıyor:

Halil Ölçücüer, Kilis’te üretim yapan Beyoğlu Çikolata’nın Yönetim Kurulu Başkanı. Yani, çikolata sektöründe devam ediyor. 33 yıllık şirket, 70’i aşkın ülkeye ihracat yapıyor. İsmail Hakkı Ölçücüer, Zen Çikolata’nın başında. İstanbul Beylikdüzü’nde üretimi sürüyor. İhracat da yapıyor. Zeki Ölçücüer, Lojistik  sektöründe faaliyet gösteriyor. Ülker ve BİM’le yoğun çalışıyor.”

                                                         /././

Muhittin Böcek kendini yalanladı: Önce 'yeğenim', sonra 'uzak akrabam' dedi -Yusuf Yavuz-

Genel Sekreter Yardımcılığına atadığı Cemil Böcek için “Öz yeğenim değil, uzaktan akrabam” diyen Başkan Böcek, kendi paylaşımında “Sevgili yeğenim Cemil Böcek” ifadelerini kullanmıştı.

Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, yeğeni Cemil Böcek’in Genel Sekreter yardımcılığına atanmasıyla ilgili eleştiriler karşısında, “Cemil Böcek öz yeğenim değil uzaktan akrabamdır. Kendi alanında uzman olan meslek sahibi yetenekli bir insandır. Gerçeklerden uzak bir ‘yeğen’ tarifi yapılması manidardır” dedi. Ancak Başkan Böcek’in daha önce kişisel sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlarda, Cemil Böcek’ten “Sevgili yeğenim” diye bahsetmesi dikkat çekti.  

İtfaiye dahil 8 alandan sorumlu olacak

Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı CHP’li Muhittin Böcek, yeğeni Cemil Böcek’i Genel Sekreter Yardımcılığı’na atadı. Cemil Böcek’in, İtfaiye Daire Başkanlığı dâhil 7 ayrı daire başkanlığından sorumlu olacağı görevine Pazartesi günü başlayacağı belirtildi. Daha önce 5 ayrı daire başkanlığının bağlı olduğu birime, Cemil Böcek’in atanmasıyla birlikte iki yeni birim daha bağlandı. Cemil Böcek, daha önce Daire Başkanlığını yürüttüğü Bilgi İşlem Dairesi Başkanlığı’nı da vekâleten yürütmeye devam edecek.

Büyükşehir Belediyeleri için bir tür Başkan Yardımcılığı anlamına gelen bu atama tartışma yarattı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, akraba atamalarından durulması yönündeki uyarılarıyla birlikte, nepotizim tartışmaları da gündeme geldi.

Tartışmaların ardından konuyla ilgili açıklama yapan Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, “Öz yeğenim değil, uzaktan akrabam” dedi ve ekledi: “Gerçeklerden uzak bir ‘yeğen’ tarifi yapılması manidardır.”

‘Öz yeğenim değil, uzak akrabam'

CHP’li eski milletvekili gazeteci Barış Yarkadaş’ın atama konusundaki sorularını yanıtlayan Başkan Böcek, “Cemil Böcek öz yeğenim değil, uzaktan akrabamdır. Kendi alanında uzman olan meslek sahibi yetenekli bir insandır. Bizim isteğimiz üzerine şirketini kapatarak kamuya hizmet etmek için Konyaaltı Belediyesi’ne gelmiştir. Çok yoğun bir tempoda çalıştığına herkes şahittir. Birçok sorumluluk almıştır çalıştığı dönemde. Cemil Bey zaten 6 yıldır Daire Başkanı olarak görev yapmaktaydı. Belediyeye bugün gelmiş gibi yansıtılması doğru değil” ifadelerini kullandı.

Gazeteci Barış Yarkadaş, Başkan Böcek’in açıklamasını sosyal medya hesabından paylaştı. “Birkaç kısa cümle ile zan altında bırakılan insanların mesleki birikimleri ve hikâyeleri bilinmelidir” diyen Başkan Böcek, “Gerçeklerden uzak bir ‘yeğen’ tarifi yapılması manidardır. Ülkenin içinden geçtiği böylesi bir dönemde kamuoyunu meselenin bu haliyle meşgul etmek istemiyorum” dedi.

