Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" -11 Ocak 2025-

 Açılım karşıtlığının 4 nedeni -Mehmet Ali Güller-

Bazıları Kürt etnik kimliğime işaret ederek “Neden Kürtlerin yakaladığı bu fırsata karşı olduğumu” sorguluyor, bazıları da sosyalist kimliğime işaret ederek “biz solcuların barışa karşı çıkmaması gerektiğini” söylüyor!

Hatta bazı aydınlarımız da beklenenin tersine, Devlet Bahçeli’nin öncülüğündeki bu açılımın kolaylaştırılması için çaba gösterilmesini savunuyor!

Bir sosyalist ve Kürt kökenli Türk olarak Erdoğan-Bahçeli’nin Öcalan açılımına neden karşı olduğumu dört maddede açıklayayım:

1) İKTİDARIN GÜVENİLMEZLİĞİ

Bir kere 22 yıllık uygulamalarından hareketle, bu iktidarın hiçbir politikasına güvenmiyorum. 22 yılda onlarca kez görüldü; her politikalarının altında bir ajanda, bir başka hedef var. (Bugün de barış ve silah bırakma adı altında içeride “yeni anayasa ile Erdoğan’a sınırsız başkanlık” sağlama, dışarıda “Irak ve Suriye Kürtleriyle Türkiye’yi genişletme” hedefi var.)

Ayrıca Erdoğan 22 yılda 22 çeşit siyasi aktörü, çeşitli biçimlerde kullandı: Batıcı liberalleri, sol liberal aydınları, Kürt örgütlerini, bazı Alevi örgütlerini, MHP’den BBP’ye Türk-İslam milliyetçilerini, VP’den DSP’ye ulusalcıları, azınlıkları, sanatçıları, futbolcuları vd.. 

Erdoğan bugün de Öcalan açılımı için Bahçeli’yi koçbaşı yapmış görünüyor; sonucuna göre pozisyonunu elbette güncelleyecektir.

Bu şartlarda, DEM Parti aktörlerinin kendilerini ikinci kez Erdoğan’ın kullanımına açmış olması, artık siyaset biliminin konusu olmanın ötesindedir.

2) DEMOKRATİKLEŞME HAYALİ

Erdoğan ve Bahçeli’nin merkezinde olduğu bir politikadan, demokratikleşme çıkmasını beklemek, en hafifinden siyasi saflıktır.

Erdoğan’ın muhaliflerini toptan terörist ilan ettiği günler daha dündü.  Bahçeli’nin HDP’nin kapatılmasını istemesi daha dündü. Bahçeli’nin HDP’yi kapatmayan Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını istemesi daha dündü. DEM’li belediyelere kayyum atanması daha dündü.

Siyasal İslamcılıktan demokratikleşme beklemek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Siyasal İslamcılıkta demokrasi, iktidara götüren bir tramvaydır, iktidar durağına gelinince inilir!

3) KOMŞULARLA SAVAŞ RİSKİ

Bu açılımın hedefi barış değildir; tersine aslında savaşın tohumlarını ekiyorlar. 

Çünkü “Irak ve Suriye Kürtleri Osmanlı’daki gibi Türklerle yaşamak istiyor”  diyorlar, bu Araplarla savaş tohumudur.

Çünkü “Esad sonrası konjonktürde İran’a karşı Türk-Kürt-Arap ittifakı” diyorlar, bu Farslarla savaş tohumudur.

Yani Türk-Kürt barışı diye sunulan, aslında Ortadoğu’da yeni savaş riskidir.

4) PKK’NİN SİLAHI ABD’NİN SİLAHIDIR

Kimi ülkelerin terörle nasıl masaya oturduğu, uzun müzakerelerle nasıl barış getirdiği anlatılıyor medyada. Doğru ama arada büyük bir fark var. 

O örgütler, son tahlilde o ülkenin sorunuydu, konusuydu. Ancak PKK, biraz da Türk devletinin yanlış politikaları nedeniyle, sadece Türkiye’nin konusu olmaktan çoktan çıkmış durumda.

PKK, 90’lara kadar Türkiye’nin konusuydu, 2003’e kadar bölgenin konusuydu, ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte uluslararası bir konuya dönüştü. Yani bırakın konunun ülke düzleminde olmasını, artık bölge düzleminde bile değildir; uluslararası düzlemdedir.

Hatta PKK’den silah bırakmasının istenilebileceği adres bırakın İmralı’yı, Kandil bile değildir; doğrudan Washington’dur! 

PKK’nin elindeki silah ABD’nin silahıdır. Dolayısıyla Türkiye PKK’nin silahlarını teslim almak istiyorsa ABD’yle müzakere, hatta mücadele etmelidir. 

ABD’yle müzakere/mücadele edebilmek için de Türkiye’nin güçlü bir müttefik ağı inşa etmesi gerekiyor. Bunun için de önce “Irak ve Suriye Kürtleriyle Türkiye’yi genişletme” hayalinden çıkılmalıdır.

                                                         /././

Sağlıkçılar en başta gidebilenler gidiyor -Şükran Soner-

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ülkenin her yerinde ulaşılamaz uzaklıklardaki şehir hastaneleriyle, gücün simgesi gibi övünedurmaktan hiç vazgeçmeyecek. Kuşkusuz dünya emperyalizminin, zenginliğin simgesi, Amerika’daki Houston hastahanelerine benzerlikleri etkileyici. Emeklilerimizin yıllık sağlık raporlarını alabilmek için hangi zorluklarla, ne kadar çok gidip gelmek zorunda kaldıklarına tanıklık ettikten sonra “Dışı seni, içi raporlarını alabilmek uğruna harcadıkları günleriyle emeklileri yakar” demekten başkaca söz kalmıyor.

Nasılsa bizim emeklilerimizin tedavilerini oralarda yaptırmak gibi bir düşleri olamaz. Binlerce doktorun soluksuz çalıştıkları dev binaların içindeki enerjiden, koridorlardaki koşuşanlaran, kargaşadan etkilenmemek olanaksız. Cankurtaranların, polis araçlarının ışıklı, sesli gürültülerine bizimkilerde fark atan bir de camilerimiz ile, cenaze kaldırmalarındaki sistematik eklenmiş disiplin var. İçimden, oralarda tedaviye kalkışmak zorunda kalacakların, hangi ölçeklerde harcama yapmak zorunda kalacaklarını da merak etmiş olsam da boşa soruya yanıt verecek insan bulamayacağımı da gözlemledim.

Gazetecilik, gözlemcilik tutkusuyla koridorlarda duyduğum konuşmalardan, kimi doktorların günde sayısı tutulan işlemlerden aldıkları bana göre çok yüksek olabilecek gelirlerine karşın, bir başka ülkeye çalışmaya gitmek üzere denklerini toplayanların sayılarının da az olmadığının ayırımına vardım. Dakikalara sığdırılmış, kayıtlara işlenmiş gelirlerine karşın, daha insanca bir yaşam için yurtdışına kaçışı seçenlerin olmasına takıldım.

Şehir hastanelerimiz “Kapalıçarşı kapalı kutu” mu?

                                                     ***

Övgülerin ötesinde, içlerinde yaşananlar, çalışma koşulları hakkında en küçük bir bilgimiz var mı? İnsanlar keyiflerinden mi ülkelerinden göç etmeyi seçerler? Kuşkusuz dudak uçuklatan ölçeklerde gerçekleştirilmiş çok büyük yatırımlar, devlet bütçesinden çıkmış yatırımlardan söz ediyoruz. Yine kuşkusz bu dev yatırımların maliyetleri, harcamaları, kâr zararları üzerinden yasal denetim raporlarının varlığı, hesaplamaları da söz konusudur. Bugüne kadar kamuya yansıtılmış bir bilgilendirme duyduk mu?

Ortalık güllük, gülistanlık mı? Yoksa hukuken yapılmaması söz konusu olamayacak denetim raporlarının sonuçlarının sır gibi saklanıyor olmaları mı yeğleniyor? Arada birçok yerel ölçeklerde tersine işleyişlerin verilerinin yaptırımsız kalan bilgilerinin ötesinde duyumlarımız yok gibi.

Hep var olan ancak ülkenin içinde boğulduğu sorunlar yumağında, kendi yaşamlarının gerçeklerinde nefes alamayanların, çaresizlik, çözümsüzlüklerinin soncu, yurtdışına kaçışlarındaki artışlar sınır tanımıyor. Sınırlarımız dışında yaşam kapısı arayışları bulanların, bulabildikler her yer geçerli, gözleri kararmış gidişlerinin de örneklerinin en çarpıcıları kamuoyuna yansıyor.

Gerçeğine bakarsak, kurgulanmış, hesap verilmemek üzere her yolun geçerli sayıldığı tüm kirli siyasal iktidarlar erklerinin geçerli olduğu düzenlerin sloganı hiç şaşmıyor; “Biz hesapsız kitapsız bir iktidar, kitleyiz. Bu koltuğa alıştık gitmeyiz de gitmeyiz” sloganı ağızlardan düşmüyor.  