‘Sevgili yeğenim' demişti

Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, kişisel sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlarda, atama tartışmalarıyla gündeme gelen Cemil Böcek’ten “Sevgili yeğenim” diye söz etmesi dikkat çekiyor. Başkan Böcek, 10 Şubat 2024 tarihli paylaşımında, “Sevgili yeğenim Cemil Böcek’in oğlu Cem evladımız ile Hande Duman kızımızın nikâh akitlerini gerçekleştirdik. CHP İl Başkanımız Nail Kamacı, Kadın Kolları İl Başkanımız Nilüfer Deveci, Kepez Belediye Başkan Adayımız Mesut Kocagöz, Konyaaltı Belediye Başkan Adayımız Cem Kotan ve bu mutlu günümüzde bizi yalnız bırakmayan tüm misafirlerimize teşekkür ediyorum” ifadelerine yer veriyor.

                             Muhittin Böcek'in, Cemil Böcek'ten 'sevgili yeğenim' diye söz eden paylaşımı

                                                       /././

'Tam bir sol aydın': Uğur Mumcu -Yekta Armanc Hatipoğlu-Doğrusuyla yanlışıyla, Uğur Mumcu Türkiye halkının 'daha iyi' yaşaması için yazıp çizmiş, mücadele etmişti. Yalçın Küçük’ün deyimiyle tam bir sol aydındır Uğur Mumcu, bunun için öldürülmüştür.

Bundan 31 yıl önce, 24 Ocak 1993’te Ankara’da arabasına konulan bomba sonucu hayatını kaybetti Uğur Mumcu. İslami Hareket Cephesi, İBDA-C, Hizbullah gibi örgütler suikastı üstlendi. Suikastın arkasında MOSSAD ve kontrgerillanın olduğu, Mumcu’nun suikasta kurban gittiği o dönemde PKK’nin MİT’le olan bağlantısını araştırdığı söylendi. Hangilerinin kesin doğru ya da yanlış olduğu bilinmez. Ancak kesin olan tek bir şey var. O da şu ki Uğur Mumcu tıpkı aynı yıllarda ölüme kurban giden pek çok aydının yaşadığını yaşadı: Türkiye halkının aydını olmanın bedelini ödedi. 

Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü yıllar, Türkiye aydınının, bir sermaye aparatı olan devlet tarafından kelimenin tam anlamıyla yok edilmek istendiği yıllardı. Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Musa Anter, Metin Göktepe… Hepsi ‘90’ların karanlığından paylarına düşeni aldı. Cinayet işleyen devlete ‘90’lardan önce Ülkü Ocakları; sonrasında kontrgerilla, JİTEM gibi isimler takıldığı oldu. Bazı örneklerde de devlet cinayet işlemiyor ancak işleyenleri koruyordu. Hizbullah’ın büyümesinin bir nedeni rahatlıkla buna bağlanabilir.

Uğur Mumcu’ya dönmek gerekirse… Dört çocuklu tapu kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey ile Nadire Hanım’ın üçüncü çocuğu olarak, 22 Ağustos 1942’de, Kırşehir’de dünyaya geldi Uğur Mumcu. İlköğretim, ortaöğretim, lise ve üniversite yılları Ankara’da geçti. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okudu üniversiteyi. Mezun olduktan sonra kısa süre avukatlık yaptı. Birkaç yıl üniversitede asistan olarak çalıştı, bir yandan da dergi ve gazetelere yazılar yazdı.

Yazma serüveni üniversite öğrencisi olduğu yıllarda başladı. Henüz yirmili yaşlarında, Cumhuriyet gazetesinde yazdığı “Türk Sosyalizmi” başlıklı makalesi Yunus Nadi Ödülü’ne layık görüldü. Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisi, 1960’lı yıllarda Türkiye solunun önemli üretimlerinden biriydi. Uğur Mumcu’nun yolu Yön’le 1965’te kesişti. Burada net bir biçimde “tam bağımsız Türkiye” fikrini savundu.

Askerliğini yapmaya hazırlandığı sırada, 12 Mart döneminde, bir yazısında kullandığı, “Ordu uyanık olmalı.” sözleriyle “orduya hakaret etmek ve sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak”la suçlanarak gözaltına alındı. 