                                                    /././

Yine ‘haberim yoktu’ derse ya...-Miyase İlknur-

Valla der mi der. Yapmadığı şey değil. Anketlere bakar, oylarında anlamlı bir artış olmadığında ya da kendisinin yeniden seçilmesini garantileyecek anayasa değişikliğine gerekli desteği bulamadığında “Ne açılımı, ne barışı? Teröristle barış mı olurmuş. Nereden çıktı bu umut vaadi? Siz benim ağzımdan böyle bir söz duydunuz mu? Benim haberim yok” der ve bir kez daha masayı deviriverir.

“Nasıl yok ya?” diye sorduğunuzda da cevap hazırdır:

“Kardeşim ben DEM’lilerle görüştüm mü? Yok. Terörist başına umut veren bir cümle sarf ettim mi? Yok. Ben bu devletin başıyım ya. Ben onaylamadıktan sonra böyle bir şeyin olması mümkün mü?” diye sorduğunda ne diyeceğiz?

Baksanıza her konuda tek karar verici olan Reis, İmralı heyetiyle kendisi değil grup başkanvekillerini muhatap ediyor. Bahçeli’nin Öcalan gelsin burada konuşsun” ya da umut vaadinden yararlanıp serbest kalmasına ilişkin de tek kelime de etmiyor. Ne düşündüğünü en yakınındakiler bile bilmiyor. Yani her an tornistan yapabilecek marjı var.

Dolmabahçe mutabakatından bir gün sonra 28 Şubat 2015’teki Suudi Arabistan ziyareti öncesinde Erdoğan, Atatürk Havalimanı’nda yaptığı açıklamada “Tabii silahların bırakılması çağrısı bizler için çok çok önemli bir beklenti idi. Milli birlik ve kardeşlik projesi ile başlayan bir şimdi de çözüm süreci ile devam eden ve bunu artık noktalayalım diye hasretle beklediğimiz bir çağrıdır” demiş ardından da “Umarım uygulanır” temennisinde bulunmuştu.

Anketlerde partisinin oy kaybettiğini görünce bir yıl sonra 24 Nisan 2016 günü Adana’da yaptığı konuşmada, “Dün biri çıkmış Dolmabahçe mutabakatından bahsediyor. Böyle bir mutabakat yok. Bu iktidarın terör örgütüyle bir mutabakatı söz konusu değildir” diyen de aynı Erdoğan’dı.

Dün yaptıysa bugün de yapabilir pekâlâ.

TÜRKİYE DEMOKRATİKLEŞMİŞ Mİ OLACAK?

Adı konmasa da yaşanan gelişmeler “yeni açılım süreci” olduğuna kuşku yok. Bu yeni sürecin havasına siyasette ve bizim medya fena kapılmış vaziyette. Geçmişte azıcık itiraz edenlere “Yoksa siz anaların ağlamasını mı istiyorsunuz?” diye çıkışırlardı. Şimdi de “İyi de...” diye kuşkunuzu dile getirmek istediğinizde  “Türkiye’nin demokratikleşmesine mi itiraz ediyorsunuz” deniyor.

Türkiye’nin demokratikleşmesine ve kan revan içindeki bölgemizde iç barışını sağlamış bir ülke olmamıza hiç kimsenin bir itirazı olmaz, olamaz. Ama tek adam rejiminde demokratikleşme nasıl olacak sorusu da akıllara getirilmeli. Anayasa Mahkemesi’nin ve AHİM’in kararlarının keyfi bir şekilde uygulanmadığı, hukukun vesayet altına alındığı, parlamentonun dekor görevi dışında bir işlevinin kalmadığı, memur olmak için KPSS’de en yüksek puanı almanızın yeterli olmadığı, basın üzerinde yargı sopası yetmezmiş gibi bir de RTÜK ve BİK’in yargı organı gibi keyfi cazalar verdiği, anayasal bir hak olan toplantı ve gösteri hakkının gasp edildiği, uluslararası sözleşmelerden tek kişinin kararıyla çıkıldığı ülkemiz demokratikleşmiş mi olacak?

                                                              /././

Gericilik dönemi derinleşiyor -Ergin Yıldızoğlu-

Avusturya’da son seçimlerden birinci parti olarak çıkan faşist (sağ popülist) Özgürlük Partisi’nin çatışmacı ve saldırgan tarzıyla bilinen lideri Herbert Kickl Avusturya cumhurbaşkanından yeni bir koalisyon hükümeti kurmak için yetki aldı. Böylece Avrupa’da bir faşist parti daha devlete erişme noktasına geldi. Kanada’da, on yıldır iktidarda olan liberal Başbakan Justin Trudeau  parlamentoyu askıya aldı ve istifa etti; erken seçimlerin önü açıldı. Kamuoyu yoklamalarında liberal partiden 25 puan önde görünen Muhafazakâr Parti’nin (faşist eğilimler sergileyen bir parti) önümüzdeki seçimlerden birinci parti olarak çıkma olasılığı çok yüksek.

‘İLERİCİ MOMENT’ BİTTİ

Bu iki gelişme, Wall Street Journal’da geçen ay yayımlanan “İlerici moment bitti, en azından şimdilik” başlıklı yorumdaki savı destekliyor: Amerika’da Trump  Beyaz Saray’a geri dönüyor, “Avrupa Birliği hükümetlerinin dörtte üçü ya merkez sağ (Faşist-E.Y.bir parti tarafından ya da en az birini içeren bir koalisyon ile yönetiliyor”...“20 yıldan daha uzun bir süredir sanayileşmiş ülkelerin çoğuna egemen olan ilerici siyasetin, işçi sınıfının ekonomi ve göç konusundaki endişeleri ve iklim değişikliğinden kimlik politikalarına kadar birçok konuda artan yorgunlukla beslenerek sağa kaydığını gösterdi.” WSJ’nin, merkez partileri  “ilerici” olarak nitelemesi, siyasi ortamı irdelerken “işçi sınıfını” anahtar kavram  olarak kullanması da ilginç.

İşçi sınıfının, orta sınıfları da etkileyen bu genel tavrı, egemen sermayenin, büyük bir yıkım ve soygun yarattıktan sonra 2008’de duvara çarpmasıyla yakından ilgilidir. O dönemde, ABD merkezli finans sermayesi egemen konumdaydı. 10+ ABD bankası küresel kredi hacminin neredeyse yüzde 80’ini kontrol ediyordu. Bu sermayenin birinci önceliği devletlerin sınırlarına takılmadan serbestçe dolaşabilmek ve değerlenebilmekti. İşçi sınıfı bunu  “neoliberal küreselleşme” olarak yaşadı. İkinci önceliği ise bu serbestliği kısıtlayabilecek, “ulusal çıkar” toplumsal dayanışma, “ortak çıkar” gibi duyarlılıkların, vergi verdiği için devletlerden hesap sorabilmek anlamına gelen “vatandaşlık” kavramının/kurumunun zayıflatılmasıydı. Bu kültürel projeye enerjisini postmodernizmin etkileri altında işçi sınıfını atomize etmeye başlayan bir kimlik siyaseti, sınıf ve ulus çıkarını dışlayan, bastıran bir söylem veriyordu.

EGEMEN SERMAYE-İŞÇİ SINIFI VE SOL

Bu dönem 2008 finans kriziyle bitti. Finans sermayesinin gücü kırılmaya, sanayi sermayesi egemen sermaye konumuna yükselmeye başladı. Bu yükselişin en çarpıcı örneklerini sanayi sektörünün en gelişmiş ve yeni teknolojileri temsil eden kesimin hızla artan mali ve siyasi gücüne bakınca görebiliyoruz. 

Örneğin, toplam sanayi sektörü hisselerinin S&P 500 içindeki payı yüzde 20, bunun içinde savunma ve havacılığın payı yüzde 8.5 iken 29 Kasım 2024 itibarıyla Apple, Nvidia, Microsoft, Alphabet (hem A hem de C sınıfı hisseler) ve Tesla’nın, 78 triyon dolarlık, MSCI Tüm Ülkeler Dünya Endeksi’ndeki toplam ağırlığı yaklaşık yüzde 17.7’dir. Bu altı şirketin hisselerinin S&P 500 içindeki payı yüzde 27+ ve en büyük 10 şirketin payı yüzde 36 olarak hesaplanıyor. Buna karşılık en büyük 10 ABD bankasının payı yüzde 4.2 tüm finans sektörünün payı ise yüzde 12.9 düzeyinde. Bu sonuncusu 2007 yılından yüzde 22’nin biraz üstündeymiş. Finans sektörünün siyasi gücünü IMF’nin 1980-90’lardaki gücüyle, sanayi sermayesinin yükselen gücünü son ABD başkanlı seçimleri üzerindeki etkileriyle ölçebiliriz. Bu kesimin temsilcisi olarak düşünebileceğimiz Elon Musk’ın ABD’den Avrupa’ya faşist akımlarla, merkez sağ ve sol partileri kaygılandıran bağlantılarında da görebiliyoruz.