Mamak Askerî Cezaevi'nde pek çok aydınla birlikte bir yıla yakın kalan Mumcu, bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkûm edildi. Fakat bu karar Yargıtay tarafından bozuldu ve Mumcu serbest bırakıldı. Askerliğini 1972-1974 yılları arası “sakıncalı piyade” olarak, Ağrı’nın Patnos ilçesinde yaptı. Bu yıllarda ülserinin üzerine eklenen ağır askerlik koşulları yüzünden mide kanaması geçirdi. Sakıncalı piyade oluşu için “Evet, evet ne olursa olsun, ben Patnos dağlarında halk çocuklarıyla er olarak askerlik yapmayı, emekli olduktan sonra siyasal iktidarın uzattığı yönetim kurullarında, on binlerce lira para alan orgeneral olmaya değişmem.” dedi. 

Askerlikten sonra üniversitedeki görevinden ayrıldı ve gazeteciliğe profesyonel olarak 1974 yılında, Yeni Ortam gazetesinde başladı. İlk yazısının başlığı “Anarşist!” idi. Bu yazısında Mumcu, Türkiye’de “anarşist” kelimesinin bütün solcular için kullanılmasının yanlışlığından bahsetti. Mumcu, profesyonel gazeteciliğe başladığı o ilk yazısını şu sözlerle sonlandırdı: “Gün gelecek, giderek sahnelerden uzaklaşan siyasetçilerin sadece çirkin yüzleri kalacak belleklerde. Tarihin emekçiden yana olan gelişimine kafa tutmaya çalışanların anarşizmi de böyle son bulacak ancak.”

18 Mart 1975’te ise Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladı. 1977’den 1991’e kadar aralıksız olarak Cumhuriyet’te yazdı. Gazete, Mumcu’yla; Mumcu, gazeteyle özdeşleşti. Cumhuriyet gazetesi denince akla gelen ilk isimlerden biri bugün hâlâ Uğur Mumcu.

Uğur Mumcu, onlarca gazetecilik kitabı da yazdı. Bir yandan gazeteye üretim yaparken, diğer yandan da pek çok konu hakkında çeşitli gazetecilik kitapları yazdı. Kitaplarından biri olan “Sakıncalı Piyade” 700’den fazla kez sahnelendi. Yaşamına 25 kitap, iki de oyun sığdırdı. 

1991’de Cumhuriyet gazetesinden ayrıldı Mumcu. Bir yıl Milliyet gazetesinde çalıştıktan sonra Cumhuriyet’e geri döndü. 

24 Ocak 1993'te, Cumhuriyet gazetesine dönüşünün üzerinden sekiz ay geçtikten sonra, Renault 12 markalı arabasına konulan bombanın patlaması sonucu hayatını kaybetti. Patlamanın ardından olay yerine gelen ekiplerin delilleri süpürdüğü iddia edildi. 1990’ların normalidir, “faili meçhul” kaldı cinayeti Mumcu’nun tıpkı diğer aydınlar, gazeteciler gibi.

En son mafya lideri Sedat Peker 23 Mayıs 2021’de Youtube’ta paylaştığı videoda Uğur Mumcu’nun Mehmet Ağar tarafından öldürüldüğünü söyledi. 

“Tam bir sol aydındı.” demişti Yalçın Küçük Uğur Mumcu hakkında, katıldığı bir televizyon programında. Doğrudur. 

Doğrusuyla yanlışıyla, Uğur Mumcu Türkiye halkının “daha iyi” yaşaması için yazıp çizmiş, mücadele etmişti. Yalçın Küçük’ün deyimiyle tam bir sol aydındır Uğur Mumcu, bunun için öldürülmüştür. 

                                                        /././


Bir keskin kalem, bir kırık gözlük -Sancak Yıldız-

Ölümünün üzerinden 32 yıl geçti Uğur Mumcu’nun. Katillerinin bir kısmı firarda, bir kısmı iktidar mahfillerinde.

Tarihler Ocak 1993’ü gösterdiğinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin mafya-tarikat ekseninde kemirilişinin kan sesleri en derinden duyuldu. Faşist Kenan Evren 80’lerinin Özallı yıllarında, devletin kapılarının aralandığı tarikatlar her yerde kadrolaşırken, mafya da işin ucundan tetikçilik yaparak tutmuştu. Ortaya çıkan tam anlamıyla çete düzeniydi.