Yakın zaman kadar finansallaşma, neoliberal küreselleşme politikalarının uygulayıcısı olan egemen sermayeyi temsil eden siyasi partiler 2008’den bu yana gittikçe artan oranda işçi sınıfının öfkesine hedef oluyorlar. Aslında, tam bir  “devrimci durum” (yönetemiyorlar, yönetilmek istemiyorlar) oluşmaya başlarken (bkz: meydan işgal olayları) sosyalist hareketin yenilgi mirasından, nostalji kültüründen sıyrılarak yeni duruma uygun, teorik, örgütsel atılım yapamamasının, bu kapitalizmde kültür savaşlarının önemini kavrayamamasının sonucu işçi sınıfı ve orta sınıflar, faşist hareketlerin etkisi atına girmeye başladılar.

                                                    /././

Meselenin sorununun problemi(I+II+III) -Özdemir İnce-

(I)

Kimse kusura bakmasın, önce mesele, sonra problem olan Kürt(çülük) sorununu ciddiye almıyorum. Meselenin sorunun problemi, problemin sorunun meselesi, sorunun probleminin meselesi...

“Pozitif adımı atmaya ve çağrı yapmaya hazırım.” (Abdullah Öcalan) DEM Parti’nin İmralı’dan getirdiği Öcalan mesajı. Önder ve Buldan İmralı’daki buluşmanın ardından yazılı açıklama ile Öcalan’ın mesajını paylaştı: “Pozitif çağrı yapmaya hazırım, devir Türkiye ve bölge için barış devridir.”

Abdullah Öcalan ile görüşen DEM Parti heyeti yazılı açıklama yaptı. DEM Partili TBMM Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder ve Van Milletvekili Pervin Buldan, yaklaşık 3 saat süren görüşmenin ardından açıklamayı ortak imzayla yayımladı. Öcalan’ın yedi maddelik mesajı şöyle:

1- Türk-Kürt kardeşliğini yeniden güçlendirmek tarihi bir sorumluluk ve kader belirleyici. Özdemir İnce:

Benim “Türkiye’nin Sorunu: Sırat Köprüsü Açılım Masalı” (Tekin Yayınları, 2015, 2020) bir kitabım var. Mutlaka okumanızı öneririm. Osmanlı döneminde, eşitlik ilkesine dayalı bir kardeşlik söz konusu değildir. İlişki bir büyük imparatorluk ile onun vassalı olan birbiriyle kavgalı küçük Kürt beylikleri ilişkisidir.

2- Sürecin başarısı için Türkiye’deki tüm siyasi çevrelerin dar ve dönemsel hesaplara takılmadan inisiyatif alması, yapıcı davranması ve pozitif katkı sunması elzemdir. Bu katkıların en önemli zeminlerinden biri de şüphesiz TBMM olacaktır.

Özdemir İnce: TBMM söz konusu olduğuna göre iş çok ciddi: Yeni anayasa falan söz konusu olacak.

3 - Gazze ve Suriye göstermiştir ki dışarıdan müdahalelerle kangrenleştirilmeye çalışılan bu sorunun çözümü ertelenemez bir hal almıştır.

4- Sayın Bahçeli’nin ve sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya, ben de pozitif katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahibim.

5- Heyet bu yaklaşımımı gerek devletle gerekse siyasi çevrelerle paylaşacaktır. Bunlar ışığında gereken pozitif adımı atmaya ve çağrıyı yapmaya hazırım.

6- Bütün çabalarımız, ülkeyi hak ettiği düzeye taşıyacak ve demokratik bir dönüşüm için de çok kıymetli bir kılavuz olacaktır.

7- Türkiye ve bölge için barış, demokrasi ve kardeşlik devridir.

Özdemir İnce: Cevap vermediğim soruların cevabı biraz sonra okuyacağınız yazının içindedir.

TÜRKİYE’NİN SIRAT ÖPRÜSÜ: AÇILIM MASALI ÖNSÖZÜ

(“Türkiye’nin Sırat Köprüsü: Açılım Masalı” adlı kitabım 2015 yılının eylül ayı içinde Tekin Yayınevi tarafından yayımlandı. 3 Eylül 2000 ile 21 Kasım 2013 tarihleri arasında Hürriyet ve Aydınlık gazetelerinde yayımlanan yazılarımdan oluşuyor.

Elinizdeki kitap bir Kürtçülük tarihi değildir, Kürtçülük isyanları tarihi de değildir. Ama bu konularda söylenip yazılan yalanları bozmayı, iftiraları dağıtmayı, konu bağlamında kurulan fesatları ortaya çıkartmayı amaç edinmiş bir gazete yazısı tomarıdır. Kürtçülük karşıtı, Kürt dostu bir kitaptır. Bakın, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Büyükelçi Volkan Vural’ın New York’ta imzaladığı “Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi Alt Ekonomik, Sosyal ve Kült Sözleşmesi” hakkında 3 Eylül 2000 tarihli Hürriyet gazetesinde neler yazmışım:

[Pandora’nın Kutusu tam anlamıyla açılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası tutumu belli olmadan Kürtçe ile ilgili görüşleri çok dikkatli dile getirmek gerekiyor. Çünkü hiçbir sözcük masum ve sorumsuz değil.

Anadilde eğitim deyişinin kapsamı çok geniş: İkinci resmi dil olması; anaokulundan üniversiteye eğitimin içerdiği bütün derslerin bu dilde yapılması anlamına geliyor. Bu işin kültürel yanı. Kültürel yanın işaret ettiği politik amaç ise tam bağımsızlık değilse bile siyasal özerklikten aşağı değil. Türkiye’nin imzaladığı metinler böyle bir anlayışa yol vermiyor.

İkinci görüş ise anadilin öğrenilmesi. “Her birey kendi anadilini öğrenmek, öğretmek, yazmak ve kullanmak özgürlüğüne sahip olmalıdır” ilkesine devletin uzun süre karşı çıkabileceğini sanmıyorum.

Bu nedenle, ister okullarda ister kurslarda olsun, Kürtçe öğrenimi programının uygulanmaya başlayacağını düşünüyorum.

Uzlaşma ve verimli sonuç alma çabalarının karşısında iki engel var: Türk ve Kürt milliyetçilikleri. İki milliyetçiliğin etkisizleşmesi Türkiye’nin gerçek demokrasiyi kurmasına bağlı.

O zamana kadar da yazarken konuşurken çok dikkatli olalım. Çünkü dil (lisan) ve sözcükler tekin değildirler. Hiç ummadığınız zamanlarda pişmiş aşa su katarlar.]

(II)

Elinizdeki kitapta yer alan ilk yazı bu. Aydınlık gazetesinde yayımlanan “Türk-Kürt Federal İslam Cumhuriyeti” başlıklı son yazı ise 21 Kasım 2013 günü yayımlanmış. Şöyle başlıyor: [17 Kasım 2013 Pazar günü Diyarbakır’da en azından “bölünme paranoyası” ve “şeriat paranoyası” iddiaları fiilen sona erdi. Paranoya uçup gitti. Şeriat ve bölünme kaldı.

Ne idüğü belirsiz “daha fazla demokrasi”yi isteyen İslamcılar ile Kürtçülerin, liberaller ile soldan dönmelerin, bu kavramın içinin doldurulmasını, tanımının ve öğelerinin sayımının yapılmasını isteyenlere “paranoyak” sıfatını yapıştırdıklarını anımsayalım.

“Daha fazla demokrasi”nin kuşkusuz kurumları ve kuruluşları, anayasa maddeleri, yasaları vardı, olmalıydı. Bunların ne olduğunu sır gibi saklıyorlar, söylemiyorlardı. Bu konuda soru soranları (ki sayıları fazla değildi), “şeriat paranoyası”na, “bölünme paranoyası”na kapılmakla suçluyorlardı.

İşte bu sona erdi!]

Kitabın ilk ve son yazılarında fesadın şifresi çözülüyor. Ama kurgulanan tarihsel mitoslar çok daha ilginç:

1- Kürtler, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’nun gerçek sahibidir, Türkler bu toprakların yeni kiracılarıdır. “Kürt tarihi Subaruların, Hurriler ve Mitanilerden dolayı MÖ 7250 yılına dayanır.”1

O halde Anadolu’nun adı sadece Türkiye olmamalıdır.

İyi de önce Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin adına da itiraz etmeleri gerekmez miydi?

O halde, Türkiye’nin adı Türkiye olmamalıdır. Ama şu soruya cevap verilememektedir: Peki Kürtler, Anadolu’yu İzmir’e kadar ele geçirip kendi Kürdistan devletlerini yüzlerce yıl kuramadılar da Anadolu’yu neden Türklere ikram ettiler?

2- “1071 yılında Alpaslan’ın Bizanslılarla yaptığı savaşta Mervaniler tüm güçleriyle Müslüman Türkleri desteklemiştir” ya da “Hıristiyan Bizanslılarla savaşan Alparslan komutasındaki 60 bin kişilik Selçuklu ordusunun 15 bini Kürtlerden oluşuyordu.”2 [Bknz: “Tarihi çarpıtmak (2)” adlı yazı.]