Ankara Hukuk’tan ‘Türk sosyalizmi’ne uzanan yol

Kırşehir’de yaşayan dört çocuklu memur bir ailenin ferdi olan, 1942 doğumlu Uğur Mumcu, bir yanıyla hayat kavgasına Ankara Hukuk Fakültesi’ne geldiği 1961 yılında başlıyor. İlk gençlik yıllarından bu yana Cumhuriyetçi duruşundan taviz vermeyen Uğur Mumcu için fakülte yılları, toplumsal sorunlara kendi kaleminden cevaplar aradığı yıllar oluyor. 1962 senesinde Cumhuriyet gazetesine yazdığı 'Türk Sosyalizmi' makalesi, Mumcu’nun kendi perspektifinden gördüğü sorulara üretmeye çalıştığı yanıtlar arasında en dikkat çekenlerinden oluyor. Nitekim bu makale, Yunus Nadi Ödülü’ne de layık görülüyor.

Devrim’den Sakıncalı Piyade’ye

Öğrencilik yıllarından sonra birkaç yıl asistanlık yapan Uğur Mumcu, 12 Mart Muhtırası yıllarına kadar Doğan Avcıoğlu’nun yönettiği Devrim gazetesinde makaleler kaleme aldı. Dönemin önemli konularından hayali ihracat ve kaçakçılık üzerine tarihe not düşercesine tespitlerde bulundu ve etkisi büyük olan bu notlar Uğur Mumcu’nun keskin kaleminin ilk kez kelepçelenmesiyle sonuçlandı.

12 Mart mahkemelerinde yargılanıp tutuklanan Mumcu, askerliğini Ağrı’da “sakıncalı” bir piyade olarak tamamladı. Bütün bu tabloyu ise “Sakıncalı Piyade” kitabıyla milyonlarca insana duyurarak kendi bildiği yöntemle kayda geçirdi.

Uğur Mumcu’nun Cumhuriyet’i

1975 yılıyla beraber Cumhuriyet gazetesinde Gözlem adlı köşesinde başlayan tavizsiz yazılarında Mumcu, Demirellerin hayali ihracatçılığından, Özallar’ın tarikatçılığına kadar radarına giren hiçbir konudan kaçmadı, korkmadı ve boyun eğmedi.

Neoliberal kuşatmaya ülkenin kapılarını dolu dizgin açan Özal’a karşı Cumhuriyetin kamucusu, tarikatçılara yönelik sevgi gösterilerine, devletin tüm kadrolarının bunlara açılmasına karşı Cumhuriyet’in ilerici bir neferi oldu.

Laikliğin türlü bahanelerle çiğnendiği yıllarda faşist Evren’in din istismarcılığına da, Atatürk istismarcılığına da en yüksek sesle itiraz edenlerden biriydi. Ağalar, şeyhler devlet katlarında ağırlandığında, herhangi bir liberal yaftadan çekinmeden bayrak açtı.

Çete düzeninin ölüm listeleri

90’lı yıllara gelindiğinde soruşturma ve davalarla muhatap olmasına karşın araştırmacı gazetecilik alanında önemli eserler veren Mumcu, bütün bunların sonucunda mafya düzeninin tetikçisi şeriatçı örgütlerin infaz listesine girdi.

Aynı listede başka aydınlar, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Musa Anter de vardı.

Bu ölüm listeleri, ülkenin gerici örgütler tarafından işgaline, mafya ve devlet eliyle işlenen cinayetlerin karanlıkta bırakılmasına itiraz edenleri kapsıyordu.

Ankara kar altında

24 Ocak 1993 sabahı arabasının altına yerleştirilen bombanın infilak etmesi sonucu Uğur Mumcu hayata gözlerini kapadı.  

Olay yeri kalıntılarının çöp süpürgeleriyle süpürüldüğü cinayetin aydınlatılması için “namus” sözleri verildi, ancak tam anlamıyla ve tüm olası şüphelileri kapsayan bir yargılanma süreci yürütülmedi. Kamuoyunun yoğun baskısıyla dönem dönem belli aşamalar kaydedilen yargılamalarda birçok isim dosyadan ayrı tutularak firari hale geldi. 32 yıldan beri arabaya bombayı koyan şahıs dahi firari olarak hayatına devam ediyor.

O günlerde bu karanlık ilişkiler sarmalında önemli yer tutan Mehmet Ağar başta olmak üzere birçok isim, bugün de iktidar eliyle devlet-mafya-ticaret ilişkilerinde adları anılan isimler olmayı sürdürüyor.

                                                       /././

Bir komünist tango ustası: Osvaldo Pugliese -Murat Akad-

"Pugliese’nin bir başka özelliği Arjantin halkı tarafından çok sevilmiş ve sahiplenilmiş olmasıdır. O, 'halkın müzisyeni, halkın maestrosu'dur."

Tango denince akla önce genellikle dans ve elbette tangonun anavatanı Arjantin gelir. Oysa tango dans olduğu kadar müziktir de. Hatta, 20. yüzyılın hiç kuşkusuz en önemli müzisyenlerinden biri olan ve Yeni Tango akımını yaratan Astor Piazzolla, kendi ifadesiyle “tangoyu altüst etmiş”, yeni bir düzlem yaratarak müziği ön plana çıkarmıştır.

Piazzolla öncesi dönemde, tango tarihine şekil vermiş olan birkaç tane önemli “maestro” vardır. Bu yazıda bunlardan birisi olan Osvaldo Pugliese’yi ele alacağız. Türkiye’deki tango meraklılarının pek tanımadığı bu ismin en başa yazmamız gereken özelliği ise komünist olması. Genç yaşlarında Arjantin Komünist Partisi üyesi olan Pugliese, 89 yaşındaki ölümüne dek dünya görüşünden hiç ödün vermedi; onu yaşamı boyunca onurla savundu ve müziğini onun etkisiyle inşa etti.

Pugliese, İtalya’dan Arjantin’e göçmüş bir emekçi ailesinin çocuğu olarak 1905 yılında Buenos Aires’te doğdu. Çocukken hem okumak hem çalışmak zorunda kaldı. Erken yaşta müzikle uğraşmaya başladı, piyano çalmayı öğrendi ve 16 yaşında ilk kez bir tango orkestrasına katıldı. 1930’lu yılların sonlarında bir müzisyenler sendikasının kuruluşuna öncülük etti. Sendika, çalışma koşulları çok kötü olan müzisyenlerin çalışma saatlerinin kısaltılmasını ve haftada bir gün izinli olmalarını sağladı. 1936’da Arjantin Komünist Partisi’ne üye oldu.

Çeşitli orkestralarda çalıştıktan sonra 1939’da kendi orkestrasını kurdu. Ve tangonun en önemli birkaç isminden biri olarak tarihteki yerini aldı. 1995’teki ölümünden kısa süre öncesine kadar da aktif müzisyenlik yaşamını sürdürdü.

Pugliese’yi döneminin diğer önde gelen isimlerinden ayıran temel özelliği, hep ileri bakması, hem bir enstrümentalist hem de orkestra yöneticisi olarak kendisini ve müziğini sürekli geliştirme çabası içinde olmasıdır. Tangonun önemli isimlerinden çoğu, bu müziğin özünde yer alan duygusallığı ve nostaljiyi yeniden üretmişlerdir. Pugliese ise yaşamın gerçekliğini, çelişkilerini, zaman zaman rahatsız edici yönlerini, yaşadığı kent olan Buenos Aires’in kaotik temposunu müziğine yansıtmıştır. Yaşamın ritmini müziğine katarak tangoyu “yaşayan” bir müzik haline getirmiş, her zaman geleceği, yeniyi aramıştır. Bunda hiç kuşkusuz, yaşama bakışını belirleyen siyasi görüşünün etkisi vardır.

En önemli eseri olarak kabul edilen “La Yumba”, ritmin ön plana çıktığı parçaların ilk örneğidir. Kendisi üzerinde uzun bir süre çalıştıktan sonra, ilk kez 1946’da seslendirilmiştir. Dönemin tango parçaları arasında hemen farklılığı hissedilir. Güçlü ama basit melodisinin önüne çıkan bir ritmselliği vardır parçanın. Bu ritmsellik bir gerilim ortaya çıkarır, sonra bu gerilim azalır, tekrar artar vb. Sadece kontrbas değil, bandoneonlar ve hatta Pugliese’nin piyanosu da bir vurmalı çalgı gibi çalışır adeta. Pugliese bu besteyi yaparken, metal işçilerinin çalışırken çıkardıkları seslerden esinlendiğini vurgulamıştır. Pugliese gerek kendi bestelerini seslendirirken, gerekse başka tangocuların bestelerini yorumlarken bu yapıya sadık kalır. La Yumba ile birlikte, yine aynı dönemde yaptığı besteler arasında Negracha (1948) ve Malandraca (1949) öne çıkar. Bu üçlü, Pugliese’nin müziğinin tipik özelliklerini, ayırt edici yönlerini yansıtan başyapıtları olarak kabul edilir.