O halde Anadolu’nun adı sadece Türkiye olmamalıdır.

İyi de önce Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin adına da itiraz etmeleri gerekmez miydi?

3- “Sünni Osmanlılarla Alevi Safavilerin arasında siyasi gerginliğin giderek artması üzerine, Safavi yönetiminden rahatsız olan Sünni Kürtler de Osmanlılarla bir olarak Safavilere karşı koyma eğilimi ortaya çıktı. Bu eğilimin güçlenerek Kürtlerle Osmanlılar arasında bir siyasi ittifaka dönüşmesinde meşhur Kürt âlimi İdris-i Bitlisinin büyük etkisi oldu.”3

İttifak iki eşit güç arasında yapılır: Bir tarafta gücünün doruklarındaki Osmanlı İmparatorluğu bir tarafta, kendilerine Yavuz Sultan Selim’in lütfettiği beylerbeyi seçme hakkını kullanamayıp sultandan bir beylerbeyi göndermesini isteyen başıbozuk Kürt beyleri.

4- Kurtuluş Savaşı’nı Türk-Kürt ortaklığı kazanmıştır. O halde Kürtler de kurucu halk olmalıdır.

Bu iddiaya Prof. Dr. Oktay Uygun şöyle cevap veriyor: “Bu örnekler, ‘iki kurucu halk’ deyiminin toplumda bir değer taşıması için, tarihsel olgular, hatta nüfus durumundan çok, halkların ülke hayatındaki etkileri ile ilgili olduğunu gösteriyor. Tarihsel olgular devletin kuruluş aşamasında iki halkın varlığına işaret etse bile, bu olguyu topluma aktaracak entelektüel birikimden yoksun olunması durumunda, söz konusu halk ‘kurucu’ sıfatıyla anılmayacaktır. Kürtler son yıllarda, ‘iki kurucu halk’ ifadesini gündeme taşımayı başarmakla birlikte, dayandıkları tarihsel olguların zayıflığı nedeniyle, bu girişimlerinin kabul göreceği kuşkuludur.”

Görüldüğü gibi, bir “hakkı yenilmiş ikinci kurucu halk” safsatası söz konusu. Bu safsatanın en önemli dayanağı da Mustafa Kemal Paşa’nın İzmit Basın Toplantısı’nda (16-17 Ocak 1923) söylediği “Dolayısıyla başlı başına Kürtlük tasavvur etmekten ise bizim Teşkilatı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir” cümlesidir.

(Devam edecek.)

Altan Tan, Kürt Sorunu, Timaş, 4. Baskı, s.24.

2 Age. s.65.

3 Age. s.73.

4 Prof. Dr. Oktay Uygun, Federal Devlet, XII Levha Yayınları, s.314-315.

(III)

[Her türlü Kürtçüler 1921 Anayasası’nın 11. maddesine gönderme yapıyorlar ama benim yaptığımı yapıp bu maddeye bakmıyorlar:

Günümüz Türkçesi ile 11. madde: “Vilayet” denen idari birim, manevi şahsiyet ve muhtariyete (özerklik) sahiptir. Büyük Millet Meclisi’nin koyacağı yasalar çerçevesinde, evkaf, medreseler, maarif, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım(laşma) işlerinin düzenlenmesi ve yürütülmesi “vilayet şûraları”nın yetkisi içindedir. Ancak iç ve dış siyaset, şeriye, adliye ve askeriye ile ilgili konular, uluslararası ekonomik ilişkiler ve birçok vilayeti ilgilendiren hususlar merkezi yönetimin yetki alanındadır.

23 maddeden oluşan 1921 Anayasası ulusal devletin kuruluşunu haber veren metindir ama Osmanlı Kanuni Esasi’si de yürürlüktedir. Gazi Paşa’nın gönderme yaptığı 12. madde Musul’u kapsayan Misakı Milli sınırları içinde yer alan vilayetlerin tümünü işaret etmektedir. Yani bütün illerin yerel yönetim biçimini saptamaktadır; Diyarbakır’ın özerkliği kadar Adana’nın ve Muğla’nın da özerk yerel yönetimi söz konusudur. Kısacası 1921 Anayasası özel olarak Kürtlere muhtariyet (özerklik) tanımış değil.