La Yumba (1985’teki Teatro Colón konserinden): https://youtu.be/4ytuL2p6sk0

Negracha: https://youtu.be/cy-JYLXlHe8

Malandraca: https://youtu.be/pspk9fI95C8

Öte yandan, henüz 17-18 yaşında bestelediği Recuerdo, bir tango klasiği haline gelmiş ve başka önemli tango ustaları bu bestenin, 1920’li yıllarda tango müziğinde yeni bir sayfa açtığını vurgulamışlardır.

Recuerdo: https://youtu.be/AAZRZzfck_g

Geleneksel tangonun sınırlarına ulaştığı ve Piazzolla’nın öncülüğünde yeni tangonun çığır açtığı dönemde Pugliese, başka pek çok ismin aksine, pes etmez. Yeniyi arayışını sürdürür ve konumunu perçinler. Daha sonra, “Piazzolla o zaman hepimizi daha sıkı çalışmaya zorladı” diyecektir. Öte yandan Piazzolla ise, yeni tangoyu yaratırken Pugliese’nin müziğinden esinlendiğini belirtecek, “Benim müziğimin kökeninde Negracha var” diyecektir.

Pugliese’nin dünya görüşü, çalışma biçimine de yansımıştır. Pugliese’nin tipik orkestrası (tangonun temel icra aracı olan küçük orkestralar “tipik orkestra” olarak anılır ve çoğunlukla piyano, bandoneon, kontrbas, keman, viyolonsel ve/veya vokalden oluşur) benzerlerinden farklı olarak bir “kolektif” niteliğindeydi. Diğer orkestraların aksine, Pugliese orkestrasında gelir, orkestra üyelerinin tamamına ait olur, her üye bundan katkısı oranında pay alırdı. Orkestranın lideri olarak Pugliese’ye düşen pay, zaman zaman diğer üyelere düşen payın altında kalırdı. Ayrıca orkestra üyelerinin müzikal fikirleri her zaman aranjmanlara yansımış, böylece üyeler orkestranın tam anlamıyla parçası haline gelmişti. Kendi ifadeleriyle, orkestra gerçekte bir kooperatifti. Bu nedenle Pugliese’nin tipik orkestrası, müzisyenler için hep çekici olmuştur. Orkestranın üyeleri haklarını her zaman alacaklarına emindir. Ve orkestra üyelerinin çoğu, orkestrada uzun yıllar boyunca çalışmışlardır. Ve yine bu müzisyenlerin anlamlı bir bölümü, Pugliese orkestrasından ayrıldıktan sonra tangonun önemli isimleri olarak müzik yaşamlarını sürdürmüştür. Pugliese orkestrası bir “okul” işlevi görmüştür.

Pugliese’nin bir başka özelliği Arjantin halkı tarafından çok sevilmiş ve sahiplenilmiş olmasıdır. O, “halkın müzisyeni, halkın maestrosu”dur.

Siyasi görüşüleri ve parti üyeliği nedeniyle yaşamının çeşitli aşamalarında baskılara maruz kalır. Çalışma olanakları kısıtlanır, konser salonları kendisine tahsis edilmez, konserleri son anda iptal edilir, sansüre maruz kalır, şarkı sözlerini değiştirmeye zorlanır vb. Ayrıca, çeşitli dönemlerde cezaevine de girer. Cezaevinde olması nedeniyle, önceden planlanmış konserlere katılamadığında, orkestranın diğer üyeleri tarafından piyanosunun üzerine bir kırmızı karanfil bırakılır. Özellikle Juan Perón’un ilk başkanlık döneminde, ülkenin ilericileri üzerindeki baskıdan o da payını alır. Perón, 1973’te ikinci kez devlet başkanı olduğunda, Pugliese’den şahsen özür diler.

1957’deki seçimlerden bir süre önce hükümet, Pugliese’nin de aralarında olduğu 200’ü aşkın komünisti tutuklar. Tutuklular, hurda bir buharlı gemiye bindirilir ve gemi okyanusa açılır. Geminin açık denizde batırılacağı dedikodusu ortalıkta dolaşırken, Pugliese, bu eski geminin yemek salonunda bulunan piyanoda çaldığı marşlarla tutuklulara moral verir. Toplumsal tepkiler üzerine tutuklular, beş gün sonra serbest bırakılır. Pugliese’nin yaşadığı zorluklar, 1980’lerde askeri diktatörlüğün sona ermesine dek aralıklarla devam edecektir.

Pugliese, her dönem müzik tekellerinin müzisyenler üzerinde kurduğu egemenliğe karşı da mücadele etmiştir. Müziğin ancak bu tekellerin etkisinin kırılmasıyla özgürleşeceğini savunur. Hatta bu amaçla bir dönem kendi müzik firmasını kurmuştur. Ancak bu firma uzun ömürlü olmaz.

Pugliese orkestrası 1959’da, bir tango orkestrasının yaptığı en uzun uluslararası turneyi yapar. Orkestra, üç ay boyunca Sovyetler Birliği’nde 80 kentte, bunu izleyen bir ay boyunca da Çin Halk Cumhuriyeti’nde 28 kentte konser verir. En büyük seyirci kitlesi, Ermenistan SSC’nin başkenti Erivan’daki Dinamo Stadyumu’nda karşılarına çıkar. Bu konserde 50 bin kişi Pugliese orkestrasını izler.

Pugliese, devrimin heyecanının yaşandığı Küba’yı da çeşitli kereler ziyaret eder, burada konserler verir. Ama asıl ilginç olan, Fidel için yazdığı “Milonga para Fidel” parçasının başına gelenlerdir. Pugliese bu parçayı, 1961 yılında gerçekleşen ve ABD’nin fiyaskosuyla sonuçlanan Domuzlar Körfezi çıkarmasının hemen ardından besteler ve parçanın kaydı gizlice yapılır. Kayıt henüz dinleyicilere ulaşmadan parçanın notaları dağıtıma çıkar. Polis bunların tamamını yok etmeye çalışır ve kayıt da yayımlanamaz. Bu kayıt, ancak Pugliese’nin 1995’teki ölümünden sonra gün yüzüne çıkar.

https://youtu.be/R60lrqj3dms

Siyasi görüşleri nedeniyle karşısına çıkan engellerden biri de, ülkesinin ve hatta Latin Amerika’nın en önemli sanat yapısı olarak kabul edilen Teatro Colón’da konser vermesinin engellenmesidir. Sonunda bu engel 1985’te, Pugliese 80 yaşındayken kalkar. Binlerce Arjantinli, olağanüstü bir coşkuyla sevgili “Don Osvaldo”larını Colón’da izler.

Halkın Pugliese’yi ne denli sevdiğini, internette kolayca bulunabilen çeşitli görüntülerden anlamak mümkündür; binlerce kişinin katıldığı cenaze töreni de buna dahildir.

Arjantin toplumunun, batıl inançların yaygın olduğu kesimlerinde bu sevgi, bir başka boyut kazanır. Üstünde Don Osvaldo’nun resminin olduğu çeşitli kartların uğur getirdiğine, şifa verdiğine inanır kimi insanlar.

“Pugliese okulu”nun etkisi, günümüzde de tango müziğinin taşıyıcısı olan, bir bölümü bu okuldan geçmiş müzisyenlerin ürünlerinde varlığını sürdürmeye devam ediyor.

Boyun eğmeyen bir tanguero: Yoldaş Osvaldo Pugliese-Ekin Sönmez-

https://haber.sol.org.tr/haber/boyun-egmeyen-bir-tanguero-yoldas-osvaldo-pugliese-1426

                                                                  /././

soL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Vatikan’da dönen dinsel entrikalar ve Papa’ların sırları -Atilla Dorsay / T24

Filmin zirvesi bu: tüm dinlerin ayni biçimde ve benzer ölçüde merhamete, adalete, hoşgörüye, insancıl değerlere önem vermesini tavsiye etme ...