1921 Anayasası’nın 11. maddesinin 1924 Anayasası’nda yer almamasının en önemli nedenleri arasında Kurtuluş Savaşı sırasında çıkan Kürtçülük isyanları (Koçgiri) ile Şeyh Sait isyanının bulunduğunu unutmamak gerekir. Paris Konferansı’nda (Sevr Anlaşması) ve Lozan’da olanları kitabı okumanıza bırakalım ve “Vehbi’nin kerrakesi”ne gelelim.

Her türlü Kürtçü iddialarından anlaşıldığına göre PKK terör ayaklanması Kürtleri anayasada “kurucu halk” olarak yer almamasından kaynaklanmaktadır.

“Sırat köprüsü”nün hiçbir dinsel anlamı yoktur bu kitapta. Ama dinsel anlamını bir eğretileme (metafor) olarak kullanabiliriz. Sırat köprüsü: “Cehennem üzerine kurulmuş bir köprü. Ahirette, mahşer yerindeki hesaptan sonra, bütün insanlar sırat köprüsüne gönderilecektir.”

Sırat köprüsü PKK terör ayaklanmasıdır. Diyelim ki PKK’nin terör ayaklanması başarı kazandı ve Kürtlerin Türklerle birlikte Cumhuriyeti kuran ikinci halk olduğu anayasaya girdi, iki halkın artık birlikte yaşaması mümkün müdür? Böyle bir iş ancak TBMM’de yapılacak oylama ile mümkündür.1

AKP ile PKK arasındaki ikili ve kapalı görüşmelerde taraflar neler konuştular, PKK neler istedi bilemiyoruz. Oslo süreci ve ardından çözüm görüşmelerinde parti adına değil de Türkiye adına görüşen AKP hükümetinin kamuoyuna bu konuda bilgi vermemesi laubalilik, sorumsuzluk ve dahası suç olması gerekir. PKK’nin görüşmelerde neler isteyebileceğini kitapta ayrıntılı olarak okuyacaksınız. İstekleri, anayasaya değin ve terörist militanların kişisel durumlarına ilişkin olmak üzere ikiye ayırabiliriz.

Anayasaya ilişkin istekleri şunlar olabilir:

1. Anayasada yer alan Türk sözcüğü ile Türk milleti tanımının kaldırılması, vatandaşlık tanımının değiştirilmesi, vb.;

2. Demokratik özerklik: (İdris Bitlisi’nin aracılık ettiği devlete bağlı ama 2. Meşrutiyet’in kaldırdığı ve Kürt beylerinin isyanlarına yol açan tuhaf iç muhtariyet türü özerklik);

3. Anadilde öğretim: Bu isteklerin tamamı anayasanın değişmez, değiştirilemez ilk 4 maddesine aykırıdır. Değişiklik üniter devleti ortadan kaldırır.]2

***

Bu üç olası istekten ilk ikisi hiç söylenmese de sadece üçüncü istek (anadilde öğretim) dile getirilse bile birinci ve ikinci istekler dile getirilmiş olur. Çünkü TC Anayasası’nın 3. maddesinde “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir” yazmaktadır.

Türkiye’de okullarda Türkçeden başka bir dille de öğretim yapılması Türkiye’de özerk bir bölge ya da federe bir devlet daha olduğu, yani Türkiye’nin bir federasyon olduğu anlamına gelir.

Kendileri için anayasada özel bir madde isteyenlerin, kendi dillerinin öğretim dili olmasını isteyenlerin bu gerçekleri bilmemesi çok tuhaf. Devletler hukukunda çocukların “Dondurma isterim” diye dayatmasına benzer taleplere yer yoktur.

Avrupa Birliği’nin “Türkiye İçin Katılım Ortaklığı” belgesinde yer alan ve anadille ilişkilendirilen bölümü bir kez daha yayımlıyorum: “Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm -eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere- kaldırılmalıdır.” (“Ensure cultural diversity and guarantee cultural rights for all citizens irrespective of their origin. Any legal provisions preventing the enjoyment of these rights should be abolished, including in field of education.”)

Görüldüğü gibi Avrupa Birliği, TC Anayasası’nın 42. maddesinin kaldırılarak Kürtçenin eğitim-öğretim dili olmasını istemiyor.

***

1- Belki de değildir!

2- Ö. İnce,Türkiye’nin Sırat Köprüsü Açılım Masalı, Tekin Yayınları, s.11.

Cumhuriyet


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -15 Mart 2025-

Muhalefetin kalmadığı ülke -Aydemir Güler- Ama muhalefetsiz bir mutlak hegemonya… görülmüş şey değildir. Bundan sonra da görülemeyecek. İkti...